Yâsin, 36/20
وَجَاءَ مِنْ أَقْصَى الْمَد۪ينَةِ رَجُلٌ يَسْعٰى قَالَ يَا قَوْمِ اتَّبِعُوا الْمُرْسَل۪ينَ
"Derken şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi. 'Ey kavmim! dedi, bu elçilere uyunuz!'" (Yâsîn sûresi, 36/20)
Öncelikle şunu belirtelim: Sahife başındaki أَصْحَابَ اْلقَرْيَةِ "karye ashabı"[1] yani şehir halkı tabirinden anlaşılıyor ki, elçilerin dinlerini tebliğ adına gittikleri yer bir çöl değildi; gidilen yer uygarlığın -o dönemdeki şartlara göre- hâkim olduğu mâmur beldelerdendi. Bu belde ahalisi kendilerine gönderilen ilk iki kişiyi kabul etmemişlerdi ki, Cenâb-ı Hak onları üçüncü biriyle desteklemişti. Ne var ki inat ve temerrütlerine yenik düşen bu insanlar, elçileri dinlemek bir yana kendi karyelerinden birini bile öldürecek kadar işi ileriye götürmüşlerdir.
Burada serlevha yaptığımız âyet, önceki üç kişiyi destekleyen bir dördüncü insandan bahsediyor ki, işte bu zat, o tebliğe muhatap kavmin içinden biriydi ve أَقْصَى الْمَد۪ينَةِ"den gelmişti.
Öteden beri أَقْصَى الْمَد۪ينَةِ tabiri hakkında müfessirler bir hayli fikir ortaya atmış ve bu tabirin gerçek mahmilini araştırmışlardır. Biz burada müfessirînin tevcihlerinden üçü üzerinde duracağız:
1) أَقْصَى الْمَد۪ينَةِ "Şehrin öte yakasından" demektir ki bu da o zatın şehrin öbür ucunda oturuyor olduğunu göstermektedir.
2) أَقْصَى الْمَد۪ينَةِ "Medinenin yüksek sınıfından, önde gelenlerden biri" mânâsınadır ki, "Salât-ı Münciye"de yer alan أَقْصَى اْلغَايَاتِ "Gayelerin en yükseği, yücesi"ndeki أَقْصَى ile aynı anlama gelir. Öyleyse bu insan, günümüzde olduğu gibi şehrin dışında, villasında oturan, halk ile pek içli-dışlı bulunmayan aristokrat sınıftan biriydi.
3) أَقْصَى الْمَد۪ينَةِ "Kavminin o günkü anlayış, düşünce ve yaşam biçimlerinden olabildiğine uzak ve kendine göre seviyeli birisiydi" ki, "Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tâbi olun, çünkü onlar hidayete ermiş kimselerdir." (Yâsîn sûresi, 36/20-21) sözleri de ondaki bu farklı anlayışı göstermektedir. Son iki tevcih itibarıyla bu zatı, şehir halkının hayat felsefesinden farklı bir düşünceye sahip, belde halkının başı darda kalınca kendisine sığındıkları, müracat ettikleri hasbî bir insan olarak tanımlayabiliriz. Elmalılı Hamdi Yazır'ın da ifade ettiği gibi, bu zat, kavmi kendisini öldürmeye teşebbüs ettiğinde:
قَالَ يَا لَيْتَ قَوْم۪ي يَعْلَمُونَ * بِمَا غَفَرَل۪ي رَبّ۪ي وَجَعَلَن۪ي مِنَ الْمُكْرَم۪ينَ
"Keşke, dedi, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrama mazhar olanlardan kıldığını kavmim de bilseydi." (Yâsîn sûresi, 36/26-27)
sözleri esas alınarak denebilir ki o, kavmi hakkında hep yüksek temennilerde bulunmuş ve hiçbir zaman kavmine karşı kin ve intikam duygusu da beslememiş; aksine düşmanlarına bile merhamet edebilen bir yaşatma insanı olarak, erdiği mutluluğu onlar için de dilemiş ve peygamberane bir şefkatle kendini son bir kez daha onlara anlatmak istemişti.
Aslında bu ses, bu soluk her dönemdeki hasbîlerin sesi-soluğudur. İşte Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem); Uhud'da dişinin kırıldığı, yüzünden kanların şakır şakır aktığı en acı bir durumda bile bunu kendisine reva görenlere beddua etmemiş, aksine "Allah'ım, kavmimi hidayet eyle, zira beni bilmiyor onlar."[2] demiştir.
Burada istidradî olarak başka bir hususa da değinmek istiyorum: Hz. Nuh'un:
رَبِّ لاَ تَذَرْ عَلٰى اْلأَرْضِ مِنَ الْكَافِر۪ينَ دَيَّاراً
"Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakma." (Nuh sûresi, 71/26)
diye bedduada bulunması, her ne kadar yukarıda anlattığımız hususlara ters gelse veya öyle gözükse de, kat'iyen öyle değildir. Zira "itibar-i mâyekûn" kaidesince, yıllarca içinde peygamberlik vazifesini eda ettiği o toplumu çok iyi tanıyan Hz. Nuh, ihtimal bu konuda ilâhî muradı sezdikten veya murad-ı ilâhî kendisine bildirildikten sonra böyle bir duada bulunmuştu ki, enbiyâ-i izâmın genel ahlâkı bakımından bunun böyle yorumlanması daha uygun olacaktır.
Ayrıca bu ve bunun gibi kıssaların, hakikatlerine hamledilip edilmemesi açısından da üzerinde durulması icap ediyor. Evet bazılarının zannettiği gibi bu kıssalar kat'iyen sembol değildirler. Bunlar ayniyle gerçekleşmiş olaylardır ve Kur'ân olduğu gibi bize hikâye etmektedir.
İkinci olarak; Allah (celle celâluhu) bu vak'aları bize anlatmakla, kıyamete kadar devam edecek olan küllî bir kısım kanunların ucunu göstermektedir. Yani böylesi hâdiseler, Hz. Âdem ile başlamış ve dünyada insanoğlu adına tek bir fert kalıncaya kadar devam edecektir. Zaten Kur'ân'ın kullanmış olduğu malzemeye bakarsak, bunların hiçbir zaman ve mekâna tahsis edilmediğini görürüz. Zaten evrensel bir kitaptan beklenen de budur. Yalnız Kur'ân'a bu gözle bakabilmek için âyetleri hususî bir çerçevede izleyebilmeye ihtiyaç vardır. Hatta diyebiliriz ki, Kur'ân'dan hakkıyla istifade edebilmenin yegâne şartı da işte budur.
Bir diğer husus da, âyetler ister kâfir, ister münafık ya da Yahudi veya Hıristiyan hakkında inmiş olsun, esbab-ı nüzul şunu veya bunu göstersin her fert kendi şahsıyla, çevresiyle, şöyle-böyle içinde bulunduğu zaman ya da mekânla bir çeşit aklî, mantıkî, hissî, vicdanî münasebetler tesis ederek, her zaman ona muhatap olabilir ve onun o tazelerden taze mesajlarını gönlünde duyabilir. Bir diğer ifade ile, fert "Ben sadece peygamber değilim, ama onun dışında Kur'ân bütün emir ve yasakları ile ve altı bin küsur âyeti ile her zaman bana nazil oluyor gibi..." demelidir. Zaten işin ruhu, esası da bu değil mi..? Rica ederim Allah'ı (celle celâluhu) zaman ve mekân ile kayıtlayabilir misiniz? Öyleyse O, kelâm sıfatının tecellîsi olan Kur'ân-ı Kerim ile, Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) konuştuğu aynı anda sanki seninle, benimle de konuşmaktadır.. bizden sonra gelecek tüm insanlıkla da. Aslında Kur'ân'ın evrenselliği ve zaman üstü olması açısından da bu yaklaşım çok önemlidir. Aksi hâlde fert, Kur'ân'da zikri geçen bu olaylara gelmiş-geçmiş kıssalar nazarıyla bakar, öyle okur ve geçerse, ondan istifadesi de o nispette olur.
Şimdi bir kere daha âyet-i kerimeye dönelim: Burada anlatılan olay, kıyamete kadar ayniyete yakın misliyet içinde cereyan edecek bir olaydır. Böyle bir olayın kahramanları olarak da, mü'min-i âl-i firavundan Seyyidina Hz. Ebû Bekir'e, Habib-i Neccar'dan her asrın şahitlerine, onlardan da aynı çerçeve içinde mütalâa edeceğimiz çağın şahitlerine kadar pek çok ölüme gönüllü kahraman sıralayabiliriz. Evet ülkenin ta öte yakasından gelip İstanbul'da çağın şahitlerinden biri olduğunu ilan eden ve İslâm'ın mukadderatı ile alâkalı teklifler ve çözüm alternatifleri sunan, bunu yaparken de ne ücret, ne ganimet, ne de şöhret peşinde olmayan, aksine "Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennem'in alevleri içinde yanmaya razıyım."[3] diyecek kadar hasbî mi hasbî, fedakâr mı fedakâr, diğergâm mı diğergâm olan "Günümüzün şahidi" de onlardan biridir; içte ve dışta daha nice örnekler.. ilklerin çizgisinde, ayniyet ölçüsünde bir misliyetle nice örnekler!..
Kur'ân-ı Kerim, Hz. Musa döneminde cereyan etmiş bir başka olayı daha zikreder. Öyle ki oradaki hâdise ile buradaki vak'a hemen hemen aynı karakteristik çizgileri taşır. Firavun ailesinden, yani saraya mensup, aristokrat sınıftan birisi, Hz. Musa'nın öldürülmek istenmesi karşısında haykırır ve
أَتَقْتُلُونَ رَجُلاً أَنْ يَقُولَ رَبِّيَ اللّٰهُ
"Siz bir adamı 'Rabbim Allah'tır.' diyor diye öldürecek misiniz?" (Mü'min sûresi, 40/28)
der. Evet, böyle bir ortamda aşağı tabakalardan birinin, Hz. Musa'ya sahip çıkması ve onun öldürülmesine engel olması mümkün değildir.
Işık Çağı'nda aynı kahramanlığı Hz. Ebû Bekir yapar. Müslüman olanların, müşrikler tarafından öldürülme ölçüsünde eziyetlere maruz kaldıkları bir sırada Mekke'nin aristokrat sınıfına mensup o Sıddık-ı Ekber, aynı sözlerle "Rabbim Allah'tır diyen insanı öldürecek misiniz?"[4] der. Demek ki Kur'ân'ın anlattığı olaylar şekil ve kabuk değiştirerek aynı mahiyette hep tekerrür edip duruyor.
[1] Bkz.: Yâsîn sûresi, 36/13
[2] Buhârî, enbiyâ 54; istitâbe 5; Müslim, cihad 104; İbni Mâce, fiten 23
[3] Bediüzzaman, Risale-i Nur Külliyatı, 2/2206 (Tarihçe-i Hayat)
[4] Buhârî, fezâilu sahabe 5; menâkıbu ensar 29; tefsir (40) 1; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/204
- tarihinde hazırlandı.