Geçmişe ait haberler

Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, yer yer o güne kadar beşer tarihinde haklarında herhangi bir malumat bulunmayan geçmiş kavim ve toplumlardan söz eder ki, Arap edip ve tarihçilerinin yazmış oldukları eserler ele alınıp incelendiğinde, Kur'ân-ı Kerim'in konu edindiği meselelere dair herhangi bir bilginin bulunmadığı görülür.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), ümmî bir muhitte neş'et etmiş bulunmasına ve bir ümmî olmasına rağmen Tevrat ve İncil'den, âdeta bu kitapları tefsir ve şerhleriyle biliyormuşçasına, yerinde tesis, yerinde tavzih ve yerinde de tashih mahiyetinde ifadelerde bulunur. Evet, Nebiler Serveri bir hakem gibi, onların kendi aralarında ittifak ettikleri meseleleri tasdik etmiş, ihtiyaç duyulan yeni meseleleri tesis buyurmuş ve ihtilaflı meselelerde de çözüm alternatifleri sunmuştur. Meselâ, bazıları Hz. Mesih'e –hâşâ– "nesepsiz" diyor ve ellerindeki bazı kaynakların da bunu doğruladığını iddia ediyorlardı. Onların ihtilafa düştükleri bu noktada Allah Resûlü, evvelâ Hz. Mesih'in "Allah'ın elçisi" olduğunu bildirerek, bir taraftan Hz. Mesih'in "nesepsiz" olduğu iddialarını, diğer taraftan da ona "ilâhlık" nisbetinde bulunanları reddediyordu.

Bunun gibi, bazı israiliyat tamamen bir hidayet kaynağı olarak gönderilen peygamberler hakkında birçok safsata ve iftiralar ihtiva ediyordu. Bu konuda da Kur'ân-ı Kerim, bütün peygamberleri şanlarına muvafık bir edeple ele aldı ve her birinin, insanlığın maddî ve mânevî terakkisi adına birer yanıltmaz rehber olduklarını ortaya koydu. Okuma-yazma bilmeyen İnsanlığın İftihar Tablosu'nun (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kur'ân-ı Kerim'in o enfes üslûbuyla bu hakikatleri haykırması, onun kaynağının ne kadar duru ve doğru olduğunu göstermektedir. Evet, Resûl-i Ekrem, ümmî bir peygamber olduğu, ömründe sadece iki defa ticaret kervanıyla Şam'a gittiği ve bunun dışında başka bir bölge bilmediği hâlde, bütün Kütüb-i Mukaddese önünde duruyormuşçasına geçmişten bahsetmesi ve bir hakem gibi İsrailoğulları'nın arasında zuhur eden ihtilaflara nübüvvetin o büyülü senteziyle yaklaşıp âdilâne çözümler getirmesi olağanüstü bir hâdisedir.

Daha önceki bahislerde geçmiş kavimlere ait teferruatlı bilgiler verildiğinden dolayı burada onların tekrarına girmeden, sadece küçük bir-iki misalle iktifa edeceğiz:

Kur'ân-ı Kerim'de yer yer Âd ve Semud gibi pek çok geçmiş kavimden bahsedilmektedir. Hâlbuki Avrupa'da arkeoloji ve ilm-i tarih intişar edeceği âna kadar bu kavimlerden bahseden tek bir insan yoktu. Kozmoğrafya, coğrafya ve aynı zamanda astronomi uzmanı olan insanların yazmış oldukları eserlerin ufak-tefek telaffuz farklılıklarıyla, çok önceleri Kur'ân'ın haklarında çeşitli bilgiler verdiği Âd, Semud ve İrem birbirlerine çok yakındır. Evet Kur'ân-ı Kerim, asırlar asırlar öncesi, "Görmedin mi, Rabbin ne yaptı Âd kavmine; direkleri (yüksek binaları) olan, ülkelerde benzeri yaratılmamış İrem şehrine; o vadi vadi kayaları yontan Semud kavmine; kazıklar (çadırlar, ordular) sahibi Firavun'a! Ki onların hepsi kendi ülkelerinde azgınlık ettiler. Oralarda kötülüğü çoğalttılar. Bu yüzden Rabbin onların üstüne azap kırbacını indirdi ha indirdi. Çünkü Rabbin (her an her şeyi ve herkesi) gözetlemededir." (Fecr sûresi, 89/6-14) âyetleri bu konuda ne kadar mânidardır.

Kur'ân-ı Kerim'in bu tür âyetlerini okuyan o dönemin Avrupalı yazar ve bilim adamları, "Kur'ân, Âd ve Semud adında şimdiye kadar duyup bilmediğimiz kavimlerden söz ediyor. Bizim, yazının keşfinden bu yana, böyle toplumların yaşadığına dair en ufak bir malumatımız yok. Bu itibarla Kur'ân, ihtimal, hayalî şeylerden bahsediyor." diyerek ona itiraz etmişlerdi. Ancak aynı insanlar, Avrupa'da ilmî tarihler intişar edince, Kur'ân'ın böylesi gaybî ihbârâtına karşı hayret ve dehşet içinde kalmışlardı. Hayret içinde kalmışlardı; zira onların Kur'ân'ın asırlar öncesinden, haklarında bilgiler verdiği bu toplumlara dair malumat elde edebilmeleri için, arkeoloji ve antropoloji gibi.. ilimlerin teyidine ihtiyaç vardı. Nitekim daha sonradan yapılan araştırma ve arkeolojik kazılar neticesinde tarih, bir kere daha Kur'ân'ı doğrulamış ve onun ilâhî bir kelâm olduğunu tasdik etmişti...

Kur'ân-ı Kerim, geçmiş kavimleri, sanki bizzat içlerinde bulunmuş gibi onların, ruh, his ve heyecanlarını, niyet ve itikatlarını tahlîlî bir tasvirle sunuyordu ki, Kur'ân'ın âyetlerine bakıldığında o kavimler, en hususi yanlarıyla âdeta insanın gözünün önünde canlanır gibi olur. O kadar ki, onun o baş döndürücü ifadeleriyle İrem bağ ve bahçeleri anlatılırken,[1] insan, kendini bütün letafet ve ihtişamıyla o güzellikler meşherinde tenezzühe çıktığını sanır.

Biraz önce zikredilen âyet-i kerimelerde Kur'ân-ı Kerim, Firavun'dan da bahsetmektedir. Gerçi tarih kitaplarında Firavun hakkında değişik bilgiler yer almaktadır; bu mânâda da Kur'ân'ın ondan bahsetmesi belki mucizevî bir haber sayılmayabilir. Ama Kur'ân-ı Kerim'in hâdiseleri özet olarak ele alması, en karakteristik durumları en vurucu bir üslupla takdim etmesi ve vak'aları o günün heyecan ve pratiğiyle işleyip sunması, gerçekten mucize çapında bir sunuştur. Ne var ki müsteşrikler ve bizim dünyamızda onları takip ve taklit eden bazı kimseler, Kur'ân'ın gerçeklerine gözlerini kapamış ve bu önemli hususları hep görmezlikten gelmişlerdir.

Kur'ân, "Biz, İsrailoğullarını denizden geçirdik. Ama Firavun ve askerleri zulmetmek ve saldırmak üzere onları takip etti. Nihayet (denizde) boğulma hâline gelince, (Firavun:) 'Gerçekten İsrailoğullarının inandığı İlâh'tan başka İlâh olmadığına ben de iman ettim. Ben de Müslümanlardanım!' dedi. Şimdi mi (iman ettin)! Hâlbuki daha önce isyan etmiş ve bozgunculardan olmuştun. (Ey Firavun!) Senden sonra geleceklere ibret olman için, bugün senin cesedini (cansız olarak) kurtaracağız. İşte insanlardan birçoğu hakikaten bizim âyetlerimizden gafildirler." (Yûnus sûresi, 10/90-92) âyetleriyle Firavun'un boğulduğunu ifade etmesine karşılık bir kısım müsteşrikler, "Hayır, Firavun boğulmamıştır, onun cesedi öldükten sonra mumyalanmış ve günümüze kadar bu şekilde gelmiştir." diyorlardı. Oysaki Kur'ân-ı Kerim, onun cesedini gelecek nesillere ibretle seyrettirmek üzere korunacağını anlatmakta idi. Ve nihayet gün gelip araştırmalar neticesinde Firavun'un cesedi, âyet-i kerimede ifade buyrulduğu gibi, mumyalanmadığı hâlde çürümemiş olarak ortaya çıkınca, Kur'ân'ın bu gaybî ihbârâtı karşısında herkes hayretler içinde kaldı ve inatları vicdanlarına yenik düştü.

Bazı Avrupalılar, Hz. Nuh tufanı ile ilgili âyetlere de hücum ediyorlardı. Neden sonra, bir kısım araştırmalar ile gerçekten bir zamanlar dünyayı tamamen veya kısmen korkunç bir tufanın bastığı hakikatini öğrendiler. Hatta bu araştırmalar neticesinde ulaştıkları belgeler, bu mevzuda onlarda o kadar ciddî kanaat hâsıl etti ki, onlar, Hz. Nuh'un gemisinden bir kalıntı bulabilmek için üst üste Cûdi Dağı'nda araştırmalar yaptılar. Oysaki Kur'ân-ı Kerim, çok erken bir dönemde, bu vak'ayı hem de kafalarda zerre kadar bir tereddüt ve şüpheye mahal bırakmayacak kat'iyette ve en ince teferruatıyla arz ediyordu.[2] Ne var ki, onların Kur'ân'ı anlamaları ve gerçeği kabul etmeleri için asırların geçmesi gerekiyordu.

Kur'ân, bu konuyla alâkalı misalleri arz ettikten ve geçmiş kavimlere bir kısım göndermelerde bulunduktan sonra şöyle buyurur: "(Ey Muhammed!) İşte bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen biliyordun ne de kavmin..." (Hûd sûresi, 11/49)

Evet, Kur'ân'ın da ifade ettiği gibi, bu haberleri gerek Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), gerekse kavminin bilmesine imkân yoktu. Zira Ceziretü'l-Arap'da bunlardan bahseden olmadığı gibi, ne tarih kitaplarında ne de Arap şiirlerinde bu haberlere ait en ufak bir malumat bulunmuyordu. Zaman, aydınlatıcı tayflarını gönderdi ve kendi yorumlarını ortaya koydu ve Kur'ân insanlığın idrak ufkunda yeniden bir kere daha tulû' etti.

[1] Bkz.: Fecr sûresi, 89/7-8.
[2] Bkz.: Hûd sûresi, 11/37-48.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.