Kur'ân'da gaybî haberler
A. Kur'ân'da Gaybî Haberler Tabiri
Kur'ân 14 asır evvel yaşamış bir topluma nazil olmuştu. Getirdiği esasları, vaz'ettiği prensipleri, dünya ve ahirete dair hakikatleri, içtimaî, ferdî ve ruhî disiplinleri, ibadet, itikat ve ahlâk felsefeleri, nazil olduğu toplumun büyük ölçüde yabancısı bulunduğu hususlardı. Evet, Kur'ân'ın tavsiye ettiği bu yeni disiplinlerin hemen hepsi çok farklı şeylerdi. O, bu dünyayı ebedî bir hayata bağlayıp onun mezrası kılıyor, o gün revaçta olan asabî unsurları, kabile ve kavim taassuplarını kökünden yıkıyor, onların yerine yepyeni içtimaî esaslar vaz'ediyor ve farklı şekillerde ferdî hayattan içtimaî hayata kadar sirayet etmiş olan putperestliğe ciddî darbeler vuruyordu; vuruyor ve ruhlarda kökleşmiş, düşüncelere yerleşmiş, hatta derinleştikçe derinleşmiş olan ne kadar cahilî telakki varsa hepsini yerle bir ediyordu! Kur'ân o günkü insanların bilmedikleri, duymadıkları âlemlerden bahsediyor, geçmişteki tarihin kaydetmediği yüzlerce hâdise ve şahsiyetten tablolar sunuyor; geleceğe ait baş döndürücü gaybî pencereler açıyor ve bütün bunlarla her alandaki müddeilere meydan okuyordu. Dahası, onların ruhlarının en gizli derinliklerinde depreşen fikir ve düşünceleri, niyet ve planları ortaya çıkarıyor ve onları, hisleri, heyecanları, kalb atışları, nefes alışlarıyla adım adım takip ediyordu.
İşte böyle bir kitap karşısında, o günkü muhatapların bütün düşünceleri altüst olmuş, dünyaları ve ufukları değişmiş ve bu yeni ufuklardan başka başka âlemlere menfezler açılmıştı. Dolayısıyla da, onu duyanların ona teslim olmaktan başka çareleri yoktu; onlar da öyle yaptılar. Kur'ân ceste ceste nazil olurken, onlar da onu ruhlarına sindirmeye çalıştılar. İtiyat ve alışkanlıklarını terk ettiler.. ruhlarında Kur'ân'a ait farklı itiyatlar kökleşmeye başladı ve zamanla onun mesajlarına göre düşünmeye, onun gibi konuşmaya ve onunla değişik bir heyecan duymaya alıştılar. Bütün bunlar 23 sene gibi kısa bir zamanda olmuştu. İşte Kur'ân'ın mucize oluş yanlarından biri de buydu.
Oysa içtimaî ve ferdî hayatı disipline eden, düzenleyen kanunlar, ilk defa ortaya atıldıklarında bin türlü garabetle mukabele görürler/görmüşlerdir. Toplumun önceki ruhî yapısı, kültürü, imanı ve âdetleri hâdiselerin göbeğinde asırlarca pişerek gelişmiş ve yerleşmiş itiyatlar çok defa bu kanunlarla çatışır, hatta çoğu kere onları işe yaramaz hâle getirir. Zira yeni kanunlara muhatap olan o günkü fertlerin heyecan ve hisleri, tavır ve telakkileri, dünyaya ve hayata bakışları böyle bir toplum içinde teşekkül etmiştir. Bu itibarla da tepeden inme kanunların müeyyide gücü fazla müessir olamaz ve yeni şeyler o topluma uzun süre benimsetilemezler; zira her şeyden evvel o toplumun kalben onları kabullenmesi şarttır. Onların ruhlarına ve gönül dünyalarına girilmediği takdirde içtimaî şuur bir gün mutlaka bu tepeden inme kuralları, kanunları geriye kusuverir. Bir de kanun koyucular, o memleket ve cemiyet içinde yetişmemişlerse, işte o zaman işler bütün bütün sarpa sarar ve kanunlar ile, yaşanan hayat arasında asla bir mutabakat ve muvafakat sağlanamaz.
Evet işte size belli boşlukları olan kanun ve mevzuatın nihaî akıbetleri!.. Tarihin şehadetiyle, yıkılan medeniyetler, kırılan dökülen toplum ve cemiyetler, nihayette hepsi böyle bir zıtlaşmanın kurbanlarıdırlar. Milletleri idare edenler, değişik toplum ve kitleleri yönlendirenler, onlara yeni bir aşk, heyecan ve iman aşılamaya çalışanlar, onların ruhlarına ve gönüllerine giremedikleri, duygu ve düşüncelerini, his ve heyecanlarını hesaba katmadıkları sürece hiçbir zaman, güçlü, sağlam ve sarsılmaz bir medeniyet ve bir millet vücuda getirememişlerdir, getiremezler de.
Ne var ki bu kurallar ve disiplinler Allah'a imanla yoğrulursa ferde de cemiyete de daha bir müessir olacaktır. Çünkü insanı yaratan Allah (celle celâluhu), onu sesi-soluğu, demi-damarıyla çok iyi bilmektedir. Fıtratında mündemiç bulunan bütün cihazatı yerleştiren O'dur. Nasıl yaşarlar, nasıl bir araya gelip içtimaî münasebet kurarlar, hangi kural ve disiplinlerle hayatlarını daha rahat ve daha huzurlu geçirirler, bütün bunların hepsini en iyi bilen O'dur. Dolayısıyla da insanlık, bu ilâhîlikten kaynaklanan disiplinleri pratik hayata taşıyabildiği ölçüde kendini bütünüyle daha rahat ve daha güvenilir hissedecektir; hissedecek ve görecektir ki, Kur'ân onun bütün his ve heyecanlarına, bütün ruhî ve içtimaî alâkalarına, bütün ibadet ü taatlerine en ince teferruatına kadar vakıftır ve içten içe onu şekillendirmektedir. Bu yüzden Kur'ân, ilk nazil olduğu andan vahyin kesildiği güne kadar, birkaç düzine mütemerridin itirazı dışında, herhangi bir nefret ya da tepki ile karşılaşmamıştır. Zira o kendisine kulak veren her insanın ruhuna girmiş ve onun gönlünü âdeta fethetmiştir. Teslim olmayan veya temerrüt gösteren ruhları da hiç olmazsa büyülemiş, onların da seslerini, soluklarını kesmiştir.
Bu cümleden olarak, Kur'ân'daki gaybî haberler, beşer idrak ve ihsas ufkunun çok üstündedir. O, geçmişe ait haberleri, tarih öncesi yaşamış toplulukları bazen en ince özellikleriyle ele alır, onları öyle bir resmeder ki, beşerin ne ilmen ne de aklen onları o şekilde tafsilatıyla bilmesine imkân yoktur. Aynı zamanda o, gelecekle alâkalı da aynı şekilde ihbar ve işaretlerde bulunur ki pek çoğu daha sonra aynıyla görülmüştür. Sanki o, geçmiş zamanı, gelecekle bir çizgi, bir nokta hâlinde ve sinema şeridi gibi insanın nazarına arz etmektedir. Bunları ileride misalleriyle izah etmeye çalışacağız. Ancak, önce birkaç hususa dikkat çekmekte fayda mülâhaza ediyoruz:
a. Kur'ân'ın verdiği bir kısım misallerde de görüleceği gibi, gaybî haberler onda öyle sarih ifade edilir ki, en âmî akıllar dahi ondan Kur'ân'ın maksadını anlayabilir ve yeni yeni tefekkür, bilgi ufuklarına açılabilirler.
b. Kur'ân, sarih ihbârâtının yanında, bazen de, bir kısım kinayeler ile gayba ait işaretlerde bulunur. Bunları elbette herkes anlayamaz. Onda bu kabîl ifadeler, hususî bir takım işaretlerle, rumuzlarla sunulmuştur ki, bunu da ancak ihtisas sahipleri anlayabilir.
c. Kur'ân'da, tarihin kaydetmediği kavim ve cemaatlerden bahsedilir ki, muhatapların onları bilmesi mümkün olmadığından, bu kıssa ve hikâyeler de gayb nevinden sayılmaktadır. Kadim Roma, Çin, Babil veya firavunların yaşadığı medeniyetlere ait yazılı ya da sözlü tarihe girmemiş bir kısım haberler bu cümledendir. Zira biz, en azından iki-üç bin yıllık tarihi malumata sahip bulunuyoruz. Oysaki Kur'ân ümmî bir toplum içinde nazil olduğundan, onlar için tarihin şöyle böyle kenarında köşesinde kalan hâdiseler de, bir mânâda gaybî sayılırlar.
d. Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın ihbârâtının pek çoğu istikbale aittir. Bunu biraz açmak yararlı olacaktır. Geçmişe ait haberlere, insanlar farklı mülâhazalarla itirazlarda bulunabilirler. Hâle ait haberler ise mucize ya da harikulâde sayılmazlar. Ancak istikbale ait ihbârât ve işaretler zamanı geldiğinde vâki olur ki artık onda herhangi bir itiraza mahal kalmaz.. ve işte bu kabîl haberlerde her zaman bir meydan okuma söz konusudur. Dolayısıyla bu kabîl haberler beşerin daha fazla dikkatini celbeder ve haber kaynağı da daha fazla itibar görür.
Yeri gelmişken, tarihî bir gerçeğe temas etmek istiyorum. Materyalist felsefenin kurucularından ve önemli köşe taşlarından sayılan Marks, sistemini kurarken bir kehanette bulunmuştu. Bu kehanete göre Marksizm ilk defa İngiltere'de uygulanacaktır. Çünkü onun felsefesinin ruhu bunu gerektiriyordu. Ve o sistemini, daha ziyade kapitalist felsefenin iflasına bağlıyordu. Böylece bu maddeci ve materyalist akım, iflasın eşiğinde olan kapitalizmden sonra –onun kehanetine göre– kaçınılmaz olmalıydı.
İhtimal, Marks'ın düşüncesi şuydu: Avrupa, ortaçağdan bu yana sosyal sınıfların çatıştığı dengesiz bir yapı arz ediyordu ve sınıflar mücadelesi de kıyasıya sürüyordu ki, işte bu sınıflar mücadelesi İngiltere'de sosyalizm ve komünizmle son bulacaktı. Bu da insanların iradelerine bağlı olmayıp, kaçınılmaz tabiî bir kanun gibi sayılabilirdi. Ne var ki, bu kehanet tutmadı. Elli yıl sonra bu maddeci sistem, hiç tahmin edilmeyen bir coğrafyada, yani Rusya'da gerçekleşti. Böylece sistem, daha baştan yara aldı ve ciddî bir yanlış üzerine kurulduğu ortaya çıkıverdi.
Şüphesiz, onun bu konudaki düşünceleri bir tahmin ve iddiadan ibaretti ve üzerinden yetmiş yıl geçmeden de fiyasko ile neticelenecekti. Neticelenecekti ama milyonlarca genç bu tahmin ve yalan uğrunda kan dökecek, zulüm irtikâp edecekti ki, bugün dahi insanlık o zorba sistemin bazı yerlerdeki bakiyeleriyle hâlâ inim inim inlemekte. İşte dünyanın dört bir yanında onları takip eden sathî düşüncelerin bin türlü yolsuzluk, rüşvet ve uğursuzlukları ve işte onlar!..
Evet, bir kısım hâdiseler yakın takibe alındığında, yakın geleceğe ait tahminler yapılabilir. Havanın bulutlanması, şimşeklerin çakması yağmurun geleceğine birer emaredir. Dolayısıyla bunları bilmek ya da söylemek gayb sayılmamaktadır. Ancak, öyle hâdiseler vardır ki, haber verme esnasında, onlar adına ne bir tahmin yapmak, ne de o hâdiselerin cereyan şeklini takip etmek mümkündür. Zira ortada herhangi bir emare olmadığı gibi, tam aksine verilen haberi yalanlayacak şekilde bir kısım hâdiseler söz konusudur. İşte Kur'ân'ın haber verdiği hususlar bu türdendir.
e. Konuyla alâkalı misalleri seçerken birkaç misal maziden, birkaç misal de istikbalden seçerek zamanın iki parçasını birbiriyle kıyaslamak istedik. Bunu yaparken de sadece, Kur'ân'ın mucizevî yönüne temasla ele aldığımız konuyu tasdik ettirecek kadarına işarette bulunduk. Yoksa bu önemli mevzuun başlı başına işlenmesi daha uygundu. Önce de ifade ettiğimiz gibi, bu tahlilde temel hedefimiz 20. asrın Müslümanını yeniden Kur'ân'a tevcih etmek ve dikkatleri Kur'ân'ın mucize bir kelâm oluşu üzerinde yoğunlaştırmaktır. Zira gönüller yeniden ona dönmedikçe, zihinler onunla meşbû ve meşgul hâle gelmedikçe, topyekün insanlığın kurtuluşa ermesi, –bizim inancımıza göre– mümkün değildir.
- tarihinde hazırlandı.