Güneş sistemi ve dünyanın meydana gelmesi
Güneş, dünyamızın da içinde bulunduğu gök sisteminin merkezi durumunda olup, çevresindeki gezegenlere ve dolaştığı alana, ısı ve ışık yayan büyük bir gök cismidir. Dünyadan çap olarak 109 kat daha büyük ve takriben 4,6 milyar yaşında olan güneşin içindeki sıcaklık 15 milyon dereceye kadar varmaktadır. Ondan uzaya doğru fışkıran sıcak gaz sütunlarının uzunluğunun 400 bin km'yi bulduğu söylenmektedir. Onu teleskoplarla gözlemleyenlerin, bu ihtişam ve heybet karşısında dehşete kapıldıkları, kapılacakları da bir gerçektir.
Güneşe, onu emrine musahhar kılan ve zimamını elinde bulunduran Yüce Allah'ın musahhariyeti noktasından bakıldığında, bu kadar dehşetli ve celâlli olan güneşin yeryüzünde oldukça zayıf, hakir ve insanoğlunun hizmetine musahhar bir hizmetçi olduğu görülecektir. O, ısı ve ışık yayarken, bir taraftan yeryüzünü ısıtıp aydınlatmakta, diğer taraftan da bitkilerin fotosentezine vesile olarak yeryüzünde hayatın bekâ ve devamına hizmet etmektedir.
Dünya ise, üzerinde, Allah'ın türlü türlü nimetleriyle perverde olduğumuz ve Kur'ân'da kendisinden bir "beşik"[1] olarak bahsedilen, Cenâb-ı Hak tarafından insanın hizmetine tahsis edilmiş bir tayyare, bir semavî gemi ve bir binektir.
Dünyanın böylesine muhteşem bir şekilde hazırlanması, güneşin belli vakitlerde doğup, dev bir mum gibi dünyayı aydınlatması, belli vakitlerde de gidip guruba kapanarak insanın istirahatine zemin hazırlaması ve onun kendi sistemi içindeki hareketi, kendine bağlı cisimler üzerindeki müessiriyeti, ziyası, renkleri, farklı istidatların gönüllerine farklı ilhamları ile öteden beri düşünürlerin kafasını hep meşgul edegelmiştir. İlk çağdan beri düşünce, fikir ve ilim adamları, güneş sisteminin teşekkülü, dünyanın meydana gelmesi ve bunun semavî sistemlerle münasebetleri vs. gibi konular hakkında pek çok nazariyeler ortaya atmışlardır.
Dünya ve güneşle ilgili –bir nazariye de olsa– ilk derli toplu malumatı Buffon vermiştir. Buffon'a göre güneş, önceleri garip, yalnız, kimsesiz bir yerde bir gaz yığını hâlinde meskûn olup, hâlihazırdaki bütün aktiviteleri kendi içinde ketmedilmiş bir vaziyetteydi. Daha sonraları bir kuyruklu yıldız gelerek ona çarptı; derken onun yüzünde bir kısım damlacıklar ve lekeler meydana geldi. Sonra da bu damlacıklar, güneşin etrafındaki peykler hâline dönüştü. Evet, güneşin hacmi o kadar büyüktür ki, o koca peykler onun etrafında ancak birer damlacık sayılabilirler.
Bu nazariye, ilk bakışta akıl ve mantığa uygun gelebilir. Zira Allah (celle celâluhu) isterse bir kuyruklu yıldızı güneşe çarptırır, sonra ondan damlacıklar hâsıl eder ve o damlacıklar ani'l-merkez (merkezkaç) bir hareketle ondan uzaklaşır, ile'l-merkez (merkezçek) esasına göre de onun etrafında dönmeye başlarlar. Ve böylece küreler ve peykler bugünkü konumlarıyla ortaya çıkar. Buffon'un bu nazariyesi matematiksel bir değer olarak ispat edilemediği gibi bir hayli tenkit de görmüştür.
Bu meseleye biraz daha çeki düzen verip daha bir sistemleştiren kişi ise Alman filozofu Kant'tır. Ona göre, güneşe herhangi bir kuyruklu yıldız çarpmamıştır. Güneş, müthiş bir gaz yığını hâlinde kendi yörüngesinde hareket ederken birdenbire hareketinde bir hızlanma olmuş, bu hareket şiddetlendiğinde de bu koca gaz yığını hızla soğumaya başlamış ve bu soğuma neticesinde güneşten bir kısım parçalar kopmuştur ki, kopan bu parçalar, bir taraftan "ani'l-merkez" diğer yandan "ile'l-merkez" hareketlere bağlı olarak güneşin etrafında dönmeye başlamış ve böylece güneş sistemi teşekkül etmiştir. Her ne kadar Kant, bir matematikçi olmasa da onun bu görüşleri ilim dünyasında bir hayli zaman hüsnükabul görmüştür.
Konuyu, Kant'tan daha derli toplu bir şekilde ele alan ve onun nazariyesini daha da geliştiren, Fransız matematikçi Laplace'tir. Laplace, Kant'ın nazariyesinin matematikle ispatını yapmış ve onu daha da popülerleştirmiştir. Ama bu nazariye de belli bir süre sonra eskimiş ve onun görüşleri de kendisinden sonra gelen Maxwell'in tenkidinden nasibini almıştır. Maxwell, hem Kant'ın hem de Laplace'in yanıldıklarını ileri sürerek güneş ve gezegenlerin bulunduğu sistemlerin sahasının çok geniş olduğunu ve güneşin çekim sahasını aşacak uzaklıkta daha pek çok sistemin varlığını ve bunların, güneşin çekim dairesi içine girmesinin mümkün olmadığını iddia etmiştir. Öyle ki ona göre, güneşin çekimi, bunları ne cezbedebilir ne de etrafında döndürebilir.
Kant ve Laplace'ın nazariyelerini daha ilmî bir kritiğe tâbi tutan kişi, büyük astronom Sir James Jeans olmuştur. O da kendi fikirlerini delilleriyle ortaya koymuş ve bugün dahi nazariyesi hâkim olan aslen Danimarkalı, Fransız Fen Akademisi üyesi, kozmogoni bilgini Bohr'a kadar ilim dünyası onun fikirleriyle uğraşmıştır. Bohr'a göre başlangıçta mekânın her tarafı gaz ve buhar gibi duman hâlindedir. Atom parçacıkları yavaş yavaş bir araya gelerek kütleleri oluşturmuşlardır. Meydana gelen her kütle, merkezçek durumuyla etrafındakileri çekmiş ve bu kütleler, yavaş yavaş büyümeye başlamışlardır. Başlangıçta böyle olduğu gibi daha sonra da bu parçalanma ve kütleleşme mütemadiyen sürüp gitmiştir. Kâinatta daima atomik parçalanmalar ve çözülmeler olmaktadır ve olacaktır da. Yani sürekli atomlar, bir araya gelerek yeni terkipler ve yeni kütleler oluşturacaklardır. Bir mânâda ömürlerini tamamlayan güneşler, parçalanarak iyonlaşmaya doğru giderken beri tarafta, atomaltı parçacıklar, atomlar derken moleküller toparlanacak ve yine büyük büyük kütleleri meydana getireceklerdir. Ve bu durum da Allah'ın dilediği sürece devam edip gidecektir. Einstein da, bilemediğimiz bir sırla mekânın meçhul bir noktasında yeni yeni kâinatların yaratıldığından söz etmektedir ki bu faraziyeyi ifade ediyor gibidir.
Bu nazariyelerin ortak bir paydada tahlilini yaptığımızda şunları söyleyebiliriz: Evvelkiler de sonra gelenler de başlangıçta kâinatı bir bütün olarak görmektedirler. Kâinat, onlara göre önceleri bir gaz yığınıdır. Sonra partikül, atom ya da moleküllerin çarpışıp bir araya gelerek merkezçek kuvvetler hâsıl etmeleri ve büyük büyük kütleleri meydana getirmeleri şeklinde devam etmektedir. Bu büyüme, bir bakıma anne karnındaki bir cenine benzetilebilir. Zira anne karnındaki yavru ilk önce bir yumurtacıktan ibarettir. Daha sonra bu yumurta içindeki cenin, yavaş yavaş beslendikçe büyüyüp gelişir ve belli bir cesamete ulaşır. Tıpkı bunun gibi, atom parçaları da bir araya gelerek terkipler ve kütleleri oluştururlar ve neticede çok büyük kütlelere sahip uzayın dev cisimleri meydana gelir.
Bütün bunlar, öteden beri kâinatların yaratılışıyla ilgili ileriye sürülmüş faraziyelerdir. İfade değişikliği, üslûbun âmileştirilmesi nazar-ı itibara alınmayacak olursa, genel kanaat bu çerçevede yoğunlaşmaktadır. Şimdi konunun özeti sunularak Kur'ân'ın ne dediğine geçebiliriz.
Buffon, Kant, Laplace, Maxwell, Sir James Jeans ve Bohr'un kâinatın oluşumuyla alâkalı ortaya attıkları faraziyeler, asırlar ve asırlar boyu birbirlerinden etkilenerek teşekkül edegelmiş nazariyelerdir. Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan'a gelince o, bu mevzuda farklı bir üslûp kullanır; teferruata girmez.. her şeyi meşîet ve ilâhî iradeye bağlar.. tabiat, esbab ve kendi kendine oluşuma kapılarını kapayarak:
أَوَلَمْ يَرَ الَّذِينَ كَفَرُۤوا أَنَّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَۤاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّ أَفَلَا يُؤْمِنُونَ
"O kâfirler görmediler mi ki (evvelemirde) göklerle yer bitişik idi. Biz onları ayırdık; sonra her canlı varlığı sudan yarattık. Hâlâ inanmayacaklar mı?!" (Enbiyâ sûresi, 21/30.)
şeklinde ferman eder ki; âyet-i kerimeye göre bütün sistemlerin evvelemirde رَتْقًا"bitişik" hâlde olup, sonradan birbirinden ayrıldığı açıkça vurgulanmaktadır. Burada "ratk – bitişik", Duhân sûresinde "duhân–bulutsu" her ikisi de tek kütle anlamına gelir ki, bu üslûba ve bu icmâle itiraz etmek kabil değildir. Garibtir bu âyet, daha ilk dönem Müslüman ilim adamları tarafından da bu çerçevede anlaşılmıştır. İsterseniz biz şimdi nüanslarıyla o gün nasıl anlaşıldığı üzerinde duralım. O dönem itibarıyla âyette geçen رَتْقًا tabiri üzerinde düşünce ve mülâhazalar şu üç husus üzerinde yoğunlaşmıştır:
1. İbn Ömer ve İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre âyet, "Başlangıçta semavattaki parçalar ve sema ile yer arasında bir alâka ya da bir alışveriş yoktu. Küre-i arz kuru, sema da bulutsuz idi." şeklinde tefsir edilmiştir.
2. Bunların talebeleri olan Mücahid, İkrime ve Hasan Basrî vasıtasıyla yine bu zatlardan nakledilen görüşe göre, semavat ve arz رَتْقًا hâlde yani bitişik, işe yaramayan ve eksiği fazlası olmayan bir bütün idi. Daha sonra Cenâb-ı Hak bu bütünü açıp sistem sistem çözdü ve şekillendirdi.
3. Sahabe ve tâbiînin büyük bir çoğunluğu ise âyeti şöyle anlamıştır: Semavat ve arz bir ratk idi. Yani vardı ama görünmüyordu. (Bir nevi gaz yığını hâlindeydi.) O, Allah (celle celâluhu) tarafından açılıp, çözülüp, görülür hâle getirildi.
Bu görüşleri, İbn Abbas'ın (radıyallâhu anh) meşhur talebelerinden olan Mücahid (radıyallâhu anh) ve velilerin serdarı Hasan Basrî (radıyallâhu anh) gibi tâbiînin iki büyük imamı nakletmektedir. İbn Cerir ve İbn Kesir tefsirlerinde bu görüşlere bir hayli yer ayırmışlardır.[2]
Bu görüşlerden çıkan netice şudur: Başlangıçta sema ile arz arasında herhangi bir münasebet yoktu. Zira o zamanlar, arz ve sema bir ateş parçası veya duman hâlindeydi. Nitekim bu hakikat, Kur'ân-ı Kerim'de, "Sonra (Allah) semaya yöneldi. Ve o, duman hâlinde idi " (Fussilet sûresi, 41/11) âyetiyle ifade edilmektedir ki burada Allah'ın iradesini semaya tevcih ettiğinde, semanın bir "duman-bulutsu" hâlinde olduğu gayet açık olarak zikredilmektedir.
Daha sonraları ise bu kopukluk dönemi sona erecek; sema ile arz arasında bir münasebet başlayacaktır. Allah (celle celâluhu), irade ve kudretiyle bu münasebeti tesis edince gökler ve yer arasında bir alışveriş başlayacak; sema hüzme hüzme ışıklar gönderecek, derken yerde de emr-i ilâhî ile sular yaratılacak, sonra buharlaşmalar.. atmosfer.. bulutlar ve derken yağmur.. nihayet yer ile semanın izdivacı tamamlanmış olacak. Bu izdivaçla hayata müsait bir ortam oluşacaktır ki, Allah, bu oluşumların hepsini Kendi meşîetine bağlayarak, "Biz böyle yaptık." diyecektir.
Evet, bütün bu oluşumları baş döndüren bir ahenk içinde meydana getiren Cenâb-ı Hak'tır. Zira tesadüflerle bu hâdiseleri izah etmenin imkânı yoktur ve böyle bir iddia da asla makul değildir. Âyetin karakteristik ifadesine dikkat edildiğinde sanki Allah şöyle buyurmaktadır: Semalar bir duman, bir gaz hâlinde idi. Ona yeni bir mahiyet kazandırmak istedim; bu gaz yığınını parçalara ayırarak ondan güneşler ve güneş sistemleri meydana getirdim. Ve o parçaları, parçacıkları peykler hâlinde bir sisteme bağladım ki, sizin dünyanız da o peyklerden biridir ve güneş etrafında dönüp durmaktadır.
Âyet-i kerimedeki üslûp fevkalâde sağlam, net, kapsamlı ve münakaşalara kapalıdır. Onda beşerî faraziye ve nazariyelerin "acaba"larına, "veya"larına ya da tereddüt ve zan dolu ifadelerine rastlamak mümkün değildir. Evet, âyet-i kerimede meseleler gayet muhkem bir kanun şeklinde arz edilmektedir. Öyle ki, âyet bir yandan ilim adamlarını herhangi bir tereddüde düşürmeden araştırmalar yapmaya teşvik ederken, diğer yandan da temkinli yorumlara kapı aralamaktadır.
Zannediyorum, Kur'ân-ı Kerim'in güneş, sema ve dünyayla ilgili muhkem birer kanun hâlinde arz ettiği bu hususlar, astrofizik açısından ciddî bir tahlile tâbi tutulsa onun bütün asırları aştığı görülecektir; görülecek ve bunca teknik alet ve teleskoplarla milyarlarla ışık yılı[3] uzaklıktaki cisimleri görme imkânına kavuştuğumuz şu günlerde, Kur'ân'ın ortaya koyduğu kanunların ne kadar sağlam olduğu bir kere daha müşâhede edilecek ve onun karşısına hangi nazariye ile çıkılırsa çıkılsın her zaman onun mu'ciz-beyan ifadeleri düşünce ve araştırma ufkumuzda parıl parıl parlayacaktır. Çünkü Kur'ân'ın üslûbu câmî olup, her asrın ilim ve irfanını işaretlemektedir. Ve bu yönüyle de o, her zaman eşsizliğin remzi olarak anılmaya devam edecektir.
Hâsılı, bir ikinci irade ile Cenâb-ı Hak semaları tanzim edip şekillendireceği ana kadar her şey bir "ratk" ve bir "duhân" halinde idi; Allah (celle celâluhu) onu "fetk" etti (ayrıştırdı, şekillendirdi). Dünya da o ratk'ın bir parçasıydı ve zamanla fetk'in bir önemli ünitesi hâline geldi. Derken, başta o da bir gaz kütlesi iken, zamanla soğudu, sımsıcak bir döşek, bir beşik, bir yuva, bir bağ ve bahçe hâline geldi; geldi ve insanoğlunun istifadesine sunuldu.
Güneş ise, vazifesi gereği eski hâlini devam ettirerek, hidrojenin helyuma dönüşüp durduğu bir fırın, bir ışık kaynağı olma vazifesiyle hayata giden zincirin en önemli halkalarından biri olarak kısmi değişikliklerle yerinde kalakaldı.
إِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ
"Güneş dürülüp ışığı söndüğü zaman." (Tekvir sûresi, 81/1)
fehvâsınca, bir zamanlar, ademden (yokluktan), esirden, duhândan yaratılıp başta dünya olmak üzere pek çok kürenin ışık ve hararet kaynağı olan güneş, bu âlemde işi kalmadığı için öbür âlemdeki yerini almak üzere ziyası başına dolanarak, ciddî bir değişimle vazifesini orada sürdürecektir.
İnsanoğlunun yerküre ile buluşması, yerin bir beşik gibi döşenip hayata müsait hâle getirilmesinden sonra olmuştur. Kâinatta hiçbir canlının var edilmesi tesadüflere, tekâmüllere ve tabiata verilemez. Zira her şeyde apaçık bir kast ve iradenin var olduğu görülmektedir. Zannediyorum evrimcilerin çıkmaza düşmelerinin temel sebebi de onların kâinattaki bu irade, şuur, kudret ve hikmeti görememeleri ya da görmek istememelerinden kaynaklanmaktadır. Bu öyle bir çıkmazdır ki, yeni bir kast ve irade söz konusu olmadan, onların bu bakar körlükten kurtulmaları mümkün olmayacaktır. Aslında canlıların genel durumu gibi Allah'ın varlığına ve birliğine apaçık delil teşkil eden böyle bir hususun, tam aksine yorumlanması çok gariptir. Ama onlar, kudret elini görememiş ve kâinattaki bu baş döndürücü sistemin yanında önemli bir vak'a olan hayatı da tabiata ve tesadüflere vermişlerdir.
Kur'ân-ı Kerim insanın yaratılmasını şöyle dile getirmektedir: "O (Allah) dur ki her şeyin yaratılışını güzel yaptı. Ve insanı yaratmaya çamurdan başladı." (Secde sûresi, 32/7)
Çamur, balçık ya da yeryüzündeki minerallerden meydana getirilmiş bulamaç, insanın menşe-i aslîsidir. İnsan vücudunda ne varsa hemen hepsi toprakta da vardır. Allah (celle celâluhu) yeryüzünü teşkil eden elementlerden meselâ azot, karbon, hidrojen, oksijen, kükürt vb. gibi maddelerin karışımını, canlı varlıkların temel unsurları olarak kullanmıştır. Evet O, bu karışımı, âdeta bir protein çorbası hâline getirmiş, sonra da bu bulamacı şekillendirip ondan insanları yaratmıştır. Başka bir âyette, insanın yaratılışıyla alâkalı olarak biraz daha ileri bir safhada şöyle denilmektedir: "Andolsun Biz insanı pişmemiş (sulu bir) çamurdan, değişmiş, cıvık (ve kokmuş bir) balçıktan yarattık." veya "Andolsun Biz insanı, pişmiş kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattık." (Hicr sûresi, 15/26)
Hilkat ve hayat adına suyun önemini vurgulama sadedinde de: "Biz her canlı şeyi sudan yarattık." (Enbiyâ sûresi, 21/30)
"Allah her canlıyı sudan yarattı; onlardan kimi karnı üzerinde (sürünerek) yürür; kimi iki ayak üstünde, kimi de dört (ayak) üstünde yürür. Allah, daha dilediklerini de yaratır; zira Allah, her şeye kadirdir." (Nûr sûresi, 24/45) âyetleri de farklı bir üslûpla işte bu gerçeği ifade ederler.
İnsanın madde-i asliyesinin büyük bir kısmı sudur. En basit hücreden o upuzun, dev Kaliforniya çamlarına kadar her canlı cismin mahiyetindeki su, onların temel moleküllerinden kat kat fazladır. Vücudun ¾'üne yakını sudur. Hücrelerin içindeki organeller, bütün karbonhidrat ve yağ molekülleri, aminoasitlerin hepsi bir mâyi içinde yüzmekte ve bir mâyi içinde hareket etmektedirler.
Meseleye bu açıdan bakıldığında en küçük hücreden en büyük varlıklara kadar bütün canlılarda temel moleküllerinin hepsinden fazla, mâyiatın hâkim olduğu görülecektir. Su, kâinatta da bir esastır; ilk canlılar suların kenarlarında yaratılmışlardır. Bu itibarla hayatın temel kaynağının su olduğu, Kur'ân tarafından açıkça ifade edilmektedir. Modern ilim onu ancak yıllar ve yıllar sonra anlayabilmiştir. Evet, Kur'ân, yukarıda zikredilen âyetlerden de açıkça anlaşılacağı üzere tam 14 asır önce bu hakikati hem de dupduru bir üslûpla ifade etmiştir.
Hâsılı, hayatın hangi safhası ele alınırsa alınsın, tek hücrelilerden en kompleks varlıklara kadar her şeyde suyun hâkim unsur olduğu görülecektir. Kur'ân'ın bu koca gerçeği bir cümlecikte ifade etmesi ise hem ilginç hem de mânidardır. Zira 1400 sene öncesinin insanı ne hücre bilgisinden ne de hayatın terkibindeki su nispetinden haberdardır.
Allah (celle celâluhu) Kur'ân-ı Kerim'de, "Her canlıyı sudan yarattık.", "Allah, her canlıyı sudan yarattı.", "Andolsun Biz insanı pişmemiş (sulu bir) çamurdan, değişmiş, cıvık (ve kokmuş bir) balçıktan yarattık." buyurarak canlıların yaratılışlarındaki bütün aslî unsurları nazara vererek, icmâlî mânâda ilimlere rehberlik yapmakta, tafsilat ve teferruatı zaman ve geleceğin ilim adamlarına bırakmaktadır. Onu icmâlde göremeyen kör, tafsilde, detaya giren de basiretsizdir.
[1] Bkz.: Nebe sûresi, 78/6.
[2] Bkz.: et-Taberî, Câmiu'l-beyân 17/18-20; İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'ân 3/178.
[3] Bir ışık yılı, hızı saniyede 300 bin km olan ışığın, bir senede gittiği mesafedir.
- tarihinde hazırlandı.