Kur'ân ve ilmî hayatımız
Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, insanoğlunu alâkadar eden hemen bütün meselelerle yakından ilgilenmiştir. Zira o, beşer için gönderilmiş bir hidayet ve saadet kaynağıdır. İlmî ve teknolojik gelişmeler her zaman insan hayatıyla içli-dışlı gelişmiştir. Dolayısıyla Kur'ân'da, bu tür gelişmelere ait bir kısım mücmel sözlerin bulunması da gayet tabiîdir. Her ne kadar Kur'ân'ın getirdiği esaslar, dinî, ahlâkî, ruhî ve içtimaî hayatı tanzim edici disiplinler olsa da, onda sarahaten, zımnen ya da işareten ilim ve tekniğe teşvik ifade eden âyetler de vardır.
Haddizatında Kur'ân'ın getirdiği sistem, hem enfüsî hem de âfâkî yönleriyle aklî, mantıkî, hissî hiçbir boşluğa meydan vermeyecek mükemmeliyettedir. Daha önce de geçtiği gibi O, insanın kalbinden göklerin derinliklerine uzanan bir çizgide, yer yer icmâlî, yer yer de tafsilî her şeyden bahseder. Onun üslûbunda her zaman tam bir bütünlük söz konusudur. Bu bütünlüğü kavrayan ilk Müslümanlar, dinî ilimlerin yanı sıra müspet ilimlerde de derinleşmiş ve yeryüzünde rasathaneler kurmuş, tıp merkezleri tesis etmiş ve ciddî araştırmalar başlatmışlardır.
Onlar, bu mevzudaki araştırma ve gözlemlerini, evvelâ çıplak gözle yapmaya başlamış, daha sonraları da çalışmalarını kolaylaştırıp onları daha doğru neticelere ulaştırabilecek çeşitli aletler geliştirmişlerdir. Güneş tutulmasından yıldızların hareketlerine, ondan dünyanın yuvarlak oluşu ve güneşin etrafında dönüşüne varıncaya kadar astronomiyle alâkalı ilk gelişmeleri Avrupa'ya duyuranlar da onlar olmuştur.
Onların bu çalışmaları Kur'ân-ı Kerim'in kâinatla alâkalı emirlerine gösterilen bir hassasiyet örneğidir. Kur'ân, şeriat-ı diniye ile şeriat-ı fıtriyeyi birlikte ele alıp, bunları talebelerine bir hakikatin iki yüzü gibi sunmuştur. Evet O, namaz kılmayı, zekât vermeyi emrettiği gibi, kâinatı bütün alanlarıyla rasat etmeyi, Allah'ın yerde ve gökte yarattığı sanat eserleri üzerinde inceleme ve araştırma yapmayı da teşvik etmiştir. Bize göre gerçek mânâdaki takva da bu olsa gerek. Evet, şeriat-ı diniye ve şeriat-ı fıtriyeden birisini ihmal etmek, hayatı tek boyutlu devam ettirmek mânâsına gelir ki, iki-üç asırlık âlem-i İslâm'ın yaşadığı inkırazların başlıca sebebi de bu olsa gerek.
Kur'ân, ilim ve tekniğe teşvik ettiği, varlık ve kâinat üzerinde düşünmeyi emrettiği hâlde, maalesef tâli'siz bir dönemde, Allah'ın yarattığı mahlukat üzerinde tefekkür etmeyi mahzurlu sayabilecek, "Yer ve gökyüzündeki cisim ve varlıklar üzerinde düşünmek ve bunlarla alâkalı araştırmalar yapmak ne işe yarar?" diyebilecek kadar Kur'ân'dan nasipsiz bir hayli cahil zuhur etmiştir.. ve Allah (celle celâluhu), mü'minleri, gökte ve yerdeki âyetlerini tetkik ve temâşâya davet ederken, O'nun emirlerini kendi dar havsalalarına göre yorumlayan bir hayli de nasipsiz türemiştir. İlk Müslümanlar ilim, fen ve teknikle kalb ve kafalarını aydınlatıp, hem iç (enfüs), hem de dış dünyada (afak) derinleşmelerine karşılık şeriat-ı fıtriye ve dini emirleri birbirinden ayıranlar kendi fasit daire (kısır döngü) ve çıkmazları içinde bocalayıp durmuş ve âlem-i İslâm'ı da günümüzde olduğu gibi hep gerilerin gerisine götürmüşlerdir.
Oysa Kur'ân, o nurefşan âyetleriyle hep gelecekte zuhur edecek gelişmelere ışık tutmuş ve sürekli asırları aydınlatacak kalbin ziyasından ve aklın nurundan bahsetmiştir. Anlayanlar için, ilim ve teknik hangi seviyeye ulaşırsa ulaşsın yine de Kur'ân'ın nur ve ziyasına muhtaçtır. Zaman ihtiyarladıkça Kur'ân gençleşmekte ve onun terütaze beyanları, her asrın ilim ve fikir insanlarını aydınlatacak, tıkanan ufukları yeniden açacak sihirli bir anahtar gibidir. Ancak, esefle ifade etmeliyim ki, Kur'ân'a yeni yönelişler olmakla beraber, yine de onun bu yönünü anlama gayretleri kat'iyen yeterli değildir. Kanaat ve inancımız odur ki, ilim ve fikir adamları, araştırmalarını Kur'ân ekseninde sürdürecekleri gün, Kur'ân da bütün vâridâtıyla açılacak, Asr-ı Saadet insanının elinden tuttuğu gibi, 21. asır insanının da elinden tutarak onları bu asrın seviyeli toplumları arasına yükseltecektir.
Bizim Kur'ân'a bakışımız, ilim ve teknik ile şöyle-böyle münasebetleri olan âyetleri tahlilimiz, sadece bu mevzuda ehliyet sahiplerinin himmetlerini kamçılama düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Zira teknik sahalarda söz söylemek, o sahalarda ihtisas yapmış aydınlık dimağların işidir. Evet, biz burada Kur'ân'ın bu yönüyle de mucize oluşunu ifade sadedinde bir kısım âyetler üzerinde durarak o saha ile meşgul olan ehl-i ihtisasın dikkatlerini bu âyetler üzerine çekmeye çalışıyoruz.
Bugüne kadar bu mevzuyla alâkalı pek çok eser telif edilmiştir. Ne var ki bu eserlerin müellifleri daha ziyade, teknik gelişmeler ile bu gelişmelere ışık tutan âyetler arasındaki mutabakat ve muvafakate dikkatleri çekmeye çalışmışlardır. Yani daha çok Kur'ân ile hâlihazırdaki gelişmelerin uyumunu ortaya koymak istemişlerdir. İleride ilim nereye gidecek? İnsanlar teknik ve teknolojiyle alâkalı nelere sahip olacak? Kur'ân'ın teknik ilimler adına özel vaadleri olacak mı? Varsa, bunlar için şimdiden bir şeyler söylemek mümkün mü? Teknik gelişmelerden gaye nedir? Hayatın yegâne gayesi teknik yönden gelişmek midir? Kur'ân'ın bu husustaki tavsiye ve emirleri nelerdir?.. gibi hususlar üzerinde bir hayli kimse durmuştur. 18. asırdan itibaren, ikbali idbare dönen ve kendi değerleri açısından sarsıntılar yaşayan İslâm dünyasının aydınları, uyku-uyanıklık arası hep bu gibi hususları sayıklayıp durmuşlardır.
Dileğimiz o ki, şimdilerde olsun Müslüman araştırmacılar, bütün gayretleriyle bir kere daha Kur'ân'a yönelip, onu ilmî araştırmalarına esas yaparak, Allah'ın Kur'ân'da vaadettiği ilim, teknik, kültür ve medeniyette yeryüzünün hakikî mirasçıları olma şerefini elde etsinler.
Burada hemen şunu da ifade etmeliyim ki, asrımızda bir hayli yeni gelişmelerin olduğu da bir gerçektir ve bu bizim ümitlerimizi de kamçılamaktadır. Aslında, teknik ve medeniyetin zirvesine ulaşıldığı şu günlerde, insanlığı bir kısım ciddî tehdit ve tehlikeler beklemektedir ki, bunlar da ancak ve ancak Kur'ân'ın getirdiği esaslar ile aşılabilecektir. Son yılların ferdî, içtimaî, ruhî ve kültürel bunalımları bir kere daha göstermiştir ki, insanlık âlemi, içine düştüğü maddî boşluğu dolduracak yeni bir mânevî sisteme muhtaçtır. Bu arzu ve arayış onları er-geç İslâm'a yönlendirecektir. Bu itibarla da günümüzün Müslüman düşünür ve araştırmacılarına büyük işler ve vazifeler düşmektedir.
Kur'ân döneminin ilk dört asrında Müslümanlar, heptenci bir mülâhaza ile Kur'ân'a yöneldiklerinden o zamana nispeten hem maddî hem de mânevî ilimlerde terakki etmişlerdir. Kur'ân da, ihlâs ve samimiyetle kendine yönelen bu aydınlık dimağların ellerinden tutmuş ve onları dünyanın en medeni insanları hâline getirmişti.
Evet onlar, bir yandan Kur'ân'ın tefekküre teşvik eden âyetlerini anlamaya yönelmiş, hususiyle de gökyüzünü keşfetmek için rasathaneler tesis etmiş ve modern feza araştırmacılarının öncüleri olmuş ve Kur'ân'ın, "Biz, insanlara her ufukta ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz." (Fussilet sûresi, 41/53) fermanıyla şahlanarak hem insana yönelmiş ve onun maddî-mânevî yapısını didik didik ederek ilk modern tıbba giden yolu açmışlar –ki bugünkü modern tıp, ulaştığı o müthiş seviyeyi o dönemin Müslüman ilim adamlarının geliştirdiği ilmî-teknik altyapıya borçludur– diğer yandan da bu insanlar feza ve semalarla alâkalı âyetleri işârî birer emir telakki ederek, bütün imkânlarıyla göklerin fethine yönelmişlerdi.
Her şeyden evvel o günün Müslümanları, Kur'ân'ın her âyeti karşısında "Acaba Allah ne diyor?" mülahazasını bütün hayatlarının yegâne gayesi bilerek onu değişik yorumlarla anlamaya çalışmış; Allah'ın Kur'ân'da ortaya koyduğu her meseleyi birer birer ele almış ve her hâdiseyi inceden inceye tetkik etmişlerdi. Dahası, ilk ilmî toplantılar, müzakereler de onların insanlığa armağanıydı. O kadar ki, o mahfillerde konuşulup tartışılan pek çok mesele bugün dahi hâlâ, geçerliliğini ve tazeliğini korumaktadır. Elbette ki, o günün mebdedeki o gelişmeleri ile günümüzde ilmin ulaştığı seviyeyi mukayese etmek doğru olmayacaktır. O günkü ilmî seviyenin bugüne nazaran geri olduğu muhakkaktı. Ancak, o meseleyi o günün şart ve imkânları içinde değerlendirdiğimizde, o çağdaki Müslüman araştırmacıların kendi üzerlerine düşen vazifeleri bihakkın yerine getirdikleri görülecektir. Hele işi başlatanlar olarak merkezi tutmaları, onların başarılarını kat kat öne çıkarır; zira 'merkezde ve mebde'de nokta kadar bir açılımın muhit hattında kocaman bir açıya dönüşeceği' esprisi açısından onların başarıları bugünkülerin kat kat üstünde sayılır.
Hiç şüphesiz burada, üzerinde durulması gereken hususların başında bizim üç-dört asırdan beri süregelen durgunluğumuz ve onun muhasebesi gelmektedir. Evet, İslâm dünyası, birkaç asırdır ciddî bir inkıraz yaşamaktadır. Öyle ki, bu dönemde ilmî hayat tamamen durmuş; ne tekke ne zaviye ne de medresede ciddî canlılık kalmamıştır. Yani bir tarafta gönül ve ledünniyat gurûb üstüne gurûb yaşarken diğer yandan da ilmî sahada çok ciddî ihmaller olmuştur. Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan'daki ilâhî maksatları anlama mevzuu tamamen terke uğramış ve Müslümanlar hemen her sahada bir tedenni fasid dairesi içine sürüklenmişlerdir.
Ne acıdır ki, bir kısım haddini bilmez Batı mukallidi düşünür ve yazarlar da bu ihmalkârlığın cürmünü İslâm'a fatura etmeye kalkışmışlardır. Dostlar vefasız ve uyuşuk davranmış, düşmanlar da hep hasmâne tavır almış böylece İslâm da kendini ifade edebilme fırsatını bulamamıştır. Özellikle de son dönemlerde, mektep ve medrese birbirine düşmüş, birbirini yıkmaya çalışmış; ardından da bunlar geri kalmışlığımızın sebeplerini birbirlerinin üzerine atmaya başlamışlardır.. evet, bunlardan biri "Batı Batı!" diyerek âdeta her gün bir kıble değiştirirken; diğeri de âfâk ve enfüste Allah'ın âyetlerini düşünmeyi boş bir iştigal sayarak kendi sonunu hazırlamıştır.
Biz yeniden o kavga kapısını aralamamaya çalışsak da, iki tarafın işlediği günah da affedilir gibi değildir... Evet, bu saygısızlığı irtikâp edenler, hem kâinatın sahibi olan Allah'a hem de O'nun mu'ciz kelâmı olan Kur'ân'a karşı saygısız davrandıklarından cezalandırılmalıydılar ve cezalandırıldılar.
Cenâb-ı Hak, her vesileyle tefekkürü emrettiği hâlde, belli dönemde tekke ve zaviyelerde kalbî ve ruhî hayattan habersiz binlerce insan yatıp kalkmaya başlamıştı. Cenâb-ı Hakk'ın, yerde ve göklerde derinlemesine tahkik ve araştırmayı teşvik etmesine mukabil, mektep bütün müntesipleriyle sırtüstü yatarak ve Batı edebiyatı yaparak demagojilerle cehlini örtmeye çalışıyordu. Tekke ve zaviyedekiler ise tek yanlı ve tek yönlü davranarak, sadece "gönül" diyor ve başka bir şey bilmiyorlardı; bari onu tam bilselerdi; ama ne gezer!.. Mektep, bütünüyle dünyaya yönelmiş gibi görünüyordu ama aslında her hamlesi ya medreseye tepki ya da Batıyı taklitti. "Onlar bir ümmetti, gelip geçtiler... Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız da sizindir." (Bakara sûresi, 2/134, 141) fehvâsınca, topyekün İslâm dünyası, Kur'ân-ı Kerim'e karşı korkunç bir ihmalkârlık, idraksizlik, duygusuzluk ve hissizliğinin cenderesindeydi; elbette ki bu işin neticesi de çok acı olacaktı.
Günümüzde bir siyaset adamının iki kelimelik sözü yediden yetmişe herkesi günlerce, aylarca meşgul ettiği ve ne demek istediği uzun uzun araştırıldığı hâlde, Kur'ân, bu seviyedeki bir insanın sözü kadar olsun kayda değer bulunmuyordu. Biz milletçe büyük bir günah işliyorduk.. şu anda ne yapıyoruz, onu da Allah bilir!.. Onun için, eğer bir an evvel tarifi nâkabil bu gaflet ve ihmalkârlığımızı aşmaz, genci-yaşlısı, kadını-erkeğiyle bütün bir toplum olarak Kur'ân'a yönelip, dikkat ve gayretlerimizi ona tevcih etmezsek, içine düştüğümüz bu vahametten kurtulmamız çok zor olacaktır.
Allah (celle celâluhu), Kur'ân'da insanların dikkat ve nazarlarını kâinata ve kendi nefislerine tevcih edip ilimler arasında herhangi bir ayırım yapmaksızın, teşri emirlerde de tekvini emirlerde de bizi araştırma yapmaya teşvik etmektedir. İnananlardan hakikat aşkı, ilim aşkı ve araştırma aşkı istemektedir. Evet, Kur'ân ve İslâm kendi müntesiplerini daima araştırma yapmaya çağırmaktadır ki, geçmişimiz, o devâsâ insanlarıyla bu çağrıya icabet etmenin en güzel örneklerini sergilemişlerdir.
O engin fıtratlar ellerinden geldiğince Cenâb-ı Hakk'ın emirlerine icabet etmiş ve İslâm'ı hayata hayat yapmışlardır. Oysaki ilâhî emirlere onlar muhatap olduğu ölçüde bizler de muhatabız. Kaldı ki günümüz Müslümanları teknik ve teknolojinin getirmiş olduğu imkânlar ile onlara nazaran pek çok avantajlara da sahip bulunmaktadırlar. Dolayısıyla bizler, Kur'ân'ı ilmî ve teknik gelişmeler ışığında daha mükemmel bir şekilde inceleme imkânına sahibiz. Şimdi bize düşen şey, iki-üç asırlık gaflet ve ihmalleri telâfi gayret ve himmetiyle Kur'ân vesayetinde istikbale yürümektir.
- tarihinde hazırlandı.