Kur'ân'da fert ve aile terbiyesi
Kur'ân-ı Kerim'in ferdi olgunlaştırarak belirli bir kıvama ulaştırmayı hedef aldığını ifade etmiş ve bir babanın evlâdına yaptığı nasihati konu alan bir âyet-i kerime ile de o hususu noktalamıştık.
Şimdi isterseniz bir başka zaviyeden yine Kur'ân-ı Kerim'e dönerek babanın, çocuğuna bir kısım nasihatleri üzerinde duralım: "Yavrucuğum! Namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret, insanları kötülükten vazgeçirmeye çalış ve başına gelenlere/geleceklere sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir." (Lokman Sûresi, 31/17)
Kur'ân, burada bir babayı en önemli konularla alâkalı konuşturuyor, Allah'a karşı sorumlulukların en büyüğünü hatırlatıyor ve bir nebinin diliyle evvela namazın ehemmiyetini vurguluyor: "Yavrucuğum! Namazı dosdoğru kıl (ikame et)." Yani onu, Allah'ın azameti karşısında duruyor olma şuuruyla, tam bir iç ve dış bütünlüğü içinde yerine getir. "İnsanlara iyiliği emret ve onları kötülükten vazgeçirmeye çalış." Evet her yerde iyiliği, yani dinin hoş gördüğü ve dince matlup olan şeyleri usûlünce anlat; kötülüklerden, kötü huylardan da onları uzaklaştırmaya bak. Bu arada böyle bir yolun belâlı olacağını da düşün ve daha baştan, "Başına geleceklere karşı sabır yolunu tut." Evet, insanların yanlış alışkanlıklarına dokunup, iyilik ve fenalık telakkilerine iliştiğinde hazır olmalısın bir kısım sataşmalara.. ve sabretmelisin mukadder saldırılara.. "Doğrusu bunlar, azim ve kararlılık gerektiren işlerdir." Yani bu büyük işler, seviyeli ve çaplı insanların işidir.
Burada Kur'ân, oğluna en hayatî meseleleri anlatan bir nebiyi konuşturarak bir babanın çocuklarına karşı sorumluluklarını hatırlatmaktadır.
Başka bir âyet-i kerimede ise, baba evlat yer değiştirir; bu defa da hakikate uyanmış evlat babasını kurtarma gayretine girer ve usûlünce ona el uzatır: "Bir zaman (İbrahim babasına): Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan bir şeye niye tapıyorsun, demişti." (Meryem Sûresi, 19/42)
Evet, taptığın bu putlar senin hiçbir ihtiyacını karşılayacak durumda değiller; aksine onlar da senin gibi âciz ve güçsüzler. Dolayısıyla onların sana herhangi bir konuda yardım etmeleri mümkün değildir.
Burada o tâli'li evlat Hz. İbrahim, putlara tapan baba da Âzer'dir. Evlat babayı ikaz edip ona nasihatte bulunuyor. Kur'ân-ı Kerim, ailede fertlerin mükemmel yetişmesi için bu tür emirleriyle ideal aile tiplerini tasvir ediyor ve ibret alınması için o aile içinde olması zaruri olan en ciddî faaliyetleri nazara veriyor.
Evet, Kur'ân adesesiyle aile müessesesine bakıldığında herkesin belli sorumluluklar altında olduğu görülür: Onda bazen babanın diliyle evlâda, bazen de evlâdın diliyle babaya nasihat edilerek, hem evlâdın hem de babanın mükellefiyetleri hatırlatılır:
"Babacığım! Allah tarafından sana azap dokunmasından ve şeytanın yakını olmandan korkuyorum." (Meryem sûresi, 19/45)
Yani senin bu inhirafın yüzünden, azab-ı ilâhiyeye dûçâr olacağından, Allah'tan kopup şeytanın dostu olma durumuna düşeceğinden endişe ediyorum. Zira Allah'ı dost edinmediğin müddetçe gittiğin bu yol bir gün seni mutlaka şeytanın enîsi hâline getirecektir.
Görüldüğü gibi burada da babanın muhatap alınıp, evlâdın yürekten ifadeleriyle irşad edildiği görülmektedir. Yine bu âyet-i kerimede yukarıda da zikredildiği gibi, aile fertlerinin hepsinin hayır adına sorumlu oldukları, saygı ve sevgi atmosferi içerisinde birbirlerine karşı hayırhâhlık yaptıkları gözler önüne serilmektedir.
Cenâb-ı Hak, bir başka âyet-i kerimede de, sadece kendisine kulluk yapılması gerektiğini belirttikten sonra ehemmiyetine binaen hemen şu çerçevede, anne ve babaya karşı da sorumlulukları hatırlatır ve: "Rabbin, O'ndan başkasına ibadet etmemenize; anneye-babaya ihsanda bulunmanıza hükmetti; şayet onlardan biri veya her ikisi birden senin bakım ve görümünde yaşlılığa ererlerse, sakın onlara "öff" bile deme ve (hele asla) onları azarlama; onlara hep gönül alıcı sözler söyle." (İsrâ Sûresi, 17/23) der.
Bu ve bunun gibi âyetlerle Kur'ân hep ideal bir aile fotoğrafı ortaya kor. Bu aile içindeki bütün fertler, faaldirler. Her fert, kendisi için mukadder hedef istikametinde ve kemale erme yolunda Rabbü'l-âlemîn olan Allah'ın terbiye edici kanunlarına uygun hareket ederek kendi "arş-ı kemalât"ına koşar. Bu aile içinde her zaman ruhlara inşirah verecek şekilde bir samimiyet ve huzur nümâyândır.
İşte böyle sıcak bir aile atmosferinde vazifelerini hakkıyla ifa eden her ferde, daha sonra, Kur'ân biraz daha büyük bir aile sayılan devlet ve millet bünyesindeki vazifeleri hatırlatarak, "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ülü'l-emre (idarecilere) de itaatte bulunun." (Nisâ sûresi, 4/59) diyerek, münasebet alanını daha genişleterek yeni bir kısım sorumluluklara kapı aralar; aralar ve hepimize: Mü'minler, hepiniz, hâkim-i mutlakınız olan Allah'a, râi-i mutlakınız olan Resûlullah'a ve bir de sizin içinizden çıkıp sizinle aynı duygu ve düşünceyi paylaşan idarecilerinize itaat ediniz, fermanıyla sözü bağlar.
Böylece, fertte başlayıp gelişen vazife ve sorumluluk şuuru gider ta millet çerçevesine ulaşır ve bir cennetlikler toplumu olarak herkesi yüksek ufuklara yönlendirir. Evet, Kur'ân'ın çerçevesini çizdiği devlet ve millet ailesi içine girildiğinde, onun bütün fertlerinin kendilerinden olan idarecilere karşı itaat ettikleri; onları, baba-kardeş-evlat şeklinde gördükleri, böyle her tarafta tüter durur ve böyle bir ülkenin her yanında üfül üfül cennet yamaçlarının esintileri hissedilir.
Kur'ân-ı Kerim, aile çapındaki en ufak bir idare mekanizmasından, devlet ve millet çapındaki en geniş ve sorumlulukları oldukça komplike bir sisteme kadar hemen her kademede sağlam ruh ve karakterin yetişmesine olabildiğine ihtimam göstermekte ve insanların her zaman faal, ruhen ve kalben terbiyeli olabilecekleri, Kur'ân ahlâkıyla ahlâklanıp Allah'a yükselebilecekleri büyülü bir yolu gösterir:
"... Aralarında Allah'ın indirdiği Kur'ân'la hükmet ve onların heva ve heveslerine uyma. Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et..." (Mâide Sûresi, 5/49)
Kur'ân'ın ilk muhatabı Nebi'dir. Allah bu âyetle ilk muhatabına âdeta şöyle seslenmektedir:
"Ey şanı yüce Nebi! Sen onların arasında Allah'ın sana indirdiği Kur'ân-ı Kerim'in ahkâmına göre davran ve zinhâr onun emirlerinden ayrılma; ayrılıp onların heva ve heveslerine uyma! Onlar, belki sana vahyi olarak indirilen bazı hususlarda seni fitneye sürüklemek, kararlarında yanıltmak isteyebilirler. Ayağını sağlamca bas!. Her zaman kararlı ol ve yüksek karakterinin gereğini yerine getir; zaten senin gibi yüce bir ruha ve mahbit-i vahy-i ilâhî olan bir kalbe sahip bulunan birinin, onların heva ve heveslerine uyması da söz konusu değildir ya.. öyle ise, bir kere daha konumunu ve konumuna göre duruşunu gözden geçir; Hak'la onlar arasındaki vesileliğin gerekleri olarak, Cenâb-ı Hakk'ın ahkâmına saygıyı gönüllere hâkim kılıp, her işlerinde onları Allah'a yönlendir; yönlendir ki, bu sayede onlar arasında huzur ve sükûnet teessüs edecek ve onlar için insanca yaşama imkânları doğacaktır."
Bir başka âyette, mü'minler arasında meydana gelen her türlü anlaşmazlıklarda, Hz. Muhammed'i (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakem olarak kabul etmeleri ve O'nun, Allah'ın halifesi olarak verdiği hükümlere karşı en ufak bir rahatsızlık duymadan kararlarına razı olmaları gerektiği bildirilerek şöyle buyrulur: "Hayır, Rabbine andolsun ki, onlar aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kabul edip sonra da verdiğin hükümden/hükümlerden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam mânâsıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar." (Nisâ sûresi, 4/65)
Burada, âyet-i kerimede Hz. Peygamber'in verdiği hükümlere tam mânâsıyla rıza göstermek, mü'min olmanın bir şartı olarak vurgulanmaktadır ki, bu hususun önemi hatırlatılması adına konu Allah'ın kasemiyle anlatılmaktadır.
Evet, işte bütün bunlar bize ideal bir toplum çerçevesi çizmekte ve bizi tam bir huzur toplumu olmaya hazırlamaktadır.
- tarihinde hazırlandı.