Kur'ân'ın fertleri terbiyesi
Daha önceki bölümlerde üzerinde durduğumuz âyetlerden de[1] anlaşılacağı üzere Kur'ân-ı Kerim, ferdi terbiye ederek, onun kalb ve vicdanını şirk ve şirk kokan hususlardan arındırarak ona, hakikî insanlığa giden yollar açmaktadır. Evet, onun terbiyesiyle yetişen fertler, eski hâllerinden bütün bütün sıyrılarak sadece Allah için duyup duygulanan ve O'nun için dolup boşalan insanlar hâline gelmektedirler.
Bir insanın tam tevhide ulaşabilmesi, her şeyden evvel onun şirk ve şirk kokan hususları tamamen terk edip vicdanen temizlenmesine bağlıdır. Açık-kapalı şirk düşüncesini aşamamış bir kimseye hak ve hakikat adına bir şey anlatmak çok zordur. Evet, hak ve hakikat adına anlatılan hususların vicdanlarda mâkes bulması için, o vicdanların arınmasına, dimağların ön yargılardan sıyrılmasına ve gönüllerde hakikat aşkı, araştırma düşüncesi ve hakperestlik duygusunun gelişmesine ihtiyaç vardır.
Buraya kadar belli ölçüde de olsa, insanın şirk ve şirk şaibesinden uzak kalması ve dupduru bir anlayışla Allah'a yönelmesi üzerinde durduk. İşte böyle bir yönelişi gerçekleştirebilen temiz vicdanlar, tevhide öylesine yürekten kilitlenirler ki, Allah karşısında değil şirke düşmek; şirk ihtimali olan şeylerden dahi yılandan çıyandan uzak durdukları gibi uzak dururlar. Ehlullah arasında Allah'a kurbet mevzuunda sübjektif bir uygulama olarak, bir gusül yorumlaması söz konusudur. Bu herkesin anladığı mânâdaki gusülle de irtibatlandırılabilir. Bu yorumun özeti şöyledir:
İnsan fâni zevklerini yaşarken, birkaç dakika dahi olsa, Allah'ı (celle celâluhu) unutabilir. İşte böyle bir unutmaya keffaret olarak o, ciddî bir 'evbe'nin yanında bütün bedenini de yıkayarak tam bir arınma ameliyesinde bulunur. Hatta ehlullah, bu şekilde bir unutma değil de, gayr-i iradî bile olsa, bir lahza Allah'ı unutunca: "Allahım! Madem iradî olarak Sen'den gafil olmanın keffareti gusletmek oluyor; ben, gayr-i iradî dahi olsa, gaflet ettiğimden dolayı abdestle arınıp yeniden Sana dönmek istiyorum der, tecdid-i teveccühte bulunur. Evet, hak dostları, ağyâr düşüncesine karşı bu ölçüde dikkatli ve her zaman teyakkuz içindedirler.
Bir sistem ve metot insanı olan ve Allah'ın talimiyle Kur'ân-ı Kerim'i pratik hayata geçiren Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem) daha önce bin bir baskıyla kovulduğu Mekke'yi fethedip de Kâbe'ye muzaffer bir kumandan olarak girerken, tevazuundan mübarek başı bindiği merkûbun eğeri kaşına değecek şekilde iki büklüm Kâbe'ye girmiş ve her şeyi O'ndan bilmeyi böyle bir mahviyet ve tevazu ile temsil etmişti.[2]
Bir ihlâs âbidesi olan Hz. Ömer (radıyallâhu anh), bir gün hutbe esnasında hiç münasebet yokken mevzuu değiştirerek, "Yâ Ömer! Daha dün baban Hattab'ın develerini güden bir çobandın!" deyip minberden inmişti. Ona, durup dururken böyle bir söz söylemesinin sebebi sorulunca da, "Aklıma halife olduğum geldi..." cevabını vererek meseleyi kesip atmıştı.
Yine O (radıyallâhu anh) omzunda kırba ile su taşıdığını görüp de: "Bu ne hâl ey Allah'ın Resûlü'nün halifesi!" diyen sahabiye "Dış ülkelerden bir kısım elçiler gelmişti. İçimde bir şeyler hissettim. O hissi kırmak istedim" cevabını vermişti. Mukarrebliğin mukîmi koca halife Hz. Ömer, duygu ve düşünce planında dahi kalbinin içine giren en küçük bir şeyi, mukarrabîne yakışır şekilde inhiraf sayıyor ve o duyguya karşı savaş ilan ediyordu..
Ömer b. Abdülaziz (radıyallâhu anh), bir keresinde dostlarından birine ifadeleri edebî olan bir mektup yazmış, sonra da nefsine bundan pay çıkıyor olma mülâhazasıyla bu mektubu hemen yırtıvermişti. Sebebini soranlara da: "İçimde bir gurur hissettim. Onun için mektubu yırttım" deyivermişti.
Evet, bizim dünyamızda devletin başındaki devlet reisinin duyguları işte bu kadar şirkten uzak ve bu kadar arı ve durudur. Devlet başkanları böyle olduğu gibi halkın duygu ve düşünceleri de bundan farklı değildi. Evet mübarek bir dönemde bütün kuvve-i inkişafiyelerini başlarındaki idarecilerinden alan toplum, ütopyalarla bile resmedilemeyecek kadar derindi...
Fertleri böyle şirk ve şirk şaibelerinden sıyrılıp, vicdanen dupduru hâle gelen toplumlar ne mübeccel ve böyle bir toplum içinde hayat ne zevklidir..!
Kur'ân-ı Kerim, sıhhatli bir aile ve toplumun oluşması adına her şeyden evvel, fertlerin sıhhatli olmalarına büyük bir önem vermiş ve bunun için de pek çok emir ve tavsiyelerde bulunmuştur. O, âdeta her şeyi ferdin kendini düzeltmesine, kendini görüp gözetmesine bağlamıştır. "Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca, sapan sapık size zarar veremez." (Mâide sûresi, 5/105) âyetiyle bu gerçek hatırlatılır ve mü'min kendi vazife ve sorumluluklarına yönlendirilir.
Evet, insan, başkalarının dalâlet, küfür ve küfranıyla meşgul olmak yerine, kendisinin hidayette olup olmadığı üzerinde durmalı ve istikamet adına hep kendini sorgulamalıdır ki, Hak nazarında kurtuluşa ermenin en kestirme yolu da bu olsa gerek.. evet, siz, hidayette olduktan sonra başkalarının dalâlet, küfür ve küfranı size asla zarar vermeyecektir.
Ayrıca Kur'ân-ı Kerim, bu tür âyetleriyle şu hususlara da dikkat çekmektedir:
1. Başkaları küfür ve küfran içinde bulunurken, bir Müslüman, kendi köşesine çekilip şahsî ibadet ü taat ve evrâd ü ezkârla yetinmemelidir; ehl-i dalâletin menfi yollarına alternatif olarak onun da temel disiplinlere göre bir yolu-yöntemi olmalıdır ve o, bu çerçevede hizmetlerini devam ettirmelidir.
2. Müslümanın vazifesi, ruh ve mânâ kökleriyle alâkalı evrensel değerleri neşretmek ve onu muhtaç gönüllere duyurmaktır. O, bu yolla ruhen perişan ve dâğidâr kimselerin imdadına koşmuş ve onlara mânen nefes alacakları bir ortam hazırlamış olacaktır.
3. O, bütün bunları yaparken, önüne çıkan engeller karşısında sarsılmadan –Allah'ın tevfik ve inayetiyle– bunların hepsini aşma azmiyle doğru bildiği yolda yürümeye devam etmelidir.
Evet, bütün bunlardan da anlaşılacağı üzere Kur'ân-ı Kerim, her şeyden önce ferdin ahlâk ve karakteri üzerinde durmakta ve âdeta diğer her şeyi bunun üzerine bina etmektedir. Ona göre şahsî hayatı müstakîm olmayan kimselerin mükemmel bir toplum ve millet oluşturması da bahis mevzuu değildir. Namazında, niyazında ve Allah'a teveccühünde, insanlarla muamelesinde samimî olmayan bir insanın mensup olduğu topluma bir hayır vaadetmesi de söz konusu değildir.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu hadis-i şerifiyle bu konuyu bir buudu ile şöyle tenvir eder: "Kim bizim namazımızı kılar, bizim kıblemize yönelir, bizim kestiğimizi yerse işte o, Allah ve Resûlü'nün zimmetini alan (taahhüdü altında bulunan) bir Müslümandır."[3] Bu sözün mefhum-u muhalifi şudur: Bir kimse bizim namazımızı kılmıyor, kıblemize dönmüyor ve kestiğimizi yemiyorsa Allah ve Resûlü'nün nezdinde O'nun zimmetinden de söz edilemez. Bugün bizim de, bu sınıfa dahil olan ve inançları itibarıyla kalbî dünyaları kararmış pek çok bildiğimiz kimse vardır ki, bu kimselerle daha samimî diyaloglar kurarak kalbimizin en samimî soluklarını onlara duyurma mecburiyetindeyiz.
Biz şuna inanıyoruz, insanların hayat standartları ne kadar yüksek olursa olsun, yine de bu insanlar huzurlu olmayabilirler; olmayabilirler zira gönül, onu yaratan Allah'a (celle celâluhu) imanla aydınlanmadıktan ve vicdan da iman ve Kur'ân nuruyla nurlanmadıktan sonra insanın huzur ve itminana ermesi mümkün değildir. Evet, bizim en büyük gayemiz, herkesi inancın diriltici iklimiyle buluşturmak, onların dünyada huzura kavuşmalarına, ahirette de Allah'ın rıza ve rıdvanına mazhar olmalarına vesile olmaktır.
Bir plan ve projenin gerçekleştirilebilmesi için her şeyden önce o plan ve projeye göre bir alt yapı ve zemin hazırlanması gerekmektedir. Meselâ, eğer Cenâb-ı Hakk'ın bize lütfettiği iman ve Kur'ân nimetinden bütün dünyanın istifade etmesi düşünülüyorsa, ulûm-u diniye ile fünûn-u müspeteyi mezcedip her türlü bilim ve teknolojide kendimizi ispat ederek, hedef kitle kabul ettiğimiz milletler nazarında, geri kalmış ve ayakta durabilmek için başkalarına muhtaç olma imajını silmemiz ve silkinip kendimize gelmemiz şarttır.
Evet, İslâm'ın getirdiği emniyet ve saadetin gönüllerde hâkim olması, biraz da Müslüman fertlerin maddî-mânevî derinliklerine bağlıdır. Böyle bir derinliğin en önemli kazancı uhrevî saadettir. Allah bir yerde: "Rabbinin makamından korkan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştırmış bulunan kimse için, şüphesiz onun varacağı yer Cennet'tir."[4] diyerek bu hakikati işaretler. Yani, eğer bir insan, her zaman Rabbinin huzuruna çıkıp O'na hesap verme endişesini içinde duyuyor ve dünyada her an O'nun tarafından görülüp gözetildiği duygu ve düşüncesiyle yaşıyorsa, o kişi Cennet yolundadır ve varacağı yer de Cennet'tir. Aslında, onun hem dünyası hem de ahireti güven altında demektir.
Bu tür âyetler, bir taraftan insana Cennet'i kazanma yolunu gösterip onun içine huzur salarken, diğer taraftan da onun nefsanî ve şeytanî arzularını gemleyerek onu örnek insan seviyesine yükseltmektedir. Nice kimseler vardır ki, ahirette yeniden var olmak, Cenâb-ı Hakk'a kavuşmak ve O'nun cemal-i bâkemalini seyretmek, böylelerinin ruhunda öyle bir huzur hâsıl eder ki, dahası tasavvur edilemez. Böyle bir duygu ve düşünceye sahip olmayan birinin ise, uhrevî saadetten mahrum olmasının yanında dünyevî huzur ve saadeti de söz konusu değildir.
Evet, bir insanın içine Allah korkusu, muhasebe duygusu ve mesuliyet hissi yerleştiği zaman, o kimse, kendi kendini kontrol edeceğinden, sosyal hayatta zararlı bir insan olmamaya âzamî derecede dikkat gösterir ve falso yapmamaya çalışır. Çünkü o, her zaman kontrol edildiği şuuruyla hareket etmektedir. Aksine, fertleri bu hâle getirilememiş bir toplum için, uhrevî saadet duygusu gibi, dünyevî huzur hissi uyarmak da çok zor olsa gerek. Zannediyorum bu meselenin en realistçe çözümü nesillerin mehâfet ve mehâbet duygusuna bağlı yetiştirilmesi olmalıdır. Fertleri bu ölçüde kıvama getirilmemiş yığınların hayrına düşünülen plan ve projeler ise her zaman bir tasarı olarak kalacak ve kat'iyen pratiğe dökülemeyecektir.
Sadece gençler değil, ihtiyarlar da ancak Allah'ın huzuruna gitme ve O'nun cemalini seyretme saadetbahş mülâhazalarıyla mutlu olabilirler. Böyle inançlı bir kimse, başına bin ihtiyarlık gelse, beli bükülüp saçı-başı bembeyaz olsa, ihtimal, her zaman bir genç gibi ayakta dimdik durur ve saadetbahş akıbetini gönül huzuru içinde bekler. Evet, o, "Allah'a kavuşmak üzere girdiğim bu yolda, Mevlâ-i Müteâl'e kavuşma vaktim yaklaştı." diyerek duygu ve düşünceleriyle hep O'nunla beraber olmanın hazzını duyar ve daha cennete gitmeden kendini cennette sanır. Aksine, eğer ihtiyarlık çağına gelmiş böyle bir kişi, imanın ferahlatıcı atmosferiyle tanışamamışsa daima ölüm endişeleriyle dâğidâr olur ve hayat her gün, onun için daha bir ızdıraplı ve âdeta yaşanmaz bir kâbusa dönüşür.
Öyleyse bize düşen vazife, genç-ihtiyar herkese, Allah'a ve ahiret gününe iman neşvesini duyurmak ve onların huzura muhtaç gönüllerini sürura gark etmek olmalıdır. Zira fert, bu şekilde ele alınıp kendisine insanlığı anlatıldığı, o da hayatını böyle bir mesuliyetin ağırlığı altında yaşadığı zaman –Allah'ın tevfik ve inayetiyle– her şey tabiî seyri içinde yoluna girer, fert ve toplum kendilerini bir huzur zemzemesi içinde bulur.
Defaatle üzerinde durulduğu gibi, gerek Kur'ân-ı Kerim, gerekse Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) genelde irşad ve tebliği fert üzerine bina etmişlerdir. Nitekim Cenâb-ı Hak bu konuda şöyle buyurur: "Her nefis, kazandığına karşılık rehindir. Ancak ashab-ı yemîn müstesnadır."[5]
Yani herkes olumsuz tavırları itibarıyla kendini ipotek etmiş ve kazandığı menfi şeylerle elini-kolunu bağlamış demektir. Ancak "ashab-ı yemîn" yani uğurlu ve yümünlü olup ahirette amel defterini sağından alan, sağduyulu olan kimseler böyle bir durumdan müstesnadırlar. Zira onlar, nefislerini rehin olarak vermişlerse de daha sonra iman ve amel-i sâlihle o ipoteği çözmüşlerdir.
Evet, her nefis kazandığı şeyle rehindir; bundan hiç kimsenin kurtulması da söz konusu değildir. Evet ne atalarının şan ve şöhretleri ne kendilerinin sahip olduğu mal-mülk, ne de ruhî ve kalbî irtibat sağlanamamış şöyle veya böyle büyük kimselere nispetin insana hiçbir yararı olmayacaktır. Nitekim Nebiler Serveri bu hakikate işaret sadedinde, bir hadis-i şerifleriyle, kendi kavim ve kabilesinin şahsında bütün ümmetine şöyle seslenir: "Nefsinizi Allah'tan satın almaya bakın; (ipoteği çözünüz) zira ben, ahirette sizin adınıza hiçbir şey yapamam!"[6]
Evet, herkes, kendi mesuliyet ve kaderiyle Allah'ın huzuruna çıkacak ve ona göre muamele görecektir. İşte bu açıdan da yine ferdin kalbî ve ruhî sıhhat ü selâmeti çok önemlidir. Allah Resûlü, bu mülâhazaya bağlılık içinde daireyi gittikçe daraltarak en yakınlarına seslenir ve sözlerini şöyle devam ettirir: "Ey Allah Resûlü'nün halası Safiyye! (Sen de nefsini Allah'tan satın almaya bak; (rehini çöz zira) ahirette senin adına da bir şey yapamam!"[7] Sonra O daha bir yakını ve ciğerpâresi, gönül meyvesi olan Hz. Fatıma'ya (radıyallâhu anhâ) teveccüh buyurur ve: "Ey Muhammed'in kızı Fatıma! (Sen de nefsini Allah'tan satın al; (ipoteği çöz zira) ahirette senin adına da bir şey yapamam."[8] diyerek daha net bir şekilde herkese ferdî mesuliyetin önemini hatırlatır.
Evet, herkes, kendine çeki-düzen vererek ipotek olmaktan sıyrılmaya bakmalı ve Hz. Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasındaki azatlılar içine girmeye çalışmalıdır. Vâkıa bu önemli meselenin plan ve programını uygulayan ve insanları "fekk-i rihân"a uyaran; uyarıp onun gönüllerde hüsnükabul görmesini temin ve tesis eden Resûl-i Ekrem'dir. Dolayısıyla da hepimiz ve herkes O'na medyundur: Mehmet Âkif
Dünya neye sahipse, O'nun vergisidir hep;
Medyûn O'na cem'iyyeti, medyûn O'na ferdi.
Medyûndur O Mâsum'a bütün bir beşeriyyet...
Yâ Rab, mahşerde bizi bu ikrâr ile haşret.
derken önemli bir gerçeği vurgular ve O'nun bir vesile-i necat olduğunu hatırlatır. Ancak burada, herkesin kendi hesabını verme mecburiyetinde olduğu ayrı bir husustur ve dinin ruhu açısından çok önemlidir.
Evet, "Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez." (Fâtır sûresi, 35/18) âyetinin mazmununca, hiç kimse bir başkasının günahından dolayı suçlanamaz. Herkes kendisinden sorumludur. Kimse kimsenin günahıyla Cehennem'e girmeyeceği gibi, sevabıyla da Cennet'e giremeyecektir. Herkes kendi mesuliyetiyle mahşerden, sırattan geçerek, Allah'ın huzuruna çıkacak ve Cennetle şereflenecektir. Evet her ferde terettüp eden bir takım mesuliyetler vardır; fert, ancak bu mesuliyetlerini yerine getirdiğinde faziletli bir insan olabilecektir ki, yukarıda zikredilen "Herkesin durumu kendi kazanacağına bağlıdır." fermân-ı sübhaniyesinden de bu anlaşılmaktadır. Evet, her insan, âdeta ayağına pranga vurularak bağlanmış gibidir ve ancak Allah'a inanması ve salih ameller yapmasıyla bu prangadan sıyrılabilecek ve kendi olma pâyesini elde edebilecektir.
Bu mazmun: "İnsana sa'y ve gayretinin neticesinden başkası yoktur. Bu amelinin neticesi de ilerde ortaya çıkıp görülecektir, sonra da emeğinin karşılığı kendine tastamam verilecektir"[9] âyetleriyle de –yeni ifadesiyle– tam örtüşmektedir.
[1] İhlâs sûresi, 112/1-4; Âl-i İmrân sûresi, 3/64.
[2] Bkz.: İbn Hişâm, es-Sîratü'n-nebeviyye 5/63; Ebû Ya'lâ, el-Müsned 6/120.
[3] Buhârî, salât 28; Tirmizî, îmân 2; Nesâî, îmân 9.
[4] Nâziât sûresi, 79/40-41.
[5] Müddessir sûresi, 74/38-39.
[6] Buhârî, vesâyâ 11, menâkıb 13; Müslim, îmân 351.
[7] Aynı yer.
[8] Aynı yer.
[9] Necm sûresi, 53/39-41.
- tarihinde hazırlandı.