Kur'an'ın ifade üstünlüğü (Belâğatı)
Kur'ân, Allah kelâmıdır. Bu itibarla da o, hiçbir beşer sözüne benzemez. Onun kendine mahsus bir ifade tarzı ve üslûbu vardır. Ele aldığı konuları anlatmada, onu bir başka söze kıyas etmek imkânsızdır. Zira Kur'ân, her türlü mukayeseden mukaddes ve müberrâdır.
Kur'ân, insanın ruhî yapısına dair meseleleri dile getirdiği zaman, insan kevser içiyormuş gibi bir haz duyar. Sanki ruh-u Kur'ân onun alyuvarlarına, akyuvarlarına binmiş de damarlarındaki kanla beraber kalbine giriyor ve beyninin her fakültesine uğruyor gibi olur. Bu, Kur'ân'a mahsus bir tesirdir. Bu ölçüde bir tesiri başka kitaplarda bulmak da mümkün değildir.
Siz bir hatip düşünün, o ne kadar güçlü bir hatip de olsa, jest ve mimikleri, el-kol hareketleri, belli ölçüde de olsa onun sözüne, ağzından çıkan cümlelere kuvvet verir ve bir mânâda destek olur. Böyle bir hatibi gözünüz kapalı dinleseniz, anlattıklarının ancak yarısını anlarsınız. Zira onun sözlerine destek olan jestler, mimikler, el ve kol hareketleri ve bunların ağızdan çıkan sözlere ilave ettikleri mânâlar, sizin için artık kaybolmuştur. Bir de bu hatibin konuştuklarını yazıya dökün, artık onun belli nispette mânâya tesir eden ses tonu da kaybolmuştur. Dolayısıyla bu konuşmalar yazıya döküldüğünde mânâ adına bir kısım firelerle, seviye kaybı kaçınılmazdır. Hâlbuki Kur'ân, konuşurken bunun aksine olarak tamamen fâik bir tesir icra etmektedir. Evet, gözümüzü kapayıp onu dinlerken dahi, hayalimiz çok rahatlıkla onun imalarını, işaretlerini, canlı vurgularını duyuyor gibi oluruz. İfadeleri yazıya döküldüğünde dahi tesiri hiç geçmeyen bir derya gibi dalgalanır durur.
Bu, sadece Kur'ân'da var olan bir hususiyet ve fâikiyettir. Böyle olması da gayet normaldir. Zira o, Allah kelâmıdır. Onda konuşan, kâinatı, insanı ve bütün varlığı yaratan Allah'tır. Nasıl O'nun yaratması beşerin yaptıklarına benzemez, kelâmı da benzemez. Ancak onda bir tenezzül söz konusudur ki, o da ilâhî kelâmın, beşer idraki seviyesine göre bir tecellî dalga boyunda nüzûl demektir.
Belâgat, maksadı en veciz şekilde ve hiç karışıklığa meydan vermeden anlatma demektir. Hâlin gerektirdiği duruma uygun söz söyleme ve muhatabın durumunu nazara alma, belâgatin önde gelen şartları arasındadır.
İşte bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, belâgati yönüyle Kur'ân, pırıl pırıl bir mucizedir ve hiçbir beşerin böylesine beliğ bir eser vücuda getirmesi mümkün değildir. İsterseniz bugüne kadar yazılmış bütün eserleri bir araya getirin, sonra onların yanına Kur'ân'ı getiriverin, göreceksiniz ki, bütün bu beliğ eserler, Kur'ân'ın belâgati karşısında, güneş görmüş ateş böceklerine dönecek, teker teker sönecek ve hiçbirinin, Kur'ân'ı duymuş, Kur'ân'a doymuş sinelere vereceği bir şey olmadığı görülecektir.
Evet, bülbül şakırken saksağan sesine yer yoktur. Gül bahçesinde insanı kendinden geçiren ve mest eden bülbül sesi nerede, dikenliklerde kulak tırmalayan saksağan sesi nerede! Hatta bu kıyas dahi, Allah kelâmıyla beşer sözlerini birbirine mukayese saygısızlığı ihtiva etmektedir. Zira aradaki fark, ölçü kabul etmeyecek derecededir. Fakat elimizden başka şey gelmediği için, meseleyi ancak bu seviyede müşahhaslaştırabiliyoruz. Şu kadar var ki, hangi benzetme ve teşbih unsurunu kullanırsak kullanalım, aradaki farkı ifadeden âciz kaldığımızı/kalacağımızı da baştan kabul ediyoruz.
Kur'ân'ın ifade üstünlüğünü ispat eden en açık ve vâzıh husus şudur (zannederim bunu okuma yazma bilmeyen, avamdan insanlar dahi çok rahatlıkla anlar ve tasdik ederler): Kur'ân, ümmî bir cemaat içinde nazil oldu ve kendini ifade etti. Evet, o cemaat ümmî idi; yani okuma-yazma bilmiyorlardı. Tarihlerini yazacak tarihçileri, vak'anüvisleri de yoktu. Dolayısıyla, tarihî hâdiselerin onların hafızalarına yerleşmesi için bir yola ihtiyaç vardı. Bu kestirme yol da şiirdi. Onun için toplum, şiire her şeyden çok daha fazla önem veriyor, en mühim tarihî vak'alarını şiirle tespit ediyor ve bunların nesilden nesile intikalini temine çalışıyorlardı.
Nasıl günümüzde politika ve işadamlığı revaçta ve herkes bir kısım meşhur işadamı ve politikacıları tanır.. tanır ve bazısı onlar gibi olmak ister. Aynen öyle de, şairler de o gün Arap Yarımadası'nda o şekilde tanınır ve örnek alınırlardı. Kabileler, kahramanlarından çok şairleri ile övünürlerdi. Bu sebeple de şiir her şeyin önünde teşvik görürdü. İnsanlar, daha çocuk denebilecek yaşta şiir söylemeye başlarlardı. Şiirle tanışmaları, gider beşik hayatına dayanırdı. Meseleyi, günümüzde umumîleşmiş ve herkesin bildiği bir üslûpla anlatacak olursak:
Nasıl ki, Hz. Musa zamanında sihir revaçta idi; Hz. Musa, elindeki âsâ ile sihrin ve sihirbazın karşısına çıktı ve onları aştı.. derken onunla sihirbazların düzeni bozuldu.. bozulmalıydı da, zira Hz. Musa hakkı temsil ediyordu ve Hak'tan teyit görüyordu. Yed-i beyzâ mucizesiyle ortalık nurlanıyor ve insanlar dalga dalga nurun etrafında halkalanıyordu.. ve derken bunlar karşısında bir gün Firavun dize geldi; geldi de yobazlığa başvurmaya başladı.
Evet, başka türlü mağlup edemediği Allah'ın nebisini artık kaba kuvvetle mağlup etmeye çalışıyordu. Her türlü saldırı ve tasallutu denedi. Derken bir gün kafasını gayretullah sûruna çarptı. Artık onun da sonu gelmişti ve yakarışları fayda vermeyecek, imanını ilan etmesi de kabul görmeyecekti. Kızıldeniz'de boğuldu. Bu, bir yönüyle Firavun'un sihirli dünyasının sulara gömülmesi demekti.. evet sihir, şimdi bütünüyle mağlup olmuştu.
Hz. İsa (aleyhisselâm) zamanında ise revaçta olan tıptı. Tabiplik oldukça ileri bir seviyedeydi. Söylendiğine göre Romalılar, o gün beyin ameliyatı bile yapıyorlardı. Bu, o günün insanlarına, bir bakıma ölmüş insana yeniden hayat vermek gibi harika görünüyordu. Onun için Hz. İsa (aleyhisselâm) Ruhullah olarak o günkü tıp ilminin ulaşabileceği zirvelerin çok ötesinde mucizeler gösteriyor; Allah'ın izniyle ölüleri diriltiyor, ölmüş ruhlara hayat üflediği gibi, bir kısım cansız cesetleri de Allah'ın izniyle hayata döndürüyordu.
Nebiler Sultanı devrinde ise, ifadelerdeki sihir, kelimelerdeki hayat mevzubahis idi. Bir söz, ölmüş heyecanlara hayat veriyor ve yığınları ayağa kaldırıyordu. İnsanlar, şiirdeki sihrin gücüyle âdeta büyüleniyorlardı.
Lebid, söz söylediği zaman gruplar, yerinde birbirine giriyor ve yerinde birbirine girmiş yığınlar hemen ayrılıp sulh oluyorlardı. A'şâ için altın yaldızlı, altın sırmalı kürsüler kuruluyordu. Kendisini bir sene bekleyen insanların karşısına çıkan şair, çok büyük bir tezahürat ve coşkuyla karşılanıyordu. Herkes kulak kesilip onu dinliyordu.. o zaman bu şiirler daha söylenirken ezberleniyordu...
İşte Kur'ân böyle bir devirde bu dönemin entelektüelinin karşısına çıktı.. bütün ediplere, şairlere ve bütün cin ve inse şöyle seslendi: "Eğer kulumuz (Muhammed'e) indirdiğimiz (Kur'ân)dan şüphe içinde iseniz, haydi onun gibi bir sûre getirin, Allah'tan başka bütün şahitlerinizi de çağırın eğer doğru iseniz (bunu yapın). Yok eğer yapamazsanız –ki asla yapamayacaksınız– o hâlde yakıtı insanlar ve taşlar olan, inkârcılar için hazırlanmış ateşten sakının."[1]
Evet, bu bir meydan okumaydı.. ve bu meydan okuyuş zaman ve mekânla sınırlı da değildi. Dünün insanı bu ifadelere muhatap olduğu gibi, bugünün insanı da ona muhataptır.. yarının insanı da muhatap olacaktır. Yine Mekke insanı buna muhatap olduğu gibi, dünyada yaşayan bütün insanlar da muhataptır ve muhatap olacaktır da. Ayrıca insanlar muhatap olduğu gibi cinler de muhataptır.
İşte, bu kadar geniş daireye Kur'ân meydan okuyor ve "Elinizden geliyorsa, Kur'ân gibi bir kitap da siz meydana getirin!" diyordu ve diyor. O hep böyle meydan okumuş, ama hiç kimse, hiçbir asırda, değil Kur'ân'ın bütününe, tek bir sûresine, hatta kısa bir âyetine dahi nazire getirememiştir. Sözleri sihir tesiri yapan nice edip ve şairler vardır ki, Kur'ân karşısında sadece susmuş ve tek kelime konuşamamışlardır.
Tarih şahittir ki, Kur'ân'a nazire yapılmamıştır. Zira eğer Kur'ân'a, (velev ki bir sûresine) nazire yapılmış olsaydı, mutlaka günümüze kadar gelecekti. Şu iki sebepten bu neticeye varıyoruz:
Birincisi: Mekke müşriklerinin Kur'ân'a nazire yapmaya olan şiddetli ihtiyaçları.
İkincisi: Kur'ân'ın meydan okuyuşu aleni, açık ve herkesi içine aldığından, böyle bir teşebbüs de mutlaka aleni ve herkesin gözü önünde olacaktı. Hâlbuki ne dost ne de düşman hiç kimse böyle bir şeye teşebbüs edememişti. Edenler de ancak maskara olmuş ve teşebbüsleri neticesiz kalmıştı. Şimdi isterseniz bu iki sebebi biraz daha açalım:
Kur'ân-ı Kerim, Efendimiz'in risaletine en büyük delil ve şahit durumundadır. Hâlbuki bütün Mekke halkı, işin başında O'na karşı gelmiş, O'nun peygamberliğini inkâr etmiş ve O'na inanan insanlara yapmadık kötülük bırakmamışlardı. Eğer onlar, davalarında haklı olsalardı, canlarını, mallarını tehlikeye atarak Efendimiz'le mücadele etme yolunu seçmezlerdi. Aksine, Kur'ân'a getirecekleri küçük bir nazire, onları davalarında haklı çıkaracak ve Efendimiz de, dedikleri ve diyeceklerinden vazgeçecekti. Her şey bu kadar basitti. Oysaki böyle kolay bir yol dururken onlar, yolun en zorunu tercih etme durumunda kalmışlardı.
Bu tercih ise, akılları yetmediğinden değildi. Zira daha sonra aynı şahıslar dünyayı idare ettiler. Medeni milletlere imam ve muallim oldular. Öyle ise, onlara bu zor yolu tercih ettiren neydi? Niçin canlarını, mallarını ve bütün varlıklarını ortaya döküp, Allah Resûlü'nün karşısına ordularla çıkma lüzumunu duydular? Cevap gayet net ve kesindir. Câhız'ın dediği gibi: Mücadele-i bi'l-hurûf (harflerle harbetme) mümkün olmadığından muharebe-i bi's-süyûfa (kılıçlarla harbe) mecbur kalmışlardı.[2]
Büyük dil ustası Câhız'a ait bu tespit, cidden harikadır. Eğer Mekke müşrikleri, harflerle mücadeleye güç yetirebilselerdi, kat'iyen can, mal ve evlatlarını gözden çıkaracak bir yola girmeyeceklerdi. Hâlbuki Kur'ân, onları münazaraya davet ederken, sadece dünyalarını değil, ahiretlerini de tehdit ediyordu. Böyle bir tehdidi kabullenme ancak âcizlik ve çaresizlik olabilirdi. Demek ki, onların Kur'ân'a nazire yapmaya takat ve mecalleri yoktu...
Diyelim ki, böyle bir teşebbüs oldu ve Kur'ân'a nazire yapıldı. O zaman da bütün tarihlerin, bu hâdiseden bahsetmeleri gerekmez miydi? Hâlbuki bir-iki teşebbüsten başka bu mevzuda tarihin kaydettiği hiçbir hâdise söz konusu değildir. Aslında bu teşebbüsler de sahiplerini maskara etmekten başka bir işe yaramamıştır.
Bu teşebbüslerden en çok bilineni, yalancı peygamber Müseyleme'ye ait olanıdır.
Müseyleme, aslında büyük bir ediptir. İfadelerindeki güç, nice insanları arkasından sürüklemiştir ama, sözleri Kur'ân'la mukayese edilince, dinleyenleri sadece güldürmüş ve söz sahibi Müseyleme'yi maskara hâline getirmiştir.
O, aklınca Kâria sûresine nazire yapma cüretkârlığında bulunmuştur. Şimdi isterseniz önce o sûre-i celilenin meal-i icmâlîsini verelim:
"(Başlara) çarpan, (yürekleri hoplatan) hâdise. Nedir o hâdise? O hâdisenin ne olduğunu sen nereden bileceksin? O gün insanlar, yayılmış pervaneler gibi olurlar. Dağlar, atılmış renkli yün hâline gelir. Kimin tartıları ağır gelirse o, memnun edici bir hayat içindedir. Kimin tartıları hafif gelirse, onun anası (bağrına atılacağı) hâviye (uçurum)dur. Onun ne olduğunu sen nereden bileceksin? O, kızgın bir ateştir."[3]
Şimdi bir, dünya ve ukbâyı kucaklayan, insanı dehşetten dehşete düşüren bu ifadelere bakın, bir de Müseyleme'nin şu tanzîrine (!):
"Fil. Nedir fil? Filin ne olduğunu sen nereden bileceksin? Onun kısa bir kuyruğu, uzun bir hortumu vardır."
Evet, Müseyleme bunları söyleyince aile efradı dahil herkes buna gülüyorlardı.[4]
A. Kur'ân'ın İfade Üstünlüğü
Kur'ân-ı Kerim'in ifade üstünlüğünü nazmının cezaleti, beyanının bedi' ve garip keyfiyeti ve ifadesinin haşmeti gibi hususlarda görmek mümkündür.
Şimdi bu hususları bazı misaller vererek biraz daha açmaya çalışalım:
1. Nazmın Cezaleti
Cezalet, Arapça bir kelime olup, bolluk, bereket, çok yönlülük, destekli, payandalı olup, hiçbir zaman kısır kalıp yozlaşmamak gibi mânâlara gelir. Kur'ân-ı Kerim'in nazmında, bütün bu mânâları apaçık müşâhede etmek mümkündür.
Sağından, solundan ona hep bereket akar. Evet, Kur'ân'ın nazmı bu yönlerden her zaman desteklenir ve beslenir. Zâhiren müfâd (sözün ifade ettiği mânâ) bir görünürken, bakarsın binler olmuştur.
Kur'ân'ın nazmındaki bu hususiyeti ilk keşfedenlerden biri Zemahşerî'dir. O, tefsirinde yer yer bu noktaya temas eder. Ancak Bediüzzaman'ın bu noktada yakaladığı nükteler çok daha dâhiyânedir. Ve onun söyledikleri şimdiye kadar çok fazla söylenmemiştir.
Biz, burada mevzu ile alâkalı ondan mülhem üç misal vereceğiz. Vereceğimiz misallerde de sadece nazmın cezaleti yönüne temasla yetinip âyetin genişçe tefsirine girmeyeceğiz.
Birinci misal: وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ لَيَقُولُنَّ يَاوَيْلَنَۤا إِنَّا كُنَّا ظَالِمِينَ "Andolsun, onlara Rabbi'nin azabından bir esinti dokunsa, 'Eyvah bize, biz gerçekten zalimlermişiz!' derler."[5]
Âyet, azabın en şiddetlisini anlatmak için nazara en hafifini veriyor. Böylece insan muhayyilesinde azabın en şiddetlisi daha dehşetli gösteriliyor...
Şimdi eğer bir azabın en hafifi dahi insana dokunduğunda onun beynini kaynatacak şiddette ise, siz varın böyle bir azabın en ağırını düşünün...[6] evet, küçük bir dokunma ile insanın, canını yakan veya onu şoke eden azabın büyüğü ne korkunçtur!.. Âyetin ifade ettiği mânâ çerçevesinde bütün bunlar vardır. Ancak âyet, Allah kelâmı olma hüviyetiyle muhataplarına nazmındaki cezalet adına mucizevî bir üslûp göstermektedir.
Şöyle ki, âyetin umumî mânâsında nasıl azlık ifadesi örgüleniyor; öyle de âyette kullanılan kelimeler dahi aynı şekilde azlık ifade etmekte ve böylece âyetin cüzleri, onun bütününe mânâ yönüyle payanda ve destek olmaktadır. Hatta daha derinlemesine düşünürsek harfler dahi sesiyle, mahreciyle, mûsıkîsiyle, edasıyla bu mânâyı beslemekte ve teyit etmektedir.
Ancak şu son kısım bir zevk işidir. Kur'ân'ın diline vâkıf olmayanların bu zevki tatmaları imkânsızdır. Onun için biz de birinci kısımla alâkalı nükteleri takdimle iktifa edeceğiz. Şimdi önce biraz âyetin kelimeleri üzerinde duralım:
إِنْ "Eğer": Bu kelime, şek (şüphe) ifade eder. Şek (şüphe), ise azlığa delildir.
مَسَّ fiili, çok az dokunma, elinin ucuyla hafif değiverme demektir. Yine azlık ifade eder. Ayrıca kelimenin kendi yapısındaki şeddeli "sin"de dahi bir hafif sesliliği, bir yumuşaklılığı hissetmek mümkündür.
نَفْحَةٌ kelimesi, bir kokucuk, bir esinticik mânâsına gelir. Sonundaki tenvin tenkir (bilinmezlik) içindir. O kadar az ki, bilinmiyor demektir. Bu azap, bir kasırga, bir hortum çapında değil, sadece bir kokucuk, hem de bilinmeyecek derecede küçük bir kokucuk şeklindedir.
مِنْ bir parça, bütünden bir bölüm mânâsınadır ki, yine azlığı ifade eder.
عَذَاب kelimesi نَكَال ve عِقَاب gibi kelimelere göre az bir ceza demektir. Kökten kazıma ve şiddetli azaba maruz bırakma yerine sadece عَذَاب kelimesinin seçilmesi de mânidardır. Hatta Muhyiddin İbn Arabî gibi bazı kimseler; عَذَاب, عَذْب kökünden gelir, عَذْب ise tatmak demektir. Dolayısıyla belki de azap, (artık bir süre sonra alışmaktan dolayı) bazı kimselere zevk verecektir, demektedirler. Dolayısıyla azap kelimesi ceza mânâsında en yumuşak kelimelerden biridir. Bu yönüyle o da azlığı ifade etmektedir.
رَبّ terbiye eden, yetiştiren, rahmetle imdada koşan demektir. Kahhâr, Cebbâr, Müntakim, Mümît gibi isimlere nazaran Rab kelimesi çok açıkça şefkati hissettirir. Bu da, azaba ayrı bir hafiflik mânâsı kazandırmaktadır.
Görüldüğü gibi, âyetin umumu azlık ifade ederken, âyetteki her kelime, hatta her harf dahi o azlığa delâlet etmektedir. Hiçbir beşer karihasının bu kadar ustalıkla söz söylemesi mümkün değildir.
İkinci misal: وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ "Ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah için) harcar ve infak ederler."[7] âyetidir. Bu âyette esasen zekâta ait bütün prensipler mevcuttur. Şöyle ki;
- İnsan, zekât verirken bütün malını değil, malından bir parça vermelidir. Gerektiğinde Hz. Ebû Bekir gibi bazı kimseler bütün mallarını Allah yolunda infak edebilirler ama bu, hususî bir durumdur ve çok kere de Hz. Ebû Bekir ruhundaki insanlara mahsustur. Onun içindir ki Efendimiz, Kâ'b b. Malik ve Sa'd b. Ebî Vakkas gibi sahabilerin, mallarının bütününü infak tekliflerini geri çevirmiş ve böyle bir davranışın aşırılık olacağını ifade buyurmuştur. Sa'd b. Ebî Vakkas ısrar edince de, ancak malının üçte birini infak etmesine razı olmuştur. Ayrıca, bu hâdise münasebetiyle Efendimiz, ebede kadar yeni ve taze kalacak şöyle bir prensip getirmiştir: "Senin, evlâd ü iyâlini zengin bırakman, onları başkalarına muhtaç bırakmandan daha iyidir."[8]
- Zekât verilecek mal helâl kazançtan, helâl rızıktan olmalıdır. Haramla yapılan hiçbir harcama Allah katında makbul değildir. Meselâ, bir insan haram olarak kazandığı şeyin hepsini Allah için harcasa veya böyle bir kazançla hacca gitse, kat'iyen onun haccı Allah tarafından kabul edilmez.
- Zekât verilen şahsa minnet edilmemeli, verilen şey başa kakılmamalıdır. Zaten bir başka âyette bu husus açıkça dile getirilir ve şöyle denilir: "Ey insanlar, insanlara gösteriş için malını verip Allah'a ve ahiret gününe inanmayan adam gibi, başa kakmakla ve eziyet etmekle sadakalarınızı boşa çıkarmayın."[9]
- Zekât ancak muhtaç olana verilmelidir. Öyle ki, o şahıs hem zekât almaya ehil olmalı hem de onu nafakası için harcamalıdır.
- Zekât, Allah rızası düşünülerek verilmelidir. Başka gaye ve maksatlar zekâtın ruhunu zedeleyen faktörlerdir.
İşte bütün bu esasları, zikrettiğimiz âyetin içinde bulmamız mümkündür. Bu da Kur'ân'ın lafzındaki cezalete ayrı bir örnek, ayrı bir delildir.
Şimdi, saydığımız hususları sırasıyla âyette takip etmeye çalışalım:
- Malın hepsi değil, bir kısmı verilmelidir. مِمَّا'daki مِنْ "teb'iz" için olup, bir parça, az bir bölüm demektir. Dolayısıyla verilecek zekât, Allah'ın rızık olarak verdiğinden küçük bir parça olmalıdır.
- Zekât, kişinin kendi helâl malından verilmelidir. رَزَقْنَاهُمْ'deki هُمْ zamiri buna işaret eder. Zira âyet "Kendilerine rızık olarak verdiğimizden infak ederler." demektedir. Ali'den alınıp Veli'ye verilen kat'iyen zekât olmaz.
- Minnet etmemek, başa kakmamak.
رَزَقْنَاهُمْ'deki نَا zamiri bize bu mânâyı fısıldar, yani "Rızkı veren Biziz, öyle ise hiç kimsenin o mevzuda, başkasına minnet edip başa kakmaya hakkı yoktur." demektedir. Evet, toprağı, suyu, havayı, güneşi yaratan Allah'tır. Bunların varlığıyla neşv ü nemâ bulan tohumu da Allah yaratmıştır. Öyle ise insan neye mâliktir ki, mahsulün öşrünü veya zekâtını verirken, verdiği insana karşı gurur, kibir ifade eden tavırlara girsin ve karşı tarafa minnet etmeye kalksın. - Zekât, muhtaç olanlara verilmelidir. يُنْفِقُونَ ifadesi de buna işaret eder. Yani, kendisine zekât verilenler, bunun nafaka olduğunu unutmamalıdırlar.
- Zekât, Allah için verilmelidir. Yine رَزَقْنَا ifadesi buna işaret eder, yani "Rızkı veren Benim, öyle ise infak da ancak Benim adıma olmalıdır."
Bütün bunların yanında "rızık" kelimesiyle zekât, daha başka mânâlara da açık bir kelimedir. Evet, nasıl mal rızıktır, ilim de öyle bir rızıktır. Hitabet de bir rızıktır. Bunların da kendilerine göre zekâtları vardır. Öğretmek, hakkı anlatmak, ilmin ve hitabet kabiliyetinin zekâtını vermek demektir. İşte مِمَّ'daki مَا'nın umumiyet ifade etmesi bunlara da parmak basmaktadır.
Görüldüğü gibi, bir âyetin kısa bir bölümüne o kadar çok hakikat sığdırılmıştır ki, böyle bir durum ancak ilâhî bir kelâmda bulunabilir. Evet, hiçbir beşer sözünde bu bereket ve bu bolluğun bulunması söz konusu değildir.
Üçüncü Misal:
فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللّٰهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الْأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِ إِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ
Bu misaldeki âyeti bir bütün olarak ele alacak olursak mealen âyette şöyle buyrulmaktadır:
"Allah'ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalbli olsaydın, çevrenden dağılır giderlerdi. Öyle ise onların kusurlarını affet; onlar için mağfiret dile. Bu iş hususunda onlarla istişarede bulun, bir kere de azmettin mi artık Allah'a tevekkül et; çünkü Allah Kendine tevekkül edenleri sever."[10]
Burada âyetin tahliline geçmeden evvel, ileride anlatacağımız hususlara ışık tutması bakımından kısa bir açıklama yararlı olacak:
Bu âyet, Uhud vak'ası münasebetiyle nazil olmuştu. Uhud'a çıkılmadan evvel Efendimiz konuyu ashabıyla istişare etmişti ki, bu mânâda istişare, devlet reisinin ashab-ı re'yin fikrini alması ve karar verilecek konuya hissen de iştirak etmeleri için çok önemliydi. Reis veya emîr bazen böyle yapar ve meseleyi görüş sahibi insanların düşüncelerine takdim eder. Orada herkes kendi fikrini söyler.. ve müzakerede bir zenginliğe ulaşılırdı. Orada, görüşülmesinde mahzur olmayan her şey görüşülürdü; ancak emîrin bilip onların bilmedikleri veya bilinmesinde değişik mahzurlar söz konusu olabilen hususlara girilmezdi. Bazen emîr mahzur faktörlerini nazara alarak, istişare ettiği insanların görüşlerinin hilafına da karar verebilirdi. Evet, bu durumda karar verme yetkisi sadece ona aitti. Ne var ki, emîrin ashab-ı re'yle istişare etmesi, yine de temel bir disiplindi. Zira bu sayede içtimaî şuur gelişmiş olur; herkes az çok ne yapacağını bilir ve kendine değer verildiği ölçüde performans sergiler
Evet, bu ve emsali daha nice hikmetlere binaen Allah Resûlü, hep ashabıyla istişare etmişti. Uhud savaşı esnasında çoğunluk, Medine'nin dışında harp etmeye taraftardı. Efendimiz de kendi düşüncelerini ifade etti ama sonunda istişarenin değerini vurgulama adına onların görüşüne uygun karar aldı.
Derken netice itibarıyla Uhud'da bir dağılma söz konusu oldu. (Buna tam bir mağlubiyet demesek de Müslümanların, istedikleri zaferi elde edemedikleri açıktı.) Bundan dolayı Allah Resûlü'nün kalbinde hafif bir incinme olabilirdi. Bu ise, sahabe için felaketlerin en büyüğü demekti.
İşte tam bu esnada âyet indi ve bu duruma âdeta set çekti.. set çekti ve Efendimiz'e her şeye rağmen ashabıyla istişare etmesi tavsiyesinde bulundu: "Eğer Sen onlara karşı kaba, haşin olsaydın çevrenden dağılır giderlerdi."[11] denildi.
Şimdi bu mealdeki âyetin kelimeleri üzerinde duralım ve bütün kelimelerin nasıl aynı mazmun, aynı mânâ etrafında örgülendiklerini görelim:
فَظَّ kelimesi Arapça'da çeşitli mânâlara gelir. En önemlileri şunlardır:
- Kötü huylu,
- Kaba davranışlı,
- Ağzı bozuk, sözleriyle başkalarını kırıp-geçiren, gücendiren, nefret ettiren,
- Çölde susadığında hayvanları boğazlayıp onların işkembelerini sıkan ve oradan çıkan bulanık suyu içen,
- Zorlayan, her şeyi zora koşan,
- Karışık ve bulanık işler yapan.
غَلِيظَ kelimesi ise; kalın, kaba, katı, haşin ve sert mânâlarına gelen غِلْظَةٌ kökünden türetilmiş bir sıfattır ve incelik, yumuşaklık, nezaket ve mülayemetin zıddıdır. Kelimeyi teşkil eden harflerin sertliği, iç mûsıkîsi, ayet içindeki diğer kelimelerle müşterek hem-âhenk olması mazmun ve müfadda birleşik noktayı işaretlemektedir.
اِنْفَضَّ kelimesine gelince; bir şeyin, başka bir şeye çarparak kırılıp dökülmesi, tazyik altında kalan herhangi bir şeyin dağılması, başın koparak, diğer unsurların etrafa yayılmaları gibi mânâlara gelir.
Görüldüğü gibi âyetteki kelimelerin hepsi aynı mânâ etrafında odaklaşmakta ve mûsıkîleriyle dahi bir baskı, bir şiddet ve bir dağılmayı ifade etmektedir ki, anlatılmak istenen de odur. Evet, eğer ortada bir baskı, bir tazyik varsa dağılma, patlama ve kırılma kaçınılmaz olur. Bunlardan biri sebep, diğeri ise neticedir. Böyle bir sebep ve netice münasebetini bu kadar insicam içinde başka şekilde ifade etmek ise imkânsızdır. Evet, hâdise, öyle kelimeler seçilerek anlatılmıştır ki, bunun üstünde anlatış olamaz.
Esasen bütün Kur'ân âyetleri ele alınıp tahlil edilebilse, hepsinde aynı hususiyeti görmek mümkündür. Evet, Fatiha-i Şerife'den "Nâs" sûre-i celilesine kadar Kur'ân-ı Kerim'in hemen bütününde aynı cezaleti, aynı bütünlüğü görmek mümkündür. Meselâ, Fatiha sûresinin ilk âyeti اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ'dir. Bu âyette anlatılmak istenen; hamd ü senâ ve şükr ü minnetin zerreden küreye/kürelere, dünyadan ukbâya, ecsaddan ervaha, maddeden mânâya her şeyi yaratan, sevk ve idare eden bütün âlemlerin Rabbi Allah'ın (celle celâluhu) hakkı, biz gibi yaratıkların da vazifesi olduğu hakikatidir. Bu hakikat, âyeti teşkil eden kelimelerin hemen hepsinde bir mânâda meknûzdur.
Şöyle ki, حَمْدُ kelimesi, yukarıda sözü edilen ve edilmeyen tazim ve minnet mülâhazalarının bütününü câmi bir lafızdır ve âyette anlatılmak istenen mânâyı bi't-tazammun ifade etmektedir. اَللّٰهُ lafz-ı celâlesi Mâbud-u Mutlak'ın hâs ismi olması itibarıyla, hamd ü senâ, şükr ü minnet, medh u tebcil bu ismin tazammun ve iltizam ettiği mânâlar olması itibarıyla O'nun hakkı ve O'na mahsus olduğuna en kat'î delâletle delâlet etmektedir. Keza لِلّٰهِ'deki ل istihkak ve ihtisas mânâlarına gelmesi açısından hamd ü senânın O'na mahsus ve O'nun hakkı olmasını işaretlediği açıktır.
رَبِّ الْعَالَمِينَ ifadesi; her şeyi yoktan var eden, merhamet ve şefkatle görüp gözeten ve var ettiklerini değişik şekillerde donatan, türlü türlü ihsanlarla sevindiren, bütün âlemlerin Rabbi olması itibarıyla her türlü takdir, tazim, tebcil ve hamd ü senâ da bi'l-iltizam O'nun hakkı olduğunu gösterir ki bu da اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ âyetiyle anlatılmak istenen hakikate omuz vermektedir.
Hem meselâ Nâs sûre-i celilesi, hem bir tevhid-i rubûbiyet ifade etmesi, hem her türlü olumsuzluk ihtimalleri karşısında O'nun değişik tasarruflarının me'hazi olan ad ve unvanlarına insanların dikkatlerini çekerek onlara biricik melce ve mencâlarını hatırlatması, hem de onların maddî-mânevî korunmaları adına gerekli esasları göstermesi gibi hususları ihtiva etmektedir ki, bir mânâda sûrenin temel mazmunu da işte budur.
Bu temel mazmun, bütün âyet ve cümlelerde de tele'lü etmektedir. Şöyle ki, insî ve cinnî şeytanlar, görülmedik ve sezilmedik şekilde insanoğlunda işletilmeye ve ona nüfuz etmeye müsait belli damarları hem sinsice kullanarak onu ifsat etme taarruzlarına karşılık, o da, boşluklarının farkında olma şuuruyla o Kudreti Sonsuz'a yönelip düşmanlarının muhtemel hücum keyfiyetlerine mukabil رَبِّ النَّاسِ , مَلِكِ النَّاسِ , إِلٰهِ النَّاسِ unvanlarıyla ve aynı zamanda o olabildiğine sinsiliği aliterasyon üslûbuyla vurgulamasında öyle bir zenginlik, cezalet-i beyan söz konusudur ki, dahası olamaz.
Ancak biz, diğer mevzulara geçebilmek için şimdilik bu birkaç misalle iktifa etmek istiyoruz. Sadece şu birkaç misal dahi hiçbir şüphe ve tereddüde mahal olmadığının delilidir. Evet, Kur'ân'ın lafzında tasavvurları aşan öyle bir cezalet, bir bolluk ve bir zenginlik var ki, tek başına Kur'ân'ın, Allah kelâmı olduğunu gösterir.
2. Beyanın Bedîîliği ve Garipliği
Kur'ân-ı Kerim'in üslûbunda bir tazelik, bir gariplik vardır. Yani Kur'ân, o güne kadar hiç görülmemiş ve kullanılmamış enfes, imrendirici bir üslûba sahiptir. Şöyle ki, daha önceki edip, beliğ ve şairlerin ifade ve beyanlarıyla karşılaştırıldığında, Kur'ân onlardan hiçbirine benzememektedir. Dahası Kur'ân-ı Kerim'in nüzulünden sonra yazılmış eserler için de aynı şey söz konusudur... Evet, bunların da hiçbiri Kur'ân'a benzememektedir. Onun üslûbu kendine mahsustur; ne o kimseyi taklit etmiştir ne de kimse onu taklit edebilmiştir.
Aslında üslûptaki garipliğin, muhataplarda bir yadırgama, bir kabullenememe meydana getirmesi muhtemelken, Kur'ân'ın o bedîî üslûbu yadırganmak şöyle dursun, orijinal bulunmuş ve takdir görmüştür. Onun üslûbunda her zaman muhatabı çepeçevre kuşatan ılık bir atmosfer vardır. Onun içindir ki, pek çok kimse onu bir kısım peşin fikirlerle de olsa dinlediklerinde, onun o büyüleyici tesirinden kurtulamamış, hatta çokları hemen iman etmiş, etmeyenler de, Kur'ân'ın büyüklüğünü kabullenmek zorunda kalmışlardır. Velid b. Muğîre ikinci şıkka ait en çarpıcı örneklerdendir. O, Allah Resûlü'nü dinledikten sonra, Mekke müşriklerine şöyle der: "Vallahi ben şiiri en iyi bilenlerinizdenim. O'nun söyledikleri şiir değildir. Kâhinlere, sihirbazlara ait nice sözler dinledim. O'nun söyledikleri, bunlara da benzemiyor. Dolayısıyla gelin O'nunla uğraşmayın."[12]
Zaten kendisi de o günden sonra köşesine çekilir ve Allah Resûlü'ne karşı belli ölçüde tavır almaktan vazgeçer. Evet o, Müslüman olmamıştır ama Kur'ân karşısında âdeta çarpılmış ve kendinden geçmiştir.
Kur'ân'ın üslûbundaki garipliği iki kısımda mütalaa etmek mümkündür:
- Birincisi, harflerdeki, özellikle "mukattaa" harflerindeki büyüleyicilik;
- İkincisi de, Kur'ân'ın bütününde görülen o harikulâde câmiiyettir.
a. Mukattaa Harflerindeki Büyüleyicilik
Kur'ân'ın harflerinde, özellikle mukattaa harflerinde teshir eden bir gariplik ve bir orijinallik vardır.
Mukattaa harfleri, bazı sûrelerin başlarındaki "Elif, Lâm, Mîm" gibi harflerdir. Hâlbuki o güne kadar böyle harflerle ilgili bir şifreleme usûlü hiç görülmemiş ve denenmemiştir.
Evet, Kur'ân'ın sırları onun ruhuna şifrelenmiştir. Bu şifrelerin anahtarları da "mukattaa" harfleridir. Şifrenin ne demek olduğunu bilenler bunu iyi anlarlar. Kulaklığı takan alıcı bir telsiz operatörünün kulağına bizce mânâsız "di-di-dâ-dit; dâ-dâ-dit" gelir. O da bu sesleri "F-G" gibi harflere çevirir ve beşer beşer yazar. Ancak bu harflerden önce operatör bir grup rakam almıştır ki, bütün sır işte bu rakamlardadır. Gelen şifrelenmiş mesaj, işte bu rakamlarla çözülür ve bir mânâ ifade eder.
İsterseniz, mukattaa harflerinin Kur'ân'daki sırlara birer şifre olduğunu buna benzetebilirsiniz. Ama bu sadece bir benzetme. O harfler olmasaydı, Kur'ân'dan binlerce sır çıkaran Muhyiddin İbn Arabî, İmam Rabbânî ve Bediüzzaman gibi kimseler, o hazinenin kapısını açamaz ve Kur'ân'a ait sırlara vâkıf olamazlardı.
Harflere ait şifreleri bilmeye gelince, o tamamen bir ilham işidir. Cenâb-ı Hak, murad buyurduğu insanların gönüllerine bu şifreleri ilham eder. Onlar da kendi devirlerinde Kur'ân'a ait sırları bu şifreler vasıtasıyla çözer ve çevrelerine ilâhî sırları duyururlar. Bu sırlar, mükellefiyetlerimizle alâkalı sırlar değildir. Bunlar, bir tür mâide-i Kur'âniye ve ekstra ihsan-ı rabbaniyedir.
Biz burada, mukattaa harflerine ait mucizevî yönlerin hepsini açıklayacak iktidarda değiliz. Ancak, bir fikir vermek bakımından önemli gördüğümüz birkaç hususa temas edip geçmek istiyoruz.
Kur'ân, mukattaa harflerini intihap ve işleyişte belli bir yol takip etmiştir. Şöyle ki: Kıraat ilmiyle meşgul olanların bildiği üzere harfler mehcûre, mehmûze, şedîde, rahve, kalkale gibi kısımlara ayrılır. Bunlardan bir kısmı yumuşak, diğer kısmı ise şiddetli harflerdir. Mukattaa harflerinde, Arap alfabesinde mevcut harflerin sadece yarısı kullanılmıştır. Kullanılan harfler de yine bir tasnife/tansife tâbi tutulmuş ve yumuşak harfler, şiddetli harflerin iki katı olarak alınıp kullanılmıştır. Böyle bir taksim, kat'iyen rastlantılara bağlı ve tesadüfî olamaz, olamaz ve bu itibarla da, harflerin bu şekilde tanzimi dahi tek başına Kur'ân'ın mucizeliğini ve Allah kelâmı olduğunu işaretlemektedir. Bu hususu şöyle basit ve avamca bir misalle anlatmak mümkündür.
Farz edelim ki, bir yol kenarında belli sayıda direkler bulunuyor. Sonra görüyoruz ki, bu direkler birer tane atlanarak yıkılmışlar.. yani bu yıkılmalarda hep birer direk atlanılmış ve öyle yıkılmış. İşte böyle bir şey tesadüfî olamadığı gibi, esen bir rüzgârla birer direk atlanarak bunların yıkıldığını söylemek de makul bir izah sayılmaz. Zira yıkılan direklerin yıkılmasında, yerinde kalanların ise bırakılmalarında bir kasıt, bir irade ve bir tercihin söz konusu olduğu görülmektedir.
Mukattaa harflerinin seçilişinde de aynı durum bahis mevzuudur ve bu seçilmeler asla gelişi güzel değildir.
Meselâ, Kur'ân'da sadece iki yerde mukattaa harfi olarak " ق " vardır. "ق" harfi ile başlayan Kâf sûresi ve Şûrâ sûresindeki "ق"tır.
İşarî yorumculara göre ق, şifre olarak Kur'ân demektir.. evet, dikkat edildiğinde "ق"ın Kur'ân'a ait bir şifre olduğu görülür. Şöyle ki, her iki sûrede 57'şer tane "ق" vardır. Bunların toplamı 114 eder. Bu rakam, Kur'ân-ı Kerim sûrelerinin yekün adedidir. Demek ki her iki sûredeki "ق" sayısı, remzen Kur'ân sûrelerinin sayısını işaretlemektedir. Zaten her iki sûrenin mânâ ve muhtevası da Kur'ân'la çok alâkalıdır. Kâf sûresi ق وَالْقُرْاٰنِ الْمَجِيدِ diye başlar ve Kur'ân'a kasem eder. Sonunda da فَذَكِّرْ بِالْقُرْاٰنِ مَنْ يَخَافُ وَعِيدِ "Tehdidimden korkanlara Kur'ân'la öğüt ver."[13] der ve sûreyi tamamlar.
Şûrâ sûresi de حم عسقكَذٰلِكَ يُوحِۤي إِلَيْكَ وَإِلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكَ اللّٰهُ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ "Hâ, Mîm, Ayn, Sîn, Kâf. O Aziz ve Hakîm olan Allah, sana ve senden öncekilere böyle vahyeder."[14] ifadesiyle başlar ve Kur'ân'ın bir hususiyetini dile getirerek bitirir. Sûrenin sonunda da aynen şöyle denilmektedir: وَكَذٰلِكَ أَوْحَيْنَۤا إِلَيْكَ رُوحًا مِنْ أَمْرِنَا مَا كُنْتَ تَدْرِي مَا الْكِتَابُ وَلَا الْإِيمَانُ وَلٰكِنْ جَعَلْنَاهُ نُورًا نَهْدِي بِه مَنْ نَشَۤاءُ مِنْ عِبَادِنَا وَإِنَّكَ لَتَهْدِۤي إِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍصِرَاطِ اللّٰهِ الَّذِي لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ أَلَۤا إِلَى اللّٰهِ تَصِيرُ الْأُمُورُ "İşte Sana da böyle emrimizden bir ruh (kalblere can veren bir kitap) vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz onu bir nur yaptık. Kullarımızdan dilediğimizi, onunla hidayete iletiyoruz. Ve şüphesiz ki sen, doğru yola hidayet rehberliği yapıyorsun: Göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibi Allah'ın yoluna. Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah'a döner!"[15]
Görüldüğü gibi her iki sûrenin başı ve sonu Kur'ân'la alâkalıdır. Zaten "ق" ile Kur'ân'a remiz yapıldığını, ardından da her iki sûrede Kur'ân'ın anlatıldığını daha önce işaretleyip geçmiştik. Orada da ifade ettiğimiz gibi, her iki sûrede 57'şer defa "ق" zikredilmiş, toplam sayı ile de Kur'ân sûrelerinin adedi işaretlenmiştir.
Böyle bir tespit, tayin ve şifre kat'iyen tesadüflere verilemez; evet, bütün bunların kendiliğinden olması mümkün değildir.
Hem bu sûre, son inen sûrelerden de değildir. Öyle ise bu tesbit, sûre ve âyetler daha inmeden/indirilmeden onları bilen birisi tarafından belirlenmiştir. Evet, bu, Efendimiz dahil kimsenin işi olamaz. Zira O dahi, Kur'ân'ın nüzulü tamamlanmadan onun 114 sûreden ibaret olacağını biliyor değildi. Bilmediği için de 114 ق ile 114 sûreye işaret etmesi imkânsızdı.
İşte bütün bunlar ve daha nice delâil, Kur'ân'ın Allah kelâmı olduğunu gösterdiği gibi mukattaa harflerinin sıralanış ve adedi de ayrıca mucize çapında bir harikadır.
Kur'ân harflerinde mevcut orijinalliklerden biri de, mukattaa harflerindeki öncelik ve sonralık durumuna göre, sûrede geçen aynı harflerin eksik veya fazla olmasıyla alâkalıdır. İsterseniz bunu da yine bir misalle izah etmeye çalışalım:
Meselâ: Ra'd sûresinin başında الر harfleri vardır. Bu harfler, gösterildiği şekilde tertip edilmiştir. Yani birinci sırada "ا", ikincide "ل", üçüncüde "م" ve dördüncü sırada da "ر" vardır. Enteresandır ki, sûrede geçen bu harfler sayı bakımından da aynı şekilde sıraya tâbi tutulmuşlardır.
Şöyle ki: Ra'd sûresinde 625 "ا", 479 "ل", 260 "م", 127 tane de "ر" vardır.
Bunlardan başka bu sûrede, mukattaa harflerinin sıralanışı ile aynı harflerin sûre içindeki tekrarı da ciddî bir tenasüp ve uygunluk sergilemektedir. Bu durum sadece Ra'd sûresine mahsus da değildir. Meselâ, Bakara sûresinin mukattaa harfleri olanالم 'de sûre içinde aynı esasa göre tekrar edilmiştir. Bu sûrede 4592 "ا", 3204 "ل", 2195 tane de "م" vardır. Sıralanıştaki insicam Bakara sûresinde de kendini korumuştur.
Mukattaa ile başlayan bir başka sûre de "Âl-i İmrân"dır. Aynı ilmî program ve tayin bu sûrede de söz konusudur. Sûrenin mukattaa harfleri الم'dir. Harf sayısı da yine bu sıraya göre tanzim edilmiştir. Sûrede 2578 "ا", 1885 "ل", 1251 "م" mevcuttur. Görüldüğü gibi sıra yine korunmuştur. Harfleri sayılacak olsa, Ankebût ve Rum sûrelerinde de aynı durum görülecektir.
Yâsîn sûresinde ise durum tamamen farklıdır ve aksinedir. Bu sûrede sonra gelen öncekinden daha çok zikredilmiştir. Zira Yâsîn sûresinin mukattaatında harflerin normal sırası tersine dönmüştür. Yani en son harf olan "ي" başa geçmiş, sıralamada ondan önce olan "س" ise sona kalmıştır. Öyle ise bu harflerin sûre içindeki tekrar edilme sayısı da tersine dönmeli, "س" daha çok, "ي" ise daha az olmalıdır. Nitekim öyle de olmuştur.
Mukattaa harfleriyle alâkalı hususu işin erbabına bırakarak şimdilik bu kadarla iktifa etmek istiyoruz.
b. Kur'ân'ın Umumî Mânâdaki Câmiiyeti
Kur'ân-ı Kerim, çeşitli devirlerde yaşayan her seviyede insanın anlayışı ve fikrî kapasitelerine ayrı ayrı riayet etmekte eşsiz bir üslûp ve beyana sahiptir. O, öyle bir dil kullanır ki, nazil olmaya başladığı devrin insanları, o dili çok rahatlıkla anladıkları gibi asırlar sonra gelen insanlar da aynı dili rahatlıkla anlayabilirler. O, maksadını öyle bir üslûpla ifade eder ki, bizzat gökler ötesi âlemden onu alıp getiren Cibril, onun ifadelerinden kendine göre mânâlar çıkarır, Efendimiz onun esrarını kendi ufku açısından anlar, sonrakilerin istifadeleri de kendilerine göre olur. Tabiî bunun yanında dağda koyun güden bir çoban, saban süren bir çiftçi, ev işleriyle meşgul bir kadın veya bir bedevi de o Kur'ân'dan neler ve neler anlar...
Asırlar asırları kovalar; Ebû Hanifeler, Şafiiler, Ahmed b. Hanbeller, İmam Malikler ve daha nice devâsâ kametler ve eşsiz dehalar ona talebe olur, ruh ve kalbleriyle ona yönelir ve ondan ne lâl-ü güherler elde ederler. Aslında bizim gibi onlara çıraklık dahi yapamayacak insanların ona müracaat ettiklerinde alacak pek çok şey bulmaları onun ne cömert bir kaynak olduğunu gösterir. Allah için, bu nasıl bir ifade tarzıdır ki, Mele-i A'lâ'nın sakinleri de ondan yararlanmakta, kültür ibresi sıfırı gösteren kimseler de ondan istifaze etmektedir. İnsanın beynini donduracak bu harika keyfiyeti, Cenâb-ı Hakk'a vermeden ve Kur'ân'ın Allah kelâmı olduğunu kabullenmeden izah mümkün değildir.
Bilindiği gibi, çevrenin insan üzerinde tesiri büyüktür. İstidat, kabiliyet ve melekelerde inkişaf, müsait şartların hazırlanmasıyla olur. Sarayda yetişmiş, hususî mürebbiyelerce terbiye edilmiş, hususî öğretmenlerden ders almış ve böylece ruhu, hisleri, kalb ve kafası mamur hâle gelmiş bir insan, elbette ki sokaktaki herhangi bir fertten farklı seviyede bir donanıma sahip olacaktır.
Bu itibarla da onu muhatap alanlar ifadelerinde, en azından onun seviyesini tutturmak zorundadırlar. Tabiî bu ifadeler sokaktaki bir insanın başının üstünden uçup gidecektir. Ne var ki, hitap eden Kur'ân olunca, işin mahiyeti de değişmektedir. O, sarayda yetişmiş insanla, sokaktaki insanı aynı anda huzuruna alır ve her ikisine de aynı ifadelerle hitap eder; neticede her ikisi de kendi seviyelerine göre onu anlar, ona talebe olur ve onun irşad halesine girerler. İşte, biz buna, Kur'ân'ın "Câmiiyet"i diyoruz. Kur'ân'a ait bu hususiyeti, Efendimiz bir hadislerinde şöyle dile getirirler: "Her âyetin bir zahrı, bir batnı, bir son sınırı (serhaddi), bir de serhat ötesi vardır. Ayrıca bunların hepsinin de hem dalları hem de bir kısım yaprakları vardır."[16]
"Zahr" sırt, "batın" karın demektir. Bununla, görünen veya açıkça görünmeyen mânâlar kastedilir. Ancak bu görünmeyen mânâlar da gözüne firaset sürmesi çekilmiş kalb ehli tarafından görülebilir. Bu da gayet normaldir.
Nasıl ki, nice ışık ve ses dalgalarını biz normal şartlarda çıplak gözle göremez ve kulaklarımızla işitemeyiz; hâlbuki bir radyo veya televizyonun düğmesine dokunduğumuzda bunlar işitilip görülür hâle gelir; bunun gibi Kur'ân'ın da böyle görünmeyen bir kısım mânâları vardır ki, onları ancak gönül erleri anlar ve idrak ederler. Kur'ân'ın bâtınî mânâlarını bir araya getiren yüzlerce cilt tefsir yazılmıştır. Bunlardan bir kısmı bütün Kur'ân'ı, bir kısmı birkaç sûreyi, diğer bir kısmı sadece bir sûre veya âyeti tefsir etmişlerdir. Cenâb-ı Hak kimin gönlüne ne kadar ilham etmişse, o da bize o kadarını intikal ettirmiştir.
Her âyetin bir "haddi" bir de "muttalaı" vardır. Bazen âyetlerin mânâsı menşe itibarıyla kavranır. Bazen de bu kavrama netice itibarıyla olur. Bundan başka her "zahr"ın, her "batn"ın, her "had" ve "muttala"ın da değişik dalı, budağı, yaprağı ve meyvesi vardır ki, bunlara ulaşmak yüce kâmetlerin işidir. Ayrıca her devir insanı da bunlara muttali olamaz. Belki önceleri anlaşılmayan bu hakikatler daha sonraki devir ve asırlarda anlaşılacaktır.
Onun içindir ki, Kur'ân asla zaman aşımına uğramaz. Kur'ân'ın gençlik ve tazeliği kıyamete kadar bâkîdir. Daha dünyanın ömrü elli asır devam etse, o gençlik ve şebâbetinden hiçbir şey kaybetmeyecektir. Nitekim bugüne kadar yazılmış binlerce, yüz binlerce tefsir bunun apaçık delilidir. Son mü'min, son nefesini verinceye kadar da Kur'ân talebeleri kendi seviye ve kapasitelerine göre ondan hep değişik mânâlar devşirecektir. Kur'ân'ın ilâhî câmiiyeti de bunu gerektirmektedir.
Biz burada Kur'ân'ın bu özelliğini bir-iki misalle göstermeye çalışacağız. Neticede görülecektir ki, Kur'ân her insana ve her devrin insanına ayrı ayrı hitap etmek gibi bir hususiyetin tek ve yegâne beyan âbidesidir. Ondan başka hiçbir kelâmda bu harika keyfiyete şahit olmak da mümkün değildir.
Birinci misal: Nebe sûresindeki أَلَمْ نَجْعَلِ الْأَرْضَ مِهَادًا "Yapmadık mı arzı bir beşik?"[17] âyetidir. Şu üç-dört kelimelik âyette, Kur'ân'ın nasıl bir câmiiyete sahip olduğunu görürsek, sair âyet ve sûreleri buna kıyas ederek daha net bir değerlendirme yapabiliriz.
Âyet, yerin bir beşik olarak hazırlandığını söylüyor. مِهَاد; مَهْد veya مُهْد kökünden gelir ki, beşik veya döşek demektir. Bu mânâya göre yeryüzü, üzerinde rahat gezilebilen bir beşik gibidir. İnsanın ihtiyacı olan her şey orada hazır hâlde bulunmaktadır. Âyetten bu mânâyı anlamak için ayrıca öyle derin ilim, irfan ve araştırmaya da ihtiyaç yoktur. Zira bunlar, herkesin müşâhede edebildiği türden şeylerdir.
Edebî zevk sahibi biri bu âyetten şöyle bir mânâ anlar: Zemin öyle bir beşik ve bir döşek gibi hazırlanmıştır ki, insan onu her zaman bir ana kucağı sıcaklığında bulur ve hep huzur soluklar. Ayrıca o, sürekli bir beşik gibi sallanmaktadır; ancak bu sallanma, o denli âhenkli, düzenli ve dinlendiricidir ki, insan ona "Beşiğim" diyebilir. Eğer o hareket ve sallanma böyle bir âhenk ve nizamla olmasaydı, hiçbir şey yerinde, kararında kalmaz ve biz de şimdilerde tadıp duyduğumuz huzuru kat'iyen bilemezdik. Oysaki o vaz'ı ve konumu itibarıyla şefkatli bir ananın salladığı beşik gibi sallanıyor. Öyle ki biz, bu sallanmanın farkına bile varamıyoruz. Bu da dünyayı bizim için hazırlayan Zât'ın nasıl sınırsız bir şefkate sahip olduğunu gösteriyor.
Evet, madem dünya O'nun tasarrufundadır ve O'nun tasarrufuyla sallanmaktadır; öyle ise endişe edecek, korkacak, tedirgin olacak bir şey de yoktur. İşte bu düşüncedir ki, ruhlarımıza ılık bir güven duygusu vermekte ve çocuğun, annesinin salladığı beşikte duyduğu aynı güveni duymakta ve çevremizde olup biteni değerlendirdiğimiz ölçüde hep huzurla soluklanmaktayız.
مِهَاد kelimesinin bir mânâsı da düz yer ve satıh demektir. Düşünce ufku itibarıyla biraz daha derinleşmiş bir insan ise bu âyetten şu mânâyı anlar: Her insan, bulunduğu nokta ve yer itibarıyla zemini yuvarlak değil de düz bir satıh gibi görür. Yani aslında dünya küre şeklindedir ama insanların, bulundukları yerleri düz satıh şeklinde görmeleri hiss-i zâhirin gereğidir. Hele bir de bundan asırlarca öncesi düşünülecek olursa
Bu hususlar farklı bir zaviyeden âyetin yorumu. Diğer açıdan dünyanın küre şeklinde olduğuna işaret eden o kadar çok âyet vardır ki, yeri geldiğinde icmâlen dahi olsa onlara da işaret edilecektir.
Evet, görülüyor ki, bu kısacık âyet ayrı ayrı tabakalardaki insanlara, ayrı ayrı mânâlar ilham etmekte ve her tabaka da kendine bakan mânâ yönüyle tam tatmin olmaktadır.
İkinci Misal: Kur'ân, وَالْجِبَالَ أَوْتَادًا "Dağları kazıklar yapmadık mı?"[18] buyuruyor.
Buradaki istifham, isbâtîdir. Bu da "Dağları kazık yaptık." demektir. Âyetin sadece zâhirî mânâsına bakan ve değerlendirmesini bu şekilde yapan ümmî bir insan, dağları karşıdan kazıklar şeklinde görür ve kendi seviyesine göre bu ifadeyi yerinde bulur. Zaten dağların duruş şekli de, yere çakılmış kazıklara benzemektedir.
Bir şaire bu âyet, –Bediüzzaman üslûbuyla[19]– şu mânâları ilham eder: Evet, şairane bir ruha göre yeryüzü bir taban, sema da yıldızlarla yaldızlı bir tavandır. Semanın etekleri ufuklarda dağların başına binmiş veya dağlar semanın eteklerine omuz verip onu tutuyor gibidir. Böylece dağlar, âdeta tavanı tutan sütunlara benzerler. Dünya bu hâliyle, bir kasrı, bir sarayı andırır. Öyle ki bu sarayın tavanında milyonlarca ışıl ışıl seyyar lambalar, sarayın tabanı ise yemyeşil halılar gibi otlar, rengârenk ve çeşit çeşit çiçeklerle süslenmiştir. Düşünün ki, böyle büyük bir sarayın tavanıyla tabanını birleştiren dağlara sütunlar nazarıyla bakmak ne kadar latîftir..!
Hayatını çadırda geçiren bir göçebeye gelince, o da bu âyetten kendine göre bir şeyler anlar. Şöyle ki, onun nazarında dağlar, mahrûtî (konik) birer çadır gibidirler. Ne var ki, bunlarla göçebelerin çadırları arasında bir fark vardır; o da, bu çadırlar, ihtişam ve rasânetleriyle her şeyi aşan bir sonsuz kudretle ayakta durmaktadır. Göçebe meseleyi böyle görür ve böyle değerlendirir. Demek ki âyetin mânâsından o da istifade etmekte ve kendine göre bir şeyler anlamaktadır.
Bir idareci de bu âyetten devlet sistematiğini anlar. Evet, devlet, toplumun sevk ve idare vazifesini üstlenmiş bir kuruluş gibidir. Tabir-i diğerle o, bir ülkede bir hükümete ve ortak nizama bağlı yaşayan bir topluluğun meydana getirdiği siyasî ve idarî bir teşkilattır. Onun da aynen dağlar gibi mahrûtî bir yapısı vardır. Zira devlet, hiyerarşi esasına göre kurulmuştur. Bu şekilde oluşamamış toplumların ayakta durması imkânsızdır. Evet, dağların birer kazık olması, işte bu mânâları da çağrıştırır.
Diğer taraftan, insan hayatının devamını sağlayan toprak, hava ve su gibi ana unsurlarla ciddî irtibat ve alâkası yönüyle de dağlar umumî hayat için birer kazık hükmündedirler.
Şöyle ki, dağlar suların mahzenidir. Bir canlının hayatını devam ettirebilmesi için su vazgeçilmez bir unsurdur. Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Kerim'de her şeyi sudan yarattığını haber vermektedir. İnsan vücudunun %70'ten fazlasının su olması, insan hayatında suyun ne derece ehemmiyetli olduğunu gösterir. Diğer canlı ve bitkiler de insanlardan farklı değildir. Şöyle böyle onların da vücut yapılarının %70'inden fazlasını su teşkil etmektedir. Bu bakımdan suyun ehemmiyeti tartışılamaz. Hayatı ayakta tutan ve temel unsurlardan biri sayılan suya mahzenlik yapan ise dağlardır. Öyle ise, dağların, suların mahzeni olarak hayata direklik yaptığını söylemek zannediyorum en uygun olanıdır.
Diğer taraftan, hayatı devam ettiren unsurlardan ikincisi olan havanın tasfiye ve temizlenme işleri de büyük ölçüde dağlar vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Evet, dağlar, havayı tarar ve tasfiye ederler. Demek ki, hava da bir yönüyle dağlara dayanmaktadır. Evet, temiz hava olmasa insan yaşayamaz. Öyle ise, insan hayatının devamı adına dağların önemi çok büyüktür. Diğer taraftan, insanlarla dağları baştan sona örten bitki ve ağaçlar arasında karşılıklı gaz alışverişi olmaktadır. Şöyle ki, bitkiler karbondioksit alıp oksijen vermekte, insanlar ise, tam tersine oksijen alıp karbondioksit vermektedirler. Bu da, insan hayatı için ayrıca önem arz eden hususlardan bir diğeridir.
Dağlar, toprağı da korur, ona dâyelik ve annelik yaparlar. Eğer dağlar olmasaydı, denizler yeryüzünü istila ederdi ki, o zaman yeryüzünün ne hâl alacağını kestirmek zor olmasa gerek. Evet, işte böyle bataklık hâline gelmiş bir dünyada insanın yaşaması çok kolay olmayacaktı. Öyle ise, toprağın bu şekilde korunması insan hayatının devamı adına çok önemlidir. Yani insan hayatının devamı birçok yönüyle dağlara bağlıdır.
Ayrıca, yağan yağmur ve akan sellerle toprak durmadan aşınmaktadır. Eğer aşınan toprak, dağlarla beslenip takviye edilmeseydi, şu anda yeryüzünde bir avuç toprak kalmayacaktı. Yeryüzünde toprak kalmayınca da, orada insanla beraber pek çok canlının yaşaması da mümkün olmayacaktı. Hâlbuki dağlar devamlı surette toprağı beslemekte ve böylece hem toprağın hem de pek çok canlının yaşama ortamı korunmaktadır.
Bu itibarla herhâlde canlılar âlemiyle meşgul olan bir ilim adamı da, "Dağları kazıklar yapmadık mı?" âyetinde bunları ve bunlara benzer daha nice mânâları anlayacak ve Kur'ân'ın câmiiyeti karşısında o da iki büklüm olacaktır.
Herhâlde bir jeolog da bu âyetten nasibini alacak, kendine göre önemli şeylere ulaşacaktır. Evet, küre-i arz içinde her an çeşitli inkılâplar olmakta, bu inkılâplarla bazı madenler çözülmekte ve yeni yeni terkiplere girmektedir. Arzdaki bu değişim ve karışımlar, hiddetlenen bir insan gibi, yerkürenin içinde infialler ve infilaklar meydana getirmektedir. Yanardağlardan fışkıran lavlar bu iç muhtevanın sesi-soluğudur ve yerküre âdeta bu yolla deşarj olmaktadır. Tabiî böylece, daha büyük homurdanmaların da önü alınmaktadır.
Yanardağlarda lavların fışkırdığı yerleri öfkeli bir insanın ağzına benzetecek olursak, dünya bu ağızlar vasıtasıyla âdeta "of" demektedir. Tabiî ki onun "of"laması kendi çapına göre olmakta ve yerküre bu iş için kendi çapına uygun ağızlar kullanmaktadır. Elbette ki bu büyük "of"lama bazı yerlerde sarsıntı da meydana getirmektedir; ancak yerküre böyle nefes almasa ihtimal değişik şekilde çatlayacaktır. Evet, küre-i arz, dâhilî inkılaplardan meydana gelen sıkıntılarını lavlarla dışarıya püskürtmekte ve sükûnete ermektedir. Durum böyle olunca da kendisinden lavlar fışkıran yanardağlar, bir bakıma umum dünyanın selâmeti adına birer kazık ve birer koruyucu demektir.
Bu âyetten başka bir mânâyı da şöyle anlamak mümkündür: Malumdur ki, çakılan kazık veya çivinin satıh üstünde kalan kısmı, alttaki kısma göre çok daha azdır. İşte dağları kazık veya çiviye teşbihte bu mânâya da işaret edilmiştir. En yüksek dağların dahi altta kalan kısmı yukarıda görülen kısmından kat kat fazladır. Çakılmış çivinin başıyla uzun kısmı arasındaki nispet farkı, dağlar için de aynen geçerlidir. Hâlbuki bu tespit, ilim adamlarınca henüz keşfedilmiştir. Kur'ân ise bu hakikate asırlarca önce işaret etmiştir.
İşte, iki-üç kelimelik âyetlerde bile, görüldüğü gibi, hep böyle birçok yönlülük ve bir câmiiyet söz konusudur ve aslında bu özellik Kur'ân'ın pek çok âyetinde mevcuttur.
Üçüncü misal:أَوَلَمْ يَرَ الَّذِينَ كَفَرُۤوا أَنَّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا "O kâfirler görmediler mi ki, gökler ve yer bitişik idi de, Biz onları ayırdık."[20]
Evvelâ, âyeti teşkil eden kelimeler üzerinde durarak kısa bir tahlil yapmak uygun olur:
Küfretme mânâsında kullanılan كَفَرَ bir şeyi örtmek, kapatmak demektir. Onun içindir ki, tohumu örten çiftçiye de bu ameliyesi sebebiyle Arapça'da "kâfir" denir. كَفَرَ الْحَبَّةَ sözüyle anlatılmak istenen mânâ da budur. Kâfire, kâfir denilmesinde de bu espri mevcuttur. Yani o, içindeki mârifet kabiliyet ve istidadını setretmiş ve onlara inkişaf etme imkânı vermemiş demektir. Böylece kalb, yüce hakikate kapalı kalmıştır. Ama bu bir neticedir. Onu bu neticeye götüren ana sebep, onun körler gibi yaşamış olması ve gerçeklere göz kapamasıdır.
Evet, kâfir, kalbini, kafasını ve bütün duygularını ihmal edip âtıl bırakan, hatta onları deformasyona uğratan insan demektir ki, âyet, hayatlarını böyle gaflet içinde geçiren ve ömürlerini cismaniyetin karanlık istekleri istikametinde tüketen insanları ve onların akla, mantığa ters tavırlarını bu kelimeyle deşifre eder.
Bitişik mânâsına gelen رَتْق kelime olarak yırtığı dikilmiş kumaş veya parçaları bir araya getirilerek birleştirilmiş nesne demektir. Bununla, yerin ve göklerin daha önceleri sıvı veya gaz hâlinde bir bütün olduğunun anlatıldığı açıktır. Evet, demek ki bir dönemde sema henüz yırtılmamış bir bütün ve hadis-i şerifte "amâ" olarak anılan bu ürperten hâliyle ilâhî tecellînin öyle bir arşıydı ki, bütün yıldızlar, sistemler, galaksiler, nebülözler bu zemin ve bu tarlada çimlenip gelişeceklerdi. (Bu mânâları âyetten nasıl çıkardığımızı ileride anlatacağız.)
Mealde, ayırma kelimesiyle karşıladığımız فَتْق yırtığı çözmek, açmak, fethetmek gibi mânâlara gelir. Âyetteki yeri itibarıyla, bir araya gelmiş gazları birbirinden ayırmaya فَتْق denir. Ayrıca فَتْق tesbih tanelerini ipe dizmek mânâsına, kapalı bir muammayı çözmeye de denir ki, bu şümûlünden ötürü âyette, diğer müradifler değil de فَتْق kelimesi kullanılmıştır. Zira o, söz konusu bütün mânâları içine alan kapsamlı bir kelimedir.
Şimdi de biraz, her kesimin bu âyetten ne anlayıp nasıl istifade edebileceğini arz etmeye çalışalım:
Evvelâ, âlim-âmi herkesin anlayacağı şu mânâ çok önemlidir:
Gökler ve yer henüz aralarında bir nizam ve âhenk teessüs etmemiş; sema yağmursuz, bulutsuz, zemin de geleceğine emanetti. Bu baş döndüren heyulanın parçaları arasında ne bir buhar alışverişi ne de bir başka münasebet vardı.. küre-i arz var olduktan sonra da ne gökten yere yağmur düşüyor ne de yerden yukarılara buhar yükseliyordu. Henüz yer-gök belirsizdi, gece-gündüz birbirinden ayrılmamıştı. Zemin döl yatağında, atmosfer de "altında da üstünde de hava bulunmayan amâ"nın bağrındaydı. Daha sonra, Cenâb-ı Hak, nizamsız, âhenksiz gibi görünen bu dev kitleye bir nizam ve âhenk verdi ve tesbih tanelerini ipe dizer gibi dizdi ve her şeyin emrine musahhar olduğunu gözler önüne serdi.. arzı-semayı yarattı, zemini atmosferle donattı ve her şeye sonsuz gücünün ilhamlarını duyurdu. Öyle ki artık, gök gürledikçe zeminin yüzünde hayat gülücükleri açıyordu.
Bu seviyenin biraz üstündekiler ise, âyetten şu hususları çıkarabilirler:
Gök ve yer, biçimsiz, şekilsiz, işe yaramaz gibi bir görünümde idi... Her fiilinde binlerce hikmet bulunan ve abes iş yapmaktan münezzeh olan Allah (celle celâluhu), bütün gökleri ve yerleri bir hikmet ve bir gaye için yaratacaktı; yarattı ve gökleri, yeri bir biçime, bir şekle soktu; öyle ki dünyayı bir saray, semayı da ona yıldızlarla yaldızlanmış tavan hâline getirdi.. ve insanı da o saraya sultan yaptı; yaptı ve her şeyi âdeta onun emrine verdi. Böylece insan yeryüzünün halifesi oldu. O, iradeye emanet hususlarda istediği her şeye müdahale edebilecek ve arzuladığı şeyler de büyük ölçüde yerine getirilecekti. Sanki dünya, bir beşik, insan da o beşikte istirahat eden nazlı-nazenin bir bebekti. Varlık bütünüyle onun gözünün içine bakıyor ve onun işaretleri de âdeta dua ve emir sayılıyordu. Oysaki ona hizmet eden bu varlıklar şayet kendi başlarına buyruk olsalardı, ne onu tanır ne de onun emrine koşarlardı. Her şeyi ona musahhar kılan Cenâb-ı Hak'tı ve Cenâb-ı Hak, bu suretle insanlara sonsuz ihsanlarda bulunmuştu...
Günümüzün bilgi, tecrübe ve anlayışıyla bu âyete müracaat edenler ise, âyetten şu mânâları çıkarabilirler:
Fezada pek çok sehâbiye (nebülöz) vardır. İhtimal bizim sistemimiz de buhardan bir sehâbiye idi. Gitgide (Allah'ın iradesiyle) sıcaklığını kaybeden bu gaz kütlesi büzüldü, dönüş hızı arttı ve artan hızdan ötürü anilmerkez (merkezkaç) kuvveti altında, Allah'ın kanun ve meşîetiyle ana kütlenin helezonik şekli açılıp yarıldı. Sonra da Cenâb-ı Hak, bu açılan kütlelerden seyyareleri meydana getirdi. Bu seyyareleri, hem merkezdeki güneşin çekimi tesirinde onun etrafında hem de kendi etraflarında döndürmeye başlattı
Evet, bunun böyle anlaşılması âyetin ruhuna uygundur, zira رَتْق kelimesinin ruhunda "mâi hâlinde bir bütün, yapışkan bir madde, birbirini çeken bir nesne" gibi mânâlar da vardır. "Gök ve yer, mâi hâlinde veya gaz hâlinde bir bütündü." Derken, Cenâb-ı Hak onları fethetti, açıverdi, şekillendirdi ve sisteme koydu.
Burada yeri gelmişken şu nükteyi de ifade etmeden geçemeyeceğim:
Kur'ân-ı Kerim, "kâfirler" sözüyle elbette ki sadece 1400 sene evvel ayağının ucunu zor gören ve çölden dışarıya hiç çıkmamış, çıplak gözüyle yıldızları anlamaya çalışan kâfirleri kastetmiyordu. Esasen, o günün insanına "Gökler ve yerler bir bütündü, sonra Biz onları parçaladık, birbirinden ayırdık." ifadesi, çok fazla bir şey de ifade etmezdi. Yani o günün insanı bu ifadelerden bugün bizim anladıklarımızı anlayamazdı. Bu itibarla da âyetin bugüne bakan mânâsına muhatap olan, buradaki "kâfirler" sözüyle o devrin kâfirlerinden daha ziyade, hakikatlere göz yuman, bugünün kâfirleri olsa gerek.
Görüldüğü gibi bir tek âyet, bir tek ifade ile ayrı ayrı seviyedeki insanlara ayrı ayrı şeyler anlatmakta ve her insana kendi seviyesine göre çok farklı şeyler ilham etmekte.. evet, daha önce de söylediğimiz gibi, böyle bir câmiiyet sadece ve sadece Kur'ân'a mahsustur ve daima da öyle kalacaktır. Zira hiçbir beşer sözüyle böyle bir televvüne ulaşmak mümkün değildir.
[1] Bakara sûresi, 2/23-24.
[2] Bkz.: es-Suyûtî, el-İtkân 2/313-314; Hüseyin Cisrî, Risâle-i Hamîdiye (Türkçe terceme) s.42.
[3] Kâria sûresi, 101/1-11.
[4] İbnü'l-Cevzî, Keşfü'l-müşkil 3/320; İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'ân 2/412.
[5] Enbiyâ sûresi, 21/46.
[6] Bkz.: Buhârî, menâkıbü'l-ensâr 40, rikak 51; Müslim, îmân 362-364.
[7] Bakara sûresi, 2/3.
[8] Buhârî, vesâyâ 16, cihâd 103, menâkıb 23; Müslim, tevbe 53.
[9] Bakara sûresi, 2/264.
[10] Âl-i İmrân sûresi, 3/159.
[11] Âl-i İmrân sûresi, 3/159.
[12] el-Hâkim, el-Müstedrek 2/550; Abdurrezzak, Tefsîru's-San'ânî 3/328.
[13] Kâf sûresi, 50/45.
[14] Şûrâ sûresi, 42/1-3.
[15] Şûrâ sûresi, 42/52-53.
[16] Bkz.: Abdurrezzak, el-Musannef 3/358; Ebû Ya'lâ, el-Müsned 9/278; et-Taberânî, el-Mu'cemü'l-evsat 1/236.
[17] Nebe sûresi, 78/6.
[18] Nebe sûresi, 78/7.
[19] Bediüzzaman, Sözler s.421 (Yirmi Beşinci Söz, İkinci Şua).
[20] Enbiyâ sûresi, 21/30.
- tarihinde hazırlandı.