Kur'ân'ın mânâsındaki çok yönlülük
Buraya kadar anlattıklarımız, daha ziyade Kur'ân'ın lafızlarındaki derinlik ve çok yönlülükle alâkalıydı. Bir de Kur'ân'ın mânâsında farklı bir derinlik ve câmiiyet vardır ki, o, bu yönüyle de harikadır, mucizedir.
Evet, onun mânâsında öyle bir câmiiyet vardır ki, asırlardır fakihler ondan istifade ve istinbat ile sayıları yüz binlere ulaşan eserler meydana getirmiş ve dünya kadar kitap yazmışlardır. Ârifler, irfan peteklerini onun bal özüyle doldurmuş ve bal akan kitaplarıyla milyonlara şeker-şerbet sunmuşlardır. Âşıklar, ondan aldıkları ilhamlarla coşmuş, cezb u incizabın gelgitleri arasında ne aşk ve muhabbetnâmeler meydana getirmişlerdir. Binaenaleyh, ister fıkıh, ister tefsir, ister kelâm, isterse tasavvufa dair bugüne gelinceye dek ne kadar eser meydana getirilmişse hepsinin kaynağı, esası, temeli Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan'dır.
Evet, Kur'ân, bir taraftan Ebû Hanife, Şafii, İmam Malik, Ahmed b. Hanbel gibi dev fakihleri yetiştirirken, diğer taraftan da Şeyh Hasan Şazilî'ye, Ahmet Rifâî'ye, İmam Rabbânî'ye, Abdülkâdir Geylânî'ye ve daha nicelerine rehberlik yapmış ve onları vilâyet semasının ayları, güneşleri hâline getirmiştir.
Evet, bu öyle bir zenginliktir ki, ormanlar kalem, denizler de mürekkep olsa ve durmadan onun ruhundaki mânâlar yazılsa yine de bitmeyecek ve tükenmeyecektir. Delil mi istiyorsunuz? İşte size ölçü olabilecek küçük bir delil:
Bir insan, günde yüz sayfa okumak şartıyla sadece Hanefi fıkhına dair yazılmış eserleri okumaya kalksa, bu iş için seneler isteyen bir zamana ihtiyacı olacaktır. Diğer mezheplere ait fıkıh kitapları bu hesaba dahil olmadığı gibi, Hanefi fıkhına dair henüz bilinmeyen ve basılmadık eserler de dahil değildir. Bizim bilmediğimiz, adını dahi duymadığımız kim bilir daha nice kitaplar var ki yok olup gitmiş veya henüz matbaa mürekkebi görmemiştir.
Demek oluyor ki, diğer mezhepleri de hesaba katacak olursak, sadece fıkıhla alâkalı eserleri okumak, birkaç insanın ömrünü alabilecektir. Tefsir, kelâm, hadis, tasavvuf gibi diğer sahalarda yazılan eserleri de buna kıyas edecek olursak, ne büyük rakamlarla karşı karşıya kaldığımızı görür ve ürpeririz. Evet, işte bütün bu çağlayanlar hep Kur'ân menbaından akıp gelmektedir. Ve kıyamete kadar da akıp duracaktır.
Bu itibarla denebilir ki, Kur'ân hazinesinin cevherleri bitip tükenecek gibi değildir. Zira ondaki mânâ zenginliğinin arkasında nâmütenâhî bir "ilim" vardır.
Kur'ân, kâinatı bir bütün olarak ele alır ve öyle değerlendirir. Var olan hiçbir şey onun ilgi sahasının dışında kalmaz. Evet, Kur'ân zerreden küreye bütün mevcudatı âdeta hallaç eder. Zâhir-bâtın, iç-dış, öz-kışır her şey bütün ahvaliyle ve derecesine göre onda yerini alır.
Kur'ân-ı Kerim'in, bütün varlığı ihtiva ettiğini, her şeyden söz açtığını az dikkat eden hemen herkes anlar.
Meselâ, o, "zerre" unvanı altında atomlara yemin eder. Onların baş döndürücü keyfiyetlerini nazara verir. Böylece bu küçük parçacıklar da Kur'ân'da kendilerine ayrılan yeri almış olurlar. Küçüklüklerinden dolayı Kur'ân'ın ihâtası dışında kalmazlar. Evet, atomların sırlı deveranından, rüzgârların huzurbahş cereyanlarına kadar her şey Kur'ân'da mânâ ve değerine göre yerini alır; sıradanlıktan sıyrılır ve tasavvurlarımızı aşan değerlere ulaşır. "Andolsun; birbiri ardınca gönderilenlere. Rüzgâr gibi esip savuranlara, yaydıkça yayanlara, ayırdıkça ayıranlara."[1]
Bir de bakarsınız Kur'ân, bu deveran ve cevelanı o sûrede bırakır, başka bir sûrede ve başka bir âyette insanın kalbini, ledünniyatını ve iç yapısını ele alır; "Bilin ki, Allah kişi ile kalbi arasına girer."[2] der, zâhirden bâtına geçer ve gaybî bir mesele ile ruhlarda ayrı bir ürperti hâsıl eder.
İnsanı kalbi ile ele alan Kur'ân, onun iradesini de ihmal etmez. Evet, insan iradesinin tahlili de en çarpıcı şekilde yine Kur'ân'la seslendirilir.
"Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz."[3] İşte insan iradesi ve kadere ait nice sırlar, bu ifadede düğümlenmektedir.
Sonra, insanın ilk yaratılışına dikkati çeker. İçinden binlerce nebi, veli ve bunun yanında binlerce de Firavun ve Nemrut çıkaran insanın asıl yapısını, aslî cevherini de yine Kur'ân ortaya koyar: "Sizi adi bir sudan yaratmadık mı? Onu, bir karar-ı mekîne (sağlam bir yerleşme zeminine) koyduk. Belli bir süre içinde de biçimlendirdik. Ne güzel biçim vereniz Biz!"[4]
Ne var ki insan, hep bu güzel şekilde ve kıvamında kalamamıştır.
"Allah, sizi yaratan sonra da öldürendir; içinizde kimini de ömrünün en reziline (bebeklik çağı gibi güçsüz ihtiyarlık çağına) iletir ki, neticede o, biraz bilgiden sonra hiçbir şeyi bilmez olur. Doğrusu Allah bilendir ve her şeye kadirdir."[5]
Bu durum, geçici dünya hayatında geçici bir akıbettir. Temiz ruhları ebedî bir rahat ve huzur beklemektedir ki, ahiret âlemini anlatan yüzlerce âyet hep bu gerçeği nazara verir.
İnsan ölür. Her ölen insanla beraber hususî bir kıyamet kopar. Güneş dürülür, yıldızlar dağılır, dağlar yerlerinden oynar. Bu da daha büyük bir kıyamettir.
Kur'ân bu neticeyi anlatmayı da ihmal etmez; "Güneş dürüldüğü zaman, yıldızlar kararıp döküldüğü zaman..."[6] der. İnsana, güneşin ziyasının çekileceği, yıldızların bağı kopmuş tesbih taneleri gibi döküleceği bir müthiş anı hatırlatır ve gönüllere ürperti salar; salar ve şöyle der: "Buraya geldiğin gibi gideceksin, dünyaya burada kalacağın kadar meylet. Neticede gideceğin ve ebedî kalacağın menziline de ciddî hazırlık yap. Ahiret yurdu için çalış. Dünyadan da nasibini unutma..."[7]
Kur'ân, kâinatın yaratıldığı ilk devreye de dikkat çeker ve: "Sonra duman hâlinde bulunan göğe yöneldi, ona ve arza: 'İster istemez gelin!' dedi. Onlar 'İsteyerek geldik.' dediler."[8] diyerek, Cenâb-ı Hakk'ın iradesini semaya tevcih ettiğini, hâlbuki semanın o ana kadar sadece bir duman olduğunu anlatır. Sonra Cenâb-ı Hakk'ın o semayı tesviye ettiğini, düzelttiğini, bir biçime koyduğunu, zemin ve göklerin de isteyerek, arzu ederek O'nun kanunlarına boyun eğdiğini, kâinatın bir kitap gibi yazıldığını, okusunlar diye şuur sahiplerinin nazarına arz edildiğini anlatır ve gönüllerimize ihtiyaç duyduğu her şeyi fısıldar ve alâkadar olduğumuz her problemi halleder.
Maddî kâinatların yaratılış keyfiyetine temas eden Kur'ân, onun değiştirilip dönüştürülmesini açıklamayı da ihmal etmez ve onu da kendi üslûbuyla seslendirir: "O gün (kâinatın bir sayfası olan) göğü, tıpkı bir kitap eczası gibi düreriz."[9] der.
Bir başka âyet, sırların ortaya döküleceği o günü haber verme sadedinde: "O gün bütün sırlar ortaya dökülür."[10] der.. ve işte o gün insanın eli, dili, ayakları kendi aleyhinde şahitlik yapar ve ona altından kalkılmaz hâller yaşatır. Evet: "O gün dilleri, elleri ve ayakları onların yaptıklarına şahitlik edecektir."[11] der ve sinelere ürperti salar.
İş bununla da kalmaz, o gün herkes birbirinden, hatta en yakınlarından da kaçarak saklanacak delik arar. Evet; "O gün kişi kaçar kardeşinden, anasından, babasından, eşinden ve oğullarından. Zira o gün, onlardan her kişinin kendisine yeter derecede problemi vardır."[12] denilerek o günün dehşeti gözler önüne serilir.. evet, o gün cidden dehşet verici bir gündür ve insanın o gün için dünyada iken yaptığı amellerden başka hiçbir sermayesi de yoktur. Herkes çalıştığının karşılığını o gün tam ve eksiksiz olarak görecektir. İşte şahidi: "Artık kim zerre ağırlığında hayır yapmışsa onu görür. Ve kim de zerre miktarı şer yapmışsa o da onu görür."[13] hakikati, olduğu gibi zuhur eder ve yüzler amellere göre şekillenir: "O gün bazı yüzler ağarır, bazı yüzler kararır."[14]
Sonra Kur'ân, insanı son hâlleriyle yakalar. Cennet veya Cehennemle neticelenmiş hayattan bahisler açar. Amel defterini alınca insanların nasıl sevinç veya hüzün çığlıkları koparacaklarını dile getirir. İlâhî Cemal'i seyreden tâli'lilerin yüzlerinde yerleşen nadret ve sürurun ölümsüz tasvirleriyle içlere inşirah salar. Ne var ki, bütün bunların ötesinde esas gaye Cenâb-ı Hakk'ın rızasını kazanmaktır.. ve bitmeyen mutluluk da işte o zaman başlar.
"Allah (celle celâluhu) inanan erkeklere ve inanan kadınlara, altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları Cennetler ve Adn Cennetlerinde güzel meskenler vaadetmiştir. Allah'ın razı olması ise hepsinden daha büyüktür. İşte büyük, en büyük muvaffakiyet de budur."[15] İpi bu şekilde göğüsleyenlerdir ki yarışı kazanmışlardır.
Baştan buraya kadar söylediklerimizden de anlaşıldığı gibi, Kur'ân'ın mânâsında öyle bir umumîlik vardır ki, o bütüncül bakış sayesinde varlık âleminde hiçbir saha ihmal edilmemiştir. Evet, Kur'ân başlangıç ve netice münasebeti içinde bütün vak'a ve hâdiselere, kıymetleri ölçüsünde mutlaka temas etmiştir; etmiştir zira Kur'ân, bütün kâinatın anatomisini yapacak çapta bir câmiiyete sahiptir. Sanki onda, en küçük noktalar bile ilâhî büyüteçle büyütülmüş ve insanın nazarına arz edilmiştir.
Ondaki bu hususiyettir ki, dönemin dev şair ve ediplerini Kur'ân'a teslime mecbur etmiştir. Günümüz de dünden farklı değildir. Bugün nice dev ilim, fikir ve düşünce adamı Kur'ân'a teslim olmakta ve kendileri için onu eşsiz bir üstad ve yol gösterici kabul etmektedir. Elbette böyle bir kabulleniş önemli bir mesaj teşkil etmektedir. Teker teker veya toplu hâlde, bütün bu kabullenişlerin altında şöyle bir itiraf vardır: Kur'ân, Allah'ın (celle celâluhu) insanlığa en câmi mesajıdır.
İsterseniz yine o günden bir misal verelim; o günden, yani şiirin altın çağını yaşadığı dönemden:
İşte cahiliyenin büyük şairlerinden Züheyr b. Ebî Sülmâ'nın iki oğlu Kâ'b ve Büceyr.. iki şair kardeş. Büceyr daha önce İslâm'la şereflenmiş, Kâ'b ise İslâm aleyhtarı faaliyetleriyle geç uyanacaklardan biri. Tabiî daha sonra şiiriyle hem aradaki mesafeyi kapatan hem de Resûlullah'tan iltifat gören insan. Hem Kâ'b hem de Büceyr şanlı iki kardeş sahabi. Kur'ân'daki o müthiş cazibenin ışığa koşan pervaneleri
Bunlardan bilhassa Kâ'b b. Mâlik tek başına bir destan insandır. Şair ve Hazrec'in medar-ı iftiharı.. Tebük'e iştirak edemediği için verilen cezayı zehir yudumlar gibi yudumlar ama sadakatinden zerre kadar taviz vermez. İşte onu bu şekilde teslim alıp büyüleyen ilâhî beyan Hazreti Kur'ân'dır.
Allah Resûlü'nün "Allahım, onu Ruhü'l-Kudüs ile teyit buyur." diye hakkında dua ettiği müstesna şair Hassan b. Sâbit;[16] sözü kadar kılıcı, kılıcı kadar da sözü keskin büyük edip ve şair Abdullah b. Revâha; kardeşi Sahr'ın ölümü üzerine yazdığı mersiye ile o günün Arap dünyasını gözyaşına boğan, fakat İslâm'a girdikten sonra Kâdisiye'de dört evlâdını şehit vermesine rağmen metanetinden hiçbir şey kaybetmeyen ve evlatlarına hitaben, "Ne mutlu size ki benden evvel Resûlullah'a kavuştunuz. Ne mutlu bana ki bugün dört şehidin anasıyım." diyen üstün kabiliyet, üstün yetenek şaire (kadın şair) Hansâ[17] ve daha sayılamayacak kadar çok şair ve edibi de yine kendisine bağlayan, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan'dan başka bir şey değildir.
Esasen meseleyi daha da şümûllendirmek mümkündür. Hepimizin yakından tanıdığı bütün büyük şahsiyetleri Kur'ân'ın câmiiyetiyle irtibatlandırmak hiç de yanlış bir yaklaşım olmasa gerek. Meseleye işte bu noktadan bakınca, İmam Gazzâlî, İmam Rabbânî, Fahreddin Râzî, Mevlâna Celâleddin, Bediüzzaman Said Nursî ve benzeri büyüklerin hemen hepsi Kur'ân'ın sonsuz ışığı etrafında dönen pervanelerdir ve Kur'ân, sadece kendisinde bulunan o sırlı ve kudsî cazibesiyle onları kendisine bağlamış ve hayranları hâline getirmiştir.
[1] Mürselât sûresi, 77/1-4.
[2] Enfâl sûresi, 8/24.
[3] Dehr sûresi, 76/30.
[4] Mürselât sûresi, 77/20-23.
[5] Nahl sûresi, 16/70.
[6] Tekvir sûresi, 81/1-2.
[7] Bkz.: Kasas sûresi, 28/77.
[8] Fussilet sûresi, 41/11.
[9] Enbiyâ sûresi, 21/104.
[10] Târık sûresi, 86/9.
[11] Nûr sûresi, 24/24.
[12] Abese sûresi, 80/34-37.
[13] Zilzâl sûresi, 99/7-8.
[14] Âl-i İmrân sûresi, 3/106.
[15] Tevbe sûresi, 9/72.
[16] Buhârî, salât 68, bed'ü'l-halk 6; Müslim, fezâilü's-sahabe 151-152.
[17] Bkz.: İbn Abdilberr, el-İstîâb 4/1829; İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-ğâbe 7/101.
- tarihinde hazırlandı.