Kur'ân'ın kendine has ifade dili ve karakter tasviri
Şu ana kadar, üzerinde durabildiğimiz kadarıyla gördük ki, Kur'ân beşer tarafından ortaya konması imkânsız ilâhî bir şaheserdir. Her şeyden evvel onun kendine has karakteristik bir ifade ve konuşma tarzı vardır. O, bu muhteşem ifade tarzıyla, her zaman insanları çok farklı bir sıcaklıkta kucaklar. Bu yönüyle de o, ne Allah'tan gelen sair kitapların ifadelerine ne de beşerî kelâmların, hatta en mükemmel akıllardan çıkan ifadelerin hiçbirine benzememektedir.
Kur'ân'ın kendine has o enfes üslûbunu zevketmek ve arz edeceğim bir kısım misallerin daha iyi anlaşılması için az da olsa araştırma yapmaya, ilim irfan adına biraz olsun derinleşmeye, biraz da bediî zevkten hissedar olmaya ihtiyaç vardır. Her şeye rağmen biz böyle bir kitleyi karşımızda var sayarak misalleri arz ederken, mümkün olduğu kadar o kitlenin anlayış seviyesine göre sunmaya çalışacağız.
Biz, Kur'ân'ın karakteristik ifadesi sözcüğüyle şunu kastediyoruz: O, pek çok meseleye girer, pek çok konuyu ele alır ve tahlil eder. Meselâ o, yerinde maziden ve gelecekten bahisler açar, geçmişi-geleceği çizgi çizgi gözlerimizin önüne serer ve bunu yaparken de âdeta bahsettiği yerleri, cemaat ve fertleri bütün karakteristik yanlarıyla gözlerimizin önüne serer.
Evet, o konuşurken âdeta geçmiş kavimler, o kendilerine has mimikleriyle, tavırlarıyla, oturup kalkmalarıyla birden gözlerimizin önünde tülleniverir. İngiliz edebiyatı tarihinin en meşhur siması, bugün de zevkle takip edilen Shakespeare (Şekspir)'in, o engin tasvir gücüyle ve edebî bir enginlik içinde vak'aları nasıl tasvir ettiğini zevkle okursunuz. Oysaki bu tasvir gücüne rağmen, yine de beşer karihasının bütün zaaflarını bu üstün tasvirlerde görmek mümkündür.
Şöyle ki, Shakespeare de olsa, eski devirlere ait vak'aları kendi hususiyetleriyle vermeye çalışırken, olayları tasvirde yine de kendi devrinin sesini soluğunu aksettirir. O kadar ki, neredeyse kendi döneminin insanlarının hayat hikâyelerini anlatıyor sanırsınız. Oysa beşer, o vak'aların cereyan ettiği güne nispetle çok değişmiş, çok farklılaşmıştır. Hayat şartları, hayat standartları, düşünce ufku bütün bütün başkalaşmış ve ayrı bir hâl almıştır. Ne var ki o, bunları görmekten ve ihata etmekten çok uzak bulunmaktadır.
Oysaki Kur'ân-ı Kerim'de geçmişe ait vak'aları ele alıp takip ettiğiniz zaman, Nuh kavmini, Âd ve Semud'u en ince ruh hâlleri ve en karakteristik yanlarıyla olduğu gibi görebilirsiniz. –Allah'ın salât ve selâmı o devirlerde yaşayan ve bu âsi ve tâği cemaatlere nebilik yapmış bütün peygamberlere olsun.– Burada elbette ki, Allah'ın mu'ciz kelâmı ile, beşer karihasının her türlü zaaflarını taşıyan Shakespeare'in veya bir başkasının yazdıklarını mukayese ediyor değiliz. Bizim maksadımız şudur:
Kur'ân, geçmiş milletleri anlatırken, o cemaatleri bütün hususiyetleriyle, bir sahne ya da sinema perdesinde, olup bitenleri sergiliyormuşçasına tablolaştırıverir. Kur'ân'da değişik devirlere ait ayrı ayrı insanları anarken, çok farklı devirleri insanlarıyla beraber birden duyar ve yaşarsınız. Figürler, figüranlar tamamen birbirinden farklıdır. Ve siz, Kur'ânî vak'aları peşi peşine takip ederken onda, roman ve tiyatrolarda çokça karşılaştığınız o acayip hortlakları da göremezsiniz. Zira Kur'ân, vak'aları takdim ederken, doğrudan doğruya onları hayatın içinden alır veya aynı hayat misalleriyle insanların görüşlerine arz eder. Ve böylece, bir ders içinde bin dersi birden verir.
Evet, işte Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın eşsiz ve benzersiz bir yönü! Onun aydınlık beyanında, şahıslar, mekân ve menziller okuyucunun hayalinde öyle canlanır, âbideler hâlinde hususî eda ve havalarıyla tecessüm eder ki, yüzlerce hâdise, yüzlerce şahıs zikredilmesine rağmen hiçbiri, ne zaman itibarıyla ne de keyfiyet itibarıyla karışmaz ve okuyucunun zihnini bulandırmaz.
Orta Çağ'ın meşhur ressamlarından Mikelanj, Hz. Musa'nın heykelini yapmış, bununla kendini veya Hz. Musa'yı anlatmak istemiş. Bu heykelin ne derece Hz. Musa'yı temsil ettiği belli değil. İhtimal bazı kaba hatları ile onu hatırlatıyor olabilir. Fakat ondan sonra gelen üç-dört asrın bütün mütefennin, mütefekkir ve sanatkâr insanları, eserle verilmek istenen şeyin verilip verilmediğine bakmadan bu sanatı asırlarca alkışlamışlardır...
Hâlbuki Kur'ân, hangi meseleyi ele alırsa alsın, kendi mücerret çizgisi ve üslûbu içinde asla putlaştırmadan, totemleştirmeden müşahhasın kat kat üstünde mücerret fikirlerle o meseleyi öyle sunar ki, sunduğu şeylerin silüeti, anında insanın kendi tahayyül ve tasavvurlarında canlanıverir.
Kur'ân'ın ifadesine ait diğer bir hususiyet de, meseleleri tasvir edip insanlara anlatırken, onları insanın içinde ciddî bir ürperti veya iştiyak hâsıl edecek tarzda anlatmasıdır. Meselâ, kötülüklerden bahsederken, insanda ciddî bir nefret hissi uyandırır. Onun ifadelerinde kötülük mide bulandırıcı, ruhlarda burkuntular hâsıl edici keyfiyetiyle ve tiksindirici mahiyetiyle insanın karşısına çıkıverir.
Yukarıda Hz. Musa'ya benzetilmeye çalışılan heykeli misal verişimiz şundandır: Sanat da, insanın, duygu ve düşüncesini ifade şekillerinden biridir. Sanatkâr, duygu ve düşüncelerini topluma arz ederken, onları sanatla ifade etmeye çalışır. Yani düşündüğü veya eşyada yakaladığı bir güzelliği müşahhaslaştırmak veya mücerret bir çerçevede başkalarına sunmak ister. Ne var ki, bunda her zaman başarılı da olamaz. Çok defa sanat ile toplumun gerçekleri ve güzellikleri paralellik arz etmeyebilir. Ayrıca sanattaki müşahhaslık, putçuluk ve totemcilik gibi toplumun karakterine ve ahlâkına ters bir duruma da yol açabilir.
Sanat, hususiyle de müşahhas şekliyle bir üslûptur, bir tasvirdir; ama o, Kur'ân'ın üslûp ve tasviri karşısında mukayese edilemeyecek ölçüde yaya ve geridir. Zira o, eşyayı tek boyutlu ele alır ve öylece yansıtır. Onda canlılık, hareket ve sürekli farklılık içinde tüllenen güzelliklerden söz etmek mümkün değildir. Kur'ân ise, bunu tam mânâsıyla verebilir, onun verdiği her misalde, anlatmak istediği hususiyetler bütün canlılığıyla tüllenir; tüllenir de, o ifadeler zaman ve mekânın tek boyutlu sınırlarında törpülenmez, solmaz...
Bir diğer husus da şudur: Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, maksadını ifade ederken, çok veciz bir şekilde ve her şeyi kısa birkaç cümle veya bir-iki kelime içinde başarıyla anlatır. Öyle ki, o maksadı ifade etmek için, seçtiği kelimelerden başka kelimelerle o maksadı anlatmaya imkân yoktur. İnsan, onun birkaç cümlesi içinde, başka kitaplarda bulamadığı renginlik ve zenginlik karşısında kendinden geçer.
Kur'ân, geçmiş peygamberleri, o peygamberlerin kavimlerini, yerleriyle-yurtlarıyla dile getirirken veya oralarda yaşamış insanları arz ederken, "o milletler nasıl milletlerdi, yaşayışları, duygu ve düşünceleri, takip ettikleri hayat düsturları nelerdi, medeniyette hangi seviyeye ulaşmışlardı?" bütün bunları iki-üç cümleden ibaret olan bir âyet içinde bulmak mümkündür. Üstelik onun tasvirlerinde, her cemaati, kendi hususiyet ve karakteriyle diğerlerinden ayırmak da fevkalâde kolay ve rahattır. Bunların misallerini ve Kur'ân'ın bediî üslûbunu ileride göstermeyi düşünüyoruz.
Genel bir yaklaşım olarak şimdiye kadar, Kur'ân'ın tasvir gücü, kendine has üslûbu ve beşer tasavvurunu aşan zenginliğini arz etmeye çalıştık. Bu arada insan ve insan cemaatlerinin Kur'ân'ın eşsiz ifadelerinde nasıl yorumlandığını gördük.. gördük ve bildik ki, Kur'ân'ın harikulâde bir tasvir gücü ve ifade zenginliği var. Geçmiş zamanın bütün hâdise ve meseleleri, belli resimlere sıkıştırılmış olarak Kur'ân'da olağanüstü bir hâl alır. Öyle ki, değişik milletler, kendi karakterleriyle okuyucunun hayalinden resmigeçit yapıyor gibi dizi dizi gelir geçer. Hz. Lut (aleyhisselâm) kavminin, insanı tiksindiren ahlâksızlığı.. Hz. Şuayb'ın (aleyhisselâm) cemaati Eyke ahalisinin ticarî ahlâksızlığı, murabaha ve spekülasyonları, halkı aldatan tabiatları.. Hz. Musa'nın (aleyhisselâm) o hilekâr karaktere sahip muhatapları.. evet, bütün bu topluluklar, Kur'ân'ın âyet ve sûrelerinde bütün figür ve figüranlarıyla sıra sıra karşımıza dikilirler.
Kur'ân bu tabloları nazara verirken, insan artık bunlardaki teferruatı anlamada hiçbir şeye ihtiyaç hissetmez. Kelimelerdeki renk öyle seçilmiş, perdedeki ışıklar öylesine ayarlanmıştır ki, insan âdeta kendini bir piyes sahnesinde hissediyor gibi olur; bakmaya ve seyretmeye doyamadığı bir sahnede
Kur'ân'daki toplum ve millet karakterlerini incelerken, çok defa karşımıza belli bir kısım şahsiyet ve tipler de çıkmaktadır ki, Kur'ân konuşup tasvir ederken, daima bu tip karakterleri nazarlarımıza arz eder. Bunlar bazen bir nebi olabildiği gibi, onlara intisap etmiş ümmetlerden herhangi biri de olabilir. İsterseniz şimdi –Allah'ın inayetiyle– Kur'ân'da tebellür edip, hususiyet arz eden birkaç insan tipi ve karakteri üzerinde durmaya çalışalım:
Meselâ Kur'ân, İsrailoğullarını anlatırken, bu cemaatin zimamdarı olan Hz. Musa'yı (aleyhisselâm) da resmederek bize sunar.. ve onu en temel karakteriyle bizimle konuşturur. Kur'ân'ın ifadelerinden, Hz. Musa'nın nasıl bir insan ve nasıl bir peygamber olduğunu anlamak mümkündür. Yüz hatları tamamen olmasa da nasıl bir fizikî yapıya sahip bulunduğu kıyafetname mülâhazalarıyla insanın gözünde âdeta canlanıverir.
Evet, bu ifadelerde, psikolojik yapısı, içtimaî hayattaki darbeleri, yapıcı ve birleştirici karakteri, büyük inşa gücü, daima ihtilallere, içtimaî hareketlere sebebiyet veren bir kısım kimseleri terbiye ve irşad etmesindeki dirayet ve kiyasetiyle Hz. Musa'yı bulmak ve tanımak mümkündür. Hatta Kur'ân'ın tasvirinde, onun pazularını ve adelî gücünün nasıl olduğunu dahi yakalayabilirsiniz. Yüzünün hatlarını, bakışlarını, bakışlarındaki derinliği, sakalının yapısını, ona ait hemen her şeyi tasavvur etmek mümkündür. Kur'ân, işte her şeyi böylesine canlı ve zihinlerde kalıcı olarak arz eder.
Kur'ân bunları yaparken "Hz. Musa" diyerek bir başlık atmıyor. O, aynı anda yüzlerce şahsı birden nazara veriyor. Aksi hâlde sadece Hz. Musa'yı anlatmak için bile sayfalar yetmeyecektir. Oysa Kur'ân, pek çok kimseyi temel hususiyetiyle arz ederken Hz. Musa'yı da zaman zaman görüntüye alır, değişik konuşmalar, hareketler ve hamlelerle bir başka buudda onun da silüetini nazara verir ve yüzlerce hâdise, yüzlerce şahıs dile getirilirken herhangi bir kargaşa ve anlaşmazlığa sebebiyet vermeden, çok rahatlıkla dilediği tipi, arzu ettiği karakteri insanın duygularının içine akıtıverir. Üstelik de her hâdiseyi aynı tatlılık, aynı renklilik ve aynı canlılık içinde ele alarak...
Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, Hz. İbrahim'i anlatır. Anlatma değil, onu öyle tablolaştırır ki, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) asırlar sonra bu ifadelere bakarak "İşte ben, peygamberler içinde bu zata benzemekteyim."[1] buyurur.
Evet, mesele o kadar açık ve nettir. Bu şahıs tipi öylesine ince teferruatıyla ortaya konmuş ve onun resmi o denli engin bir vuzuhla çizilmiştir ki, Nebiler Sultanı âdeta ona bakıyor ve beraberindekilere şöyle diyor: "Şu gördüğümüz resim var ya, işte ruhuyla, hâliyle, karakter ve içyapısıyla ben ona benziyorum."
Peygamber Efendimiz bunu derken sahabe de Kur'ân'dan Hz. İbrahim'e ait karakteri çok iyi yakalamış olacak ki, bu beyanı tasviple karşılıyor. Eğer onlar, Efendiler Efendisi'nin sözündeki tasviri kavramamış olsalardı, herhâlde bu sözden hiçbir şey anlamayacaklardı. Ama onlar, âyât-ı Kur'âniye'nin açık tasviri sayesinde bunu çok iyi anlamışlardı. Hem öyle anlamışlardı ki, yeni bir şey deme lüzumunu duymamışlardı.
Eğer bizler de Kur'ân'ı onların anladığı gibi anlayabilseydik, başka söz söylemeye hacet kalmayacaktı. Evet, o zaman hemen herkesi, elinde Kur'ân, Mevlâ-i Müteâl'in huzurunda ona teveccüh etmiş ve kendinden geçmiş bir hâlde görecektik. Tabiî bu arada, bütün ilim ve teknik mahfillerinin Kur'ân'ı aziz tuttuğunu, her meselede evvelâ ona müracaat ederek teberrük ve teyemmünde bulunduklarını da müşâhede edecektik.
Evet, Kur'ân büyük Nebi Hz. Yusuf ve Hz. Süleyman'ı (aleyhimesselâm) anlatırken nasıl bütün hususiyetleriyle onları sahneye koyuyor, Firavun misali tipleri anlatırken de aynı şeyi yapıyor. Yani hususî ve umumî karakterlerin tablolarını çizip, onları öyle bir ortaya koyuyor ki, bununla modern tasvir sanatının varamadığı ufukları çok çok aşıyor. Aslında ne klasik ne de modern tasvirin, Kur'ân'ın ufkuna ulaşması mümkün değildir. Çünkü Kur'ân, Allah'ın sonsuz ilminden gelmiştir. Bu kaynak öyle engin, öyle derindir ki, seneler ve seneler hiç durmadan çağlayıp dursa ve vâridâtını sergilese yine tükenmeyecek, yine bitmeyecektir!
Kur'ân, mürai bir tipi nazara verirken, çevrenizde tanıdığınız ne kadar mürai varsa, anında hepsi birden kafa ve hayalinizde canlanıverir. Müttakî, alımlı, ülü'l-azm bir tipi tasvir edince de onu hemen önünüzde görüyor gibi olursunuz; olur da önünde serfürû edecek bir tavır takınırsınız.
Şunu ifade etmek yerinde olur: Kur'ân, gerek umumî ve gerekse hususî karakterleri tasvir ederken, çizgilerde, hatlarda, ışık ve kostümlerde, ciddî bir âhenge ulaşan mükemmel bir sahne meydana getirir. Bu sahnede her şey tastamam, tablo alabildiğine canlı, oyun son derece tatlı ve rengârenktir. Artık her şey, bu canlı ve renkli sahneyi seyredip yorumlayacak okuyucu ve müşâhedecilere kalmıştır. Onlar da aynı tazelik ve canlılık içinde, arz edilen sahneyle bütünleşebilirse, bütün masraf ve gayretlere değmiş, maksat da hâsıl olmuş olur. İşte sahabenin Kur'ân ve Sahib-i Kur'ân'ı anlaması bu ölçüde idi.!
İnşâallah önümüzdeki bölümlerde, farklı karakterler üzerinde duracak ve Kur'ân'ın tasvir gücünü temaşaya devam edeceğiz.
A. Kur'ân'da karakteri deşifre edilen kavimlerden: Nuh Kavmi
Kur'ân, geçmiş kavim ve milletleri arz ederken, her toplumu kendi hususiyet ve karakteriyle arz eder. Öyle ki, onun bu husustaki belirleyiciliği sayesinde bir cemaati bütün ahvaliyle kolayca diğerlerinden ayırabilirsiniz. Şayet Kur'ân'ın âyetleri bu mülâhaza ile takip edilebilse, bir kısım toplumların temel karakterleri üzerinde hassasiyetle durulduğu görülecektir. Bu toplumlar, içinde rehberleri, öncüleri, suiistimal edilmiş veya edilmemiş sanat ruhuyla tarihleşmiş insanlarıyla bir bir belirir gözünüzün önünde.
Muhteşem binalar, debdebe içindeki hayatlarıyla tevehhüm-i ebediyet soluklayanlar.. ve görkemli âbideler, ebediyet duygularını izhar eden ve ebedden başka bir şeye razı olmayan gönüller ve ruhlar görür gibi olursunuz!
Kur'ân'da her peygamberin ümmeti ayrı ayrıdır. Kur'ân baştan sona gözden geçirilince, onun yüzlerce, binlerce cemaati gözler önüne serdiği görülür. Evet o, farklı bir üslûpla Hz. Âdem'den günümüze kadar yaşamış bütün toplumları, bütün fertleri karakterleriyle öyle bir resmeder ki, kendinizi onların içinde sanırsınız. Tabiî bütün bu cemaatleri, bu fertleri, böyle dar bir mevzu içinde anlatmaya imkân yoktur. Biz burada sadece Hud ve Şuarâ sûrelerinden, maksadı ifade sadedinde, bir kısım âyetleri dönüşümlü olarak serdetmekle iktifa edeceğiz. Şöyle buyrulur Şuarâ sûresindeki bir âyette: "Sizden bu (tebliğ vazifesi)ne karşılık hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim yalnız Âlemlerin Rabbi'ne aittir." (Şuarâ sûresi, 26/127)
Bilhassa Ramazan teravihlerinde hemen hepimizin duya duya âşinâ olduğu âyetler arasındadır bu âyet. Şuarâ sûresinde, bilhassa peygamberlerin sergüzeşt-i hayatları, mücadeleleri, mesajlarının ruhu ve onların istikamet üzere olan yaşayışları anlatılır.
Bunun yanında yer yer cemaatlerin, kabile ve kavimlerin durumları da ele alınır. Zikri geçen bütün peygamberlerin risalet vazifesi karşısında takındıkları müşterek bir tavır olarak bazı âyetler birçok defa tekrar edilir; edilir fakat her defasında ayrı ayrı hususlara dikkat çekilir. Bir yönüyle huy ve tabiatları birbirine benzeyen kavimleri dile getirmek için ilgili âyetler tekrar edilir. Zira küfrün muktezası olarak düşünce ve beyanların müşterek bir yanının da bulunması gayet tabiîdir.
Evet, Hz. Âdem devrinde küfür hesabına söylenen öyle sözler vardır ki, bu devirde de onları duymak mümkündür. Mütegalliplerin, mutasallıtların küfür hesabına söyledikleri, hatta medya ile topluma mâl ettikleri öyle şeyler işitiriz ki, imkân olsa da tarih öncesi kavimlerin küfür dolu hissiyatlarıyla bunları karşılaştırabilseydik, aynı şeyleri duyacaktık.
Ne var ki, bir de bunların ayrı ve birbirinden çok farklı yanları vardır ki, bu yönleriyle de tamamen birbirinden tefrik ve temyiz edilirler. Gelin şimdi şu ifadelerle bunu sezip almaya ve o insanları farklı yönleriyle yakalamaya çalışalım.!
"Nuh kavmi de peygamberleri tekzip etti." (Şuarâ sûresi, 26/105)
"Kardeşleri Nuh, onlara: 'Allah'tan korkun ve müttaki olun' dedi." (Şuarâ sûresi, 26/108)
Yani Hz. Nuh (aleyhisselâm) onlara, "Allah'ın himayesine girin.. kâinatta cari kanunları doğru okuyup değerlendirerek onlardan istifade edin.. hayatınızı, körü körüne değil, şuurlu olarak yaşayın.. sizin için yegâne melce ve mence Allah'tır ve Allah'ın himayesidir. Sakın ola ki, evâmir-i ilâhiyeyi ihmal etmeyin!." gibi tavsiyelerde bulundu. Ve bu vazifeyi yaparken de: "Sizden herhangi bir ücret talep etmiyorum. Benim ücretim Âlemlerin Rabbi olan Allah'a aittir." dedi. Yani "Dûçâr olduğum bütün meşakkatlere ve maruz kaldığım bütün sıkıntılara karşı da sizden herhangi bir ücret ya da mükâfat istemiyorum. Ben, istediğimi yalnızca Allah'tan istiyorum Evet, rızaya talip bir yürek ve samimiyetle meşbû bir ruh olarak mükâfatımı sadece ve sadece O'ndan istiyorum. Zira Allah'ın rıza ve rıdvanı her şeyden önde gelir. Hatta amellerime terettüp edecek semerelerde bile gözüm yok... Uhrevî semereye gelince, verirse onu da ahirette verecektir " gibi sıcak ve samimî ifadelerini görürüz Hz. Nuh'un...
Bu esnada onun cemaati de, kendi heva, anlayış ve karakteristik durumuyla karşımıza çıkar. Hz. Nuh'un bu kadar saf, duru, sıcak ve tatlı istekleri karşısında onlar da karakterlerinin sesi ve soluğu olarak şöyle diyeceklerdir: "Arkana hep sıradan kimseler düşmüşken kalkıp sana mı inanacağız!?" (Şuarâ sûresi, 26/111)
Böyle bir karşılığın mânâsı şudur: Sana insanların en rezili ve ayak takımı ittiba etmektedir. Yani biz şimdi ayak takımının dinine mi gireceğiz?
O günkü insanların idrak ve kültür seviyeleri ne olursa olsun bunların kalbî ve ruhî hayatları açısından bomboş oldukları bir gerçek. Fikrî ve ilmî boşluğun gereği taassup, küçüklüğün gereği çalım ve caka, düşünce sistemlerinin yetersizliğinin ve tutarsızlığının ifadesi saldırganlık, bunların en mümeyyiz vasıflarıdır. Bu gurur ve kibir dolu yürekler, en ince evsafıyla bu birkaç kelimelik âyette bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmaktadır. Birkaç kelime ama bu kelimeler çok şey ifade etmekte ve o kavmin en bariz huy ve karakterini ortaya koymaktadır.
Biz bu kavmin en bariz yanlarını, Kur'ân'ın âyetlerinde okumaya çalışacağız:
Nuh kavmi, Hz. Nuh'un onca samimî gayretlerine rağmen imana geleceğe benzemiyordu. Şirk ve küfür, ruhlarında kökleşmiş hatta onların örf ve âdetlerini bile kendi tesirine almıştı. Bu yüzden gönlü vazife şuuruyla şahlanmış bu yüce insana karşı onun en hâlisâne davetlerine, çırpınmalarına rağmen başkaldıracaklardı. Hatta yer yer olabildiğine küstahça bir tavırla onun karşısına dikilip şöyle diyeceklerdi: "Ey Nuh! Bu dediğinden vazgeçmezsen, mutlaka (recmedilip) taşlananlardan olacaksın." (Şuarâ sûresi, 26/116)
Evet, "Tıpkı zina yapmış, recme maruz kalmış suçlu bir insan gibi taşlarız seni!" diyorlardı. İfadeden anlaşıldığına göre, olabildiğine mütegallip bu cemaat, karşılarındaki bu gönlü kırık, arkasında kendine iman etmiş ciddî bir cemaati bulunmayan bu Nebi'ye apaçık meydan okuyorlardı. İhtimal, bunların bütün köy ve kasabalarında küfür ve putperestlik hükümferma idi.
Başka bir âyette ele alındığı gibi peygamberin bütün ceht ve gayretine rağmen, gönüllerinde zerre miktar bir erime, yumuşama ve uyanma olmayan bu putperest cemaat, küfür ve inat içinde kaba bir tabiat sergileyerek şöyle demişlerdi:
قَالُوا يَا نُوحُ قَدْ جَادَلْتَنَا فَأَكْثَرْتَ جِدَالَنَا فَأْتِنَا بِمَا تَعِدُنَۤا إِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِقِينَ
"Ey Nuh! Bizimle mücadele ettin. Üstelik bunda da çok ileri gittin. Eğer doğrulardan isen haydi bizi tehdit ettiğin şeyi getiriver." (Hûd sûresi, 11/32)
Kabalığa bakın ki, "cihad ettin, emr-i bi'l-mâruf yaptın." demiyorlar da, "cidal ettin, diyalektik yaptın, polemiğe girdin" diyorlar.. evet, "Hakk'ı anlattın, doğru olanın dellalı oldun" demiyor da, "cedel yaparak bizi iğfal etmek istedin" demeye getiriyorlar. Dahası فَأَكْثَرْتَ جِدَالَنَا sözleriyle, "bütün dehanı, cehd ve gayretini cidal yapma mevzuunda kullandın" deme saygısızlığında bulunuyorlardı.
Tabiat ve karakteriyle muannit bir cemaatin, iç âlemini ifade bakımından ne mânidar! Ahiretten bahsediyorsun, Allah'ın huzuruna çıkıp hesap vermeden söz ediyorsun, inanılmadığı takdirde başa gelecek belâ ve musibetlerden bahisler açıyorsun; onlarsa "Doğru söylüyor isen şayet, getir de görelim bu musibeti?" diyorlar. Demek ki, bunlar Allah'a da, peygamberlere de, ahirete de inanmıyorlar.
Biz bütün bunları, yukarıdaki şu bir-iki kelimelik âyetten anlıyoruz. Öyle ki, burada bir devir ve bir cemaatin, o muannit, o münkir, o küstah karakterinin nasıl tablolaştığını görmek mümkün. Tabiî bütün bunların karşısında da, Hakk'a ilticaı رَبِّ إِنِّي مَغْلُوبٌ فَانْتَصِرْ "Rabbim, ben (zâhiren) yenik düştüm bana yardım et!" sözüyle sızlanan bir peygamber vardır.
Şimdi bir de Kamer sûre-i celilesine intikal ederek birkaç âyet ile bu hususun nasıl tasvir edildiğini görmeye çalışalım. Burada da Hz. Nuh'un mağlup bir eda ile sızlanışı dile getirilir: "Bunun üzerine Rabbine 'Rabbim, ben yenik düştüm, yardım et (Allahım!)' diye yakarışta bulundu." (Kamer sûresi, 54/10)
Şu inilti ve sızlanış içinde bir peygamberin, kendisini dinlemeyen, emir ve nehiylerden ibaret olan mesajlarına kulak tıkayan bir cemaat karşısında nasıl dilgir olduğunu, nasıl yanıp yakıldığını görmek mümkündür.
Evet, dua etti ve "Mağlubum Allahım!" dedi. Böyle bir durumda başka ne yapılabilirdi ki? Kadavralar gibi kaskatı kesilmiş ruhsuz bir cemaat vardı karşısında. Bazen kadavralarda bile insanın yüzüne bakarken yumuşak bir mânâ bulunabilir, ama bu cemaatte asla.. bu cemaat, granitler kadar sert ve cemadat kadar da ruhsuz idi. Ünsten de, ünsiyetten de fevkalâde uzak ve buz gibi bir hâlleri vardı. Bu yüzden Mevlâ-i Müteâl, Hz. Nuh'un o samimî ve içten iniltisine icabet buyurdu: "Biz de boşalan bir su ile göğün kapılarını açtık." (Kamer sûresi, 54/11)
Yani hayrın, bereketin geldiği semadan artık onların başlarına sağanak sağanak belâlar indirdik. Rahmet belâya dönüştü ve sular ayn-ı belâ oldu. Toprak belâ ile gerindi ve belâ püskürdü.. ve tabiî böyle bir noktaya doğru gidilirken Hz. Nuh da duyguda, düşüncede kurtuluşa ermiş olanların, dünyevî necatlarına vesile olacak gemiyi hazırlıyor, diğerleri ise, yer yer Hz. Nuh'la dalga geçmek için onun yanına uğruyor ve kendilerince onunla alay ediyorlardı.
"Gözlerimizin önünde ve vahyimiz gereğince gemiyi yap ve zulmedenler hakkında Bana hitap etme (onların kurtuluşu için Bana yalvarma); artık onlar mutlaka boğulacaklardır." (Hûd sûresi, 11/37)
O güne kadar böyle bir geminin bilinmediğini Kur'ân'ın bu âyetinden istinbat edebiliriz. Zira Allah (celle celâluhu) "Bizim gözetimimizde" buyuruyor. Yani "Bizim gözetimimiz ve nezaretimiz altında bir vapur yap. Bu vapurun plan ve projesini hazırlayacak olan da Biziz. Çünkü yapılacak olan bu gemi, sadece denizlerde yüzdürmek için değil, belki küre-i arzın bütününü veya mühim bir bölümünü su kapladığı zaman, sizi sahil-i selâmete çıkaracak, Cûdi-i emniyete götürecek bir vapur olması lazımdır. Bu yüzden de bizzat nezaretimiz altında yapılmalıdır."
O güne kadar böyle bir şey görmeyen Hz. Nuh'un kavmi fevç fevç geminin yapıldığı yere uğruyor, Hz. Nuh'la (aleyhisselâm) akılları sıra alay etmeye çalışıyorlardı; çalışıyor da işin ciddiyetini hâlâ anlamış görünmüyorlardı.
Ve böyle bir cemaate karşı, işin gayretullaha dokunması; dokunup da yerlerin sularını fışkırtması, semanın bütün sularını yere indirmesi, Cenâb-ı Allah'ın kendi peygamberine, ona inananlarla beraber necat ve selâmete giden yolu göstermesi Evet, bütün bunlar öyle cazip bir üslûpla anlatılır ki, üstüne üslûp olmaz. İlâhî beyan, mebdei ve müntehası ile yığın yığın vak'ayı birkaç âyetle anlatır ama anlatılanlar mücelletlere sığmaz.
Evet, bu küfran cemaatinin yıllarca süren serkeşliğini anlatmak, mücadelelerle dopdolu bir peygamber hayatını aksettirmek, her iki kesimin de mimik ve davranışlarına kadar en ince ruh hâllerini ve çizgilerini üç-beş âyet gibi kısa cümleciklerle arz etmek, Kur'ân'dan başkasına nasip olmayan bir hususiyettir.
- tarihinde hazırlandı.