Müreffeh hayatın azdırdığı cemaat: Semud Kavmi
Asrın tarihçileri, önceleri Semud kavmini inkâr ediyorlardı. Şimdilerde bir kısım arkeologların yaptıkları kazı ve araştırmalar neticesinde, Semud veya Temud diye adlandırılan, uzun asırlar önce hayat sürmüş bir kavmin var olduğu ortaya çıkarılmıştır ki, bu, Kur'ân-ı Kerim'in haber verdiği Hz. Salih'in kavmi Semud 'dan başkası değildir.. ve arkada bıraktıkları kalıntılarla bizlere neler ve neler anlatmaktadırlar.
Düşünce tarzlarından hayat anlayışlarına, sanat telakkilerinden medeniyet seviyelerine kadar karakter ve kaderlerinin dili, tercümanı sayılan eserleri onları da her yanlarıyla ele verecek mahiyette ve nettir. Bunlar, ne zaman yaşamış.. ne kadar hükümran olmuşlar.. ve nasıl hayat sahnesinden silinmişler? Bu hususta beşer tarihi kat 'î ve açık bir şey söylemese de Kur 'ân en karakteristik yanlarıyla Semud kavmini deşifre edip gözler önüne sermektedir:
"Semud kavmi de gönderilen elçileri yalanladı. Kardeşleri Salih onlara demişti ki: (Allah'ın azabından) korunmaz mısınız? Ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Ben sizden buna karşı bir ücret de istemiyorum. Benim ücretim yalnız Âlemlerin Rabbi Allah'a aittir." (Şuarâ sûresi, 26/141-145)
Davet hep aynı; Hakk'a ve Allah'a davet.. öldükten sonra dirilmeye, haşre, hesaba.. ve kitaplara inanmaya davet. Ancak bütün bunlara karşı Semud kavmi de tıpkı selefleri gibi sadece ret ve inkârla mukabelede bulunuyor. Tabiî buna karşılık Hz. Salih de yılmadan onları uyarmaya çalışıyor:
"Siz burada güven içinde mi bırakılacaksınız sanıyorsunuz? Böyle bahçelerde, çeşme başlarında, ekinler ve yumuşak tomurcuklu güzel hurmalıklar arasında? (Güven içinde bırakılacak gibi) dağları yontup evler yapıyorsunuz. Gelin, Allah'tan korkun ve bana itaat edin." (Şuarâ sûresi, 26/145-150)
Evet, daha önce de olduğu gibi Kur'ân, salih bir peygamberin diliyle Semud kavmini tutuyor, sarsıyor ve: Siz şu ferih fahur yaşadığınız dünyada ilânihâye böyle keyfinize göre kalacağınızı mı zannediyorsunuz, diyor.
Evet, bahçelerin içinde, şakır şakır akan suların başında, her mevsim ayrı bir eda ve üslûpla şakıyan bülbüller arasında, ebedî kalacağınızı mı sanıyorsunuz?
Şimdi söz buraya gelmişken, Kur'ân ile tarihî bilgilerin, bu bölge üzerinde nasıl örtüştüğünü görelim. Osmanlı Tarihi Kronolojisi'ni yazan İsmail Hami Danişmend, aynı zamanda bir İslâm Tarihi Kronolojisi de yazmayı düşünüyordu. Fakat sadece bir medhal (giriş) yazıp gerisini getirmemişti. Merhum Danişmend yazdığı bu girişte, Ceziretü'l-Arap'taki umumî durumu arz ederken uzun uzadıya San'a'dan da bahseder. Ona göre, bir dönem Yemen'den kalkan bir insan, 50-60 derece sıcağın altında, başına güneş vurmadan, ayrı ayrı menzillerde konaklaya konaklaya bağ ve bahçeler arasından ta Şam'a kadar gidebilirdi.
Dikkat edilecek olursa, 60 derecedeki sıcağın kurutup çöl hâline getirdiği bir bölgede bağdan bahçeden bahsedilmesi gayet mânidardır! Hâlbuki bugün buralarda uçsuz bucaksız bir çölden, sık sık rastlanan kum fırtınasından, ölmüş ve kokuşmuş cenazelerden başka bir şey görmek mümkün değildir. Demek ki, arkeoloji ve tarih bu mevzuda Kur'ân'la omuz omuza aynı şeyleri terennüm ediyorlar.
Diğer taraftan, Semud kavminin kurdukları barajlardan da bahsedilmektedir ki, üzerinde durmaya değer. Hususiyle israiliyat türünden yapılan nakillerde mesele uzun uzun anlatılır. Arim barajı veya Kur'ân'da da işaret edilen "İrem"[1] barajı, tarihin hafızasındaki en kıymetli mahfuzattandır. Evet, arazilerini sulamak üzere tesis ve günümüzün tekniğine uygun inşa ettikleri barajlar ayrı bir araştırma konusu.
Kadim tarih, bu meşhur barajı anlatırken, onda kademe kademe üç gözün bulunduğunu nakleder. Demek ki, farklı dere ve vadilerden gelen sular evvelâ barajlarda biriktiriliyor; ardından, arazileri sulamak için barajda bulunan üç delikten önce birinci göz açılıyor ve su, önde bulunan havuza aktarılıyor. Buradan da arazilere intikal ettiriliyor. Sonra öndeki havuzda su bitince, bu defa da ikinci gözü açıyorlar ki, böylece su israf edilmeden kullanılıyordu. Fakat biz bu bilgileri doğrudan doğruya Kur'ân'da veya Sünnet'te göremiyoruz. Bunlar, daha ziyade İsrailiyata ait nakillerde mevcuttur. Teferruatı itibarıyla doğru veya yanlış olabilir. Ancak Kur'ân'ın çizdiği şehir ve medenî hayata tıpatıp uyduğunu müşâhede ettiğimizi söyleyebilirim.
Evet, Semud kavmi, o İrem bağ ve bahçeleri gibi yemyeşil bir dünyada ilânihâye kalacağını zannediyordu. Hz. Salih geldi ve onları bu gafletten uyarmaya çalıştı. Onlara şöyle dedi: Üst üste, aşağıya doğru sarkmış hurma salkımlarının altında, meyveli bağ ve bahçeler arasında, başınıza güneş vurmadan, Yemen'den ta Şam'a kadar gelip gittiğiniz o cennetnümûn âlemde sonsuza dek yaşayacağınızı mı sandınız?
Evet, bu ikazları Kur'ân'ın değişik sûrelerinde görmek mümkündür. Ama onlar buna kulak vermediler. Hz. Salih, bütün bunları samimiyet ve ciddiyetle ifade ettiği hâlde onu dinlemediler.
Kur'ân, Yemen'den Şam'a uzanan çizgide hayat süren Semud kavminin ayrı bir karakterini daha ortaya koyar ve onların cismaniyetlerine düşkün, zevklerini arayan bir toplum olduklarını vurgular. "Dağlarda ustalıkla evler yontuyorsunuz." (Şuarâ sûresi, 26/149) âyetiyle de, farklı yönlerini nazara verir. Onlar, ülkemizde Göreme gibi yerlerde de gördüğümüz üzere, yumuşak taşları maharetli bir sanat anlayışıyla oyarak bina, saray, köşk ve villalar yapıyorlardı. İster sanat güçleri ister bedenî kuvvetleri olsun, onlarda tevehhüm-i ebediyeti bir hayli geliştirmişti. Bu duygu da onları bitip tükenme bilmeyen arzuların içinde dolaştırıyordu ki, yapılan resmî kazılar, korkunç bir hırs ve ebediyet tutkusuyla oyulmuş taşları ve taşlar üzerine büyük titizlikle yapılan işlemeleriyle bu insanların duygu, tutku ve karakterlerini ortaya koymaktadır.
Evet, Semud kavmi de diğerleri gibi, kendine has farklı bir karakter sergiler. Kayaları oyan bu kavmin imtihanı, kayadan çıkan bir deve ile gerçekleşir. Devenin kesilmesi, başlarına bir kısım musibetlerin gelmesi, sonra yerle bir edilmeleri onların serencamelerinden sadece birkaç kesittir ki, Kur'ân bunları şöyle hulâsa eder: "Dediler ki: Sen iyiden iyiye büyülenmişlerdensin." (Şuarâ sûresi, 26/153)
Bu sözü, ilgili başka âyetlerden alacağımız mefhumlarla bir arada mütalaa ettiğimizde, şöyle dediklerini söyleyebiliriz: "Ey Salih! Sen, bundan evvel akıllıydın; senin hakkında bazı ümitlerimiz vardı. Sana, bir şeyler yapacak nazarıyla bakıyorduk. Seni aklı, dirayeti, kiyaseti olan bir kimse biliyorduk. Sen ise şimdi kalkmış, babalarımızın taptığı putlardan bizi alıkoymak, vazgeçirmek istiyorsun."
Bu şekildeki karşılık, onların bir başka boşluğunu da ele veriyordu. Demek ki, o güne kadar puta tapma ve putperestlik onların gönüllerinde iyiden iyiye rüsuh bulmuş, kökleşmiş ve âdeta din hâline gelmişti. Hatırlanacağı gibi, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de bu kabîl şeylerle karşılaşmıştı.
Bütün bunlardan şöyle bir neticeye varmak mümkündür: Hz. Salih (aleyhisselâm) devrinde küfür tamamıyla formülleşmiş, hakkında kanunlar vaz'edilmiş, vazgeçilemez ve ihlal edilemez bir sistem hâline gelmişti. Yani her türlüsüyle küfür, bir kısım isimler altında, sosyal değerler hâlinde hükümferma idi.
Vak'anın gerisi malumdur. Mucizeye karşı çıkma, dokunmama sözü alınan devenin boğazlanması, gazab-ı ilâhînin üzerlerine gelmesi ve neticede hâk ile yeksân olmaları... Bütün bunları Kur'ân'da mütalaa ederken, Hz. Salih kavmini, karakteristik yanlarıyla ve bütün nankörlükleriyle, hatta figürleriyle önümüzde resmigeçit yapıyorlar gibi görürüz.
[1] Bkz.: Fecir sûresi, 89/7.
- tarihinde hazırlandı.