Mutlak olarak zikredilen gaybî haberler
Bundan önceki fasılda "Kur'ân'da İstikbale Ait Haberler" başlığı altında zikredilen bölümlerde, –icmâlen dahi olsa– Kur'ân'ın geçmişe ve geleceğe dair verdiği gaybî haberlerden bir kısım örnekler sunmuştuk. Esasen bu fasılda arz edeceğimiz hususlar da "İstikbale ait haberler" bölümüne dahil edilebilirdi. Ancak burada arz etmeyi düşündüğümüz konular biraz daha farklı olduğu için, diğer bir ifade ile vereceğimiz örnekler, hem geçmiş hem de gelecekle alâkalı olup âdeta Kur'ân'ın, asırlara meydan okuması mânâsını taşıdığından, konuyu bir de bu hususiyetiyle vurgulamak istedik. Kanaatimizce, Kur'ân'ın bu meydan okuması, geçmişte olduğu gibi gelecekte de mukabelesiz kalacak ve Kur'ân, istikbalin semalarında hep ilâhî bir mucize olarak sonsuza kadar hep dalgalanacaktır.
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, ne insan ne cin ne de diğer mahlukatın gaybe muttali olması kat'iyen mümkün değildir. Zira bu mesele, mahlukatın idrak ve anlayışının çok çok fevkindedir. Bir kere, insanın ilim ve idrak alanı oldukça sınırlıdır. O, bu sınırlı bilgisiyle âlem-i gaybe ait hususları kavrayamayacağı gibi, böyle bir konuda tahlil ve terkiplerde de bulunamaz. Tabiî bu konuda, Allah'ın insanlar arasından seçerek gaybe muttali kıldıkları müstesnadır.[1] Evet, Allah (celle celâluhu) onları seçer ve şu kâinat sarayındaki, ya da o sarayın önemli bir parçası sayılan bu dünya meşherindeki sergileri tarif ve takdime memur eder. Ayrıca onlara, bütün mahlukatı, özellikle de insanları bu sergiyi seyre davet vazifesini verir. Sonra da O büyük zatları sözlerinin dinlenmesi, zihinlerin onlara yönelmesi; insanların onları rehber kabul etmesi için, bu müstesna kametleri bir kısım mucizelerle serfiraz kılarak diğerlerinden ayırır. Cenâb-ı Hakk'ın, çeşitli mucize ve nimetlerle serfiraz kıldığı zatların başında Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelir. Allah O'nu gaybe de muttali kılarak müşarun bilbenan olma seviyesine yükseltmiştir.
Evet, Hz. Muhammed, böyle bir mürşid-i ekmel ve Allah'a davet eden eşsiz bir mübelliğdir. O'nun kalbine vahy-i ilâhî ile dökülen Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan da, içinde birçok gaybî haber bulunan semavî ve mukaddes bir kitaptır. Buradan hareketle diyebiliriz ki, Hz. Muhammed, Kur'ân'ın, Kur'ân da o Mürşid-i Ekmel ve Ekber'in en büyük mucizesidir.
Bir kere daha hatırlatalım ki, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, beşer ifade ve beyanının çok çok fevkindedir ve her yönüyle mucize bir kitaptır. Kur'ân'ın gaypten haber vermesi ise, onun mucizevî yönlerinden sadece birini teşkil etmektedir. Bu itibarla da insanlık böyle bir mucize mecmuasını bugün olmasa da yarın mutlaka kabul edecektir.
Şimdi evvelâ Kur'ân'ın mucize olduğunu, beşere her asırda meydan okuduğunu ifade sadedinde, benzerinin yapılamayacağını gaybî bir tarzda bütün zamanlara ilan eden bir âyet üzerinde az da olsa durmaya çalışalım: "Eğer kulumuz (Muhammed)'e indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah'tan gayri şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın. Bunu yapamazsanız –ki elbette yapamayacaksınız– yakıtı, insan ve taşlar olan Cehennem ateşinden sakının; evet o ateş kâfirler için hazırlanmıştır."[2]
Kur'ân-ı Kerim, yukarıda zikredilen âyetlerle, nazil olduğu o ilk dönemden ta kıyamete kadar herkese meydan okuyarak, kendisine hiçbir zaman nazire yapılamayacağını ilan etmektedir.
İslâm'ın zuhuru esnasında, Arap yarımadasında edebiyat çok ilerlemiş ve âdeta altın çağını yaşıyordu. Öyle ki, söz, onların en kıymetli metaıydı ve kendilerini büyük ölçüde onunla ifade ediyorlardı. Hatta bazen bu uğurda birbiriyle vuruşuyor; yer yer kabileler bir tek sözle birbirine düşüp savaşıyor; bazen de, tek bir sözle birbirine düşmüş bu kabileler birleşip aralarında sulh oluyorlardı. Nasıl ki, 20. asırda madde bütün değerlerin önüne geçti ve her şey madde ile değerlendiriliyor ve o her şeyin esası, gayesi, olmazsa olmaz lazımesi sayılıyor; öyle de, o dönemde Arap Yarımadası'nda, söz ve hususiyle de şiir bütün değerlerin önünde ve her şeyin üstündeydi.
Cenâb-ı Hak, her peygamberi, gönderildiği toplumda revaçta olan değerlerle mücehhez kılmış ve bu zatların davalarını ispat sadedinde, o dönemde hakim düşünceleri aşacak mucizelerle teyit etmiştir. Meselâ, Hz. Musa döneminde sihir, Hz. İsa döneminde tababet ön planda idi. Dolayısıyla Allah Teâlâ, Hz. Musa'ya, davasını ispat adına, Firavun tarafından karşısına çıkan sihirbazların oyunlarını bozacak mucizeler; bazı ameliyatların dahi yapılabileceği kadar tıbbın ilerlediği bir dönemde, peygamber olarak gönderilen Hz. İsa'ya da tıpla alâkalı mucizeler bahşederek bu zatların peygamberliklerinin hak olduğunu ortaya koymuştur.
Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem), peygamber olarak gönderildiği dönemde de şiir ve edebiyat altın çağını yaşıyordu. Bu itibarla İnsanlığın İftihar Tablosu'na Kur'ân gibi, söz üstadlarının dahi karşısında söz söylemekten âciz kalıp lâl kesildikleri, hatta onun belâgati karşısında secdeye kapandıkları bir mucize lütfedilmiştir.
Evet, Kur'ân, şu âyetleriyle bütün şair ve edipleri münazara meydanına davet etmiş ve onlara meydan okumuştu.. ve okuyor: "Eğer kulumuz (Muhammed)e indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah'tan başka şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın. Bunu yapamazsanız –ki elbette yapamayacaksınız– yakıtı, insanlar ve taşlar olan Cehennem ateşinden sakının; zira o ateş böyle kâfirler için hazırlanmıştır."[3]
"Yoksa, O'nu (Muhammed) uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer iddianızda doğru iseniz Allah'tan başka gücünüzün yettiklerini de çağırın da (ve hep beraber) onun benzeri bir sûre getirin."[4]
"Yoksa, 'Onu (Kur'ân'ı) kendisi uydurdu' mu diyorlar? De ki: Eğer doğru iseniz Allah'tan başka çağırabildiklerinizi (yardıma) çağırın da, onun gibi, velev uydurulmuş on sûre olsun getirin."[5]
"De ki: Andolsun, bu Kur'ân'ın bir benzerini ortaya koymak üzere ins ü cin bir araya gelseler ve birbirlerine destek olsalar, yine de onun mislini asla getiremezler."[6]
وَإِنْ كُنْتُمْ فِي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِه۪ وَادْعُوا شُهَدَۤاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ
"Eğer kulumuza (peyderpey) indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız –ki tereddüde düşmemeniz gerekmektedir– haydi onun misli bir sûre getirin."[7]
Âyet-i kerimede geçen إِنْ kelimesinden anlaşılmaktadır ki, bu âyetin muhatapları zayıf bir şüphe içinde bocalayıp durmakta ve kuşkular içinde bocalıyormuşçasına kendi şüphelerinin altında ezilmektedirler.
Ayrıca bu âyet-i kerimedeki, "Haydi onun misli bir sûre getirin. Eğer iddianızda doğru iseniz Allah'tan başka şahitlerinizi (yardımcılarınızı) de çağırın." ifadeleriyle de, âdeta onlara şöyle denmektedir: Allah'tan başka bütün şahitlerinizi, şair ve ediplerinizi, bugün ve yarın size yardımcı olacağını sandığınız ne kadar ehl-i ilim ve mârifet erbabı varsa onları da çağırın. Aranızda fikir birliği yapıp bütün alternatif düşüncelerinizi ortaya koyarak Kur'ân'ın sûrelerinden yalnızca bir surenin benzerini ortaya koyunuz.
Tarih şahittir ki, şimdiye kadar Kur'ân'ın, değil bir sûresine, tek bir âyetine dahi nazire yapılamamıştır. Zira Kur'ân'ın lafızlarındaki harikulâde seçim, terkiplerindeki fevkalâde selâset ve âhenk, mânâ ve üslûbundaki büyüleyici nizam, şiiriyet –şiir değil– ve mûsıkî; lafız ile mânâsının arasındaki münasebet ve mutabakat ve gaybe ait açtığı muhteşem pencerelere kadar her şeyiyle bir sûre veya âyet meydana getirmek, Allah'tan başka kimsenin ortaya koyamayacağı harikulade bir hâdisedir.
Evet, bütün bu tevcihleri bir arada mütalaa edip göz önünde bulundurarak Kur'ân'ın sûrelerinin misli bir sûre veya bir âyet meydana getirmenin beşer takatinin çok çok üstünde olduğu görülecek ve hayrete düşülecektir. Evet Kur'ân, bütün bu harika yönleriyle herkese meydan okumuş olmasına rağmen şimdiye kadar ona nazire yapmaya kalkıp da âleme maskara olan üç-beş densizin, kendilerini gülünç duruma düşürecek teşebbüslerinin dışında herhangi bir şey göstermek mümkün olmamıştır. Herhangi bir şey göstermek şöyle dursun, o gün Ukaz ve Kaynuka gibi panayırlarda, kendileri için büyük tahtlar kurulan ve bu tahtların üstünde pek çok söz sultanı –bunların arasında A'şâ, Lebid, Hansâ gibi o günün dev şairleri de vardır– Kur'ân'ın mu'ciz ifadeleri karşısında dize gelmişlerdir. Ayrıca bunlar arasında Müslüman olmadan önce ilhamla söz söylüyor gibi algılanan ve insanların etrafında pervaneler gibi döndükleri Lebid türü öyle şairler vardı ki, Kur'ân'ın mu'ciz-beyan ifadelerini duyunca ona teslim olmuş ve şiirle iştigalden vazgeçmişlerdir. Evet, Kur'ân bunların düşünce dünyalarına girdikten sonra, bir daha şiir yazmamışlardır.[8]
Öyle ki o dönemin bütün şair ve ediplerinin hepsi, Kur'ân'ın baş döndürücü o sihirli ifadeleri karşısında âdeta büyülenmişlerdir. Oysaki onlar, dile ve dilin bütün inceliklerine vâkıf kimselerdi. Öyle ki bir tek cümleye secde edecek kadar şairane derin duygular taşıyorlardı. Şiirleri altın yaldızlarla yazılıp Kâbe'nin duvarına asılan o "Muallakât-ı Seb'a" şairlerinden hayatta olanlar, Kur'ân nazil olunca şiirlerinin artık bir kıymet ifade etmediğini anlamış ve onları kendi elleriyle Kâbe duvarından söküp atmışlardı. Evet o gün Kur'ân'dan birkaç âyet olsun dinleyen hemen herkes, ona nazire yapılamayacağını ve onun bir mislinin meydana getirilemeyeceğini itiraf etme zorunda kalıyordu.
Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın meydan okuması sadece o döneme münhasır değildir. Şöyle ki o asırdan sonra da bir kısım dâhi şairler yetişmiş, hatta bunlardan bazıları şiiri putlaştıracak kadar da büyütmüşlerdir ama, onların yazdıklarına dikkatle bakıldığında, çoğunun sunilik, tekellüf ve bir kısım tumturaklı sözlerden ibaret olduğu görülecektir. Meselâ, belli bir döneme damgasını vuran meşhur şairlerden Maarrî; "Ben şiirin peygamberiyim" diyecek kadar ileri giden Mütenebbî, kibir ve azamet kokan o muzahref sözleriyle sözde Kur'ân'a nazire yapmaya kalkışmışlardır ama, bu mağrur kâmetlerin şiir divanlarında, değil Kur'ân'a nazire bulmak, büyük ölçüde muhtevanın hiciv, bedbinlik, iddia ve karamsarlıktan ibaret olduğu müşâhede edilecektir. Bu kemtâli'liler, bir kısmı yirminci asrın nihilistleri gibi hiç mi hiç bu dünyadaki mevcudiyetlerinin sebeb-i hikmetiyle, zerreden küreye kadar şu kitab-ı kebir-i kâinatta cereyan eden baş döndürücü nizamın cereyan etme keyfiyetiyle ve "varlığın ille-i gayesiyle" ilgilenmemişler; hatta basit bir mevzuu süslü püslü ifadelerle anlatmadan öte kıymet-i harbiyesi olan herhangi bir şey ortaya koyamamışlardır.
Maarrî'nin de iddia ve çalımda bedbinlik ve karamsarlıkta Mütenebbî'den aşağı kalır bir tarafı yoktur. Şiirleri baştan başa müdâhene, övgü, hiciv gibi karanlık ve zulmanî tablolarla dopdolu olan bu tâli'siz insan, hep karanlık geceleri dile getirmiştir. Zaten böylesine karanlık ruhların, insanlığın his, düşünce, tasavvur, niyet ve hedeflerine tercüman olmaları da düşünülemez. Ruh dünyaları lâhûtî esintilere kapalı olan bu zavallıların, insanların ruhî, kalbî ve ledünnî yapılarına dair bir şey söylemeleri, düşünceleri âhenk ve intizam içinde zapturapt altına almaları ve genel olarak fert ve topluma hedef ve idealler tayin etmeleri tamamen imkânsızdır. Oysaki bütün bunlar çok ciddî hususlardır ve gönüllere inşirah salan Kur'ân'ın ele aldığı temel konulardandır.
Şu anda mevzumuz bu olmadığı için, burada o konuya temas etmeyecek ve sadece bir hususu belirtip geçeceğim.
Bugün bütün kütüphanelerdeki manzum ve mensur eserler taranabilse ve bütün dil üstadları bir araya gelerek Kur'ân'a misil olabilecek bir şey ortaya koymaya çalışsa onun bir tek sûresine, hatta bir tek âyetine bile bir nazire getiremeyeceklerdir. Bu önemli hakikat, dün ve bugün geçerli olduğu gibi yarın da geçerli olacaktır. Zira böyle olacağını bizzat Kur'ân, "Eğer kulumuz (Muhammed)e indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah'tan gayri şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın. Bunu yapamazsanız –ki elbette yapamayacaksınız– yakıtı, insanlar ve taşlar olan Cehennem ateşinden sakının. Çünkü o ateş, kâfirler için hazırlanmıştır."[9] âyetiyle gaybî olarak on dört asır önce haber vermiş olmasına rağmen bugüne kadar da böyle bir şey yapılamamıştır.
Burada hemen ifade etmeliyim ki, Maarrî ve Mütenebbî gibi Kur'ân'a nazire yapmaya kalkışanlar, hiçbir zaman "Bizim sözümüz vahiy gibidir" dememişler ve sadece hiç kimse tarafından söylenemeyecek bir kısım güzel sözler söylemeye çalışmışlardır. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, hem dost hem de düşman çevrelerden yüz binlerce insan, şiir ve yazılarını süsleyip güzelleştirmek ve tesir gücünü arttırmak için Kur'ân'ın âyetlerinden iktibaslar yapmış ve bu sebeple de sık sık Kur'ân'a müracaat edegelmişlerdir. Bu da, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın esrarengiz ifade ve beyanlarından hiçbir zaman müstağni kalınamayacağını göstermektedir.
Şimdi tekrar âyet-i kerimeye dönerek kaldığımız yerden tahlile devam etmeye çalışalım: "Bunu yapamazsanız..." Yani Kur'ân'ın bir sûresine hatta bir âyetine misil olabilecek bir söz ortaya koyamazsanız, "Ki (bunu) elbette yapamayacaksınız." Öyleyse hiç olmazsa haddinizi bilip, akıbetinizi düşünerek "Yakıtı, insan ve taş olan Cehennem ateşinden sakının. Çünkü o ateş, kâfirler için hazırlanmıştır."
Ayrıca, âyetin herkese meydan okumasının yanında şunu ima ettiği de sezilmektedir: Siz, taş ya da odun değil; şuur, idrak, his ve kalb sahibi "insanlar"sınız. Dolayısıyla aklınızı başınıza toplayıp iyi düşünün; düşünün ve sîret olarak taş ya da oduna dönüşerek Cehennem'e yakıt olmayın ve donanımınız çerçevesinde kemalât-ı insaniye semasına çıkmaya çalışın.. hem bilin ki, Kur'ân'ın misli olamaz ve ona asla nazire yapılamaz. Öyle ise ona misil getirebilme yolunda beyhude yorulmayın. Aslında Allah (celle celâluhu), size, bu akıl ve insan olma pâyesini, şuur ve istidatlarınızı geliştirmeniz ve esfel-i sâfilîn vadilerinde sürünmemeniz için vermiştir.
Bundan başka şu iki hususa da dikkat etmek lazımdır:
1. Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan'a bir nazire yapılıp yapılmadığını anlayabilmek için, az da olsa dile vukufiyetin yanında edebî zevk ve ifade inceliğine âşinâ bulunmak, belâgat, fesahat, i'caz vs. gibi konularda malumat sahibi olmak gerekir. Bu konularla alâkalı herhangi bir bilgi birikimi olmadan, sadece bu mevzuda söz söyleyenlerin söyledikleriyle yetinen birisinin, onun inceliklerini anlaması mümkün değildir. Bu mevzuda söz söyleyenlere itimadı olmayanların kendileri araştırma yapma mecburiyetindedirler. Bütün bunları bilmeden, işin tekniğini kavramadan, Kur'ân hakkında değerlendirmeler yaparak ileri geri konuşanların sözleri, bir değer ifade etmediği gibi, böyle bir sahada söz söylemeye hak ve salahiyetleri de yoktur.
1. Yukarıda meali zikredilen Bakara sûresinin 23 ve 24. âyet-i kerimelerinde dikkat çekici iki nokta daha vardır: Evvelâ, âyet-i kerimede نَزَّلْنَا "Biz indirdik" ifadesiyle Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ı Kendisinin indirdiğini ve onun Kendisine ait olduğunu; sâniyen عَلٰى عَبْدِنَا "Kulumuz (Muhammed)e" ifadesiyle Hz. Muhammed'in de bir kul olduğunu bildirmektedir.
Evet, her şeyin nisbeti O'nadır (celle celâluhu). Şayet Kur'ân ve Sahib-i Kur'ân, Allah'a nisbetten koparılacak olursa, her ikisi de sahip oldukları muallâ mevkii yitireceklerdir. Meselâ, "Hele şu Kur'ân'ı bir de beşer sözü olarak kabul edelim de öyle inceleyelim" veya "Meseleyi önce objektif olarak, tarafsızca ele alalım" gibi safsatalar, sadece birer aldatmacadan ibarettir. Zira Kur'ân, Allah'a nisbet edilmezse nasıl izah edilebilir ki?. Aynı şekilde Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah'ın kulu ve Resûlü olarak kabul edilmezse, O'nun fevkalâde cesareti, harikulâde sabrı, hilmi, irfanı, o veciz ifade ve beyanları, o büyüleyici tavır ve hareketleri ve insanların gönüllerini daha ilk bakışta fethetmesi, o müthiş irade ve firaseti, ismet ve fetaneti ne ile açıklanabilir?.
Hâsılı, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, her şey O'nundur ve O'na nisbet edilmelidir. Zira şu güzellikler "meşheri kitab-ı kebir-i kâinat" tesadüf ve sebeplerin değil, her şeye kâdir olan Zât-ı Zülcelâl'in eseridir. Dolayısıyla asrımızda eşyayı Cenâb-ı Hakk'a nisbetten kopararak bir nevi dinsizlik yolunu tutan pozitivist ve rasyonalist yaklaşımların düştüğü yanlışlığa düşmemeli; Kur'ân ve Sahib-i Kur'ân'ı ele alırken, Kur'ân'ın Allah'ın kelâmı, Hz. Muhammed'in de O'nun kulu ve resûlü olduğu unutulmamalıdır!..
Belli bir zamanla mukayyet olmayan gaybî haberlerden biri de şu âyetle işaretlenmektedir:
فَاصْبِرْ إِنَّ وَعْدَ اللّٰهِ حَقٌّ فَإِمَّا نُرِيَنَّكَ بَعْضَ الَّذِي نَعِدُهُمْ أَوْ نَتَوَفَّيَنَّكَ فَإِلَيْنَا يُرْجَعُونَ
"(Ey Resûlüm) Sen sabret. Şüphesiz Allah'ın vaadi gerçektir. Onları tehdit ettiğimiz şeylerin bir kısmını ya sana gösteririz yahut seni vefat ettiririz. (Nasıl olsa) onların hepsi Bize döndürülecektir."[10]
Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerimede de, bir yönüyle Efendimiz'i teselli etmekte, diğer yandan da başına gelen musibetlerin neticesiz olmadığını bildirerek, O'na sabretmesini tavsiye etmekte ve "Şüphesiz Allah'ın vaadi gerçektir." ifadeleriyle kendi muradını gerçekleştireceğini bildirmektedir.
Şimdi gelin hayal dünyamızda şöyle bir insan tasavvur edelim ki, bu insan, olabildiğine şirazesiz ve darmadağınık bir cemaat içinde zuhur etmiş ve tek başına bütün insanlığa âdeta meydan okumaktadır. Olabildiğine çarpık ve fasit fikirlerin, insanlığın hayatına hâkim olduğu bir devirde, yepyeni düşüncelerle gelerek, dünya çapında çok hayati bir kısım inkılapların planından söz etmekte ve bu inkılapların prensiplerini onlara kabul ettirmeye çalışmaktadır; çalışmaktadır ama dinleyen de çok azdır. Dahası bu toplumda bir yandan sefahet ve rezalet hükmetmekte, diğer yandan da bazıları putlara kurban keserek onlardan medet ummaktadır. İşte insanlar arasında, hem de din adına bin bir hurafenin yaşandığı, rezalet ve şenaatlerin ayyuka çıktığı, bazılarınca Kâbe'nin çırılçıplak tavaf edildiği bir dönemde, O'nun yaptığı şeyleri görmemezlik, bir körlüktür.
Evet, işte bu tür tablolar ile resmedilen o karanlık atmosferde, Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir güneş gibi tulû ediyor ve onlara ancak cennettekilerin yaşayabileceği en nezih hayat düsturlarını sunuyordu. İnsanların, olabildiğine sefahet içinde bulundukları bu karanlık devrede, bu prensiplere karşı hüsnükabul göstermeleri aklın kabul edeceği bir şey değildir. Nebiler Serveri'nin, oldukça kısa bir zamanda o sefahet bataklığında yaşayan insanlara hak ve hakikatleri anlatabilme ve onları hidayete sevk edebilmedeki başarısı tamamen bir inayet-i ilahidir ve elinde sadece Kur'ân vardır. Evet o Hidayet Güneşi'nin hutbesi o, tesellisi o ve problemlerinin çözümü de ondadır. O, insanlara kurtuluş yollarını gösterebilmek için türlü türlü eziyet ve hakaretlerle maruz kaldığı, kalbinin kırık ve mahzun olduğu hemen her zaman Allah'a sığınmış ve onun sayesinde hep dimdik ve ümitli kalabilmiştir. Allah (celle celâluhu) O'na: "(Ey Resûlüm) Sen sabret. Şüphesiz Allah'ın vaadi gerçektir. Onları tehdit ettiğimiz şeylerin bir kısmını ya sana gösteririz yahut seni vefat ettiririz. (Nasıl olsa) onların hepsi Bize döndürülecektir."[11] buyurmuş ve teyidat vaadinde bulunmuştur.
Burada "Şüphesiz Allah'ın vaadi gerçektir." ifadesiyle vaadedilen hususlar çerçevesinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)'in mesajının dört bir yanda şehbal açacağı.. –Allah'ın tevfik ve inayetiyle– O'nun insanlar üzerinde hükümran olacağı.. ümmet-i Muhammed'in şarktan garba kadar her yerde bir ses ve soluk haline geleceği.. Din-i Mübîn-i İslâm esaslarının her yerde saygı göreceği.. Kur'ân-ı Kerim'in ellerde, dillerde, gönüllerde olacağı ve herkesin ona hürmet edeceği ve onu anlama mevzuunda âdeta yarışılacağı... gibi hususlar, gaybî surette işaretlenmektedir.
Allah Teâlâ, bu müjdeyi Efendimiz'e, O'nun bin bir gâile ile kuşatılmış bulunduğu ve O'na kimsenin destek olmadığı bir zamanda vermiştir. Vaadedilen bu hususların tahakkuk edeceğine dair herhangi bir emarenin olmadığı o gün, hiç kimse bunların gerçekleşeceğine ihtimal bile veremezdi. Ama Allah (celle celâluhu), Elçisine: "Onları tehdit ettiğimiz şeylerin bir kısmını ya sana gösteririz yahut seni vefat ettiririz." buyuruyordu ki, bundan şu iki hususu anlamak mümkündü: Birincisi, âyette olduğu şekliyle, "Onları tehdit ettiğimiz şeylerin bir kısmını ya sana gösteririz, yahut seni vefat ettiririz"; ikincisi ise, âyetteki أَوْ "veya" bağlacını "ve" mânâsına hamlederek, "Onları tehdit ettiğimiz şeylerin bir kısmını sana göstereceğiz ve seni vefat ettireceğiz. Nitekim öyle de oldu.
Cenâb-ı Hakk'ın, vaadettiği bu şeylerin bir kısmı Allah Resûlü'nün hayatında, diğer bir kısmı ise, O vefat ettikten sonra zuhur edivermişti. Evet, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendi döneminde Mekke'nin fethini, ümmetinin Bizans önlerinde savaştığını, değişik kavim ve kabilelerin fevç fevç İslâm'a dehalet ettiklerini gördüğü gibi, Abbasi, Emevi, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerini –ruhaniyetiyle muttali olması hariç– müşâhede edememişti...
Nebiler Serveri'nin uhdesinde risalet vazifesi gibi devâsâ bir sorumluluk vardı ve O, yüce davasına bütün kalbiyle bağlıydı. Allah (celle celâluhu) gaybî bir surette seneler önce O'na göstermeyi vaadettiği şeyleri vakt-i merhûnu geldiğinde birer birer gösteriyor ve onun içine inşirahlar salıyordu. Müslümanlar, Efendimiz ile birlikte Hudeybiye'den önce umre niyetiyle yola çıkmışlardı. Ama Kureyş, onlara fırsat verme niyetinde değildi. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), en tabiî hakları ve istekleri olan Kâbe'yi tavaf etmeye bile kâfirlerin izin vermeyeceklerini, gerekirse kılıç kullanacaklarını duyunca irkilmiş ve hislenmişti; hislenmiş ve "Bu adamlar (Kureyş) harpten başka bir şey bilmiyorlar. Vallahi Allah bu dini izhar edinceye kadar ben de bu mücahedeme devam edeceğim. Ya bu kafile Mekke'ye gider veya onlar mağlup olurlar."[12] buyurmuştu.
İşte bu noktada Hudeybiye'de yaşanan hâdiselere bir de, "(Ey Resûlüm) Sen sabret. Şüphesiz Allah'ın vaadi gerçektir (ve gerçekleşecektir). Onları tehdit ettiğimiz şeylerin bir kısmını ya sana gösteririz, yahut seni vefat ettiririz.." âyeti perspektifinden bakılacak olursa, Cenâb-ı Hakk'ın âyet-i kerimede vaadettiği hususlardan birinin de, Hudeybiye'den hemen iki sene sonra gerçekleşecek olan "Mekke'nin fethi" olduğu tebarüz eder.
Kur'ân'da zikredilen, mutlak ve herhangi bir zamanla mukayyet olmayan gaybî haberlere dair son örneği, Nur sûresinden vereceğimiz bir misalle noktalamayı düşünüyorum:
وَعَدَ اللّٰهُ الَّذِينَ اٰمَنُوا مِنْكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ فِي الْأَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دِينَهُمُ الَّذِي ارْتَضٰى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ أَمْنًا يَعْبُدُونَنِي لَا يُشْرِكُونَ بِي شَيْئًا
"Allah, sizden iman edip salih amel yapanlara kat'i vaad buyuruyor ki; onlardan öncekilerini yeryüzünde hükümran kıldığı gibi, onları da hükümran kılacak ve onlar için seçip beğendiği dinlerini yaşama güç ve kuvveti vererek, yaşadıkları korkularının ardından kendilerini (tam) bir güvene erdirecektir. Öyle ki artık onlar hep Bana kulluk eder ve Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar..."[13]
Bu âyet-i kerimede Allah (celle celâluhu), mü'minlere –iman edip salih amel işlemek şartıyla– Asr-ı Saadet'ten kıyamete kadar geçerli olabilecek bazı vaadlerde bulunmaktadır. Ne var ki vaadedilen bu hususlara mazhar olabilmek için, sadece fert veya toplumların iman edip iyi davranışlarda bulunması da yeterli görülmemekte, Allah'a (celle celâluhu) eş-ortak koşmadan kullukta bulunma, nankörlük ve şirke girmemenin de önemli birer esası olarak üzerinde durulmaktadır.
Her şeyden evvel Cenâb-ı Hak, "Allah, sizden iman edip salih amel yapanlara vaat etmiştir ki, daha öncekileri nasıl hükümran kıldıysa, sizi de öyle yeryüzünde hükümran kılacak..." ifadeleriyle gaybî bir surette, iman edip salih amel işleyenlere, daha önce Hz. Davud ve Hz. Süleyman'a lütfettiği gibi, yeryüzünde hükümranlık ihsan edeceğini bildirmektedir.
Bu noktada bir an geriye dönüp âyetin nazil olduğu, yani gökten bir damla yağmurun düşmediği, yerde bir tek otun bitmediği, kalb ve gönüllerin taş gibi kaskatı olduğu, Kur'ân-ı Kerim'e karşı ciddî reaksiyonların birbirini takip ettiği ve Nebi'nin mahzun, ümmetinin mağmum; yani ortada henüz hiçbir ümit emaresinin bulunmadığı bir dönemde böyle bir vaad, bazı inananlara bile âdeta muhal gelecektir. Çünkü henüz ümit emaresi olunabilecek bir tek ışık bile yoktur.
İşte, bu şartlar altındaki böyle bir müjde, hakiki mü'minler adına kurtuluş vaadeden tam bir gaybî haberdir. Nitekim Allah (celle celâluhu), bu vaadini sonraki tâli'lilere gösterecek ve Kur'ân'ın zamana ve asırlara nasıl meydan okuduğunu ilan edecektir.
Ayrıca Allah Teâlâ, bu âyette: "... ve kendileri için seçip beğendiği dinlerini onlar hesabına sağlamlaştıracak..." buyurarak, mü'minler için razı olduğu dine temkin verip onun prensiplerine istikrar kazandıracağını ve her türlü değişme, bozulma ve yozlaşmadan onu muhafaza edeceğini haber vermektedir ki işte bu sayede din, inançlı gönüllerde kök salıp, onların hayatlarına hâkim olacaktır.
Kur'ân'ın gaybî bir surette bunları haber verdiği devirde din, henüz aile ve toplum içinde yerleşip istikrara kavuşamamıştı. Şayet, mü'minler en zayıf günlerini yaşadıkları o gün, bu vaadleri bildiren, Kur'ân-ı Kerim olmasaydı, inanan insanların pek çoğunun dahi böyle bir şeye inanmaları çok zor olabilirdi.
"Ve korkularının ardından onları (tam) bir güvene erdirecektir." âyetiyle de Cenâb-ı Hak, herhangi bir toplumda dinî duygu tam oturunca emniyetin de kendiliğinden gelip yerleşeceğini, sineleri inançla coşan kişilerin kalb ve kafalarında hiçbir korkunun kalmayacağını, herkesin yürekten Allah'a kulluk yapacağını gaybî bir şekilde haber vermektedir.
Evet, âyet, açık olarak mü'minlere yeryüzü mirasçıları olduklarını vaadetmektedir. Ancak burada vaadedilen hükümranlığın sadece maddî bir hükümranlık, saltanat ya da insanları halâik gibi kullanan kuru bir hakimiyet şeklinde değerlendirilmesi de kat'iyen doğru değildir. Nasıl olabilir ki, âyette vaadedilen bu hükümranlığın, herkesin huzur ve saadetini teminat altına alıp garanti etmesi, Müslümanların sair millet ve devletler arasında hakem durumuna gelmesi, bu suretle yeryüzünde sulh ve sükûnu yerleştirmesi, huzursuzluk ve anarşi çıkaran yığınların hizaya getirilmesi, âsilerin ikaz ve tedip edilmesiyle insan mutluluğunu ihlal edecek her şeyin ortadan kaldırılması gibi mesuliyetli ve sorumluluğu oldukça yüksek bir muvazene unsuru olma hususuna vurguda bulunulmaktadır.
Kur'ân-ı Kerim, bunları henüz bütün birimleriyle bir İslâm devletinin teşekkül etmediği bir dönemde vaadetmiştir. Ancak Allah (celle celâluhu), Nebiler Serveri'nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) hemen sonra nisbî seviyede de olsa bu gaybî ihbarını tahakkuk ettirmiş ve istenildiği şekliyle daha dört halife döneminde dünyanın önemli bölgelerinde, hem de Kur'ân'da zikredildiği şekliyle o hükümranlığı temsile Müslümanları muvaffak kılmıştır.
Burada önemle üzerinde durulan husus hakkaniyetin hükümranlığıdır. Oysaki, bu âyetin nazil olduğu günlerde, âyette vaadedilen hususların tahakkuk etmesi imkânsız denilebilecek kadar uzaktı. Daha sonraları ve hatta günümüzde din, gönüllere öylesine yerleşti ve yerleşiyor ki, her an yeni yeni İslâm'a dehaletler, Müslümanlara âdeta yeni bir Asr-ı Saadet neşvesi yaşatmakta.. evet bugün Efendimiz, yiyip içmesi, oturup kalkması, yürümesi, insanlara muamelesi... gibi zorlayıcılığı olmayan, farz ya da vacip kabul edilmeyen hâlleriyle bile, inanmış gönüller tarafından heyecanla örnek alınmakta ve milimi milimine O'na uyulmaktadır.
Doğrusu, geçmişte olduğu gibi din, bugün de –Allah'ın inayet ve keremiyle– bir kere daha kalb ve gönüllerde rüsuh bulmaktadır. Asr-ı Saadet'te yaşanan aşk, iştiyak ve heyecan, –Allah'a sonsuz şükürler olsun ki– bugün yeniden bir kere daha yaşanmakta ve ümit bahşeden bu manzara âdeta hicranlı sinelere su serpmektedir. Allah'ın (celle celâluhu), "... ve kendileri için seçip beğendiği dinlerini oturtup sağlamlaştıracak..." şeklindeki gaybî ihbarı, bir kere daha tedricî olarak tekerrür etmektedir.
"Ve O, korkularının ardından onları (tam) bir güvene erdirecektir."
Habbab b. Eret anlatıyor: Müslümanlar Mekke'de sığınacak bir yer bulamıyorlardı ve Medine-i Tâhire'ye hicret etmek zorunda kalmışlardı. Hicret ettiler ama, uzun zaman orada da hep aynı endişeleri yaşadılar.. evet çevredeki kefere ve fecerenin ve içerideki münafıkların endişesi orada da onları sürekli tedirgin ediyordu.. ve herkes âdeta kılıcı belinde yaşıyordu. Baskı ve tedhiş tahammül eşiğini aşınca, bir gün sahabe, huzur-u Risaletpenahi'ye gelerek "Yâ Resûlallah! Bu korkunun bir sonu yok mu?" dediler. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlara hitaben: "Sabredin, Allah korkuyu giderecek ve gönüllere emniyet bahşedecektir. Öyle ki Hadramut'tan Şam'a kadar, tek başına bir kadın hevdecinde, hem de hiçbir endişe duymadan ve yanında kimse olmadan seyahat edebilecektir."[14] buyurmuşlardı.
Vahşetin olabildiğine azgınlaştığı o dönemde, gerçekleşmesine ihtimal verilemeyecek böyle gaybî bir müjde o gün nasıl karşılandı onu bilemeyeceğim ama, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer devirlerinde o emniyetin tastamam yaşandığı da bir gerçekti. Allah (celle celâluhu), o günkü Müslümanlara bahşettiği emniyeti bu ümmete de –inşâallah– yeniden yaşatacaktır. Çünkü yukarıda zikrettiğimiz âyet, gaybî bir tarzda kıyamete kadar bütün Müslümanlar için aynı şeyin söz konusu olduğunu belirtmektedir. Âyet-i kerimedeki, "Onlar hep Bana kulluk ederler ve Bana hiçbir şeyi asla eş ortak koşmazlar..."[15] beyanıyla da Allah, İslâm'ın yeryüzünde kendini ifade etmesiyle büyük ekseriyetin O Zât-ı Ecell ü A'lâ'ya ibadet edeceğini ve O'na şirk koşmayacağını haber vermektedir.
Evet, bu âyetin verdiği haber değerlendirilirken, hayalen Mekke dönemine gidilebilse, ortalıkta bir sürü putun bulunduğu, her kabile ve oymağın kendi putuna tapmakta olduğu, toplumun kargaşaya kurban gittiği, putperestliğin kalb ve gönüllere hükmettiği, putlara hediyeler takdim edilerek onlardan yardım dilenildiği ve her tarafta sahte itikat ve inançların revaçta olduğu görülecektir. Bu gaybî haberi bugün ele aldığımızda da, yine Kur'ân'ın o eşsiz mucizevî yanıyla karşı karşıya gelinecektir. Zira her şeye rağmen bugün bile milyonlarca insan âyetteki vaad çizgisinde Allah'a kulluk yapmakta ve gerçek mânâda sadece O'na ibadet ve itaatte bulunmakta, şirkten uzak, en hâlis niyet ve teveccühlerle hep O'na yönelmektedir.
O gün, o ilk müjdeyle şahlanan Müslümanlar daha sonra Hz. Ömer dönemi, Emevi ve Abbasi devirlerinde yapılan fütuhatla, Afrika kıtasından İç Asya steplerine kadar yayıldı ve Kur'ân'ın, yukarıda zikrettiğimiz âyeti ve daha başka âyetleriyle gaybî bir tarzda verdiği müjdeleri gerçekleştirdi ve devletler muvazenesinde önemli bir unsur hâline geldiler.
İşte bütün bunlar göstermektedir ki, Kur'ân, verdiği gaybî haberlerde dahi eşi, menendi olmayan bir kitaptır ve bu konuda onunla yarışacak başka bir kitap da yoktur. Evet o, bu haberleri, değişik devir ve asırlara tasdik ettirerek her zaman akıllarda hayranlık uyarmaktadır. Ümit ediyoruz ki, dünya muhtaç olduğu bu mucize kelâma en içten beklentileri ve ihtiyaçları ile yeniden teveccüh eder ve insanlık bir kere daha ebedî saadetin kaynağına doğrudan doğruya ulaşmış olur.. evet bugün insanlık canı dudağında, son bir kere daha onun hayatbahş olan soluklarını beklemektedir.
[1] Bkz.: Cin sûresi, 72/26-27.
[2] Bakara sûresi, 2/23-24.
[3] Bakara sûresi, 2/23-24.
[4] Yûnus sûresi, 10/38.
[5] Hûd sûresi, 11/13.
[6] İsrâ sûresi, 17/88.
[7] Bakara sûresi, 2/23.
[8] İbnü'l-Cevzî, Sıfatü's-safve 1/736; İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-ğâbe 4/540; İbn Hacer, el-İsâbe 1/98, 5/675.
[9] Bakara sûresi, 2/23-24.
[10] Mü'min sûresi, 40/77.
[11] Mü'min sûresi, 40/77.
[12] Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/323; İbn Hişâm, es-Sîratü'n-nebeviyye 4/276.
[13] Nûr sûresi, 24/55.
[14] Buhârî, menâkıb 25, menâkıbü'l-ensâr 29, ikrâh 1; Ebû Dâvûd, cihâd 97.
[15] Nûr sûresi, 24/55.
- tarihinde hazırlandı.