Şahıslarla ilgili gaybî haberler
Kur'ân-ı Kerim, bazen kapalı da olsa bir kısım kimselerin akıbetlerinden bahseder ki, onun bu gibi şahıslar hakkında verdiği haberler, mevsimi gelince aynıyla zuhur etmiştir. Evet o, bir şahıs hakkında "imansız" hükmünü vermişse, o hayatı boyunca hep dalâlet içinde yaşayarak; bir başkası için "Cehennemlik" demişse, o da ömrünü o çizgide sürdürerek o uğursuz akıbetlerine doğru yürümüşlerdir. Hatta bu şahıslardan bazıları, imana bir adım kala yeniden kibir, gurur, makam hırsı veya başka ihtiraslara kapılarak küfür ve dalâlet yolunu seçip Kur'ân'ın haber verdiği şekilde dünyadan göçüp gitmişlerdir.
Şimdi isterseniz, konuyu bazı misallerle biraz daha açalım: Tefsircilere göre, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın haber verdiği şahıslardan birisi Velid b. Muğire'dir. O, hem çok sayıda evlâda hem de bol miktarda mala sahip olan, oldukça zengin biridir. Aristokratlar arasında yetişmiş, oranın edep ve irfanına sahip bulunan, dolayısıyla konuşmasını da iyi bilen ve hemen her yerde itibar gören bir insandır. Velid b. Muğire vahyin ilk yıllarında Resûl-i Ekrem'le (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşılaşmış, O'ndan Kur'ân'ı dinlemiş, sözden iyi anladığı için de Kur'ân'ın ifadelerinin tesirinde kalmış ve O'nun bir beşer kelâmı olamayacağını hemen anlamıştı; anlamıştı ama, kibir ve gururu Müslüman olmasına engel olmuştu. Evet, kibir ve gururuna yenilen bu tâli'siz insan, evvelâ Kur'ân hakkındaki kanaatlerinde oldukça insaflı davranmıştı:
"Vallahi, Muhammed'den az önce bir söz dinledim ki, o ne ins ve ne de cin sözüdür. Onun kendine has bir tatlılık ve halâveti var ki, yukarısı meyveli, aşağısı bereketli ve zemini de oldukça sulu.. bu itibarla o kesinlikle bir gün mutlak üste çıkacaktır ve kat'iyen aşılamayacaktır." Buna karşı Kureyş, "Velid sapıttı; vallahi bütün Kureyş de sapıtacaktır!" dediler. Bunu işiten Ebû Cehil, "Ben onun hakkından gelirim!" diyerek kalkıp öfkeli öfkeli Velid'in yanına vardı ve "Ey Velid! Kavmin sana vermek için mal topluyor. Çünkü sen Muhammed'den bir şeyler elde etmek için O'nun yanına gidiyormuşsun!" dedi. Bunun üzerine Velid: "Kureyş bilir ki, ben onların malca en zenginiyim." şeklinde konuştu. Bu defa Ebû Cehil: "O hâlde O'nun hakkında bir söz söyle de kavmin işitsin ve senin O'nu sevmeyip inkâr ettiğini anlasın." teklifinde bulundu.
Velid: "Ne diyeyim, içinizde şiiri, kasideyi ve cin sözlerini benden daha iyi bilen biri yoktur. O'nun söylediği bunların hiçbirine benzemiyor" deyince; Ebû Cehil: "Yok, mutlaka bir şey söylemelisin!" ısrarında bulundu, o da kalkıp kavminin toplandıkları yere geldi ve "Siz, 'Muhammed mecnun!' diyorsunuz; O'nda hiç cinnet emaresi gördünüz mü? 'Kâhin!' diyorsunuz; O'nu hiç kâhinlik yaparken müşâhede ettiniz mi? 'Şair!' diyorsunuz; O'nu hiç şiirle uğraşırken ve şiir söylerken gördünüz mü? 'Yalancı!' diyorsunuz; O'nun hiç yalan söylediğini duydunuz mu?" diye konuştu. Onun bu soruları karşısında orada bulunanlar: "Hayır. Ama peki öyleyse O nedir?" dediler. Velid de: "Durun bir düşüneyim!" dedi ve uzunca bir bekleyişten sonra da, "Bu (Kur'ân), olsa olsa sihirbazlardan öğrenilip nakledilen bir sihirdir ve bu, insan sözünden başka bir şey değildir." şeklinde mırıldandı. Onun bu sözleri üzerine de Kureyş, onu alkışlayarak oradan ayrıldılar.[1]
Kur'ân'a bu kadar yaklaşan, onun mânâ ve muhtevasını bu derece kavrayıp âlî ve mukaddes bir kelâm olduğunu hisseden bir insanın hâlâ küfürde inat etmesi, hakikate karşı kibir, zulüm ve inhiraf olduğundan Kur'ân onu da ebedî idamlıklar arasına soktu, hem kâfirce, zalimce tavırlarını hem de su-i akıbetini şöyle bir resimle ortaya koydu:
Zira o, düşündü taşındı, kendince ölçtü biçti.
Canı çıkasıca, bu ne biçim ölçüp biçmekti!
Kahrolası nasıl (ölçüp biçti) ve nasıl ölçtü biçtiyse!
Sonra (başını kaldırıp halka) baktı. Sonra kaşlarını çattı, suratını astı.
Sonunda da, kibrini yenemeyip sırt çevirdi.
'Bu (Kur'ân) dedi, olsa olsa (sihirbazlardan öğrenilip) nakledilen bir sihirdir.
Ve bu, insan sözünden başka bir şey değil.'
(Allah da) Ben onu sekara (Cehennem'e) sokacağım.[2]
buyurdu.
Bu ifadelerden evvela şu hususları anlamak mümkündür:
1. Bu sihir, çok farklı ve bütün sihirleri aşkın tesirli bir sihirdir.
2. Kur'ân büyüsünün insan üzerinde anlaşılmayan bir tesiri söz konusudur.
Bir mânâda her tarafa çekilebilen bu sözlerden anlaşılan şudur; Velid b. Muğîre, her ne kadar çevresindekilere böyle söylese de, içinden Kur'ân'ın bir sihir olmadığını çok iyi bilmektedir. İhtimal ki o, bu sözlerle Kur'ân'ın tesirini anlatmak ve "Kur'ân'ın bizzat kendisi sihir değildir ama sihir gibi insanları büyülüyor." demek istemiştir. Bu da vak'anın raporundan başka bir şey değildi.
Bu, günümüzde de bir kısım inkârcıların, Allah'ın kâinattaki o baş döndürücü tasarrufunu görmezlikten gelerek, varlık ve hâdiselere fennî birer nam takıp bu namlar her şeyi izah ediyormuş gibi eşyayı tarif ve tefsir etmelerine benzemektedir. Meselâ, kâinatta bütün kütleler birbirini çekmektedirler. Kütleler arasındaki bu çekim (câzibe) kuvveti, cisimlerin kütleleriyle doğru orantılı, aralarındaki mesafenin karesiyle de ters orantılıdır. Dolayısıyla dünya ile güneş de birbirlerini karşılıklı olarak çekmektedirler. Bu çekim kuvvetinden dolayı dünya güneşin etrafında bir sapan taşı gibi döndürülmektedir ki, bu çekme hâdisesine fizikte "Nevton Çekme Kanunu" denilmektedir.
İşte böyle bir yaklaşım, sadece o hâdiseye bir isim takmaktan ibarettir. Sadece fennî bir nam takmakla henüz tam olarak bilinmeyen o hâdisenin mahiyetinin anlaşılmayacağı açıktır. Bu noktada bir kısım zâhirperestler, her zaman aldanagelmişlerdir. Bir kere her şeyden evvel acaba, "Bu baş döndürücü çekim kuvvetini yoktan yaratan kimdir?" sorusuna makul cevap bulunmalıdır. Bu çekim kuvveti, insan yaratılmadan milyarlarca yıl önce de var olduğuna göre herhâlde bu kanunu ne Nevton ne de bir başka insan yaratmadı! Öyle ise bütün kâinatla beraber onu yaratan da ezel ve ebed sultanı Cenâb-ı Hak'tır. Burada insanlara düşen vazife, sadece bu kanunu keşfedip, varlığını anlamak ve onu değerlendirmektir.
Evet, câzibe de, Allah'ın kâinatta yarattığı kanunlardan biridir. Bu koca dünyayı bir sapan taşı gibi döndüren kimse, kâinattaki eşya ve hâdiselerin belirli bir nizam ve âhenk içinde cereyan etmesi için her şeyi bir kısım kanun, sabite ve prensibe bağlayan da O'dur. Meselâ, dünya da diğer gezegenler gibi güneşin etrafında tıpkı bir saatin çarkları gibi, hatta daha dakik olarak dönmekte ve matematik bir eğri "elips" çizmektedir. Öyle ki, dünyanın güneşe hayalî bir iple bağlandığı farz edilecek olursa, bu ipin, eşit zamanlarda eşit alanları süpürdüğü müşâhede edilecektir (Kepler Kanunu).
Keza, bu umumî kanunlar çerçevesinde güneşe baktığımızda görürüz ki, güneş, öyle korkunç bir ateş kütlesidir ki, yüzeyindeki sıcaklığın 6.000 derece civarında, iç kısımlarında ise 15 milyon derecenin üstünde olan bu dev hidrojen-helyum reaktörü durmadan çalışmakta ve onda, 4 hidrojen atomu birleşerek 1 helyum atomunu meydana getirmektedir. Ancak 4 hidrojen atomu 1 helyum atomundan daha ağır olduğu için geri kalan bu madde de enerjiye dönüşmektedir. Bu şekilde her saniye, 564 milyon ton hidrojen, 560 milyon ton helyuma çevrilmekte, geri kalan 4 milyon ton madde de, ısı ve ışık suretinde uzaya yayılmakta; bu arada dünya da etrafa yayılan bu enerjinin milyarda ancak ikisini tutup almaktadır. Aslında eğer dünya, bu enerjinin milyarda üçünü almış olsaydı yeryüzündeki hayat altüst olurdu.
Şu bir gerçektir ki, umumî çekim kanununu, dünyanın elips çizmesini ve güneşin bir hidrojen-helyum reaktörü olduğunu tespit edip bir kanuna bağlamak önem arz etse de burada üzerinde durulması gereken ayrı bir husus var ki, o da kâinatta cereyan eden bu kanunları yoktan yaratanın ve insanın yaşamasına müsait hâle getirip onun hizmetine sunanın kim olduğunun bilinmesidir. Aksine o bilinmeyince, kâinatın da bir kaostan farkı olmayacaktır.
İşte Velid b. Muğîre de "Bu (Kur'ân) olsa olsa (sihirbazlardan öğrenilip) nakledilen bir sihirdir. Ve bu, insan sözünden başka bir şey değildir." derken Kur'ân'ın hakikatini izahtan ziyade bir vâkıaya parmak basıyordu. Yoksa Kur'ân'ı sihirle izah etmenin imkânı yoktu. Aslında o, bu sözüyle hakikate çok yaklaşmasına ve Kur'ân'ın insan sözü olmadığını bilmesine rağmen, kibir ve gururuna yenik düşerek, tıpkı Allah tarafından yaratıldığını bile bile kâinattaki cari kanunları sebeplere havale eden cahiller gibi, onun bir beşer sözü olabileceğini söylemiş ve sahil-i selâmete bir adım kala ökçeleri üzerine gerisin geriye dönüvermişti. Bunun için de Cenâb-ı Hak, "Ben onu sekara (Cehennem'e) sokacağım."[3] buyurmuştu.
Kur'ân-ı Kerim'de bu âyet-i kerimede olduğu gibi belli şahısların Cehennem'e sokulacağının söylenmesi, onların kendi meyelanlarıyla imana gelmeyeceklerini göstermektedir. Burada ayrı bir noktaya daha dikkatlerinizi çekmek istiyorum. O gün, Velid b. Muğîre gibi, Kur'ân'ı kabul etmeyen, hatta ona karşı savaş ilan eden pek çok muannit kâfir vardı. Ancak Kur'ân'ın "Cehennem'e sokacağız" demediği bu kâfirler, daha sonra birer birer Müslüman olmuşlardı ki, Ebû Süfyan da onlardan biriydi ve ilk dönemlerinde Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) en büyük düşmanları arasındaydı. Yine Velid b. Muğîre'nin öz oğlu Halid b. Velid (radıyallâhu anh) ve siyasî dehası, dirayet ve kiyasetiyle Müslümanlar için o gün en büyük bir problem olan Amr b. Âs (radıyallâhu anh) da onlardandı. Kur'ân'ın Cehennem'e sokulacağını bildirdiği Velid b. Muğîre[4] iman etmemiş ve hayatının sonuna kadar küfür ve dalâlet içinde yaşamıştı; yaşamış ve böylece Kur'ân'ın verdiği gaybî bir haberi doğrulamıştı.
Ebû Leheb ve Ümmü Cemil'le alâkalı sûre de Velid b. Muğîre hâdisesinde olduğu gibi böyle bir sû-i âkıbetin mesajını taşımakta ve bu iki tâli'sizin durumlarını gözler önüne sermektedir. Evet, "O, alevli bir ateşte yanacak. Odun taşıyıcı olarak ve boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu hâlde karısı da (ateşe girecek)."[5] mealiyle ifade edilen sûre-i celile, Ebû Leheb ve hanımı Ümmü Cemil hakkında gaybî şehadette bulunarak, onların da hayatları boyunca iman etmeyeceklerini ve neticede Cehennem'e gireceklerini açıkça haber vermektedir.
Ebû Leheb ve hanımı, aile olarak İnsanlığın İftihar Tablosu'nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) diriltici iklimine çok yakın oldukları hâlde O'ndan istifade edememe bahtsızlığına birer örnek sayılırlar. Dahası bu tâli'siz ailenin Peygamber Efendimiz'in kerimelerinden Rukiyye ve Ümmü Gülsüm ile evli olan oğulları Utbe ve Uteybe de, anne ve babalarından etkilenerek Nebiler Serveri'ne karşı hep düşmanca duygular sergilemişlerdir. Hatta oldukça edepten yoksun ve olabildiğine hoyrat bir kimliği olan Uteybe, Müslüman olanların halkası genişledikçe ve hele hanımının Müslümanlığını sezince iyiden iyiye kudurmuş, nihayet bir gün hanımının kolundan tutarak zorla huzur-u risaletpenahiye getirmiş ve Efendimiz'in yakasına yapışarak "Al kızını, onu boşuyorum!" deme saygısızlığında bulunmuştur. Bunun üzerine Efendimiz de ona, –Allah'ın ruhsatıyla– "Allah sana kelblerinden bir kelbi musallat etsin!" diyerek dünyevî akıbetini işaretlemiştir ki, bir süre sonra Yemen taraflarına giden bir ticaret kervanı içinde tam konaklama esnasında bir arslan gelerek Uteybe'yi bulup parçalamıştır; parçalamış ve Efendimiz'in ihbarını doğrulamıştır. Peygamber düşmanı bu zatın kardeşi Utbe ise, Mekke fethinden sonra İslâmiyet'i kabul edip saadete ermiştir.[6]
Evet, Efendimizle de olsa cibillî karabet, azab-ı ilâhîden kurtuluş için kâfi değildir. Eğer kâfi olsaydı Nebiler Serveri'ne neseben yakın olan Ebû Leheb ve onun hanımı kurtulurlardı; çünkü Ebû Leheb, Allah Resûlü'nün öz be öz amcası idi ki, kim bilir kaç defa O'nu kucağına almıştı; Ümmü Cemil ise onun hanımıydı. Ne var ki bunlar Peygamber Efendimiz'e ne kadar yakın da olsalar, Allah'a kurbiyetleri olmadığı için O'ndan istifade edip hidayete erememiş ve kendilerini kurtuluşa götürecek olan peygamber yoluna girememişlerdi.
Zannediyorum bu mevzuda asıl dikkat çeken husus şudur: O gün Resûl-i Ekrem'e ellerinden gelen kötülüğü yapan pek çok kâfir ve zalim vardı ama, âyetle tehdit edilen Ebû Leheb'di.. ve o, bir gün tehdit edildiği şeye maruz kalacaktı.
Bu hususun açılımında şu mülâhazalar söz konusu olabilir:
1. Efendimiz'in akrabası ve O'nun öz amcası olan bir şahsın, açık açık Kur'ân'ın tehditlerinden nasibini alması, kamuoyunda daha büyük bir tesir icra edecektir. Zira kimse, risalet etrafında şüphe uyarma anlamına gelen "Peygamber akrabaları kayırılıyor" zannına kapılmayacak ve Allah'ın indinde bütün kâfirlerin aynı kabul edildiği vurgulanacaktı ki, bu da bize, Nebiler Serveri'nin her yönüyle vahye ve risalete gölge düşürecek mülâhazalardan korunduğunu göstermektedir.
2. Cenâb-ı Hak, Tebbet sûresi ile gayet açık bir şekilde, Ebû Leheb ve ailesinin Cehennem'e gireceklerini ilan etmektedir. Müslümanların henüz kemmiyet bakımından zayıf oldukları, kâfirlerin, bütün güçleriyle Müslümanların üzerine yüklendiği bir dönemde, bu kadar düşmana karşı, onların kin, nefret ve gayzlarını artırma pahasına, Kur'ân'ın bu şekilde onlara meydan okuması, onun bir beşer kelâmı olmadığını ve onun mübelliğinin kendisinden gayet emin bulunduğunu gösterir ki, o dönem itibarıyla bu da fevkalâde önemlidir.
3. Hz. Peygamber'in yakınlarının tehditlere maruz kalması ve ilk defa ilâhî azapla cezalandırılacakların açıktan açığa ismen zikredilmeleri, bu meselenin ehemmiyetini bir kat daha arttırmaktadır. Zira Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), tebliğ vazifesine "(Önce) en yakın akrabanı uyar."[7] ilâhî emri gereği, evvelâ akrabalarından başlamıştı; başlamıştı çünkü O'nun temel karakterini, ruhî ve kalbî yapısını en iyi bilen onlardı. Evet o, onların ellerinde büyümüş ve gözleri önünde neş'et etmişti. O'nun yüce ahlâkını, meâlîye açık fıtratını, şecaat ve semahetle tüllenen şahsiyetini evvelâ teslim edenler ve bunu âleme duyuranlar onlar olmuştu.
Evet, onlar, hayatında hiçbir zaman yalan söylemeyen, lehviyat ve mâlâyânî şeylere iltifat etmeyen, herhangi bir kimseyi kıracak tavır ve davranışlardan kaçınan Nebiler Serveri'ni çok iyi tanıyor ve hatta O'nunla iftihar ediyorlardı.
İşte bu durum, onların, O'nun davasını herkesten önce kabul etmelerini gerektiriyordu. Ne var ki, Ebû Leheb, Ebû Cehil, Ümmü Cemil... gibi daha pek çok yakını O'nun hizmetine engel olmak için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı. Tabiî bunun yanında Hz. Hamza ve Hz. Abbas.. gibi Efendimiz'i her zaman takdir edip O'nun yanından bir lahza ayrılmayan akrabaları da vardı...
İşte Kur'ân, Tebbet sûresiyle Ebû Leheb'i ele alarak, ona âdeta "Senin çok yakınında böyle bir ilâhî meşale par par yanıp durduğu hâlde, sen ona gözlerini kapıyor hatta onu söndürmeye çalışıyorsun. Dahası bütün cihana hidayet vesilesi olacak mübarek bir kaynağa sırtını dönüyorsun!" demekte ve bütün âleme ders olabilecek canlı bir tablo sunmaktadır.
Evet, Kur'ân: "O, alevli bir ateşte yanacak." diyerek, Ebû Leheb henüz hayatta iken onun iman etmeyeceğini ve neticede imansızlığı ve küfrü yüzünden Cehennem'e gideceğini haber veriyordu. Mevsimi gelince, Kur'ân'ın dediği aynıyla çıkıyor ve Ebû Leheb hayatını küfür ve dalâlet içinde noktalıyordu. Bir rivayete göre o, müşriklerin Bedir'de mağlubiyetlerini öğrenince kederinden ölüp gitmişti. Diğer bir rivayette ise, Bedir neticesinde bir kuyu başında Ebû Süfyan, Ebû Leheb'e Müslümanlar karşısında nasıl kuvve-i mâneviyelerinin sarsılıp hezimete uğradıklarını ve Müslümanların kahramanlıklarını anlattığı bir sırada, orada bulunan ve Hz. Abbas'ın daha önce Müslüman olan kölesi, meleklerin Müslüman ordusuna yardım ettiğini söyleyivermiş, buna sinirlenen Ebû Leheb de öfkeyle ona bir tokat vurmuş ve onu yere yıkmıştı.
Bunu gören Hz. Abbas'ın hanımı, kölesine vurulan bu yumruğu hazmedemeyerek elindeki sopayı Ebû Leheb'in kafasına indirmiş ve "Efendisi burada olmadığı için onu dövebiliyorsun!" demişti. İşte böylesine şiddetli bir sopa darbesi alan Ebû Leheb, ihtimal, beyin kanamasından ölüp gitmişti. Öldüğünde de cesedi hemen kokuşmuş olacak ki, günlerce yanına kimse yaklaşamamış, hatta evlatları dahi ona sahip çıkıp gömmemiş ve sonunda ayağına bir ip bağlanarak sürüklenmiş ve bir çukura atılıvermişti.[8]
Kur'ân'ın, Ebû Leheb'in bu kötü sonunu haber verdiği dönemde, ufuklarda bu neticeye emare sayılabilecek en küçük bir iz dahi yoktu. Bu âyetlerin nazil olmasından –yaklaşık– on sene sonra Müslümanların Bedir'de galibiyeti ve müşriklerin mağlubiyeti karşısında küfrü, gayzı, nefreti ve hasedi içinde, tam Kur'ân'ın haber verdiği gibi imansız olarak ölmüş ve bu şekil ölümüyle o da Kur'ân'ın Allah kelâmı olduğunu doğrulamıştı.
Herkes "Falan, Cehennem'e gidecek!" türünden iddialarda bulunabilir. Ancak kâfir olarak ölmesi beklenen pek çok kimsenin hayatının son deminde hâlis bir Müslüman hâline geldiği de az değildir.
Evet, gaybe ıttıla, insan için mümkün değildir. Allah dilemez ve bildirmezse hiç kimse böyle bir şeyden haber veremez. Hele hele gaybı taşlarcasına ortaya atılan haberler, neticede sahiplerini rezil ve rüsvay etmekten başka bir şeye yaramaz. Ancak Allah (celle celâluhu), bu ve benzeri gaybî haberlerle Nebisine ihsanda bulunmuş ve bunlarla O'nun nübüvvet ve risaletini teyit etmiştir ki, en başta da Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile alay etmeye kalkışanlar, Kur'ân'ın verdiği bu haberlerin teker teker zuhuru karşısında apışıp kalmışlardır.
[1] Bkz.: el-Hâkim, el-Müstedrek 2/550; Abdurrezzak, Tefsîru's-San'ânî 3/329; et-Taberî, Câmiu'l-beyân 29/156-157.
[2] Müddessir sûresi, 74/18-26.
[3] Müddessir sûresi, 74/26.
[4] Müddessir sûresi, 74/18-26.
[5] Tebbet sûresi, 111/3-5.
[6] el-Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ 5/211; İbn Abdilberr, et-Temhîd 15/161
[7] Şuarâ sûresi, 26/214.
[8] Bkz.: el-Bezzâr, el-Müsned 9/317; et-Taberânî, el-Mu'cemü'l-kebîr 1/308; İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ 4/73.
- tarihinde hazırlandı.