Sefahetin Yok Etmeyeceği Toplum Yoktur

Sefahet (Sefeh), sözlük anlamı itibariyle zevk ve eğlenceye ve Allah'ın yasak kıldığı şeylere düşkünlük demektir.

Akılsızlık edip lüzumsuz yere, sonunu düşünmeden, hazz-ı nefs için masraf etmek de sefahetin bir başka tarifidir. Sefahet ve sefalet nereye girmişse orayı helake sürüklemiştir. Neredeyse bu iki virüsün şimdiye kadar içine girip helak etmediği herhangi bir memleket göstermek mümkün değildir. Evet, sefahet, ruh sefaleti ile birleşince önce Emevî, sonra Abbasî daha sonra da Endülüs'ü tıpkı bir canavar gibi yutmuştur. Selçukîlerin sefahet ve sefalet demeye imkân ve zamanlarının olup olmadığını bilemiyorum. Zira onlar zaten bir vahdet tesis ve temin edememişlerdi. Bununla beraber Anadolu'ya girdikleri dönemdeki kıvamları, canlılıkları ve hareketliliklerini koruyup koruyamadıklarına dair mülahaza dairesini de açık bırakmanın uygun olacağını düşünüyorum.

Hatta bu iki virüs, altı asır boyunca bütün canlılığı ve zindeliği ile devam etmiş olmasına rağmen, koca bir milleti, koskoca, canlı, muhterem ve muazzez Osmanlı devlet-i âliyesini bile yutmuştu. Osmanlı öyle bir devlet-i âliye idi ki toprakları bugünkü Türkiye'mizden yirmi kattan daha fazla koca bir devlet idi. Osmanlı Devleti, padişahları ordusunun başında, halkının içinde olup rahatı ve rehaveti terk ettiği dönemlerde daima ilerliyordu. Kanuni'den iki üç göbek sonra, onun oğlu ve torunu (bir kere müstesna zannediyorum) ordusunun başında ve onların içinde olmamıştı/olamamıştı. İşte bu mübarek seferlere iştirak durup da sarayda rahat etme arzusu belirip ve millet fertlerinde de rahatlarını milletleri için feda etme ulvî düşüncesi kaybolunca onlar da eriyip gittiler. En azından paşalara ait saraylarda cariyelerin, altının, gümüşün, paranın, servet hırsının ve çalıp çığırıp oynamanın çoğalması, koca bir imparatorluğu hâk ile yeksan etti ve adeta bitirdi.

Tarihte çok misallerini gördüğümüz bu sünnetullah'a (değişmez ilahî âdet) binâen denebilir ki, bugün sefahate giren ülkeler de er-geç bir gün tarih sahnesinden silineceklerdir ve bunu önlemeye de kimsenin gücü yetmeyecektir. Ve o ülkelerin şu veya bu sahada gelişmiş olmaları da yıkılmalarının önünü alamayacaktır. Şu kadarı vardır ki devletin bir süre devletliğini koruması ve milletin de eskiden gelen hızını muhafaza edebilmesi her zaman ihtimal dâhilindedir. Nitekim Kanuni'den sonra rind (Bâtını irfan ile müzeyyen olduğu halde zâhiri sâde görünen, dış görünüşü laübali olduğu halde, aslında kâmil olan kimse) bir adam olan Sarı Selim devletin başına geçti ama Kıbrıs o devirde fethedildi, Selimiye cami-i muhteşemi de o devirde yapıldı. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) yine o devirlerde rüyalara girdi. Hatta o rind Selim'in rüyasına giren Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ona: "Selim! Edirne'mde bir cami yap!" dedi. Ne var ki, güzellik adına sayılan bu hususlar, Yavuz ve Kanuni devrinde hızlı bir şekilde çağlayıp gelişen anil-merkez bir hareketin hızıyla gerçekleşiyordu. Kanuni'nin 1566'da ölümüyle bu hız bir bakıma 35-40 sene daha sürmüştü. Beş-on sene sonra İran ve Alman cephelerinde bozgunlar birbirini takip etmeye başlayınca durgunlaşma da kendini göstermeye başlamıştı.

Batı Toplumunu Kemiren Kurt

Bazı ülkeler İkinci Cihan Harbi'nden sonra Batı ve Amerika düşmanlığı içinde derlenip toparlandı, bir vahdet ve birlik kurdu, sonra da insanlarında çalışma düşüncesi uyardılar. Daha sonra da Batılılar kendi düşüncelerini onlara okutmak için alfabelerini değiştirmek istediler. Adeta onların ruhlarının içine birer kurt gibi girdiler ve onları karmakarışık bir renk mozaiğine çevirip delik deşik ettiler. Batı, sefahet ve sefaletin bin türlüsünü, daha önce bize bıraktıkları bütün erâcifi götürüp onların dünyalarına boşalttı. Bu ülkelere gidip gelen arkadaşlarımızın müşahedelerine göre onlar şimdilerde kendi toplumlarını da yanlarına alarak yavaş yavaş sefahete kayıyorlar. Bu konuda düşünürlerin ekserisi aynı istikamette görüş beyan etmektedirler. Bu itibarla da daha şimdiden bu ülkelerin istikbal vaat edemeyeceğini söylemek mümkündür.

Zira sefahet ve sefaletin yaygın olduğu hiç bir ülke istikbal vaat etmemektedir/etmeyecektir. Evet, ruh sefaletine maruz kalan hiçbir millet iflah olmamıştır. Sadece iktisadî durumları iyi olan, maddeten müreffeh insanların yaşadığı ülkeler ruhen çökmüş insanlarla doludur ki oraların da bir muhalif rüzgâr esintisiyle savrulup gitmeleri kaçınılmazdır. Tabir-i diğerle o ülkeler dıştan çok görkemli görünen çınarlar gibidirler, ama içleri çoktan karbonlaşmış, çürümüş, yanmış ve devrilme sath-ı mailinde bulunmaktadırlar.

Bir misal vererek konuyu sona erdirmek istiyorum. Bundan on beş sene evvel, yukarıda sözünü ettiğimiz ülkelerde intihar nispeti yüzde on iki idi. Aynı yıllarda bu oran az buçuk dinine ve diyanetine bağlı bazı ülkelerde yüzde bir nispetindeydi. Türkiye'mizde ise belki yüzde bir veya iki oranlarındaydı. İstatistiklerin ifade ettiği bu rakamlara bakılacak olursa böyle bir dünyada huzurun var olduğunu söylemek mümkün değildir. Zira bu ülkelerde insanlar mesut olmadığı gibi pek çoğu itibariyle çürümüş ve kokuşmuş insanlardan müteşekkil bu tür toplumların itminan içinde olduklarını söylemek de çok zordur.

Netice itibariyle denebilir ki, nasıl insan hayatında değişmeyen Allah'ın kanunları vardır, aynen öyle de Âdetullah'a göre sefalet ve sefahetin yoğun bir şekilde bulunduğu toplumlarda da çökmeler kaçınılmazdır. Evet, her yeni eskir, her gelen gider. Ne var ki yukarıda sözünü ettiğimiz ülkelerde olan imkân ve zenginlikler ile devlet hayatında gerçekleşmesi muhtemel çökmeler de hemen birdenbire olmayacaktır. Mesela bizim için bir yönüyle 1600 senesinde başlayan çökme, ondan hemen hemen 300 sene sonra tahakkuk etmiş ve acı neticesini göstermiştir. Bu itibarla da insanları kokuşan ve çürüyen memleketlerin hemen çökmesini beklemeleri doğru değildir.

Allah (cc) bizi ruh ve mana köklerimizle ilelebet payidar eylesin.

Özetle

  • Sefahet ve sefalet hangi toplumun içine girmişse onu içten içe bir kurt gibi kemirmiş ve zamanla o toplumun yok olmasına sebep olmuştur.
  • Dışarıdan bakıldığında ulu çınar gibi görünen birçok devlet vardır ki içlerine nazar edildiğinde yıkılmak üzere olan içi boş ağaçlar gibi olduğu görülür.
  • Köklü bir devletin yıkılma süreci çok uzun olabilir. Altı asır ömür süren Osmanlı'nın yıkılması bir yönüyle tam üç asır sürmüştü.

Ramazan'a yaklaşırken

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) "Ramazan ayı girince Cennet kapıları açılır, Cehennemin kapıları kapanır ve merede-i şeyâtîn zincire vurulur." buyurmuştur.

"Merede", inatçılar, direnenler, saldırganlar demektir. Bu ifadeyle, şeytanların en azgınları, ipe-sapa gelmezleri, gözü dönmüşleri kastedilmektedir. Evet, bu mübarek ayda, "merede-i şeyâtîn" zincire vurulmaktadır.

Bununla beraber, Ramazan-ı şerifte de hatalar işlendiği, günahlara girildiği ve büyük yanlışlıklar yapıldığı bir gerçektir. Fakat bu Kur'an ayında müminlerin elde ettiği büyük kâr düşünüldüğünde ve şeytanın buna razı olmayacağı, adeta hırsından deliye döneceği ve insanları günahlara çekmek için bütün hilelerini kullanacağı göz önünde bulundurulduğunda merede-i şeyâtînin elinin-kolunun bağlanmış olduğu anlaşılacaktır.

Şüphesiz, Ramazan'da yapılan ibadetler çok önemlidir. Cenâb-ı Allah oruç hakkında "Oruç Bana ait bir ibadettir; onu Nefsime izafe ediyorum. Mükâfatını da Ben vereceğim." buyurmaktadır. Bu itibarla da onun genişliğini, derinliğini ve Hak indindeki değerini kavramak, ona bir kıymet takdir etmek mümkün değildir. Dolayısıyla, onun mükâfatını vermeye Cenâb-ı Hak'tan başka kimsenin gücü yetmez. Allah Teâlâ, oruç sevabını bizzat takdir etmiş ve onu öbür âlemde bir sürpriz olarak verme vaadinde bulunmuştur. Bu sürpriz mükâfatın en önemli vesilesine de "Çünkü oruç tutan kulum, yemesini-içmesini Benim için terk ediyor" sözüyle işaret buyurmuştur.

Bu kutlu zaman diliminde müminler oruç ibadetiyle beraber, teravih namazı da kılarlar. "O Ramazan ayı ki insanlara bir rehber olan, onları doğru yola götüren ve hakkı batıldan ayıran en açık, en parlak delilleri ihtiva eden Kur'ân o ayda indirildi." (Bakara, 2/185) ilâhi beyanı gereğince Ramazan'ı tam bir Kur'an ayı olarak değerlendirir ve bol bol Kur'an okurlar. Aynı zamanda, gönülleri açılır, semahatle ve engin bir cömertlikle coşarlar; hayır ve hasenat hesabına bütün fırsatları değerlendirirler. Bir hadis-i şerifin ifadesiyle, "Resûlullah insanların en cömerdi idi. Onun bu cömertliği Ramazan ayı girip de Cebrail aleyhisselamla buluştuğu zaman daha da artardı. Hazreti Cebrail Ramazan ayı çıkıncaya kadar her gece Peygamber Efendimiz'e gelip Kur'an'ı arz ederdi. O günlerde Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) insanlara rahmet getiren rüzgârdan daha cömert olurdu." Mü'minler de, Rehber-i Ekmel'e ittiba ederek, o günlerde daha bir cömertleşir; zekât, sadaka ve fıtır sadakası adı altında sürekli ihsanda bulunurlar. Dahası, bazıları, Ramazan ayının son on gününde itikâfa girer ve kendilerini bütün bütün ibadete verirler.

İşte, böyle bir hayır yarışı karşısında şeytanın çileden çıkması onun tabiatının gereğidir. Zira o, insanoğluna düşmanlığını ifade ederken, "Zatına kasem olsun, hepsini şirazeden çıkaracağım!" demiş ve sürekli, ayakları kaydırma yolları arayıp durmuştur. Öyleyse, Ramazan'ın bereketi çıldırtır şeytanı ve şeytanlaşan bir kısım habis ruhları. Bu büyük sevapları insanların ellerinden alabilmek için, onlar arasında çok hır-gür çıkarma hırsıyla kıvrandırır insî-cinnî şeytanları.

Haftanın Duası

Defalarca işlenen günahları, dilerse her defasında bağışlayan, kusur ve çirkinlikleri örten, kalpleri iman, marifet ve muhabbet nurlarıyla süsleyen yüce Rabbimize hamd, özü ve konumu itibarıyla her zaman tavsif üstü, zatı açısından nazirsiz, ötelere ait derinlikleri zaviyesinden ferîd-i kevn ü zaman olan Efendiler Efendisi'ne salât ü selam ediyor ve bir kez daha Mevla-yı Zü'l-cemâl'in huzurunda el açıp yakarışa geçiyoruz:
Rabbimiz! Dinimizi kemal seviyesinde yaşamayı bize nasip et; dünyada ve ahirette biz muhtaç kullarına bahşedeceğin nimetlerini tamamla.

Sözün Özü

Her meselede itidal ve denge çok önemlidir. Hoşgörü meselesinde de kalp balansının çok iyi ayarlanması gerekmektedir. Biz, hoşgörü hususunda dengeli olduğumuza inanıyoruz. Zannediyorum bazıları, biz hoşgörü derken, bunu milletimizin ve ülkenin geleceğinin zararına olarak tarihimizi, millî-mânevî değer ve dinamiklerimizi tahribe karşı da hoşgörülü olunmasını kastettiğimizi sandılar. Bugünümüz ve yarınımız adına nelerin hoş görüleceği ve nelerin hoş görülmeyeceği bellidir. Ümit ediyorum ki bu toplum, zamanla birbiriyle kaynaya kaynaya o dengeye ulaşacaktır.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.