Cehenneme yuvarlanan taşlar
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ashabıyla (radiyallâhu anhum) oturup sohbet ettikleri esnada büyük bir gürültü duyulur. Bunun üzerine Allah Resulü, “Bu, yetmiş seneden beri yuvarlanan bir taştı. Şimdi cehennemin dibine düştü. Bu ses onun sesidir.” buyurur. Kısa bir zaman sonra içeriye bir kişi gelir ve “Yâ Resûlallah! Yetmiş yaşındaki meşhur münafık öldü.” der. (Müslim)
Bu hâdise, farklı bir buudda cereyan ettiği için biz, dünyadaki sesleri duyduğumuz gibi o sesi duymamız mümkün değildir. Aslında bu olay, bizim duyabileceğimiz ve görebileceğimiz bir âlemin dışına yani misal âlemine ait bir olaydır. Bir insanın yetmiş yaşına gelene kadar bir hayat yaşaması, sonra bu yetmiş yaşına kadar yaşadığı hayatın misal âlemine değişik şekilde aksetmesi, orada belli renkler ve çizgiler bırakması, belli görünüm arz etmesi, hatta belli sesler ihtiva etmesi, ancak o çizgide yaşamakla muttali olunabilecek bir husustur. Ancak Allah Resulü’ne has bazı haller vardır ki, bunlar, bazen mucize, bazen irhâsât, bazen de daha farklı olarak Cenab-ı Hakk’ın ikramları şeklinde meydana gelebilir. Efendimiz, bütün bu âlemleri birden yaşayabilir, bütün âlemlere ait hususiyetleri görebilir, renkleri müşahede edebilir ve sesleri işitebilir bir donanımdaydı.
Esasen Efendimiz’e ait bu meseleyi teyid edici pek çok vaka vardır. Bazen bu türlü ses ve görünümler, Ashabın göz ve kulağına aksetmişse de, bunlar çok nadirdir. Mesela bunlardan birini Aişe validemiz bize şöyle nakletmektedir: Ahzab vakasını müteakip, sütreyi kaldırdığım zaman Allah Resulü hem konuşuyor, hem de Dıhyetü’l-Kelbi’nin toz ve toprağını siliyordu. O da muharebeden gelmiş gibiydi. Dıhye şöyle diyordu: “Ya Rasûlallah! Silahlarınızı çıkarıyor musunuz? Biz henüz silahlarımızı çıkarmadık.” Daha sonra anladık ki, o şahıs Dıhye değil, Hz. Cibril imiş.”
Başka bir defasında Efendimiz’in yanında yine Cibril belirir. Bu sefer, Aişe validemiz Cibril’in sesini duymaz. Ancak Allah Resulü, Cibril’in orada olduğunu Hz. Aişe’ye haber verir ve şöyle der: “Ya Aişe! Cibril burada ve sana selamı var.” Hz. Aişe validemiz, Cibril’in kendisine selam göndermesi karşısında kendinden geçer ve “Ya Rasûlallah! Maşallah bizim görmediğimiz şeyleri görüyorsun.” diyerek hayretini ifade eder.
Bunları şunun için arz ettim: Efendimiz, bir beşer olarak bizim içimizde bulunmuş, bizim tâbi olduğumuz şartlara tâbi olmuş, fakat aynı zamanda melekûtî durumu itibarıyla hep bir melek gibi yaşamıştır. İşte hadiste zikri geçen vaka da bunlardan biridir. Efendimiz bir ses duymuştur. Bu ses duyma, bizim duyma buudlarımızın dışında cereyan etmiştir. Böyle bir ses, misal âleminin penceresi ve menfezi olan rüyalarda duyulabilir belki ama yakaza halindeyken duyulmaz. Bu sesi Muhammedî atmosfer içinde melekûtîleşmiş olan sahabe-yi kiram da duymuşlardır.
Hz. Ömer’in kerameti
- O öyle bir zattır ki, kendisinden harikulâde şeyler meydana geldiği gibi, nurlu yolunda yürüyen kimselere de Cenab-ı Hak lütuflarda bulunabilir.
- Her devirde insanlar akıl, kalb ve ruhlarıyla hakikati idrak ettikleri nispette, o hakikate kul ve köle olmuşlardır.
- Bir insan, bütün samimiyetiyle, Cenab-ı Hakk’ın dinine yardıma koşuyorsa, Allah da onu hiçbir zaman hızlan ve hüsrana maruz bırakmaz.
Meselenin mahiyeti ortaya çıkınca onun bir mucize olduğu da anlaşılacaktı. Hatta değil peygamber, onun vesâyası altında yetişmiş insanların elinden de bu türlü harikulâde haller hep zuhur edegelmişti. Ezcümle, Hz. Ömer (radiyallâhu anh), çok uzaklarda olan ordu kumandanlarından Hz. Sâriye’ye, onca mesafeye rağmen Medine’de minberinden o an kimsenin anlayamayacağı bir tarzda –tabii ki Cenab-ı Hakk’ın gayba muttali kılmasıyla- “Ya Sâriye! el-Cebele el-Cebele” der. Ashab-ı kiram hayret eder, zira ortada Sâriye, yoktur. Sâriye on günlük ötede düşman bir ordu ile savaşmaktadır. Sonra mesele anlaşılır, şöyle ki, Hz. Sâriye ordusuyla savaşırken, farkına varamadığı şekilde düşman onu arkada kıskaç içine alma durumundadır. Hz. Ömer de Hz. Sâriye’nin arkasındaki dağı işaret eder ve dakikasında o ses, Hz. Sâriye’nin kulağına da ulaşır. O da bu sesi duyar ve onun işaret ettiği dağa yönelir..ve böylece düşmanın planı bozulur. Derken bir şahıs, on gün sonra savaş mahallinden gelerek İslam ordusunun zaferini orada bulunan sahabilere haber verir ve şöyle der: Kumandanımız savaşıyordu. Birdenbire strateji değiştirdi. Düşmana değişik şekilde hücum etti. Orduyu toparladı ve neden böyle bir şey yaptığı kendisine sorulduğunda, “Halifenin sesini kulağımda duydum. Bana, dağa doğru çekilmemi söyledi.” der…
İşte bu da Allah Resulü’nün ümmetinden zuhuru itibarıyla bir keramettir. Evet, Efendimiz’den zuhuru itibarıyla o bir mucizedir. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (radiyallâhu anhum) gibi kimselerin ve daha sonra onların açtığı bu yolda giden başka salih kimselerin elinden zuhur etmesi açısından da bir keramet ve ikram-ı İlahi’dir ki bu da Nebiler Serveri’nin mucizesi vesayetinde gerçekleşmektedir. Evet, O öyle bir zattır ki, kendi elinden harikulâde şeyler meydana geldiği gibi, O’nun nurlu yolunda yürüyen kimselere de Cenab-ı Hak bu kabil lütuflarda bulunabilir. Binaenaleyh, günümüzde bile Cenab-ı Hakk’ın lütfuna mazhar olan bir kısım kimseler, bazen çok uzaktan gelen sesleri duyabilmiş, on günlük ötede cereyan eden hadiseleri Cenab-ı Hakk’ın haberdar etmesiyle haber vermişlerdir. Bunlar o zatlara bazen keramet şeklinde bazen de Cenab-ı Hakk’ın bir ikramı olarak lütfedilmiş olabilir. Esasen bu da yine Efendimiz’e racidir.
Kul oldum!
Bu meselenin asrımıza ve bugünün insanına bakan yönü de vardır. Her devirde insanlar akıl, kalb ve ruhlarıyla hakikati idrak ettikleri nispette, hakikate kul ve köle olmuşlardır. Hz. Mevlâna yedi asır evvel, “Kul oldum, kul oldum” diye haykırırken, yani adeta “Kendi iradem, aklım, idrakim, düşüncelerim ve anlayışımdan feragat ettim. Hz. Muhammed’de fani oldum. Aklımı ona kurban ettim.” derken hangi heyecan ve inançla coşmuştu, onu ne tespit, ne ihata ne de idrak etmemiz mümkün değildir. Onun o devirde gördüğü bir kısım hakikatler vardı. O, o hakikatlerin ışığı altında kul ve bende olacağı zata kul ve bende olmuştu. Günümüzde de herkesin, kendi çapında yine o zata bende ve kul olmanın, kendi şahsî arzularından feragat etmenin neticesinde, Cenab-ı Hakk’ın şekerleme nev’inden, insanları kendi yolunda koşturmak için lütfedeceği şeyler söz konusu olabilir.
Şu bir gerçek ki, hangi devir olursa olsun, bir insan, bütün hissiyat ve samimiyetiyle, Cenab-ı Hakk’ın dinine yardıma koşuyorsa, Allah da onu hiçbir zaman hızlan ve hüsrana maruz bırakmaz. Nitekim “Eğer siz Allah’ın dinine destek olursanız, O da size yardım eder.” (Muhammed, 47/7) ayet-i kerimesi de bu hakikati ifade etmektedir. Siz hiçbir şey olmasanız da bir müezzin gibi insanları Hz. Muhammed camisine ve cemaatine davet ederken, o camiye gelen kimseleri Allah sofrasız ve ziyafetsiz bırakmaz. Sizin hazinenizde bir şey ve kalbinizde derman olmasa da, bu işin gerçek sahibi Hz. Allah, sadık bendelerine, onlara teveccüh eden kimselerin yanında mahcup düşürmemek için, hazine-i hassasından Hz. Mesih’e inen sofralar gibi hususi sofralar indirebilir. Allah, kendisine sâdıkâne bende olanları hiçbir zaman hızlan içinde bırakmamış ve bırakmayacaktır da. Binaenaleyh ister dün, isterse bugün Allah kendi kapısına teveccüh eden herkese, rahmetinin enginlikleriyle onların imdatlarına koşmuş ve onları göz görmedik lütuflarla serfiraz kılmıştır.
Haftanın duası
Ey yaslıların ümit ve huzuru! Ey gariplerin sahibi! Ey çaresizlerin çaresi! Nâçâr kalmış kullarına bir perde aç; açlıklarını gider ve dertlerine derman ol!.. Biz, Seni resimlerle, şekillerle anlatmak ve bunlarla vicdanlarımızda duyduğumuz güzelliklerini başkalarına da duyurmak istemiştik... Eğer bununla, idrak edemediğimiz ulvî hakikatleri örseledi isek, Senden özür diliyor ve bizi bağışlamanı istiyoruz.
Sözün özü
Hazreti Sâdık u Masdûk’un beyanıyla; sonuçta herkesin elde edeceği netice, büyük ölçüde o kimsenin davranışlarına bağlı olarak gerçekleşmektedir. Ne var ki, duada Hakk’a teveccühü kendi isteklerimize bağlayıp, kendi arzularımızı öne çıkarmamız da doğru değildir. Doğru olan, bir kulluk şuuruyla Hakk’a yönelip, tevazu ve mahviyet içinde, acz, fakr ve ihtiyaçlarımızın lisanıyla O’na arz-ı hâlde bulunmaktır.
- tarihinde hazırlandı.