Hac ve dua
Cenab-ı Hak; “Ona varmaya gücü yeten kimsenin Kâbe’yi tavaf etmesi Allah’ın insanlar üzerindeki hakkıdır.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/97) kavl-i kerimiyle, hac yolculuğuna güç yetirenlere haccı farz kılmıştır. Günümüzde, geçmişe nispeten seyr ü seyahat imkânlarının arttığı, yolculukların kolaylaştığı, kutsal topraklarda hac farizasının daha rahat eda edildiği ve bütün bunların yanında insanların imkânlarının daha çok genişlediği bir gerçektir. Fakat daha da önemlisi günümüzde, birkaç asırdan beri üzerine ölü toprağı saçılmış gibi uyuşuk bir hali bulunan İslam Dünyası’nın yeniden din ve diyanete uyanmaya başlamasıdır. Ayrıca, şu an hacca giden dört beş milyon insanın yanında, kendilerine böyle bir fırsat tanınmadığından dolayı gidemeyenlerin sayısı da az değildir. Hac kayıt merkezlerine müracaat ettiği halde kendilerine böyle bir imkân doğmadığından dolayı ağlayarak geriye dönen insanlara şahit olduğunuzda, toplumun bir kere daha dinî duygu ve düşünceye uyanmaya başladığını anlayabilirsiniz.
Vakıa, insanlarla alakalı bir değişim, tarlaya saçılan tohumun başağa yürümesi gibi bir anda çarçabuk gerçekleşmez. İnsana yapılan yatırımın geriye dönmesi seneler ister. Dolayısıyla bu bir süreçtir ve öyle inanıyoruz ki, Allah’ın izni ve inayetiyle, bu diriliş süreci daha geniş çapta artarak devam edecektir. Belki önümüzdeki yıllarda Arafat’ta on milyon insan aynı anda ellerini kaldırıp Allah’a yalvaracak; bunun neticesinde kim bilir arş-ı rahmet nasıl ihtizaza gelecek, Cenâb-ı Hak ne lütuflarda, ne ihsanlarda bulunacak ve böylece inanan gönüller bir kez daha kendi ayakları üzerine doğrulup iman, itminan, huzur ve emniyet soluklayacaktır.
Saniyelerin içine sığıştırılan seneler
Hac bir ibadettir, dolayısıyla o, sırf Allah emrettiği için yerine getirilmelidir. Bu açıdan bir mü’min, her şeyden önce, üzerimizde sağanak sağanak lütufları bulunan Cenab-ı Hakk’ın emrine inkıyadın bir gereği olarak hac farizasını yerine getirmeli ve böyle bir niyet duruluğuyla Allah’a teveccüh edip o mukaddes beldeleri çok engince ve zengince değerlendirmeye çalışmalıdır.
Bunun için ise öncelikle insan, daha baştan nereye gittiğinin şuurunda olmalıdır. Evet, hac yolcusu, yola çıkarken, Sidretü’l-münteha’nın izdüşümüne, bir yönüyle Cenab-ı Hakk’ın teveccüh ettiği bir âleme yolculuk yaptığının ve insanlığın Allah’ı gösteren mihrabına doğru ilerlediğinin farkında olmalı ve sinesi bu duygularla dopdolu olarak oraya varmalıdır. Aynı zamanda haccı; farz, vacip, sünnet, müstehab ve adabına riayet ederek eda etmeye çalışmalı ve orada hep Allah’a müteveccih olmalıdır. Diğer bir ifadeyle insan hac vazifesi boyunca, hep Allah için başlamalı, Allah için işlemeli, Allah için oturmalı, Allah için kalkmalı, Allah için Kâbe’ye yürümeli, Allah için Kâbe karşısında el açmalı, Allah için Mültezem’e yüzünü koymalı, Allah için Hacerü’l-esved’i istilam etmeli veya öpmeli, Allah için Mina’ya çıkmalı, Allah için Arafat’ta bulunmalı ve Allah için Müzdelife’ye inmelidir… Kısaca orada menâsikin her birini Allah için yapmalı ve böylece saniyelerinin içine, Allah’ın izni ve inayetiyle, seneleri sığdırmaya çalışmalıdır.
Ayrıca insanın bu mukaddes yolculuk boyunca laubaliliğe vesile olabilecek ortamlardan kaçınması gerekir. Bunun için de elden geldiğince fuzulî işlerden ve fuzulî işlerle meşgul edebilecek kişilerden kendini tecrit etmelidir. Evet, insan orada gereksiz muhabbetlere girmek yerine, gönüllerin yumuşayıp gözlerin ceyhun olduğu yerleri kollamalıdır.
- İnsanlarla alakalı bir değişim bir anda çarçabuk gerçekleşmez. İnsana yapılan yatırımın geriye dönmesi seneler ister.
- Arafat'taki o altın zaman dilimi, saniyesi dahi fevt edilmeksizin, hep dua, yalvarma ve yakarmayla geçirilmelidir.
- Kâbe, Mina, Arafat ve Müzdelife Cenâb-ı Hakk'a teveccüh, tazarru ve niyaz adına açılmış birer menfez gibidir.
Arafat’ta yürekleri çatlatırcasına
Aynı zamanda bu kutsal beldeleri, tazarru ve niyazlarımızı Cenab-ı Hakk’a sunma adına çok iyi değerlendirmeli ve oralarda hep ümmet-i Muhammed’in kalbi olarak heyecan yaşamalı, o heyecanı dillendirmeye çalışmalıyız. Mesela Kâbe’nin ilk görüldüğü an, duaların kabul buyrulduğu sırlı ve sihirli bir andır. Dolayısıyla böyle bir anın dua adına çok iyi değerlendirilmesi gerekir. Aynı şekilde insan Mina’ya gittiği zaman orasını Arafat’a çıkmak için ilk arınma kurnası olarak görmeli ve saniyesini boşa geçirmeksizin orada da Cenab-ı Hakk’a içini dökmelidir.
Arafat’a gelince, ehl-i tahkikin ifadesiyle, Cenab-ı Hak orada yapılan duaları -yüzde nispetiyle söylemek belki doğru olmasa da, kabul olunan duaların çokluğunu ifade etmek için söyleyelim- yüzde doksan dokuz kabul buyurur. Hatta diyebiliriz ki, Cenab-ı Hak, Kendisine gönülden teveccüh etmiş insanların hürmetine, liyakati olmayan kişilerin dualarını bile orada kabul eder.
Evet, Kâbe, Mina, Arafat ve Müzdelife Cenâb-ı Hakk’a teveccüh, tazarru ve niyaz adına açılmış birer menfez gibidir. Oralarda Cenab-ı Hakk’a müteveccih olanları O asla mahrum bırakmaz. Öncelikle buna yürekten inanmak lazım. Zaten, Efendiler Efendisi de (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) bize, duanın kabul olacağına itikat ederek dua edilmesini tavsiye buyurmuyor mu? Bu açıdan, “Ben dua edeyim de ne olursa olsun.” düşüncesiyle değil, “Allah’ım, bahtına düştüm. Allah’ım, büyüklüğüne sığınıyorum. Allah’ım, rahmetinin enginliğine dehalet ediyorum. Allah’ım, ne olur, beni, benim çirkinliklerimle baş başa bırakma! Allah’ım, buraya arınmaya geldim! Ne olur, arındır beni ya Rabbi!” gibi şuurlu ifadelerle insan göbeğini çatlatırcasına, yüreğini yırtarcasına gönülden dua etmelidir.
Ümmet-i Muhammed için yalvarıp yakaran gönüller
İnsan bu mübarek mekânlarda ve bu kutlu zaman dilimlerinde kendisi, evlad u iyali ve yakınları için de dua edebilir. Fakat özellikle günümüzde ümmet-i Muhammed’in hali, kanaatimce, bizim şahsî durumumuzdan çok daha fazla önem arz etmektedir. Zira Müslüman coğrafyası olarak bugün hal-i pürmelalimiz ortada. İslam tarihi boyunca, hiç bu kadar perişan bir vaziyete düşmemiştik. Kendi ayaklarımızın üzerinde duramıyor, başkalarının altımıza koyduğu şeyler -ki bununla onların neyi hedeflediklerini hiçbir zaman bilemiyoruz- üzerinde durmaya çalışıyoruz. Fakat çok defa ayağımızın altındaki bu destekler de çekiliyor ve biz ipe asılı bir insan gibi berdar oluyoruz. Bu acı tablo karşısında iki büklüm ızdırapla kıvranıp duran Hazreti Pir, ümmet-i Muhammed’in dertlerini düşünmenin, kendisini düşünmekten alıkoyduğunu ifade ediyor. Bu açıdan haccetme imkânını elde eden Müslümanlar Kâbe’yi gördüklerinde, ellerini açarak, yüreklerini çatlatırcasına, “Allah’ım ümmet-i Muhammed’e selamet eyle! Allah’ım ümmet-i Muhammed’e rahmet eyle! Allah’ım ümmet-i Muhammed’i mağfiret eyle! Allah’ım! Müslümanlara derlenip toparlanmayı müyesser kıl! Allah’ım ümmet-i Muhammed’e dirilişe giden yolları göster!” diyerek ümmet-i Muhammed için dua dua Allah’a yalvarmalıdırlar. Mina’ya yürürken ve Mina’da gecelerken de aynı şekilde yüzleri yere koymalı ve ümmet-i Muhammed’i dileyerek aynı duaları tekrar edip durmalıdırlar. Zira Mina kendine has hususiyetleri bulunan mübarek bir mekânın adıdır. Düşünün ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) İslam’ın ilk yıllarında Mekke’de ve daha başka yerlerde muhataplarından bulamadığı cevabı orada bulmuş, orada O’na sahip çıkılmıştı. Demek ki, sahip çıkılma esprisi açısından oranın ayrı bir kıymeti vardır. İşte Cenab-ı Hakk’ın bu ölçüde bir teveccühünün bulunduğu mekânda, biz de sahip çıkılacağımız ümidiyle ellerimizi açmalı ve “Allah’ım, ümmet-i Muhammed’in bükülmüş belini doğrult ve bu diriliş vetiresini tamamla!” diye dua etmeliyiz.
Arafat’a doğru yürürken de çok önemli bir yere yüründüğünün farkında olunmalıdır. Kim bilir belki de orası yeryüzünde Cenab-ı Hakk’a en yakın olan bir mekândır. Veli olmayan insanlar bile orada ciddi bir kurbet yaşayabilirler. Evet, Cenab-ı Hakk orada bulunan insanlara fevkaladeden lütuflarda bulunabilir. Bu itibarla da ötelere en yakın bu karargâhta insan yine içini dökmeli ve ümmet-i Muhammed adına Cenab-ı Hakk’a yalvarıp yakarmalıdır. Orada yeme içmeyle vakit tüketilmemeli; ağza, bayılmayacak ve açlığı yatıştıracak kadar bir iki lokma almak suretiyle güneş batıncaya kadar, Arafat’taki o altın zaman dilimi, saniyesi dahi fevt edilmeksizin, hep dua, yalvarma ve yakarmayla geçirilmeli ve oranın gerektirdiği samimiyet ve sadakat ortaya konmalıdır. Bir kez daha ifade edelim ki, insan bu mübarek mekânlarda kendisi ve yakınları için dua etse bir kusur işlemiş olmaz. Fakat “Allah’ım ben şu anda kendimi sildim. Üzerime bir çarpı koydum. Nazarımı ümmet-i Muhammed’e tevcih ettim. Sadece onları düşünüyor, onları diliyorum.” diyerek isteyeceklerini ümmet-i Muhammed için istemesi fedakârlık ve hasbilik mülahazaları adına çok önemlidir.
Haftanın duası
Ey merhameti her şeyi kuşatan Rabbimiz! Bizi Cehennem'in türlü türlü yangınlarından ve kabrin çeşit çeşit azaplarından muhafaza buyur; özü ve sözüyle sadâkate kilitlenmiş Ebrâr kullarınla ve kurbetine mazhar kıldığın Mukarrebîn'le beraber bizi de Cennet'e dâhil eyle; Nebiyy-i Ekrem'in rü'yetiyle gönüllerimizi nura ve sürura kavuştur; ulvî hakikatleri, oldukları gibi görüp idrak edebilmemiz için gözlerimizdeki perdeleri kaldır.
Sözün özü
Arafat'ın öyle bir nûrânîliği ve orada yaşanan zamanın öyle bir derinliği vardır ki, o hazîrede bir kere bulunma bahtiyarlığına ermiş bir ruh, gayri hiçbir zaman bütün bütün mahvolmaz ve katiyen dünyevîler gibi ölmez. Ömrünün birkaç saatini Arafat'ta geçirmiş olanlar, bütün bir ömür boyu güller gibi açar durur ve asla solmazlar. Onun şefkatli, aşklı, şiirli dakikaları, hep bir sabah güneşi gibi gönül gözlerimizde ışıldar durur.
- tarihinde hazırlandı.