Zühd ve takvasıyla Efendimiz
Allah Resûlü, zahidlerin en zahidiydi. O’ndaki verâ, yani kaba manasıyla şüpheli şeylerden kaçınma, -o seviyede olmak şartıyla- ikinci bir insanda yoktu. O, bütün tavır ve hareketlerini, bu çizgiye göre ayarlamıştı. Allah’tan öyle korkardı ki, sanki kalbi duracak gibi olurdu.. o kadar hassas, o kadar duyarlı idi ki; gözyaşlarının akmadığı ve ürpermediği zaman çok azdı. O, coşarken âdeta bir derya, dururken de umman gibiydi.
Zühd; dünya ona verilse sevinmeme, bütün dünya elinden gitse üzülmeme hâlidir. Bu hâl, Allah Resûlü’nde doruk noktadadır. Bütün dünya O’nun olsaydı, her hâlde bir arpa tanesi bulmuş kadar sevinmezdi. Bütün dünya, bir anda elinden gitseydi, yine bir arpa tanesi kaybetmiş kadar üzülmezdi. O, dünyayı kalben bu şekilde terk etmişti. Ancak bu terk, hiçbir zaman kesben de dünyayı terk etmek değildir. Zira kazanç yollarının en mantıkîsini ve en güzelini bize gösteren, yine Hz. Muhammed Aleyhisselâm’dır. O’nun kesben dünyayı terk etmesi veya insanları buna teşvik etmesi düşünülemez. Dünyayı terk, kalben olmalıdır. Buna en güzel delil de yine Allah Resûlü’nün kurduğu İslâm Site Devleti’nin, kısa zamanda dünyanın en zengin ve en güçlü devletlerinden biri hâline gelmesidir. Bir Batılı düşünürün dediği gibi, Allah Resûlü’nün kurduğu bir büyük devletten, daha sonra tam 25 tane imparatorluk ölçüsünde devlet doğmuştur. Osmanlı Devlet-i Âliyesi bunlardan sadece bir tanesidir. Evet, zühdde temel düşünce bu olmalıdır.
Allah Resûlü, peygamberliğin aydınlık iklimine adımını attığı andan, dünya bütün debdebe ve ihtişamıyla O’nun ayağının önüne serildiği âna kadar hiç tavrını değiştirmedi. Hatta O, dünyaya geldiği anda sahip olduğu mal varlığına, vefat ederken sahip değildi. Çünkü neyi var, neyi yoksa hep dağıtmış ve infak etmişti. Bakın metrûkâtına, sadece birkaç keçi ve bir de hanımlarının içinde bulundukları küçük odalar. Onlar da yine millete ait sayılırdı ki, analarımız vefat edince, hepsi de mescide dâhil edilmişti.
Hasır üzerinde yatması
Hz. Ömer (radıyallâhu anh), bir gün Allah Resûlü’nün huzuruna girdi. Efendimiz yattığı hasırın üzerindeydi ve yüzünün bir tarafına, hasır iz yapmıştı. Odasının bir yanında işlenmiş bir deri, bir diğer köşesinde de, içinde birkaç avuç arpa bulunan küçük bir torba vardı. İşte Allah Resûlü’nün odasında bulunan eşyalar bundan ibaretti. Hz. Ömer (radıyallâhu anh), bu manzara karşısında rikkate geldi ve ağladı. Allah Resûlü niçin ağladığını sorunca da Ömer (radıyallâhu anh): “Yâ Resûlallah! Şu anda kisralar, krallar saraylarında kuş tüyünden yataklarında yatarken, (kâinat, yüzü suyu hürmetine yaratılmış olan) Sen, sadece kuru bir hasır üstünde yatıyorsun ve o hasır, Senin yüzünde iz bırakıyor. Gördüklerim beni ağlattı.” cevabını verir. Bunun üzerine Allah Resûlü, Ömer’e (radıyallâhu anh) şu karşılıkta bulunur: “İstemez misin, yâ Ömer! Dünya onların, ahiret de bizim olsun.”
Sadaka hususundaki hassasiyeti
“Akşam yatmış, fakat sabaha kadar dönüp durmuş, bir türlü uyuyamamıştı. Sağına dönüyor, soluna dönüyor, “uf”layıp duruyordu. Sabah, hanımı sordu: “Yâ Resûlallah, bu gece rahatsız mıydınız? Çok ızdırap çektiniz.” Ve Allah Resûlü’nün cevabı şu oldu: Yatağımı hazırlarken, yere düşmüş bir hurma buldum. Onu ağzıma koydum. Fakat sonra aklıma geldi ki, Bizim evde sadaka ve zekât hurmaları da bulunuyor. Ya bu hurma, onlardan ise! İşte sabaha kadar bunu düşündüm, bunun ızdırabıyla sağa sola dönüp durdum. Bir türlü gözüme uyku girmedi.”
Sadaka ve zekât O’na haramdı. Ancak bu hurma, kendine ait hediye hurmalardan da olabilirdi. Hatta bu ihtimal, diğer ihtimalden daha kuvvetliydi. Çünkü O’nun hanesinde, sadaka veya zekât malları gecelemez, geldiği gibi dağıtılırdı. Şüphenin en küçüğüne karşı böyle davranan ve hayatını hep böyle hassasiyet içinde geçiren bir insanın, kesin haram olan bir işe yanaşması mümkün müdür? O, en küçük ve şüpheli bir şeyle dahi, ruh dünyasını kirletmeme mevzuunda fevkalâde hassastı.
“Beni Hud sûresi ihtiyarlattı”
Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh), Allah Resûlü’ne sorar: “Yâ Resûlallah! Saçınızda aklar görüyorum. Birdenbire ihtiyarladınız; bir derdiniz mi var?” Ve İki Cihan Serveri cevap verir: “Beni Hud, Vâkıa, Mürselât sûreleri ihtiyarlattı.” Hud Sûresi’nde O’na: “Emrolunduğun şekilde dosdoğru ol!” denmişti. Bu doğruluk, Cenâb-ı Hakk’ın, Habîbi için çizdiği doğruluktu. Ve O’ndan, bu çizginin korunması isteniyordu...
Mürselât, Cennet ve Cehennem’in, zümre zümre ayrıldığını, insanların dehşet içinde iki büklüm olduğunu anlatıyordu. Vâkıa, yine bu zümreleri gösterip teşhir ediyordu. Bu sûrelerde anlatılanlar, Allah Resûlü’nü dehşette bırakıyor ve ihtiyarlatıyordu...
O’nun tefekkürü
Bir gece Allah Resûlü bana hitaben “Yâ Âişe! Müsaade eder misin, bu gece Rabb’ime ibadet edeyim.” dedi. Ben de “Seninle olmayı severim, fakat Senin hoşuna gidecek olan her şeyi de severim.” dedim.
Allah Resûlü kalktı ve namaza durdu. O gece sabaha kadar “Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip-gelişinde elbette akıl sahipleri için ibretler vardır.” âyetini okudu ve gözyaşı döktü. Sabah olunca ezan okumaya gelen Hz. Bilal kendisine; “Yâ Resûlallah! Kendinizi niçin bu kadar zora koşuyorsunuz? Allah (celle celâluhu) sizin geçmiş ve gelecek bütün günahlarınızı affetti.” dedi. Bunun üzerine Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Bana bu kadar ihsanda bulunan Rabb’ime, ihsanı ölçüsünde şükreden bir kul olmayayım mı?” buyurdular.
Efendimiz, Allah’ın (celle celâluhu) yasak kıldığı şeyleri yapmamakta ne kadar hassas, günaha girmeme mevzuunda ne derece dikkatli davranıyordu ise, emirleri dinleme konusunda da aynı derecede hassas, emre âmâde ve titizdi. O’nun masumiyet ve nezahetine sadece bu zaviyeden bakılsa, zannediyorum başka delil aramaya ihtiyaç olmayacak.
Aslında, O’nun yaşadığı gibi bir hayat yaşamaya kimse güç yetiremezdi. Ferdî ibadetlerinde, kendine karşı çok disiplinli ve nefsine karşı da çok ciddiydi. Âdeta O’nun bütün hayatı, ibadete göre programlanmış gibiydi.. âdeta ibadet etmediği bir an yoktu. Tabiî ki ibadeti sadece bildiğimiz, namaz, oruç vs. şeklinde sınırlandırmamak lâzım. O, yaptığı her işi, ibadet şuuruyla yapıyordu.
Hayırdaki sürati
Bir gün mescide geldi, cemaatinin önüne geçti ve namaza durdu. Ardından hemen namazını bozdu ve odasına doğru telaşla yürüdü. Öyle bir heyecan ve telaş içindeydi ki, O’nu gören, yangına gidiyor zannederdi. Biraz sonra geldi. Eski heyecanından eser yoktu. Geçti, namazı kıldırdı. Namazdan sonra sahabe, biraz evvelki heyecan ve tehâlükünün sebebini sorunca, şu cevabı verdi: “Biraz evvel bana, fakirlere dağıtılmak üzere bir şeyler getirildi. Ben, dağıtmayı unuttum. Tam namaza durduğum sırada hatırladım. Evimde böyle bir mal varken, namaz kılmak hoşuma gitmedi. Gidip Âişe’ye (radıyallâhu anhâ), o malı dağıtmasını söyledim.” İşte buna zühd denir, işte buna incelik denir, işte buna takva denir ve işte buna O’nun dünya ile alâkası denir...
Haftanın duası
Ey kendisine yönelip dua edenlerin sesini mutlaka işiten, çağrılarına cevap veren.. Ey dergâhına sığınıp bir nidâda bulunanlara mutlaka icabet eden Rabb’im!.. Şimdiye kadar kim bilir kaç kere dua ettim, Sen hemen niyazlarıma icabette bulundun. Şimdi bir kere daha Senden dileniyorum: Bendeni ünsünle rızıklandır; gönlüme mehafetini duyur.. ve benim için, dostuna şefkatle davranan, onu hep iyiliklere boğan ve asla yalnız koymayan bir komşu ol.
Sözün özü
Günümüzün zavallı insanı, nice değer ölçülerini kaybettiği gibi, peygamberlere ve özellikle de Peygamberler Sultanı Hz. Muhammed Aleyhisselâm’a karşı, bakışı, tavrı, düşüncesi de tamamen altüst olmuş durumda. Oysaki O’nu, herhangi bir insan gibi beşerî kriterlerle değerlendirmemiz kat’iyen doğru değildir. Zira O, yeryüzünü yeniden dizayn etmek ve insanlığa yeni ufuklar açmak üzere müstesna bir ruh ve müstesna kabiliyetlerle donatılarak gönderilmiş bir insandır.
- tarihinde hazırlandı.