Sabret! Allah’ın vaadi kesindir…
“O halde sabret! Çünkü Allah’ın vaadi kesindir. Sakın ona (Kur’an’a) inanmayanlar Seni paniğe düşürmesin, Seni dayanaksız bulmasın ve Seni endişelendirmesin.” (Rûm, 30/60) Ayette Cenab-ı Hak, Efendimiz’e, istedikleri mucizeyi getirse bile inanmak yerine “siz bâtıl peşindesiniz” diyen ve netice itibariyle bu gerçeği kabul etmedikleri için Allah’ın, kalplerini mühürlediği insanlara karşı sabretmesini emretmektedir. Aslında bu ifadeyi, sabır adına dayanılması gerekli olan her hususa hamletmek mümkündür. Ancak burada “Fasbir - Sabret” ifadesiyle ileriye matuf Cenab-ı Hakk’ın kendisine vadettiği şeylerin gerçekleşmesini intizar içinde sanki bir kuyunun dibine atılmış ve sizi şu kadar zaman sonra gelip çıkaracaklar denen biri gibi günleri, saatleri, dakikaları sayması nev’inden Efendimiz’den de zamanın eziciliğine ve çıldırtıcılığına karşı sabretmesi istenmektedir.
Evet, ayette gelecek adına yakîn (kesin inanç) taşımayan, hayatlarını hep zan ve tahminlere bina eden insanların davranışları karşısında Efendimiz’in endişe duymaması istenmektedir ki, bunun anlamı bu tür insanlar karşısında, sen sıradan insanlar gibi davranamazsın; onlar herhangi bir musibet karşısında bağırıp-çağırabilir; ama sen öyle yapmamalısın zaten yapmazsın. Düşmanların baskısı altında şöyle mi etsem böyle mi etsem alternatif arayışına girmemelisin girmezsin çünkü bu davranışlar hafifliktir. Hafiflik Senin semtine sokulamaz. Evet, Sen hafiflikten münezzeh ve Müberrasın. Yine el âlemin insan şahsiyetine, insan onuruna dokunabilecek olumsuz bazı sözleri vardır ki Sen onlara tenezzül edip kullanmamalısın. Yani Senin mecburi bir yolun vardır; o da Allah’ın dinini tebliğ etmek, bu uğurda başına gelen şeylerin O’ndan geldiğini bilmek demektir ki Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bu tür hafifçe davranışlara, seviyesizce hallere hiçbir zaman düşmemiştir.
- Bizim mecburi yolumuz; Allah’ın dinini tebliğ etmek ve bu uğurda başa gelebilecek şeylerin O’ndan geldiğini bilmektir.
- Bir hizmet Muhammedî ruh etrafında örgüleniyorsa her şey baştan Kitap ve Sünnet yörüngeli olmalı ve asla yanlış iş yapılmamalı.
- Olumsuzluklar karşısında bağırıp-çağırılmamalı; ciddi bir davaya kilitlenmiş bir mü’min vakar ve ciddiyeti ile hareket edilmelidir.
Rehber, kitap ve sünnettir
Bu ifadeyi biz kendi hesabımıza almamız gerekirse, eğer yapılan bir hizmet Muhammedî ruh, Muhammedî mana etrafında örgüleniyorsa baştan çok iyi planlanmalı, her şey Kitap ve Sünnet yörüngeli olmalı ve asla yanlış iş yapılmamalı. Bütün bunlar yapıldıktan sonra da eğer bir kısım olumsuzluklarla karşı karşıya kalınırsa o zaman da bağırıp-çağırılmamalı, atf-ı cürümle başkaları karalanmamalı, niye bu böyle deyip kadere taş atılmamalı; ağır, vakur, ciddi bir davaya kilitlenmiş bir mü’min vakarı ve ciddiyeti ile hareket edilmelidir.
Evet, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) o gün yakîni olmayan, hayatlarını zan ve tahmine bina eden insanlardan çok çekiyor ve onlar tarafından sıkıntılara maruz kalıyordu. Allah (Celle Celaluhu) da O’nun hayatının yakîne bina edildiğini, dolayısıyla kendisine ne vaad edilmişse hepsinin gerçekleşeceğini, her şeyleri havada olan o insanların bir şey yapamayacaklarını müjdeliyordu. Yine ayette geçen “îkan” kelimesinden o tür baskıların sadece inanmayanlardan değil Efendimiz’e inanan insanlardan da gelebileceğine işaret olduğu söylenebilir.
Evet, o gün Müslümanlar O’na bir şey çektirmemişlerse ileride mutlaka çektireceklerdir. Zira bu ifade ile adeta Efendimiz’e, Senin yakınlarının ve yakın arkadaşlarının bir takım problemler çıkarması Seni endişeye sevk edebilir ki Sen buna da hazır olmalısın. Çünkü dâhili sarsıntı, peygamber istikrarına, peygamber iradesine menfi tesiri olmasa da tedbirli olunması gerekli olan bir hadisedir. Nitekim bazı mülahazalar, peygambere tâbi olan o çok önemli insanları bile karşı karşıya getirmiştir ki böyle bir meseleden endişe duymamak mümkün değildi. Ve Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bu mevzuda dişini sıkıp sabrederken o gün ona misal teşkil edecek başka bir olay da yoktu. Onu ya firasetiyle, fetanetiyle seziyor veya ona onları Allah bildiriyordu.
Allah’ım! birbirimize düşürme…
Hz. Üstad’ın bu mevzudaki içten sürekli heyecanı; Necip Fazıl’ın “bana oturup evde ağlamak düşer” demesi ve fakirin çok defa, “Allah’ım! Benim canımı al, şu insanların birbirine karşı tavrını görmeyeyim” demem bu endişedir ki sabredilmiyor, bizi aşıyor ve çok ciddi sarsıyor. Mesela bir arkadaşın başka birini küçük bir gıybetle yermesi, birinin yanlış hareketi âidiyet itibariyle içe dönükse bu sizin iflahınızı keser. Ben hapishanede kaldığımda tehditlere maruz bırakıldığımda ve firari iken “Allah’ım, canımı al, demedim. Ama bazı Müslümanların birbirlerine karşı anlayışta beklenen performansı göstermemesi karşısında defaatle “Allah’ım! Emanetini alabilirsin; efkârıyla dağınık, birbirini çekiştiren, birbirinin etini yiyen bir toplumu görmektense etlerimi yerin altında akreplerin, yılanların yemesini tercih ederim” dedim. Nitekim bugün dahi hiç terk etmediğim dualardan biri de, mal-menal, evlad-ü iyal ikbal istemekten ziyade “Allah’ım! Düzenimizi, birlik ve beraberliğimiz bozma, ümmet-i Muhammedi kaynaştır, birbiriyle bütünleştir ve onları birbirine düşürme.” duasıdır.
Taklîdî ve tahkîkî iman
Taklit, bir işin hakikatini araştırmadan, görüp duyduklarını doğru sayıp yaşama demektir. Bu kelime, boyuna takılan gerdanlık manasına gelen “kılâde” sözcüğüyle aynı kökten gelmektedir. Boyna bir şey takılıp çekilmeye, birine uyup arkadan gitmeye ve kişinin kendi şahsiyeti, görüşü ve iz’anıyla yaşamamasına, kanaat ve düşüncelerinde daha ziyade başkalarının tesiri altında bulunması haline denilmektedir.
Bu mesele imana vurulduğunda, imanın taklit veya tahkikli olması karşımıza şu hususları çıkarır: İmanın tahkîkî olabilmesi için, Allah’a imana götürecek vesilelere başvurulması gerekmektedir. Bizi imanla, imanın erkânıyla mükellef kılan Allah, kâinat kitabı gibi muhteşem bir kitabı nazarımıza sunmuş ve bu kâinat kitabında geniş harflerle yazılan büyük hakikatleri, mahiyetlerimize fihrist şeklinde derç etmiştir. Dışta (âfâkî) ve/veya içte (enfüsî) bir araştırma neticesinde, “Allah birdir” hükmüne vardığımız zaman bu tahkîkî bir hükümdür. Bir hâkimin/savcının bir meseleyi su yüzüne çıkarmak için olabildiğine geniş bir tahkikat yapmasına hukuk dilinde “tevsî-i tahkikat” denir ve bu araştırma, hâkimi daha az yanıltmış olur. Bunun gibi biz de kâinat ve kendimiz hakkında geniş araştırmalarımız neticesinde bir hükme varmakta ve bu hükümle, kâinat-Allah ve insan-Allah münasebetini kavrama ve bu kavrayış neticesinde iman etmeye tahkîk yolu diyoruz. Ve böyle bir yolla/yollarla elde edilen îmanı da tahkîkî iman kabul ediyoruz. Bu imanı elde edenler, hayatın her lahzasında marifetten ne hüzmeler alırlar ve Allah’tan ne büyük iltifatlar görürler. Dahası arkadan gelenler de onları taklit ederler. Ancak taklit etme konumunda olan insanlar, imanları kalplerinde tam oturaklaşmadığından kanaatlarına dokunacak, yakînlerini sarsacak, iz’anlarını alt-üst edebilecek bir hadiseyle karşı karşıya kaldıklarında bazen bağlandıkları hakikatlerden vazgeçebilirler.
Tahkîkî imanın pratik hayatta canlı misali, başta Sahabe-i kiram ve ondan sonra da düşünerek Müslüman olan mütefekkir kimselerdir. Sahabe-i kiram, hayatın ağır tekâlüfü karşısında çok rahat yaşıyorken, kulluk mükellefiyetlerini üzerlerine almaları mevzuunda bela ve musibetler karşısında hiç sarsılmamışlardır. Hatta dehrin bütün hadiselerine ve dünya devletlerine meydan okurken, bütün sıkıntılara göğüs germiş ve asla dinlerinden dönmemişlerdir. Çünkü onlar, imanlarını tahkîkî olarak elde etmişlerdir.
Haftanın duası
Destekleyenimiz, yardım edenimiz ve koruyup kollayanımız Sen ol! Ne olur, biz âciz ve muhtaç kullarını hüsrana uğramış zavallılar gibi eyleme, onların düştükleri acıklı durumlara maruz bırakma… Âmin.
Sözün özü
Ancak, ister ilim adına yapılan araştırmalarda, isterse inanç ve ibadet dünyasıyla alâkalı hususlarda olsun, mârifetullah ufkuna ulaşmak nazarî akılla değil; amelî akılla mümkün olacaktır. Zira insan, inancını ancak ibadet ü taatla tabiatının bir parçası ve derinliği hâline getirebilir.
- tarihinde hazırlandı.