İnsan, tefekkürle mükelleftir
Afâk, ufkun; enfüs de nefsin çoğuludur. Ufuk, bize göre, dağların zirveleri, güneşin doğup battığı yerlerdir. Diğer bir tabirle, zeminin, semanın etekleriyle birleştiği yere âfâk denir. Dolayısıyla da bu sahadaki bir tefekküre âfâkî tefekkür diyoruz ki bununla kastedilen, insanın dışındaki bütün dünya ve kâinatlardır.
Enfüs ise nefsin çoğulu olup, insanın mana ve maddesi demektir Ayrıca insanın özüne ve onun içinde şeytanın yaptıklarını yapana da nefis denir. Bir manada o; şehvet, gazap, hiddet, öfke, hırs, kapris ve inat gibi çeşitli duyguların bir araya gelmesiyle oluşan mekanizmanın başında bir santral memuru gibidir. İhtimal şeytan, onun vasıtasıyla, bizimle ruhumuzla münasebet kurup, değişik tesvilatta bulunur ve bize zarar vermek için bazen şehveti ve gazabı bazen de inat ve kini kullanır; hatta yerinde, vahyin ışığıyla aydınlanmamış ve terbiye görmemiş azgın aklı kullanır ve bunlarla da bizlere zarar verir.
Nefsin bir diğer yorumu da mahiyet-i insaniyedir. Bu, “Kendi kendinizi öldürmeyiniz.” (Nisa, 4/29) ile anlatılan nefistir, yani insanın zatıdır. Nefsin korunması usûl-ü hamseden (hukuken, korunması gereken beş temel prensip) biridir. Burada kastedilen şey de işte budur ve bu sahadaki tefekküre enfüsî (nefisle alakalı) tefekkür denmektedir.
Âfâkî ve enfüsî tefekkür
Evet, insan, böyle iki çeşit tefekkürle mükelleftir. Kur’an’da bu iki tefekkür çok defa yan yana anlatılır. Mesela, bir ayette O, “Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, düşünen insanlar için elbette birçok dersler vardır.” der. (Âl-i İmrân, 3/190) Keza, “O kâfirler bakıp da düşünmezler mi deve nasıl yaratılmış? Gök nasıl kurulup uçsuz bucaksız yükseltilmiş? Dağlar nasıl da yeri tutup, dengeleyen direkler halinde dikilmiş. Yeryüzü nasıl yayılıp hayata elverişli kılınmış?” (Gâşiye, 88/17-20) diyerek, insanları böyle kapsamlı bir tefekküre yöneltir. Benzeri ayetler çoğu zaman, “Hâlâ düşünmüyorlar mı? Hâlâ akıllarını kullanmıyorlar mı?” şeklinde de ifade edilir.
Kur’an’da çok defa âfâkî tefekküre davetten sonra insan, hemen enfüsi tefekküre yönlendirilir ve onun elinden, ayağından, renginden, dilinden, lehçesinden, uzuvlarından sözedilir. Böylece o, âfâkî tefekkürün hemen arkasından enfüsi tefekküre geçer. Geniş dairede kâinat kitabındaki tefekkürü müteakip, zihnimiz dağılmasın diye daha küçük mikyasta karşımıza koyduğu küçük bir kitap sayılan kâinat kitabının fihristi insanın iç dünyasında bizi mütalâaya sevk eder. Mesela, “Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde düşünen insanlar için elbette birçok ibretler ve dersler vardır.” (Âl-i İmrân, 3/190) dedikten sonra hemen “Ey büyük Rabbimiz! Sen bunları gayesiz, boşuna yaratmadın…” ifadesiyle devam eder ki, bu, bütünüyle bir âfâkî tefekkürdür. Bazen de “Bizzat kendi varlıklarınızda da böyle deliller vardır.” deyiverir. (Zâriyât, 51/21) Görüldüğü gibi burada Cenab-ı Hak, semaları nazara verip Allah’ın vaad ve vaîdlerinin oradan geleceğini, her şeyin oradan başladığını, insanların başına kıyametlerin oradan kopacağını söyledikten sonra hemen arkasından; “Nefislerinizde de basiretinizi açıp derinleşmek, im’ân-ı nazar etmek istemiyor musunuz hâlâ?” denilmektedir ki bu da âfâkî ve enfüsî tefekkürün ne kadar iç içe olduğunu gösterir.
Tekrar edelim biz, kâinatın geniş kitabı hakkında düşünmeye âfâki tefekkür diyoruz. Fiziğin, kimyanın, astronominin ışığı altında, onların açtığı yolda, Cenab-ı Hakk’ın varlığına ve birliğine, O’nun Zât, Sıfât ve Esmâsının delillerine, hatta daha da derinleşerek, sıfatlar ufkuna, dahası onun Zât’ını görme ve bilme arzusuna girer, sonra yine döner kendi nefsimizde düşüncelere dalarız. Mesela gözlerimizi ele alalım; onları daha yakından gördüğümüz için tümsekliğini, adesesini, merceğini, kısacası onun her yanını tefekkür ederiz. Güneşle gözümüz arasındaki münasebeti görmek için ışık dalgalarının görmeye müsait olmasını, insanın ancak milyonda beş-altı görebilecek mahiyette yaratılmasını düşünür ve bu müktesebatla daha uzaklara doğru okumaya hazır hale geliriz. Öyle ki artık bu temaşa, elimize verilen bir kitapta hakikatleri takip gibi bir şey olur.
Sonra ellerimize bakarız, gökteki yıldızlara âfâkî tefekkür adına baktığımız gibi, enfüsî tefekkür için de parmaklarımız, onların mafsalları, parmak arasındaki kuvvet dengesi, ellerimizin belli parçalardan meydana gelmesi ve azamî tasarruf prensibiyle beş parmak tek bir el ayasıyla pek çok şeyler yapar durumda bulunması, bununla zevk alınacak şeylerden zevk ve lezzet alması, gerektiğinde hasımlarımıza karşı bir müdafaa aleti halini alması…vs. Evet, işte bütün bunları görüp düşündüğümüzde, “Allah bir alet yapmış ama onunla bin işi birden gördürüyor.” deriz. Böyle bin çeşit işi yaptırtmak için, bütün insanlar, şu andaki teknik imkânlarıyla seferber olsalar yine de aynı başarıyı yakalamazlar. Yakalasalar bile çok komik ve estetik derinlikten mahrum, sevimsiz bir şey yapabilirler. İşte enfüste/içimizde bu şekilde düşündüğümüz zaman, “Seni yaratan Allah mukaddes ve müberrâdır.” demekten kendimizi alamayız. Bunun gibi, ayağınızı, midenizi, kalbinizi ve tek tek bütün azalarınızı düşünün bunların her biri muhtevalı bir kitap gibi bize neler ve neler anlatır…
Tefekkür içte başlamalıdır
İnsanlar tefekkür ederken, evvela enfüsî tefekkürle işe başlamalıdırlar. Bu bir bakıma, kitabın fihristinde, kitabın muhtevasını tanımadır ki, nerede konu var, bilinsin ve şaşkınlığa düşülmesin, yanlış sonuçlara varılmasın. Evet, insan, evvela enfüste tefekkür etmeli ve mesela, “Bu simada, bir “suret-i Rahmaniyet” var, bunu yaratan Allah’tır... Bu letaifi onda aksettiren, yine O… Şu kulak, ancak o Rahman’ın eliyle oraya takılmış olmalı… Bu gözün O’nun eliyle oraya yerleştirildiği açık... Sonra bütün bu manalar birden nazara alınarak ‘vicdan musaddıkı’na emanet edilmeli; yani enfüsî tefekkürle oraya bir petek konarak, fikir arılarının getirdiklerinin bala dönüştürülmeleri sağlanmalıdır. Aksine, enfüsi tefekkürle bir petek oluşmamışsa, zihin arısı âfâkî tefekkürle getirdiği özü koyacak petek bulamayacak, boşuna gel-git yaşayacaktır ki bu da dibi delik bir kovayla, dipsiz bir kuyudan su çekme gibi bir şey olacaktır. Öyle olunca da katiyen matluba varılamayacak, netice elde edilemeyecek ve düşüncede gaye olan bilginin, içimizde marifet hüzmelerine dönüşmesi gerçekleşmeyecektir. Enfüsî tefekkürledir ki her türlü sağlama bağlanmakta ve âfâkî tefekkür bizim için mahz-ı marifet olmaktadır.
Biz şimdi –inşallah- içimizde mayaladığımız bu duygu ve düşünceyle, gözlerimizi semaya çevirip, onun berrak çehresinde, yıldızlarla yaldızlanmış simasını görecek ve şairane ilhamlarla coşup; “Gökyüzünü yıldızlarla yaldızlayan Allah’ım! Sen ne yücesin! Bunların verâsında cehennemi tutuşturan Sen ne Adilsin! Cenneti nurunla aydınlatan Sen ne Rahîmsin! Oraları meleklerin sekenesi yapan Sen ne Kâdirsin!” diyoruz. Bu manada Bediüzzaman Hazretlerinin, yıldızları konuşturan yıldıznamesinde dediği gibi:
İşittiririz insan olan insana.
Kör olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü,
Hem işitmez sözümüzü. Hak söyleyen ayetleriz biz.
Sikkemiz bir, turramız bir, Rabb’imize müsebbihiz, zikrederiz âbidâne,
Kehkeşanın halka-i kübrâsına mensup birer meczuplarız biz.
der ve bu mülahazalarla Rabb’imizin karşısında kemerbeste-i ubudiyet içinde eğiliriz…
Haftanın duası
Kalplerimizi ve ruhlarımızı marifet nurlarınla ışıklandır… Bizi en sevdiğin işlerde kullan... Hem bizim, hem de kadın-erkek bütün kardeşlerimizin hallerini en güzel hale tebdil eyle ve bizi yolların en doğrusuna, nimetlerin de en güzeline eriştir!
Sözün özü
Kur’an’ı, sürekli kendine nazil oluyor gibi okumak, Hz. Muhammed (sav)’i tanımak.. Kur’an’ı tanımak uğrunda ısrarla çalışmalara devam etmek, saffet, samimiyet ve ihlâsı hiç elden bırakmamak, esbab-ı nüzul, usul-i tefsir gibi ilimleri bilmek, İlâhî vâridata açık bir sîneye sahip olmak…
- tarihinde hazırlandı.