Temsil, tebliğden önde gelir
Olumlu ve müspet davranışların, temsil mevkiinde bulunan insanlar tarafından ortaya konulması, o işin müessiriyeti açısından çok önemlidir. Yani bir insan namazı anlatıyorsa öyle bir namaz kılmalı ki, dışarıdan ona bakanlar, “Bu zatın hiçbir şeyi olmasa, sadece şu namazı, onun hak çizgide olduğunu gösterir.” demelidirler. Tabiî o, namazını öyle kılması gerektiği için öyle kılacak, öyle desinler diye değil. Öyle ki onu böyle bir namazda görenler tam inanmasalar da onun bu namazının büyüsüyle inanmalıdırlar. Evet, temsilde hep önde yürümek gerektir.
İnsanlar için “üsve-i hasene” olan Nebiler Serveri, başına gelen türlü türlü belâ ve musibetlere karşı takındığı tavrında, tebliğinin yanında temsilde de en iyi ve kusursuz bir örnekti. Meselâ bir defasında O (sallallâhu aleyhi ve sellem) istirahate çekildiği bir gece, sabaha kadar dönüp durmuş ama bir türlü uyuyamamıştı. Evet, sağına soluna dönüyor, “uf”layıp duruyor ve âdeta ızdıraptan iki büklüm oluyordu. Sabah olunca hanımı O’na (aleyhi ekmelüttehâyâ) sordu: “Yâ Resûlallah, bu gece rahatsız mıydınız? Çok ızdırap çektiniz.” Allah Resûlü’nün cevabı şu oldu: “Yatağımı hazırlarken, yere düşmüş bir hurma buldum. Onu ağzıma koydum. Fakat sonra aklıma geldi ki, bizim evde bazen sadaka ve zekât hurmaları da bulunuyor. Ya bu hurma, onlardan idiyse! İşte sabaha kadar bunu düşündüm, bunun ızdırabıyla sağa sola dönüp durdum ve bir türlü gözüme uyku girmedi.” (Ahmed İbn Hanbel)
O (sav), fevkalâde hassastı
Evet, sadaka ve zekât O’na haramdı. Ancak bu hurma, kendine ait hediye hurmalardan da olabilirdi. Hatta bu ihtimal, diğer ihtimalden daha kuvvetliydi. Çünkü O’nun hanesinde, sadaka veya zekât malları kat’iyen gecelemezdi, geldiği gibi dağıtılırdı. Şimdi şüphenin böyle en küçüğüne karşı bu ölçüde hassas davranan ve hayatını hep bu hassasiyet içinde sürdüren birinin, kesin haram olan bir işe yanaşması mümkün müdür? Evet, O, en küçük şüpheli bir şeyle dahi ruh dünyasını kirletmeme mevzuunda fevkalâde hassastı.
O, bir başka sefer mihrapta namaza duracağı esnada –O’na canlar kurban!– aklına birden bir şey geliyor ve hemen kendi hücrelerine çekiliyorlar. Hücre-i saadetlerine soluk soluğa giriyor; yapacağını yapıyor sonra da namaz için tekrar geriye dönüyor. Daha sonra durumu şöyle izah ediyor: “Ben namaza dururken evde fakirler için dağıtılacak bir şey vardı. Onu dağıtmadan namaza durursam kalbimi meşgul edeceğinden korktum. Sonra eve gidip Âişe’ye onu hemen verilecek yerlere vermesini söyledim. (Belli bir sorumluluktan sıyrılarak gelip öylece namaza durmayı arzu ettim.)” (Buhârî)
Evet, herhangi biri Efendimiz’in sadece cömertliğine, infak mevzuundaki hassasiyetine ve dünya karşısındaki tavrına baksa kendi kendine, “Bu Zât’ın hiçbir şeyi alınmasa bile şu tavrı ve duruşu alınabilir!” diyecektir.
Efendimiz’in haccını ve orucunu da bu çerçevede ele alıp aynı değerlendirmeyi yapmak mümkündür. Meselâ, oruç konusunda kendileri visal yapıyor fakat başka birisi visal yapmaya kalkınca ona dayanamayacağını söylüyordu. O, kendine has konsantrasyonu ile o durumu atlatıyor ve Allah’ın kendisini yedirip içirdiğinden bahsediyordu. Aslında Efendimiz o konsantrasyonun ve o câzibedâr güzelliklerin engin iklimi içinde cismaniyete ve bedene ait şeyleri âdeta duymaz hâle geliyordu. Bunlar O’nun için ne olacak ki! Günümüzde Uzakdoğu toplumlarında bahis mevzuu olan, bir kısım ruhî terbiye ile belli ölçüde aç ve susuz durulabiliyor. Ne var ki Allah Resûlü bunu bir ibadet neşvesi içinde yaşıyordu ki, bütün bunlar Allah’ın her şeyin en mükemmelini ortaya koymada O’nu örnek yarattığını göstermektedir. Evet, Allah (celle celâluhu), ölüm gelip çatıncaya kadar O’nun sürekli kullukta bulunmasını istiyordu ve öyle de oldu.
Musibetlere karşı temsil duruşu
Nebiler Serveri’nin temsil gücü ve duruşu, başına gelen belâ ve musibetlerde de en bariz bir şekilde kendini gösterirdi. Evet, Allah Resûlü çok defa belâların en büyüğüne maruz kalıyordu; kalıyordu zira bu, ilâhî ahlâk ve ilâhî âdetin bir neticesiydi. O, “İnsanların belâya en çok dûçâr olanları, nebiler (Bazı rivayetlerde nebilerden sonra salihler, bazı zayıf rivayetlerde ise nebilerden sonra evliya denmektedir) daha sonra da derecesine göre başkaları gelir.” (Tirmizî) buyurarak işte bu hakikati dile getirir.
Bu demektir ki insan, ne kadar zirvede ise o kadar çok musibete maruz kalır. Soğuk, kar, fırtına ve tipi ilk defa zirveleri tuttuğu gibi, sıkıntı ve ızdıraplar da en başta zirve insanları vurur. Eğer belâ bir yerden kalkmamaya karar vermişse, bu zirve insanların karar kıldığı yerden kalkmaz ve dolayısıyla bu yüce kâmetlerin bir yanında sürekli kış yaşanır durur. Zirveye yakın olan yerler ise onlar da değişik mevsimlerde hem o kardan, hem doludan, hem de dumandan nasiplerini alırlar. Önce konuyu böyle anlamak gerekir; gerekir, zira bu İlâhî bir âdettir. Çünkü öyle olmasa, önlerindeki temsil konumunda bulunan bu zatlara gözünü dikip bakan kimselerin, “Maşaallah keyfi yerinde!” gibi sözler söylemeleri de ihtimal dâhilindedir.
Efendimiz ve imtihanlar
Efendimiz, çocuk yaşta iken yetim kalmış, daha iki-üç yaşında iken annesinin dul bir kadın olma acısını derin derin içinde hissetmiş ve hayatı boyunca hep bu hisleri ruhunda duyarak yaşamıştır. Daha sonraki hayatı da uzun bir süre bir dedenin evinde geçmiştir. Bütün âlemin babası vardır ama O, babasını daha doğmadan kaybetmiştir. Hayatı dört –veya daha kuvvetli rivayete göre altı– yaşına kadar böyle geçmiştir. Tam anasını idrak edip sıcaklığını ve okşamalarını duyacağı an o da ötelere göç etmiştir. Sekiz-on yaşına girince annesi gibi dedesi de O’nu bağrına basıp “Evlâdım!” deyince Allah onu da huzuruna almıştır. Aslına bakılırsa bunların her biri kendi çapında çok büyük ve değişik birer imtihandır. Peygamberliğin 8. senesinde –ki bu seneye ‘hüzün senesi’ denmiştir– Cenâb-ı Hak, Efendimiz’in iki dayanağı sayılan Hz. Hatice’yi ve Ebû Talib’i almıştır.
Bunların hepsi derinlemesine düşünüldüğünde her birinin ayrı dalga boyunda büyük birer imtihan olduğu anlaşılacaktır. Âdeta Nebiler Serveri iç içe imtihanlar yaşamıştır. Öyle ki sebepler açısından hiçbir hâmisi kalmamış ve sanki Cenâb-ı Hak O’na fiilen: “Senin başka hâmin olmamalı. Ben sana yeterim. Sen sürekli ‘Hasbunallah ve ni’me’l-vekîl’ diyecek, Sana inananları da arkana alacak ve onlara örnek olacaksın. Veyahut da ‘Hasbiyallah’ diyecek, tek başına Bana dayanacak ve Bana itimat edecek ve ruhunda sürekli Bana teslimiyeti, tefvîzi ve sikayı en âlî derecede yaşayacaksın.” demektedir. Bu duyguyu bazen başkaları da ruhlarında derinlemesine hissetmiştir. Onlar ahireti özleyince, oraya gitme arzusu içlerinde tutuşunca bu hislerini mantıklarıyla baskı altına alıp âdeta ahirete tatlı tatlı yürümeye niyet etmişken geriye durmuş ve şahsî kaderlerine razı olmuşlardır.
Allah Resûlü’nün hayat-ı seniyyeleriyle alâkalı bir hususu daha arz etmek istiyorum. Efendimiz arkadaşlarına öyle alışıktı ki, ruhunun ufkuna yürümesine bir ay kala başını kaldırıp ashabına bakmış, sonra tekrar başka tarafa çevirmiş ve ağlamaya başlamıştı. Daha sonra da bu hareketini tekrarlamıştı. Çevresiyle bile bu kadar alâkadar olan ve onlara karşı derin bir alâka duyan bir insanın ne derin bir hassasiyete, ne engin bir duyarlılığa sahip olduğu her türlü açıklamadan vârestedir. Fazla söz zait, konuyu sizin idraklerinize havale ediyorum.
Haftanın duası
Hakkı-hakîkati, selim ve sâlim aklı ve apaçık beyanı her zaman yol arkadaşlarımız eyle.. ulu katındaki ulvî sırların perdesini bizim için de aralayıver.. ne olur, gözlerimizin nuru muhlis ve muhlas kullarına gösterdiğin güzellikleri bize de göster… rahmet hazinelerini bizim için de aç, aç ve bizi bırakma başkalarına muhtaç! Âmin.
Sözün özü
Bu farklılığı bir tasannu şeklinde yorumlamak, yanlış; yanlış olduğu kadar da bu tavrın gerekliliğini anlayamama demektir. Özellikle İslâm’a hizmetle alâkalı işlerde bulunanlar vakar ve ciddiyetlerini muhafaza etmelidirler. Aksi takdirde hesabı verilemeyecek yanlışlıklara düşülebilir.
- tarihinde hazırlandı.