Zehirle pişmiş aş; Sabır
Sabır, yücelme ve fazilete ermenin mühim bir esası ve iradenin zaferidir. O olmadan, ne ruhu inkişaf ettirmeden ne de yücelip benliğin sırlarına ermeden bahsedilemez. Sabırla insan, toprağa, ete, kemiğe bağlılıktan kurtulur. Onunla yüce âlemlere ermeğe namzet bir kutlu olur. Sabır, öteler ötesi saltanatlara ulaşmak için dar bir geçit, aşılmaz bir zirve ise, gönlünü o âlemlere kaptırmış hakikat eri de, geçilmez ve aşılmaz gibi görünen geçitlere ve şahikalara meydan okuyan bir Heraklit’tir. En sarp yokuşları dümdüz ve ovaları da pürüzsüz gören bir Heraklit...
Evet, fıtrat, onu tanımayan ve yürüyüşünde ona ayak uyduramayan ayakları kırar, ruhları da çiğner geçer. Onu tanıyan, hareket ve davranışlarıyla onun ruhundaki sessiz infiâllere dem tutan ve ona yeni yeni Dâvûdî nağmeler kazandıranların elinde de balmumu gibi olur.
Aceleci yaramaz çocuklar!
Ah, bu sırrı kavramayan ve bir türlü sabretmeye yanaşmayan aceleci yaramaz çocuklar!..
Evet, nice kendini bilmez ve fıtrat tanımaz kimseler vardır ki; yıllar yılı doludizgin gitmiş, fakat bir çuvaldız boyu mesafe alamamışlardır. Ve nice sessiz, gürültüsüz kimseler de vardır ki, derin nehirler gibi durgun ve hareketsiz görünmelerine rağmen, durmadan yürümüş; adım adım ilerlemiş, önünü kesen karanlıkları teker teker tepelemiş ve karşısına çıkan engelleri en sezilmedik şekilde toz duman etmişlerdir. Sessiz, gürültüsüz; gösterişsiz ve âlâyişsiz... Tıpkı mercan gibi. Deniz derinliklerinde ızdırap görmüş; ızdırap yaşamış; kanda boğulmuş ve zebercet ufkuna ulaşmış mercan...
Tohum, bu sessizlik ve sebat içinde taşı toprağı deler, gün-yüzüne çıkar. Tomurcuk, yüz defa bağrını güneşe açar ve yüz defa gecenin karanlıkları karşısında gerilime geçer, sonra varlığa erer. Ya yavru? Bir ‘rüşeym’ halinde anne karnında belirip, karanlıktan karanlığa intikâl eden yavru; onun serencâmesi hepten garip ve garip olduğu kadar da sabır ve teennî gamz etmektedir. Evet, şekillerin ve kalıpların her çeşidine gire gire, tam dokuz ay sonra, o gül-endam kametiyle dünyaya ayak basar.
Varlık âleminde her şey ama her şey sabırlı bir bekleyiş, bitmeyen bir azim ve direnişle, hedefine doğru adım adımdır. Acele etmeden; fıtratta carî kanunları gözeterek ve yön-yol değiştirmeden...
Ah, aceleci insan! Sabırsızlık gösteren sadece sensin. Sensin, eşya arasındaki tertibe riayet etmeyen! Sensin, yükselirken mesafelere tahammülü olmayan ve tırmanmada birkaç merdiveni birden atlamak isteyen! Sensin, sebepleri gözetmeden netice bekleyen! Sensin, olmayacak kuruntulara gömülerek hayâlden sırça saraylar kuran! Sonra da yalancı vehmin ve aldatıcı ümniyelerin altında tükenip giden! Sensin, düşünmeden konuşan, konuştuklarına pişmanlık duyan ve birbirini takip eden pişmanlıklardan ders almayan, uslanmayan! Bir bilsen; bu halinle, ne kadar sevimsiz ve ne kadar uğursuzsun!.. Keşke, her biri beliğ bir hatip ve her biri bir dil olan çevrendeki hâdiselerden ders alarak, eşya arasında bulunan tertibe riayet etmeyi; sebep ve neticelerin hakkını gözetmeyi ve hayâlinle değil; imanın, azmin ve iradenle var olmayı bilseydin!..
Sabrettiğin kadar varsın
Sen, sabrettiğin kadar var ve Hakk’ın katında da sabrın kadarsın. Kitabı’nın güzel diye parmak bastığı en güzel haslet ve en güzel huyları, arızasız ve ara vermeden yaşamadaki sabrın ve azmin kadar... Ve çirkin diye tespit ettiği sevimsiz şeyler karşısında da dayanma gücün ve sebatın kadar... Nihayet, tepeden inme başa gelenler karşısında, tavrını değiştirmeden:
Gelse celâlinden cefâ,
Yahut cemâlinden vefâ;
İkisi de cana safâ,
Lütfun da hoş kahrın da hoş.
gerçeğine dilbeste, yürekliliğin ve hoşnutluğun kadar...
Bütün yükseltici şeyleri, ara vermeden sürekli olarak yaşama; alçaltıcı şeylere karşı devamlı teyakkuz ve direnme; nihayet, beklenmedik anda ve beklenmedik şekilde, seni ırgalayan ve örseleyen umum belalara karşı yılgınlık göstermeden dayanma; evet, işte acılardan acı ve neticesi itibarıyla de zülâllerden zülâl sabır budur!
Kol kanat verip yerinden ayrılmama... Mum gibi eriyip gitme; yine yerinden ayrılmama...
Nerdesin azim, nerdesin irade! Nerdesin civanmertlik ve nerdesin yiğitlik! Durmadan yön ve yol değiştirme bizi şaşkına çevirdi. Her gün ayrı bir şeye dilbeste olma bizi bitirdi. Ve durmadan mihraptan mihraba koşma, bizi kıblesiz hâle getirdi...
Bir Hakk dostu; ‘beni bir kedi irşat etti’ der. Avını beklediği delik önünde, sabahlara kadar gözünü kırpmadan bekleyen bir kedi... Ya sen, insanoğlu! Tavrını değiştirmeden, nazarını ayırmadan ne kadar bekledin ebedî mihrabında?.. Evet, kaç defa düzenin bozuldu; hizmetin hebâ oldu da, gönül koymadan darılmadan yeni baştan deyip yürüdün yoluna?.. Ve kaç defa, kapılardan kovuldun, diyar diyar sürüldün de, dönüp yine başını koydun sevgilinin eşiğine?.. Yoksa sen, senden evvel gelip geçenlerin hâlleri başına gelmeden cennete gireceğini mi sandın? Oysa onlara öyle ezici sıkıntılar, öyle kımıldatmaz ızdıraplar dokundu ve öylesine sarsıldılar ki, Nebi (sas) ve maiyetindeki inananlar: ‘Ne zaman Allah’ın yardımı?’ dediler. Bil ki, O’nun yardımı yakındır. Sabredip kulluğunu sürdürenlere; canını dişine takıp günahlara karşı koyanlara; bin defa düzeni bozulduğu hâlde ümit ve azmini yitirmeyenlere.
Evet, ‘Cânân yolunda, dağdağa-i câna düşmeyenlere; Girdik reh-i sevdaya, gayrı bize bir şey lazım değil’ diyenlere...
Gururlanma insanoğlu!
Zenginlik ve hoşsohbet olma gibi hususlar, zâhiren insanın diğer insanlar üzerinde fâikiyetini işaretlediği bir gerçektir. Halk böyle bir kişi hakkında hüsnüzan edebilir, o da bu hüsnüzanna itimat edip bel bağlayarak gurura düşebilir. Keşke düşmese!..
Gurur, Arapçada aldanma manasına gelir; insanın kendine ait olmayan bir şeyi kendi malıymış zannederek aldanması da bu cümledendir. Bu nokta-i nazardan dünyaya da, “İnsanların aldandığı dünya” manasına “dâru’l-gurûr” denmiştir. Hâlbuki bu dünya, sırtına yüklendiği insanları, esas yurtları olan âleme götürmek üzere bir vazifelidir. Ne var ki bazı kimseler yolda giderken süsünden, cazibesinden dolayı bu bineğe âşık olmuş ve öteleri unutmuşlardır. Hâlbuki ona, konumu kadar önem ve ehemmiyet verilmesi gerekirdi. Ne acıdır ki, bazıları ona bağlandı ve asıl matlubu unuttular; unuttu ve aldanmış oldular. Evet, dünya bazı yönleri itibarıyla insanı aldatabiliyor.
Allah (celle celâluhu), bir insana hoşsohbetlik, zekâ, nüktedanlık, cemal, tesir gücü gibi bazı hususiyetler vermiş olabilir. Bu, insanın elinde olan bir şey değildir. Şayet onun elinde olsaydı pek çok insan hoşsohbet, nüktedan, sürükleyici olabilirdi. İnsan bunların kendine ait olmadığını anladığında, aldanmadan kurtulur ve her şeyi sahibine verir. Bunu anlamak çok önemlidir. Aksine insan, kendine ait olmayan şeylere kendini sahip zanneder, hem Allah’a (celle celâluhu) karşı nankörlüğe girer hem de gülünç duruma düşer.
Evet, her şey Allah’tan ve mülk sahibi de O’dur. İnsanın zenginliği Allah’tandır ve emanet olarak ona verilmiştir. Zaten İslâm’a göre mülk de menkul-gayrimenkul topyekûn Allah’ındır. Onlar insanda vedia (emanet) olarak bulunmaktadır. İnsan bir emanetçi olduğuna göre emaneti yerinde kullanmalı, emaneten verilen şeyleri korumalı ve bu hususta hep Sahibinin izni ve rızası dairesinde hareket etmeli ki, öbür âlemde onları bâkî bir şekilde geriye alabilsin.
Haftanın duası
Yüceler Yücesi Allah’ımız! Senden bize nezdindeki nurlardan bir nur göndermeni ve onunla zâhir-bâtın bütün hislerimizi nurlandırmanı, gönüllerimizi ağyar ve mâsivâ karanlıklarından arındırmanı ve yürüyeceğimiz yolları, insanlığa en mümtaz rehber olarak seçip vazifelendirdiğin habibin Muhammed Mustafa’nın nuruyla ışıklandırmanı diliyoruz. Efendimiz Hazreti Muhammed’e, aile efradına ve bütün ashab-ı güzînine salât u selam ederek bunları Senden dileniyoruz.
Sözün özü
Hapishaneler, insanın terakki yolculuğunda bir uğrak olabilir. Nice devasa şahsiyetler, defalarca bu mihnet ve meşakkat mekânına girmiş çıkmıştır. Gerçekten hapishaneler, hürriyetin kısıtlanması itibarıyla menfî yönleri olsa da günaha karşı kapalı bulunması, yapılacak ibadet ü taatlere riya ve süm’anın karışmama ihtimali gibi yönleriyle terakkiye çok müsait yerlerdir. Bediüzzaman, bu özelliğinden dolayı hapishanelere ‘Medrese-i Yusufiye’ adını vermiştir.
- tarihinde hazırlandı.