İslâm Hakikati

İslâm Hakikati - 7. İman, Amel ve Kulluk Anlayışı

Makale Dizini

7. İman, Amel ve Kulluk Anlayışı

a. İman-Amel Münasebeti

Dinin, inanılması gereken tasavvurî ve itikadî bir boyutu olduğu gibi pratik hayata dökülmesi gereken bir de amelî yönü vardır. İman, İslâm’ın nazarî yönünü, ibadet ve muameleler ise amelî yönünü teşkil ederler. Fakat ameller imandan sonra gelir. Bu yönüyle pratiğe dökülecek olan esaslar, nazarî olarak inanılacak şeylerin bir takviyecisi konumundadır. Amelî hayat olmadan nazarî bir hayatın ayakta durması düşünülemez. Dursa bile uzun ömürlü olamaz. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, “İmansız İslâmiyet sebeb-i necat (kurtuluş sebebi) olmadığı gibi, İslâmiyetsiz iman da medar-ı necat (kurtuluş vesilesi) olamaz.”[25] İkisi de tek başına ne dünyevî ne de uhrevî hayata ışık tutamaz. Bu sebeple insan, nasıl inanıyorsa inandığı istikamette yaşamak ve ameliyle inancına payanda vurmak zorundadır. Bir insanın ameli olmadan akidesinin uzun zaman devam ettiğine kimse şahit olmamıştır. İman, ancak mescitlere devam, nefsi oruçla terbiye, gönülden –her çeşidiyle– cimriliğin atılması gibi yol ve metotlarla takviye edilir. Yine iman, iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmakla güçlendirilir.

Hâsılı, erkân-ı İslâmiye adına ne varsa hepsi imanın sağında solunda, önünde arkasında bulunan birer payanda mahiyetindedir. Bu yönüyle ibadet ü taat, Allah’a inandığını söyleyen insanların, O’nun önünde bel kırıp boyun bükmelerini ifade eder. Zira inanan bir insanın, inanmayanlara karşı farkını ortaya koyması gerekir. O ancak, yaptığı ibadet ü taatle Allah’la münasebetini ortaya koymuş, O’na gerçekten inandığını ispat etmiş olur.

İbadetler, kul ile Allah arasındaki münasebetin kopmaz ipleridir. İnsan, bu ipleri sağlamlaştırdığı nispette ruhî bakımdan gelişmiş, melekiyet yönünü inkişaf ettirmiş olur ki, ubûdiyetin gerçek mânâsı da budur. Bu bağın bir hayat boyu korunması gerekir. Bundan dolayı Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), إِنَّ أَحَبَّ الأَعْمَالِ إِلَى اللهِ مَا دَامَ وَإِنْ قَلَّ  “Amellerin en faziletlisi, az da olsa devamlı olanıdır.”[26] buyurmuşlardır. En az ibadet ise her gün kılınan beş vakit namazdır. O hâlde beş vakit namazı aksatan insan, faziletten mahrum kalmış, dolayısıyla kalbindeki is ve pasları silip Rabbiyle münasebeti temin edecek yola girememiş demektir. Cenâb-ı Hak, Efendimiz’e hitaben, وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ  “Ölüm geleceği âna kadar Rabb’ine ibadet et.”[27] buyurur. Bunun anlamı da, “Sen, ölünceye kadar ibadet yaparak mahiyetini ortaya koy; ayakları üzerinde emekleyen, yerde sürünen canlılardan olmadığını göster.” demektir.

Evet, kalb ve ruhun, lâhut âlemiyle münasebeti ancak ibadetlerle inkişaf eder. Rabb’le münasebetin gelişmesi, bu mevzuda o azaların işletilmesine bağlıdır. Nasıl ki el ve ayakla yapılan hareketler, o istikamette el ve ayağın bir kısım şeylere alışkanlığını temin eder; öyle de kalb ve ruh, ibadetlerle bir kısım meselelere karşı yatkınlık kazanır, onlardan bir korku duymaz ve bedende bir yılgınlık hâsıl olmaz. Ne uykunun ağırlığı ne yemeğin lezzeti ne de hayattaki diğer başka zevkler, ibadetlere engel teşkil etmez. Bu vesileyle diyebiliriz ki nasıl ki küfür, bir bakıma alışkanlıklardan ibaretse Allah’a kulluk da alışkanlıklardan ibarettir. İnsan, çoğu zaman uyanık bir şuurla Rabb’e kulluk yapma imkânını elde edemez. Fakat kalb ve ruhta kazanılan alışkanlıklar, kulun Rabb’le münasebetinde meydana gelebilecek boşlukları rahatlıkla atlatmasını sağlar. Mesela sabahın erken saatinde kalkıp soğuk su ile abdest almak nefsin ağırına gider. Bunun yerine o, rahat bir yatakta istirahat etmeyi tercih eder. Ama insan, kazandığı alışkanlıklarla bütün bu zorlukları aşar ve kalkıp namazını eda eder. Dolayısıyla Rabb’le irtibatında bir boşluğa meydan vermez. Bir başka zaman ise kalb ve ruh, Cenâb-ı Hak’tan gelen meltemlerle ibadetleri duyma ve doyma içindedir, dudakta bin tebessüm gizli hâlde onları eda eder.

İnsan, fıtratında hem hayvaniyetten hem de melekiyetten mânâlar taşır. Onun melekiyet yönünün inkişaf ettirilmesi ancak ibadetlere ağırlık verilip, hayvânî yönün köreltilmesiyle mümkündür. İbadetler, azalarla tekrar edilip içte duyulduğu nispette melekiyet yönü zuhur eder ve insan, kazandığı derecelerle mânevî olarak yükselmeye başlar. Bunun aksine olarak Allah’tan uzak ve dünyaya bağlı kalınarak eda edilen ibadetler, bir kısım formülleri icra etmeden ibaret kalır ve vicdanlardan lâhut âlemine açık bir menfez olma görevini ifa edemez. Neticede ise Allah’la münasebet geliştirilememiş ve insanın bu yanı güdük kalmış olur.

Kimin iç âlemine yönelik bir cehd ve gayreti varsa, onun için her zaman bir inkişaf söz konusudur. Bu bir Hindu, Brahman, Hıristiyan mistiği ya da başka biri olabilir, farketmez. O, günlerce yemeden-içmeden durabilir, aylarca şehevî duyguları aklına getirmeyebilir ve lâhut âleminden gelen esintilerle bir ömür geçirebilir. Ama bir Müslümanın bunu yapmasıyla bir başkasının yapması arasında –talep edilen şey itibarıyla– farklılık vardır. Müslüman, yaptığı her amelle bir mesafe alma yolundayken, diğerleri yerinde sayma ya da zıplayıp tekrar aynı yere düşme durumundadır. Onlar, hâsıl olan bir kısım iç müşâhedeler ile kendilerince mesafe aldıklarını zannederler. Fakat yaptıkları, bir kuyunun dibinde zıplayıp durmaktan başka bir şey ifade etmez. Dolayısıyla katedilen mesafe, ancak bir kuyunun boyu kadardır. Bundan maksat ise sükûnete erme, yoklukta huzura kavuşma, geçici de olsa ebedî yokluğun ızdırabından kurtulma ve ölüm ötesi hesabın ağırlığına çare aramadır.

Bugün doğru ulûhiyet anlayışından mahrum insanlar  kendi dar inançlarının dar çerçevesi içinde dönüp durmakta, lâhut âlemine doğru bir türlü mesafe alamamaktadırlar. Onların yaptıkları amellerin amacı, sadece bir iç müşâhedesi elde etmek ve ruha derinlik kazandırmaktır. Buna karşılık, yaptığı ibadetler itibarıyla Müslümanın durumu ise rayına oturmuş bir lokomotif gibidir. O, hayatın her merhalesinde ayrı bir istasyona varır, orada eşya ve hâdiselere nüfuz eder, esmâ ve sıfât-ı ilâhiyeyi zevk eder ve Zât-ı Ulûhiyet’in azameti karşısında kendinden geçer. Bu seyir, doğrudan doğruya Zât-ı Ulûhiyet’in konuşmasıyla konuşan, görmesiyle gören, duymasıyla duyan, tutmasıyla tutan bir seyirdir ki buna ne akıl ne de idrak yeter!

Bu yolculukta “seyr ilallah” ve “seyr fillâh”tan sonra “seyr minallah” başlar ki bu, Hak’tan yeniden halka dönmedir. Yani Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) takip ettiği yoldan, yeniden beşerin içine girme ve insanların elinden tutup onları olgunluğa taşıma, katedilen mesafelerin bütün haz ve cilvelerini onlara da tattırmadır. Mü’minin, –âdeta bir lokomotif gibi– arkasına taktığı binlerce insanla lâhut âlemine doğru katettiği bu yol, sonsuza uzanır. Çünkü Allah’a doğru yapılan yolculuğun sonu yoktur. Bu seyr ü sülûkta yol alıp iç müşâhedeye eren her insan, ibadet ü taat neşvesi içinde bunu tadar, duyar ve letâif-i Rabbâniye’nin düğüm düğüm çözülmeleri içinde lâhut âleminin tebessümleriyle karşı karşıya kalır.

b. Kulluk Anlayışı

Ruhlar, Allah’a kullukla inkişaf eder ve gerçek gücüne kavuşur. Çünkü Allah’la münasebet, insanlığa has bir keyfiyettir; hayvanların, O’nunla böyle bir münasebeti söz konusu değildir. Cenâb-ı Hak onları yaratır ve fıtratlarına derç ettiği belli şeylere sevk eder. Buna karşılık insandan, mânen bozulmaması için kendisiyle münasebet kurmasını, itaat edip kullukta bulunmasını istemektedir. Zira kulluk, insanın Allah’la münasebeti, yani kendisini yaratan ve ayakta tutanla irtibatıdır. Bu ayakta tutma hem cismaniyet hem akıl hem de iç âlemi itibarıyladır. Bütün bu latifeler, O’nunla münasebet kesildiği zaman ölür. Çünkü şehvet, kin, nefret vb. duygular, tek başına bütün bu latîfeleri öldürmeye yeterli saiklerdir. Kul, namaza durup onunla Arş-ı Âzam’ı seyredecek ve gerçek kulluğun zevkine ulaşacaktır ki bazen kin, nefret vb. behimî garizeler hükmünü icra etse bile melekiyet, bir sünger gibi bu kirli yazıları silsin ve onun asıl hüviyetini nazara versin.

Evet, kulluğunu yaptığı müddetçe insanın Cenâb-ı Hak’la münasebeti devam eder. Kul ile Rabbisinin arasına giren her mâni, bu münasebeti kesici mahiyettedir. Allah (celle celâluhu), Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) hitaben,  وَاذْكُرِ اسْمَ رَبِّكَ وَتَبَتَّلْ إِلَيْهِ تَبْتِيلًا“Rabb’inin adını an; bütün varlığınla O’na yönel.”[28] buyurmakta ve bu ifadeyle sanki O’na, “Ey Habibim! Evlad ü iyal sevdasından sıyrıl, evli dahi olsan biraz tecerrüt et, kendini Rabb’ine ver ve kalbinden bütün mâsivâyı temizle. Zira sen bir nebisin. Ve nebinin Allah’a varış keyfiyeti, ubûdiyeti, bu noktalarda kendini gösterir.” demektedir. Bu hâl –tasavvufçuların ifadesiyle– Allah’tan başka her şeyle alâkayı kesme; –ehl-i tahkikin ifadesiyle de– Allah’tan alıkoyan her şeyi dünyalık sayma ve geriye atmadır.

Burada âyette geçen تَبَتَّلْ kelimesi üzerinde biraz durmak gerekir. Sarf ve iştikak ilmine göre emir sigasında gelen bu fiil, “Gönlün istemese de bu hususta kendini zorla.” demektir. Yani işin içinde bir tekellüf vardır. İnsan, bu zorlamayı yaptığında iç âlemine ait müşâhedeler artarak gelmeye devam edecektir. Ama işin başında bir zorlama vardır. Başka bir yerde ise, يَاأَيُّهَا الْمُدَّثِّرُ ۝ قُمْ فَأَنْذِرْ ۝ وَرَبَّكَ فَكَبِّرْ ۝ وَثِيَابَكَ فَطَهِّرْ ۝ وَالرُّجْزَ فَاهْجُرْ  “Ey bürünüp sarınan (Resûlüm), kalk ve (insanları) uyar. Sadece Rabb’ini büyük tanı. Elbiseni temiz tut. Kötü şeyleri terk et.”[29] buyrulur.

Diğer bir âyette de; وَلَا تَعْدُ عَيْنَاكَ عَنْهُمْ تُرِيدُ زِينَةَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَلَا تُطِعْ مَنْ أَغْفَلْنَا قَلْبَهُ عَنْ ذِكْرِنَا وَاتَّبَعَ هَوَاهُ وَكَانَ أَمْرُهُ فُرُطًا

“Dünya hayatının süslerini arzulayarak sakın gözlerin onlardan başkasına kaymasın. Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme.”[30] buyrulur ki bu, “Sen, sana yakışanı yap, mala-mülke ya da mal ve mülk sahiplerine gözünü dikme!” demektir.

Allah (celle celâluhu), bütün bu âyetlerde Habib-i Edibi’ni öyle terbiye etmiştir ki O, (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu terbiye sayesinde on dört asır boyunca bütün insanlığın kalbinde taht kurmuştur. Biz, bütün bunlardan şu mânâyı çıkarabiliriz: Rabb’le münasebeti kesecek bütün engeller, gerektiğinde silinip atılabilmelidir.

İbadet ü taat ile insan ruhuna akıp gelen füyûzât Rabb’le münasebetin kuvveti nispetinde artar ve vicdanlar ferah-feza bir iklime kavuşur. أَلَمْ تَرَ كَيْفَ ضَرَبَ اللهُ مَثَلًا كَلِمَةً طَيِّبَةً كَشَجَرَةٍ طَيِّبَةٍ أَصْلُهَا ثَابِتٌ وَفَرْعُهَا فِي السَّمَاءِ “Görmedin mi Allah nasıl bir misal getirdi; güzel bir sözü, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaca (benzetti).”[31] ve إِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ وَالْعَمَلُ الصَّالِحُ يَرْفَعُهُ  “Güzel ve temiz sözler O’na yükselir. Amel-i salihi, güzel ve makbul işi de Allah yüceltir (Güzel ve makbul işler, güzel sözlerin kıymetini artırır).”[32] âyetlerinde buyrulduğu gibi, kalbden çıkan tertemiz, bulanıksız ve bulaşıksız; kendisiyle sadece rıza-i ilâhî kastedilen söz ve ameller Allah’a yükselir. Arkasında başka düşünceler olan her söz ve hareket ise böyle bir yümün ve bereketten mahrum kalır.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur:

“Kıyamet günü ilk çağrılacaklar arasında üç kimse bulunacaktır: Bunlardan ilki Kur’ân-ı Kerim hafızıdır; ikincisi Allah yolunda öldürülmüş bir kimsedir; üçüncüsü ise dünyada iken zengin bir yaşam süren bir şahıstır. Allah (celle celâluhu), Kur’ân okuyana, ‘Ben, Resûlü’me inzal buyurduğum şeyi sana öğretmedim mi?’ diye soracak. Adam, ‘Evet, Ya Rabbi!’ diyecek. ‘Bildiklerinle ne amelde bulundun?’ diye Rab tekrar soracak. Adam, ‘Ben onu gece-gündüz okurdum.’ diyecek. Allah Teâla, ‘Yalan söylüyorsun!’ diyecek. Melekler de ona, ‘Yalan söylüyorsun!’ diye çıkışacaklar. Allah (celle celâluhu), ona, ‘Bilakis sen, ‘Falanca Kur’ân okuyor.’ densin diye okudun ve bu da söylendi.’ diyecek. Sonra, zengin kimse getirilecek. Allah (celle celâluhu), ‘Ben sana bolca mal vermedim mi? Hatta o kadar bol verdim ki kimseye muhtaç olmadın?’ diyecek. Zengin adam, ‘Evet, ya Rabbi.’ diyecek. ‘Sana verdiğimle ne amelde bulundun?’ deyince o, ‘Sıla-i rahimde ve tasaddukta bulundum.’ diyecek. Allah Teâlâ, ‘Bilakis sen, ‘falanca cömerttir’ desinler diye bunu yaptın ve bu da denildi.’ diyecek. Sonra Allah yolunda öldürülen kimse getirilecek. Allah (celle celâluhu), ‘Niçin öldürüldün?’ diye sorduğunda adam, ‘Senin yolunda cihadla emrolundum. Ben de öldürülünceye kadar savaştım.’ diyecek. Hak Teâlâ, ‘Yalan söylüyorsun!’ diyecek. Bunun üzerine melekler de, ‘Yalan söylüyorsun!’ diyecekler. Allah Teâlâ tekrar, ‘Bilakis sen, ‘Falanca cesurdur.’ desinler diye dövüştün ve bu da söylendi.’ buyuracak. (Efendimiz, daha sonra Ebû Hüreyre’nin dizine vurarak) ‘Ey Ebû Hüreyre! Bu üç kimse, kıyamet günü aleyhlerinde Cehennem’in kabaracağı Allah’ın ilk üç mahlûkudur!’ buyurur.”[33] 

Dolayısıyla kulun, ibadet adına yaptığı şeylerde, yer yer niyetini yoklaması ve onu sabit tutması gerekir. Zira bütün ibadetler, Rabb’in rızası istikametinde yapıldığı oranda bir ağırlık ve derinlik kazanır.

Evet, ubûdiyet, itaat ve inkiyat, Rabb’le münasebetin ifadesidir. Yalancı heyecanlar ve sahte coşkular bu yolda geçerli akçe olamaz. Bu yolun prim yapan şeyleri; gecenin siyah zülüfleri üzerine bırakılan ‘âh’lar, gözyaşıyla ıslatılan seccadeler, “Ey insanlar! Rabb’inize kul olun!” emrinden hareketle yakılan bağırlardır. Bütün bunlar, insanın çirkinliklerden tasaffi edip Cennet’e ehil hâle gelmesine vesile olacak amellerdir. Altın ve gümüşün, posa ve tortulardan ayrılıp som hâline geldiği gibi, insanın tasaffi edip Cennet’e girmesi ve Cemalullah’ı müşâhedeye liyakat kazanması için Allah (celle celâluhu) onları kullukla mükellef kılmıştır. İnsan, o kullukla saflaşıp berraklaşacak, Allah Resûlü’nün ifadeleri içinde, kendisine bakıldığı zaman Allah (celle celâluhu) hatırlanacaktır.[34] Evet, kulluk, insanı saflaştırıp berraklaştırır ve onu duygularında dupduru hâle getirir. Bundan dolayı Allah (celle celâluhu), يَا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ “Ey insanlar! Sizi ve sizden öncelikleri yaratan Rabb’inize kulluk ediniz.”[35] buyurmaktadır.

Yine kulluk, her şekliyle hayatı düzene koyup ona şekil verir, zamanı belli bölümlere ayırma imkânı hazırlar. Biz, zamandaki sırrı, ibadetlerin, onun içine nuranî hatlar hâlinde girip parçalamasıyla anlar ve tanırız. Oruç, seneyi böler, onun sayesinde sene, aylar hâlinde sıraya girer; Recep, Şaban, Şevval, Zilkâde, Zilhicce ayları Ramazan’ın etrafında bir halka teşkil eder; cuma, haftanın günlerine bir renk katar. Hafta, onunla bir taksime tabi tutulur; gün, namazlarla beş parçaya bölünür, her bir saati onunla nurlanır. Böylece hayatımızı kuşatan bütün bir zaman, Allah’a kulluk neşvesiyle dolu hâle gelir.


[1]  Müslim, îmân 5, 7. Ayrıca bkz.: Buhârî, îmân 37, tefsîru sûre (31) 2.

[2]  Buhârî, imân 34; şehâdât 26; Müslim, imân 8.

[3]  Muvatta, Kur’ân 32, hac 246; Abdurrezzak, el-Musannef 4/378. Yakın ifadelerle bkz.: Tirmizî, daavât 123.

[4]  Buhârî, libâs 24; Müslim, îmân 154.

[5]  Ra’d sûresi, 13/28.

[6]  İbn Hişam, es-Sîretü’n-nebeviyye 3/213.

[7]  Yûnus sûresi, 10/72.

[8]  Bakara sûresi, 2/128.

[9]  Yûsuf sûresi, 12/101.

[10]  Buhârî, enbiyâ 18-19; menâkıb 13; Tirmizî, tefsir (12) 1.

[11] En’âm sûresi, 6/162, 163.

[12] Buhârî, bed’u’l-vahy 6; Müslim, cihad 74.

[13] Hanîf: Cahiliye döneminde, şirke, putperestliğe sapmadan istikamet üzere tevhid inancını koruyan kimselere verilen addır. Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) dininden kendilerine ulaşanlarla amel eden, Allah’a kulluğunu sürdüren kimseler diye de tarif edilmiştir. Cahiliyede Araplar, Hz. İbrahim’in dini üzere olanlara hanîf derlerdi. (İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab 9/58).

[14] Bkz.: Aliyyülkârî, er-Raddü ale’l-kâilîn bi vahdeti’l-vücûd 1/16.

[15] Nahl sûresi, 16/36.

[16] İbrahim sûresi, 14/4.

[17] Meryem sûresi, 19/97.

[18] Enbiyâ sûresi, 21/107.

[19] Kadı İyaz, eş-Şifa 1/17.

[20] Şuarâ sûresi, 26/193.

[21] Mâide sûresi, 5/3.

[22] Buhârî, îmân 33, megâzî 77, tefsiru sûr (5) 2, i’tisam 1; Müslim, tefsir 3, 4, 5.

[23] Buhârî, teyemmüm 1, salât 56; Müslim, mesâcid 3, 5.

[24] Buhârî, menâkıb 18; Müslim, fezâil 23.

[25] Bediüzzaman, Mektubat, s.33 (Dokuzuncu Mektup, Râbian)

[26] Buhârî, libâs 43; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 218.

[27] Hicr sûresi, 15/99.

[28] Müzzemmil sûresi, 73/8.

[29] Müddessir sûresi, 74/1-5.

[30] Kehf sûresi, 18/28.

[31] İbrahim sûresi, 14/24.

[32] Fâtır sûresi, 35/10.

[33] Tirmizî, zühd 48; İbn Hibbân, es-Sahîh 2/136.

[34] Bkz.: İbn Mâce, zühd 4.

[35] Bakara sûresi, 2/21.

Pin It

İslâm

  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.