Cehennem alevlerini söndürecek yegâne iksir
Allah karşısında haşyetle dolup gözyaşı dökme konusunda çok önemli bir husus, kalbin tertemiz heyecanlarını ve saf hislerini, riya ve süm’a ile kirletmeden ifade edebilmektir. Göstermek ve duyurmak kastıyla ağlamak berrak gözyaşlarını şirk kirleriyle bulandırmak demektir. Riya ve süm’adan korunmak için özellikle nafile ibadetlerde ve Cenâb-ı Hakk’a iç dökme anlarında tenha yerlerin seçilmesi her bakımdan daha selâmetlidir. Nitekim, hadis-i şerifte, Arş-ı ilahînin gölgesinden başka sığınak olmayan kıyamet gününde, zıll-i ilahî altında himaye buyurulacak yedi grup insan anlatılırken, onlardan birinin de yapayalnızken Allah’ı anıp da gözleri yaşlarla dolan hüşyar insan olduğu haber verilmektedir. Öyle ki, Allah haşyetiyle ağlayan insan, diğer nebevî beyanlarda cephede nöbet bekleyen askere denk tutulurken, bu hadiste de, adaletin temsilcisi olan idareci, ömrünü ibadet neşvesi içinde geçiren genç ve mescidlere dilbeste olan âbid gibi Hak dostlarıyla aynı çizgide zikredilmektedir. Fakat, onun gözyaşlarını başkalarından kıskanırcasına tenha bir yer aradığına da vurguda bulunulmaktadır. Zira, ağlamanın aktörlüğünü yapmak çok tehlikelidir; riya ve süm’a niyetiyle ağlamak kalbi öldürücü ve insanı helak edici bir hastalıktır.
Bundan dolayıdır ki, İmam Gazalî Hazretleri “Ağlayan da kaybedebilir, ağlamayan da!..” demiştir. İnsan ağlamıyorsa, o bir gün mutlaka pişman olacaktır; çünkü, onun önünde kendisini ağlatacak çok badireler vardır ve o badirelerin bazıları ancak burada dökülen gözyaşlarıyla aşılabilecek mahiyettedir. Fakat, pek çok ağlayanlar da vardır ki, günahlarından ya da aşk u iştiyaktan dolayı değil de, başka şeyler sebebiyle, belli dünyevî hislerin tesirinde gözyaşı dökerler. Daha da kötüsü, hassas, duygulu, müttaki ve Allah sevgisiyle dolu bir insan gibi görünme ve bilinme maksadıyla ağlarlar. Böyle bir ağlama, dinimizce, en azından hiç gözyaşı dökmeme kadar tehlikeli sayılmış ve gizli şirk kabul edilmiştir. Demek ki, gözyaşının da meşru istikamette olanı makbuldür. Mü’min, hususiyle de toplum içinde kalbinin heyecanlarına hâkim olmaya çalışmalı; iradesinin hakkını verip gözyaşlarını içine akıtmalı; buna güç yetiremiyorsa, ancak işte o zaman gözyaşı bendinin önünü açmalıdır.
Saf ve temiz duygularla, sırf Allah haşyetiyle akıtılan gözyaşları, dünyada dayanılmaz hale gelen aşk ateşinin ızdırabını bir nebze dindirirken, âhirette de Cehennem’in alevlerini söndürecek tek iksirdir. Onun içindir ki, Allah Rasûlü (aleyhissalatü vesselam) şöyle buyurmuştur: “Mahşerde, cehennem kıvılcımlarının insanları kovaladığı hengâmda, Cebrail Aleyhisselam elinde dolu bir bardakla görünür. Ona, “Bu ne?” diye sorarım; şöyle cevap verir: “Bu, Allah korkusuyla ağlayan mü’min kulların gözyaşlarıdır; şu korkunç kıvılcımları sadece bu gözyaşları söndürebilir.” Aslında, bu hadis-i şerifte çok önemli bir ima vardır: Evet, insanın gönlünü daraltan ve onun huzurunu kaçıran gayz, kıskançlık, haset, kin, nefret ve adavet gibi şeytanî hislerin neticesi olan cehennemî alevlerin söndürebilmesi de ancak gözyaşlarıyla mümkün olabilir. Kalbi kasıp kavuran nefsî ve şeytanî duyguları sakinleştirip söndürmenin biricik iksiri samimiyetle akıtılan gözyaşlarıdır.
Ülfet hastalığı
Heyhat ki, soruda da şikayet edildiği gibi, çok defa ülfet insanın gözyaşı pınarlarını kurutabilir. Haddizatında, “ülfet” kelimesi alışma, dost olma ve muhabbetle dolma demektir; insanın eşya ve hâdiselerle münasebetini, böyle bir münasebetten hâsıl olan manaları, bu manaların vicdanda bırakacağı tesirleri, neticede insanın davranışlarında beliren farklılıkları ve bütün bunlar neticesinde ruhun canlı, dinamik ve duyarlı kalmasını akla getirmektedir.
Bununla beraber, bilip duyduktan, görüp tanıdıktan, düşünüp anladıktan veya öyle olduğunu zannettikten sonra, sıradan görme ve alışkanlığa gömülme gibi manalar da ülfet kelimesiyle ifade edilmektedir. İşte, bir parça görüp bildikten, az buçuk inanıp irfana erdikten sonra alâkayı yitirip, derinleşmeyi gerektiren meselelere karşı bütün bütün duyarsızlaşma ve hiçbir şeyden ders almama manasına gelen ülfet, insan için bir sukut ve duyguların ölümü demektir.
Şayet, insan yöneleceği kapıya yürekten yönelmez, kulluk yolunda gereken ciddiyet ve gayreti göstermez, her zaman daha engin mülâhazalarla bir tekâmül peşinde bulunmaz, dahası her an yeni derinliklere açılma azmi içinde olmazsa, onun için renk atma da, sararıp solma da, hatta çürüyüp dağılma ve kendi enkazı altında kalıp ezilme de kaçınılmaz olur.
Bu duruma dûçar olan kimse, eğer tez elden gözünün çapaklarını silip, eşyadaki hikmet inceliklerini anlamaya koşmaz ve koşturulmazsa, kulağını açıp mele-i a’lâdan gelen ilâhî mesajları dinleyip anlamaya koyulmazsa, onun içten içe yanıp karbonlaşması ve devrilip gitmesi mukadderdir. Tabii ki kalb ve ruh hayatı adına mefluç hale gelen böyle birinin kalb rikkatini koruması ve gözyaşı çeşmesini canlı tutması da mümkün değildir.
Ürpermeyen gönüller
Cenâb-ı Allah, daha İslam’ın ilk senelerinde, bu hususta Sahabe-i Kiram efendilerimizi ikaz etmiş ve onlara şöyle demiştir: “İman edenlerin, kalblerinin yumuşayıp Cenâb-ı Hakk’ı ve O’nun tarafından inen hakikatleri hatırlayarak haşyetle ürpermelerinin vakti gelmedi mi? Sakın onlar daha önce kitap verilen ümmetler gibi olmasınlar. Zira kitabı tanımalarının üzerinden kendilerince uzun zaman geçmesi sebebiyle, o ümmetler ülfete kapılmışlardı da kalbleri kaskatı kesilmişti. Hatta onların çoğu büsbütün yoldan çıkmışlardı.” (Hadîd, 57/16)
Şüphesiz, bu ayet tahkir ihtiva eden bir ikaz değildi. Kaldı ki, Ashab-ı Kiram, bu ilahî hitaba muhatap oldukları dönemde de çok hüşyar birer mü’mindiler; hemen hepsi namazlarını hıçkıra hıçkıra ikâme ediyor ve kıyamdayken ayaklarının bağı çözülecek halde bulunuyorlardı. “Henüz vakti gelmedi mi?” denilerek, onlara ulaştıkları noktayı yeterli bulmamaları ve daha da olgunlaşmak için gayret göstermeleri tavsiye ediliyordu; Sahabe efendilerimize kemâlin zirvesi hedef olarak gösteriliyordu. Ülfete yenik düşmemeleri için, geçmiş kavimlerin akıbetinden ibret almaları gerektiği ve sürekli tekamül peşinde olarak o tehlikeden kurtulabilecekleri vurgulanıyordu.
Aslında, Ashâb-ı Kirâm’a dahi bu şekilde hitap edilmesi, daha sonraki mü’minler için de çok önemli bir tembih manasına gelmektedir. Binaenaleyh, Kur’an Sahabe’ye seslendiği aynı anda bize de şunları söylemektedir: Onca hakikati açıkça gördüğünüz halde, artık kalbinizin haşyetle dolup taşacağı an gelmedi mi? Sakın siz, sizden evvelkiler gibi olmayın! Nitekim ülfet ve ünsiyet hükmünü icra edince onların kalbleri taş gibi kaskatı kesilmişti. Onlar için, geceler ölü geçmeye başlamıştı, gözyaşları hayatlarından silinip gitmişti. Sakın kalb katılığında ve göz kuruluğunda onlara benzemeyin!
“Gerçekten inananlar ancak o mü’minlerdir ki, yanlarında Allah zikredilince kalbleri ürperir, kendilerine O’nun âyetleri okununca bu, onların imanlarını artırır ve onlar yalnız Rabbilerine güvenip dayanırlar.” (Enfâl, 8/2). Öyleyse, yanınızda Rabbiniz anılınca, sizin de kalbiniz ürpersin. Zinhar, sizden önceki ümmetlerin akıbetine düşmeyin. Onlara da kitap gönderilmişti. Önce ilahî emirleri duyup itaat eder gibi göründüler; fakat, zaman geçtikçe heyecan yorgunluğuna düştüler; ölümü unutarak ardı arkası kesilmeyen arzuların peşine takıldılar. Derken kalbleri büsbütün katılaştı. Allah adına yapılan zikir ve nasihati işitmez, hakka boyun eğmez ve hakikatlerin tadını duymaz oldular.
Öyle ki, onların kalbleri katılıkta taş gibi, hatta ondan da sert bir hal aldı. Çünkü bazı taşlar vardır, onların bağrından gürül gürül ırmaklar fışkırır; bazıları da vardır, onlarda bir etkilenme ile çatlama meydana gelmiştir, onlardan da su çıkar, fışkırmazsa da sızar. Bazı taşlar da vardır ki, ilahî kudretin eseri olan tabiî olaylardan etkilenerek yerinden oynar, yuvarlanıp düşer. Halbuki, dumura uğramış kalbler, onca mucizeleri, ilahî ayetleri ve âşikar hakikatleri duyup görseler de, hiç müteessir olmazlar; gözyaşı dökmek bir yana, içlerinde korku ya da sevgi hislerini dahi duyamazlar. Onun için, siz o kalbsizler gibi olmayın, katı yüreklilere benzemeyin. Allah Teâlâ’nın zikriyle ürperecek ve Kur’ân’daki irşatlara can ü gönülden itaat edip teslim olacak şekilde yumuşak kalbli olun.
Evet, Kur’an bu çağrısıyla bize, canlılığımızı korumamız için her zaman yükselip derinleşme aşk u heyecanı içinde bulunmamızı, mefkûremiz adına hep yüksekleri kollamamızı ve tamamiyet peşinde olmamızı öğütlüyor. Hayatımız boyunca taze ve canlı kalabilmemizin ancak tamamiyet peşinde bulunmakla mümkün olacağını işaret ediyor.
Kalb rikkatinin vesileleri
Ayrıca, söz konusu ayet-i kerimenin hemen akabinde, Cenâb-ı Hak, kalbinin ışığının söndüğünü, gözyaşlarının kuruduğunu ve manevî dünyasının karardığını düşünen kimselere ümit kaynağı olacak ve onlara yeni bir başlangıç heyecanı yaşatacak bir işarette bulunuyor, bir müjde veriyor; “İyi düşünün ki Allah, bütün yeryüzünü bile ölümünden sonra diriltiyor; (gevşeyen ve uyuklayan gönülleri de böylece diriltebilir). Zaten aklını çalıştıran, zihnini işleten kimseler için bu canlanmayı gerçekleştirecek âyetlerimizi iyice açıklamış bulunuyoruz.” (Hadîd, 57/17) buyuruyor. Ölü toprağı dirilttiği, can nefhedip bitkileri ve çiçekleri filizlendirdiği, ekinler ve meyveler yetiştirdiği gibi, eğer dilerse mefluç kalblere de yeniden hayat verebileceğini ifade ediyor. Dahası, bu beyan-ı ilahîden sonra da, kalbi ihya edip ona rikkat kazandıracak vesilelerden biri olarak Allah yolunda infakta bulunmayı nazara veriyor.
Bu hususu te’yid eden bir hadis-i şerifte, Rehber-i Ekmel (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, “Kalbinin yumuşamasını ve muhtaç olduğun şeye kavuşmanı arzu ediyorsan, yetime merhamet et, başını okşa ve yemeğini ona yedir. Böyle yaparsan kalbin yumuşar ve muhtaç olduğun şeye kavuşursun.” buyuruyor.
Kalbin rikkat kesbetmesinin en önemli vesilesi, tefekkür etmek ve kainatı ibret nazarıyla süzmektir. Tefekkür sayesinde, kalb nurlanır, vesvese ve şüphelerden sıyrılır, şeytanın hile ve desiselerine karşı dayanıklılık kazanır. Aksi hâlde, okumayan, düşünmeyen ve kendini yenilemeyen kimseler, sararır solar ve savrulur giderler. Bu itibarla, ülfete düşmemek ya da düşme eşiğinde bulunanları oradan çekip almak için âfakî ve enfüsî sağlam bir tefekkür şarttır. Mâzînin altın sayfalarında sık sık seyahat etmek, zaman zaman düşünce ufku aydın, vecd ve heyecan insanlarının atmosferinde bulunmak ve bazı müesseseleri ziyaret edip oradaki zinde insanlardan aşk u şevk almak da ülfetten kurtulmanın mühim vesilelerindendir. Kalb ve düşüncenin istikamet ve canlılığını muhafaza etmek için, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in hayat-ı seniyyelerini mütâlaa etmek, Sahabe-i kiramın, Tâbiîn-i izâmın ve sırasıyla asırlara ışık tutan sâlih kimselerin örnek hayatlarına ait tabloları okumak ve dinlemek de bir başka çaredir.
Ayrıca, Kur’an-ı Kerim, kalblerin, Allah’ı zikirle yumuşadığını belirtir. Cenâb-ı Hakk’ı bütün esmâ-i hüsnâsıyla, bütün sıfât-ı kudsiyesiyle yâd etmek, O’nun hamd ü senâsıyla gürlemek, yerinde tesbîh u temcîdlerle gerilmek, yerinde Kitab’ını okumak ve onun rehberliğine sığınmak; kâinat kitâbındaki âyât-ı tekvîniyesini mânâ-yı harfiyle mırıldanmak; aczini, fakrını dua ve münacât lisânıyla ilân etmek.. ya da O’nun varlığına dair delillerin mülâhazasıyla oturup kalkmak, varlık kitabında sürekli parlayıp duran ve her an bize ayrı ayrı şeyler fısıldayan ilâhî isim ve sıfâtları düşünmek.. evet, bütün bunların hepsi birer zikirdir. Zikir, kalbi titretir, yumuşatır ve daha sonra da onu itminan ile doldurur. Özellikle de gece yapılan zikirler, kalbe rikkat kazandırma ve bu rikkati muhafaza etme mevzuunda hayatî ehemmiyeti haizdir. Gecelerini ihya edemeyenlerin kalb rikkatini korumaları çok zordur. Allah haşyeti ve muhabbetinden dolayı gecenin zülüfleri üzerine bırakılan birkaç damla gözyaşının ve herkesin uyuduğu saatlerde uyanık gözlerle eda edilen zikirler, tesbihler, kılınan namazlar ve mütâlaa edilen derslerin kalbe neler kazandırdığı ve ülfeti nasıl dağıttığı ancak tatbikatla ve tatmakla anlaşılır.
Ölümü düşünmek de, ülfetin tesirlerini kırıp zararlarını giderebilecek bir vesiledir. Hazreti Aişe (radıyallahu anha), kalbinin katılığından şikayet eden bir kadına “Ölümü çok hatırla, mevti düşünmek kalbi yumuşatır.” demiştir. “Râbıta-ı mevt” denilen ölümü sürekli hatırlama ameliyesinin yanı sıra, hastaların ve engellilerin hallerinden ibret almak ve kabirleri ziyaret etmek de ülfete karşı bir çare olarak sayılabilir.
Ubudiyette sadâkat ufku
Diğer taraftan, bazen yumuşak kalbli bir insan da gözyaşları tükenmiş gibi bir hale mübtela olabilir. Aslında, ağlama istidadını kaybetmiş gibi olduğu zamanlarda bile o insan sonuna kadar sâdıktır; yüreği sadâkatle çarpıyordur. Dinin emirlerine karşı saygı ile dolup taşmaktadır. İbadet ü taatında kusuru yoktur; ubudiyetinde ciddidir, vakurdur; asla laubaliliğe ve gayr-i ciddiliğe düşmemektedir. Hatta, içinden gelmese de, kıyamında, kıraatinde ve secdesinde her zamanki halâveti bulamasa da, gecesini yine ihya etmektedir. Bu konuda küçük bir kusur yaptığı zaman yemeden içmeden iştahı kesilmektedir. Fakat, yaptıklarında daha önce hissettiği lezzet-i ruhaniyeyi bir türlü yakalayamamakta, secdede doya doya ağlayamamaktadır.
İşte, böyle bir insana “kalbi katılaşmış” denemez. Belli ki bu insan, o zaman diliminde ayrı bir imtihana tâbi tutulmaktadır. Cenâb-ı Hak bastla imtihan ettiği gibi, yani insanın gönlünü manevî duygularla doldurarak onu aşk u iştiyakla ağlatıp içine huzur verdiği gibi, kabz ile de imtihan eder, yüreğini daraltır, canı çıkacak hale sokar. Kulunun, darlık zamanlarında da Hak kapısının eşiğinden ayrılmamasını ister ve bu konuda ona temrinler yaptırır. Hâlis bir kula düşen vazife, O’nun kapısında sabırla beklemek ve vefadan bir an dûr olmamaktır. Sadâkat ve vefayla dergah-ı ilahîye müteveccih bulunma, zamanla kalbin inşiraha kavuşmasına ve şevk ü şükür gözyaşlarına vesilelik edecektir.
Dahası, hemen herkes Kur’an hakikatleriyle tanıştığı ilk günlerde, aylarda ve yıllarda aşk u şevkle gerilir; her zaman heyecanlı olur. Çünkü, gördüğü, duyduğu, öğrendiği her şey onun için yeni ve tazedir. Bir de, Cenâb-ı Allah, bir mefkure kahramanı olmasını murat buyurduğu insanları o ilk günlerde hususi lütuflarla şevklendirir. Rüyalarla, yakazalarla ve derinden hissettirdiği lezzet-i ruhaniye ile onları te’yid eder. O ilk dönemin akabinde, görülen, duyulan, öğrenilen ve tadılan şeylere karşı yavaş yavaş bir ülfet oluşmaya başlar. Artık bazı şeyler insanın nazarında matlaşır. Aslında, onlar hâlâ başkaları için yenidir, tazedir ama bir kere tatmış kimseler onları eski zannetmeye başlarlar. Bu ikinci dönemde bazıları kalblerinin katılaştığını ve manevî dünyalarının alabora olduğunu zannederler. Şeytan, ızdırapla iki büklüm olan bu durumdaki insanların bir kısmını “Artık sen iflah olmazsın!” diyerek kandırır.
Ne ki, bu zorlu virajı da sağ sâlim geçebilenler artık istikrar ve istikamet sarayına taht kurarlar. Onlar, yaptıklarını sadece Allah’ın emri olduğu için yaparlar, kaçındıklarından da ilahî yasaktan dolayı uzak dururlar. Kulluklarını ve hizmetlerini ruhanî lezzetlere, manevî hazlara, rüyalara, yakazalara ve gözyaşlarına bağlamazlar. İçlerinden gelse de gelmese de, şerbet içmek gibi de olsa zehir yudumlamak gibi de, onlar vazifelerinin gereğini mutlaka yerine getirir ve mefkureleri adına yapmaları gereken işlerin hiçbirini ihmal etmezler. Gayri onlar sadâkat erleridir; maddî-manevî ücret beklentisiyle değil, sadâkat ve vefa hisleriyle ubudiyetlerini ortaya koyarlar.
Zaten bir sâdığın gönlünde muhabbet, maddî-mânevî bütün varlığı Sevgili’ye bağışlayıp kendine hiçbir şey bırakmama seviyesine yükselmiştir. O bazen gözyaşlarıyla sevdasını dillendirse de, çoğu zaman onun gönlü gözlerinin sır vermesine sitem eder. Gözleri çağlarken gönlü ağyara dert yanma vefasızlığından dolayı iki büklüm olur ve ağlamalarına inler. Ona göre, aşk iniltileri ve Hak kapısındaki sızlanışlar dışa vurularak hâl bilmezlerin oyuncağı haline getirilmemelidir.
Evet, âşık, gözlerinden yaş dökerek yüreğini serinletir; ama sâdık, herkesten kıskandığı gözyaşlarını içine akıtarak sürekli bağrını yakıp kavurur.
- tarihinde hazırlandı.