Bir Kere Daha Tebliğ Usûlü
Kur'ân-ı Kerim'de insanların, kendilerine gelen ilahî mesajlar karşısında: 'Biz bunları daha önceden duymamıştık, bunlar uydurmadan başka bir şey değildir' diyerek tepki gösterdiklerine ve şiddete başvurduklarına parmak basılıyor. Bu mevzuda takip edilecek metod ve düsturlar nelerdir?
Kur'ân-ı Kerim'de, bazı saf ve muhakemesiz insanların; 'Daha önce atalarımız ve dedelerimizden böyle bir şey duymadık' (Kasâs/36) dedikleri anlatılmaktadır ki, bütün firavunların, nemrutların ve diğer mütemerritlerin, müstebitlerin temerrüt ve diyalektik psikolojisiyle, aynı düşünce içinde hareket ettiklerini görmek mümkündür. Hırçın ve inatçı bir çocuğa herhangi bir mesele hakkında 'bu böyledir' dendiği zaman kalkıp mantık dışı ve sırf inat olsun diye 'hiç de öyle değildir' demesi gibi, Allah Rasulü'nün: 'Tevrat'ı indiren Allah'tır. İncil'i, Kur'ân'ı indiren de Allah'tır' diye önemli bir gerçeği beyan etmesi karşısında, o insanların baş kaldırıcı bir edayla 'Allah hiçbir şey indirmedi' demeleri tipik bir hasta ruh haletinin ifadesinden başka bir şey değildir. Hz. Musa'nın (as) halkı irşadı karşısında mağlubiyet psikolojisi içine giren firavunun, 'Bırakın beni, Musa'yı öldüreyim; (kurtarabilirse) Rabbine yalvarsın! Çünkü ben onun dininizi değiştireceğinden veya içimizde fesat ve bozgunculuk çıkarmasından korkuyorum' (Gâfir/26) demesinde de yine aynı halet-i ruhiyeyi müşahede etmek mümkündür.
Aslında, günümüzdeki birtakım insanların 'benim dedem de namaz kılardı, benim annem de başörtülüydü; ama ben sizin gibi aşırı gitmiyorum, benim gönlüm temizdir' vs. deyip bir de karşısındakine '-cı, -cu' kuyruğunu takması aynı temerrüt ve psikolojisinin modernizasyonundan başka bir şey değildir. Bütün bunlar eski mantıkçıların çok da iltifat etmedikleri mugalata ve karşı tarafı aldatmaya matuf israf-ı kelâm türünden şeyler olsa gerek.
Evet, Kur'ân ve Sünnette, iman ile İslâm arasındaki bir kısım farklılıklardan bahsedilmiştir ama, 'imancı', 'İslâmcı' gibi '-cı'lı, -cı'sız' ayırımına rastlamak mümkün değildir.
Onlar 'geçmişte böyle birşey yoktu' vs. dediğinde, biz de çevirip şöyle diyebiliriz: 'Biz, inkâr eden insanlar tarafından söylenen bu lafları o kadar çok duyduk ki, bugün duymamız kadar tabiî birşey olamaz ve gelecekte de duymamız mukadderdir.'
Hasım dünyanın tarih boyunca sergilediği tavır, aynı üslupla günümüzde de sergileniyor ve gelecekte de sergilenmesi mukadderse ve onlar bu tavırlarını şiddet kullanmaya kadar götüreceklerse, Kur'ân'ın hadimleri de maruz kalacakları sıkıntılara karşı, önceden sabır ve mülayemetle hazırlıklı olmak zorundadırlar. Gelecek hakkında te'minat almış değiliz; her şey fevkalâde iyi de olabilir; çok şiddetli fırtınalar da esebilir. Ve şayet fırtınalar esecekse, işte o zaman sabr u sebatı kuvvetli olanlar, azmi, cehdi, gayreti, ikdamı tam ve meseleyi bir imtihan sırrı şuuruyla ele alanlar o fırtınanın şiddet ve tazyikine göğüs gerebilecek ve yarınlara yürüyebileceklerdir. Kim bilir, belki de şartlar bu çığırı ilk açan çilekeşlerin dönemindekinden daha ağır da olabilir; olabilir de, bu yola gönül verenler 'keşke ölseydim de bu günleri görmeseydim' diyebilirler. Yine, kim bilir, belki o gün yerin altı üstünden daha fazla arzu edilir hale gelebilir; dolayısıyla da, şimdilerde böyle bir imtihan sırrını göz ardı edenler elenip giderler.
O gün kimileri korkuyla elenecek, kimileri ikbal hırsına kendini kaptırdığından dolayı elenecek, kimileri şöhret marazıyla elenip gidecek.. bencillikten dolayı elenenler olacak. Bu işe ilk başladığı dönemdeki ihlas ve samimiyetini koruyamadığından dolayı elenenler çıkacak; çıkacak zira; şimdiye kadar ne enbiya-ı izam, ne evliya-i fiham, ne asfiyayı kiram, ne müctehidin-i izam, ne müceddidin-i kiram hiçbirisi böyle tekdüze yürüyerek hedefe varamamıştır.. varamamış ve defaatle imtihana tâbi tutulmuş, kaç defa elenmiş ve neden sonra gidip hedefe ulaşmıştır. Tekrar arz edeyim ki bu iş, elli defa imtihan vermiş, elli defa Allah'a karşı vefa ve sadakatini ispat etmiş insanların işidir. Bu baştan böyle kabul edilmeli ve sonradan 'ne oluyor?' denmemeli. Zira bu ifade, Allah'ın takdirini tenkide açık, kazaya razı olmayan insanların ve daha doğrusu kâfirce düşüncenin ifadesidir. Son asrın müceddidi, gelecek olan tazyik hususundaki endişesini ifade ederken 'dilerim Cenâb-ı Hakk bize pahalıya satmasın' der. Ne var ki, böyle bir şeye malik olmak için mal da verilir, can da verilir. Bu iş her kişinin işi değil, er kişinin işidir. Bu iş, hiç başı, dişi ağrımayan hazırcıların omuzlayacağı kadar hafif bir iş de değildir. Kim bilir belki gelecekte, yığın yığın sıkıntılar üstümüze, tıpkı karabasan gibi çökecek ve defaatle sarsılacağız. Belki ilk etapta onun şokunu yaşayacak ve belli bir süre mânâsını anlayamama şaşkınlığı içinde kalacağız. Ancak daha sonra Cenâb-ı Hakk'ın icraatını esma veya sıfat dairesinden hayranlıkla temâşâ ediyor gibi seyredecek ve zevkten zevke ererek, kendimizden geçeceğiz.
Bazı ahvalde fertlerin birbirlerine sıkıca kenetlenmeleri onların kayıp düşmelerini önlediği gibi, geleceğin mutlu dünyasını imar etmeye azmetmiş hak erlerinin de hizmet etrafında kenetlenmeleri kaydırıcı, düşürücü sebeplere karşı öyle bir teminattır. Bunun içindir ki, her fert hizmetle irtibatını devam ettirmeli ve kardeşleriyle, sırf hizmet düşüncesiyle bütünleşmelidir. Evet hizmet, hizmet erinin tabiatının ayrılmaz bir parçası olmalıdır. Yalnız böyle bir noktaya gelinceye kadar çeşitli merhaleleri aşmak gerekir. Meselâ namaz mü'minin en ciddi işidir. Fakat namaza ilk başlayan bir insan onu ciddî olarak eda etme hususunda evvelâ kendini biraz zorlar. Böyle bir ciddiyeti yakalayabilmek için belki yıllarca temrinat yapar ve en sonunda huşû ile namaz kılmaya muvaffak olur. Hatta eskiler bir adamın Allah'la irtibatının derecesini anlamak için onun namazdaki yatıp kalkışına, temkinine, Allah karşısında samimiyetle duruşuna bakar ve ona göre hüküm verirlerdi.
Ancak kazanılan böyle bir son merhalenin, belki yıllar süren bir temrinat meyvesi olduğu unutulmamalıdır. İlk kez oruç tutan bir kimse, iftar vaktine kavuşuncaya kadar akla karayı seçer. Fakat daha sonra tuttuğu oruçlarda bu ilk günkü kadar zorlanmadığı da bir gerçektir. Zira o artık oruçla bütünleşmiştir. İlk kez zekat verdiğinde 'yüreğim çıktı, gitti; neredeyse öleyazacaktım' diyen insanlar, daha sonraları öyle bir hale gelirler ki, verme mevsiminde himmete çağırılmayacak olurlarsa 'beni öldürecek misiniz, nedir bana kastınız?' demeye başlar ve bu defa zekat vermedikleri için öleyazacak hale gelirler. Zira, artık onlar da vermeye alışmışlardır. İşte bu son nokta zekâtla bütünleşmenin ifadesidir. Evet nasıl ki ibadetlerimizde geldiğimiz bu doruk noktalar, zamanla ve temrinatla elde ediliyor; hizmetle ve hizmet düşüncesiyle bütünleşme meselesi de aynı ciddiyet ve aynı dikkati ister. Bu açıdan ibadet ü taatimizi, ihlâsımızı, yakînimizi, takva anlayışımızı cemaate dayanarak hassasiyetle sürdürdüğümüz gibi, geleceğe ait gaileleri ve devâhiyi aşma mevzuunda da, yine cemaat, bizim için çok önemli bir kalkan vazifesi görecektir.
Evet, bir taraftan hizmet adına pişmek, hizmeti tabiatımız haline getirmek, diğer taraftan arkadaşlarla beraber olduktan sonra -hafizanallah- muvakkaten cehenneme itecek de olsalar, birinin nazı geçeceği ve bu sayede diğerlerinin de necata ereceği hatırdan çıkarılmamalıdır.
Meselenin bir diğer yanı ise; Kur'ân ve iman hizmetinde sorumlu bir kadro konumunda olan bizler, zannediyorum biraz hizmetin özüyle alâkalı şeyleri ihmal eder gibi olduk. Bizim esas vazifemiz; müttakînden, zâhidînden, mukarrebînden, râdiînden, mardiyyînden, mahbûbînden, muhibbînden, sâfiînden, ulemâdan, sülehâdan olmaktır. Evet, âzamî takvayı, âzamî ihlâsı, âzamî verayı hedefleyip onlara ulaşmaktır. Hâl böyle iken, şimdilerde bütün bunlar bizim kavlî dualarımızda vird-i zebânımız değilse ve bunları fiilen yakalamaya çalışmıyorsak; hatta geceleri gündüzleri bu istikamette değerlendirmiyorsak, vücudumuzun mikroplara karşı mukavemeti yok demektir. Böyle olunca gün gelir korku bir virüs halinde vücudumuzda yuvalanmaya, Erzurumluların tabiriyle 'cücüklemeye' başlar. Hele bir de şöhret, tenperverlik, çoluk-çocuk meftuniyeti önümüzü kestiği zaman bütün bütün yenik düşebiliriz. Halbuki böylesi tehlikelere karşı korunmanın en kestirme yolu ferdin zühd, takva ve ihlas dairesi içinde yaşamasıdır. Bakın asrın ruh ve beyin mimarına; o bir taraftan ümit-şiken olmamak ve müptedilerin kapıdan girmelerini sağlamak için 'Takva; ferâizi yerine getirmek, kebâiri terk etmektir' derken, öte taraftan da 'Her nur talebesinin bir ölçüde âzamî takvayı, âzamî zühdü, âzamî velâyeti, âzamî ihlâsı yakalama cehdi olmalıdır' der. Yani, ilki bu işin asgarîsidir, hedef ise azamîyi yakalamaktır... Evet işin başındaki o zat, şöhret yanıbaşına kadar geldiği zaman onu ayağının ucuyla itmiş, 'şöhret ayn-ı riyadır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır. Eğer o belaya düşersen 'innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn' de, kurtul' demiş ve muvakkaten o işin rüyasını görmüş, rüyada onun ne büyük bir âfet olduğuna şahit olmuş, sonra da hakikat âleminde ona karşı tavır alıp ihlâs ile, zühd ile, verâ ile, o virüsü imha etme yolunu göstermiştir. Evet, yılanların, çıyanların etrafını sarıp bir hayat boyu kendisini tehdit etmelerine mukabil korku onun ruhuna hiç misafir olmamıştır. Zira o, korkunun her çeşidine karşı savunma mekanizmasını çok iyi ayarlamıştır.
Sadece o mu? Elbette hayır. Bakın bu çizgide hayatını sürdüren Seyyid Kutub'a; hapishanede Nâsır'dan özür dilemesi istendiğinde 'bir mü'min kâfirden özür dilemez' demiştir ve dilememiştir. Ne güzel ifade eder Alvar İmamı:
'Gülistan hidâyet bülbülünden dersin al ey dil!
Serindeki saadet sünbülünden dersin al ey dil!
Kamû âlemleri var eyleyen Allah'a teslim ol
O mihnetkeş Ali'nin düldülünden dersin al ey dil!'
Hâsılı, sıkıştığımız zaman o mihnetkeşlerin hayat safahatını gözlerimizin önüne sermeli, duygu ve düşünce dünyamızı yeniden hallaç etmeli, onların bulunduğu âleme girip, onların seslerini soluklarını duymalıyız.
Hz. Üstad'a kadar gelen çilekeşler, o ve onun ilk saftaki has talebeleri kulağımıza 'sebat' deyip fısıldayıp geçmeliler. Zübeyr Gündüzalp'ın Afyon'da idamla yargılanacakları zaman yaptığı, dağları bile paramparça edecek müdafaası ne müthiştir ve bize metanet fısıldayan ne muhteşem bir hitabedir! Rabbim çok kıymetli, çok pahalı, gerçek değerini sadece kendisinin bildiği ebediyetler değerindeki bu hazineyi bize gerçek değeriyle değil, altından kalkabileceğimiz karşılığıyla lutfeylesin!
- tarihinde hazırlandı.