Duygularda İtidal
Ümit-ümitsizlik, tevazu-gurur vb. duyguların dengede götürülmesi hususunda zorlanıyoruz. Neler tavsiye edersiniz?
İnanç ve idealimizin devamlılığı adına bu tür duyguların i'tidal ve istikamet üzere temsili çok önemlidir. Zira inanç başka, inançta dengeyi yakalama ve o dengeyi ilelebet devam ettirme başkadır.
Evvela, dinimiz her zaman ve zeminde bizlere orta yolu tavsiye eder. Cenâb-ı Hak: Ben sizi orta (yolda) bir ümmet kıldım..' buyurur. İşte bu, ifrat ve tefritten olabildiğine uzak; hem akıl, hem his, hem de ruh yönüyle i'tidali temsil eden bir ümmet demektir ki, biz de yaptığımız ibadet ve dualar içerisinde, günde en az kırk defa: 'İhdina's-sırata'l-müstakîm-bizi doğru yola hidayet et' demek suretiyle, Rabbimizden bizi o yolda tutmasını dileriz. Kaldı ki bizler, ifrat ve tefritlerin hat safhada temsil edildiği bir dönemde yaşamaktayız. Böyle bir dönemde Allah'ın yardımı olmadan istikamet üzere yaşamamız imkânsız gibidir.
Tarihe baktığımız zaman, birçok olumsuz hadiselere sebep olan şeyin, duygu ve düşüncelerdeki aşırılıkların, sapmaların olduğunu görürüz. Mesela; İslâm tarihinde itikadî fırkaların ortaya çıkışı, ilgili mevzularda meydana gelen ifrat ve tefritlere dayanmaktadır. Onların bir kısmı, sebeplerin tesirini inkâr edip cebrî bir anlayışa yönelirken, diğer bir kısmı da, esbabı her şey sayma gibi bir yanlışlığın içine düşmüşlerdir. Neticede her ikisi de ne esbabı, ne de esbaba riayetin hikmetini anlayamamıştır. Oysaki bizler, sebepler âleminde yaşadığımızdan sebeplere riayette esbapperest gibi davranmamız; neticeyi beklemede de, Kudret-i İlahî'ye sığınıp tevekkül etmemiz esasına göre davranma mecburiyetindeyiz. Mustafa Sabri Efendi bu konuda, 'Müptedinin Mu'tezile olmaması, müntehinin de Cebriye olmaması mümkün değildir' diyerek, ayrı bir hususu daha ifade etmeye çalışır ve Ehl-i Sünnet anlayışının ayrı bir varyasyonuna dikkati çeker.
Günümüzde havf-recâ hususunda yaşanan dengesizliklerden de söz etmek mümkündür. Mesela; halkı irşat konumunda olan insanların çoğu, sadece cenneti ya da cehennemi nazara verip; bu hususta insanları ya tamamen ye'se ya da aşırı bir güvene sevk etmektedirler. Hâlbuki insan, bir taraftan amelini işlemede kılı kırk yararcasına hassas davranırken, diğer taraftan da, bu amellerin, Cenâb-ı Hakk'ın vermiş olduğu nimetlerin şükrünü edada yeterli olmayacağını ve bir insanın sadece ameliyle kurtulamayacağını düşünmesi de gerekir. Efendimiz (s.a.s.) sahih bir hadislerinde: 'Hiç kimse ameliyle kurtulamaz' buyurur. Sahabe Efendilerimiz: 'Sen de mi ey Allah'ın Resûlü?' dediklerinde; 'Evet. Allah'ın fazlı, bereketi olmazsa ben de kurtulamam' der. O halde insanın: 'Ne günahım var? Aksine ben bu yaşımda iman etmiş, namaz kılmış, oruç tutmuşum.. o halde Allah bana ceza vermez' demesi, Allah'a karşı bir saygısızlık ve küstahlığın ifadesi; kendi nefsini yerden yere vurup: 'Benden bir şey olmaz, zaten şu ana kadar işlediğim hiç bir hayır da yok. Nasıl olsa cehennemliğim, o halde boş yere uğraşıyoruz..' şeklinde bir mülâhazaya girip ümitsizliğe düşmesi de, ayrı bir saygısızlığın ve küstahlığın seslendirilmesidir.
Üstad başkalarına karşı hüsn-ü zanla hareket edilmesi gerektiğini ifade eder. Ben bunu, 'kendi hesabımıza savcı, başkaları adına da avukat olma' sözcüğüyle özetlemeye çalışıyorum. Evet, insan her ne kadar kendi nefsi adına olabildiğine acımasız davransa da, başkalarına karşı hüsn-ü zanna memurdur. İnsanların sokakta yürüyüş şekline bakıp; gerçekten Müslüman olsalar gözlerini haramdan sakınırlar, harama baktıkları zaman da gider gözyaşlarıyla gözlerini yıkarlar.. şeklinde bir fikir yürütmemiz, bir gün gelir bizi; 'o halde onlar Müslüman değil' yargısına götürür ki, böyle bir yargıda bulunmanın ne denli tehlikeli olduğu aşikardır.
Evet, görüldüğü gibi dengeleri korumada sadece inanmış olmak yeterli değildir. Bu hususta istikameti yakalamamız ancak, inanç ve akideyle alâkalı terminolojiyi bilip uygulamamızla hasıl olabilecektir. Yoksa duygu ve düşüncede istikameti bulmada olduğu kadar, problemlerin çözümünde de doğruyu yakalamamız zordur.
- tarihinde hazırlandı.