Farklı Zaviyeden Bir Hadisin İzahı
"Sizden biriniz bir münker gördüğünüzde eliyle, gücü yetmezse diliyle, ona da muktedir olamazsa kalbiyle tavrını belli etsin. Bu sonuncusu imanın en zayıf mertebesidir." hadis-i şerifini nasıl anlamalıyız?
Bu hadis, Buhârî, Müslim ve daha başka kitaplarda da var. Yani herhangi biriniz, dinin çirkin saydığı bir münkeri gördüğü zaman, onu eliyle defediversin. Şayet eliyle bu işi yapmaya muktedir değilse, yani fiilen müdahale edemiyorsa, kavl-i leyyin, cidâl-i hasene, mücahede-i hasene ve vaaz u nasihatle, yani diliyle defediversin... Diliyle defetmeye de imkân ve vasat müsait değilse, kalbiyle buğzetsin ki, imanın en zayıf mertebesi de budur.
Düşünün ki, içtimaî hayatımızı kemiren bir mikrop var.. cemiyeti kemire kemire dize getirecek bir mikrop. Zina, uyuşturucu, tefecilik, ihtikâr gibi bir şey... Millet düşmanları, şer şebekeleri bu hastalıkları ihtimamla yaşatıyorlar ve siz de, cemiyetin sarsılıp dize geleceğini yakînen görüyor ve biliyorsunuz. O zaman, fert olarak elle müdahale söz konusu olamayacağından, sorumluluk şuuruna sahip bir şahsın üzerine düşen vazife, bunları diliyle defetmektir, yani mev'ize-i hasene ile tefeciliğin içtimâî hayatı kemiren bir mikrop olduğunu, zinanın bir kanser, bir kangren olduğunu anlatma ve onlardan fertleri tiksindirme, nefret ettirme, ürkütme ve vazgeçirmektir. Tabiî tatlılıkla, kavl-i leyyinle, Kur'ân'ın ruhuna uygun tebliğ metoduyla....
Evet, Müslümanlığın hâkim olduğu bir dönemde, idareciler bu durumlarda müdahale eder, asker ve emniyet devreye girer ve o münkerin içtimaî hayatımızda gelişmesine meydan vermeyebilirlerdi. Bütün bunlar, elle müdahale ve elle menetmenin şekilleridir. Günümüzde münkerâta bu seviyede müdahale edilemediği gibi, iyi ve güzel de gerektiği ölçüde teşvik görmemektedir. Bugün, çarşıda içki içen birisine elle müdahale edip "Yapma!" deseler, o da mukabelede bulunacak ve sana bir tokat aşkedecektir. Demek ki, elle müdahalenin bir dönemi, bir devresi var.
Bir de bu işin, dille yapılması şekli var. Sen elinle müdahale edemiyorsun. Devlet de bu işi, bir mükellefiyet ve vazife olarak üzerine almamış.. yani, devlet "emr-i bi'l-mâruf ve nehy-i ani'l-münker" yapmıyor, Allah'ın emrini emretmiyor, Allah'ın yasak ettiği şeylerin de önüne geçmiyor, üstelik içtimaî hayatı kemiren hastalıkların hepsine bir bakıma vize veriyorsa.. meselâ, bir kanun ve bir sistem altında zina icra ediliyor, içki içiliyor, hatta tefecilik yapılıyor.. ve sen de, bu münkerât yapılırken, elinle müdahale edemiyorsan, o zaman sana düşen vazife, bunları dilinle defetmektir.
Çok şükür, Türkiye'de bu mevzuda bir sıkıntı yok denebilir. Bugün bunları rahatlıkla konuşup anlatabiliyoruz. Fakat bunların dahi anlatılmadığı dönemler ve memleketler olabilir. Bu, İslâm âleminde de, onun dışında da olabilir. O zaman yapılacak şey, o kötülüğü irtikâp eden kimselerle, irşad ve tebliğ gibi hususların dışında münasebet kurmama ve vazife olarak da en azından kalbde onlara karşı bir burukluğun hissedilmesidir. Bu da yapılması gerekli olan şeylerin en aşağı derecesidir. Aksine, münkeratı irtikâp eden bir insanın yanında bulunulur ve –Allah muhafaza buyursun!– onun seyyiatı hoş görülürse, bu bir sukût sayılır. Meselâ, birisi zinadan kendini alamıyor ve o bu menhiyatı irtikâp edip dururken onun yaptıkları hoş görülüyorsa, bu bir sukûttur ve bu durum azab-ı ilâhînin umumî olarak gelmesine de vesile olabilir.
Burada, bir hususa daha dikkatinizi istirham edeceğim. Bir cemiyet büyük günah işleyebilir, o cemiyette büyük ahlâksızlıklar irtikâp edilebilir; ama o cemiyet içinde o ahlâksızlıkları def ve ref edecek, faal, cevval, dinamik bir kolektif şuur var ise bir paratoner sayılan bu düşünce ve aksiyon sayesinde, gelen musibetler savulmuş ve dolayısıyla da, o cemiyet kurtulmuş olur. Topyekün bir cemiyette fenalıklara karşı dinamik böyle bir kolektif şuur yoksa ve ahlâksızlığın önünü alma mevzuunda, yangına karşı itfaiyeci gibi savaşacak tulumbacılar bulunmuyorsa, belâ ve musibetler herhangi bir yere takılmadan gelebilirler.
Onun içindir ki, bir mü'min, münkerâtın açıktan açığa işlendiği bir topluluk içinde, bu işi yapanlarla, şahıslardan ötürü münasebet kurup anlaşamaz. Vâkıa, mü'min olarak, herkesle belli seviyede münasebet kurabilir.. hatta ahlâksızlık yapan kişi ile de, İslâm'ın güzelliklerini kendisine intikal ettirme niyetiyle alâkalanıp, onu, içinde bulunduğu çirkeften kurtarmaya çalışabilir, ama bunlar sırf Allah için olmalıdır. İşte böyle bir niyete bağlı kalarak, bizim o kötü kimse ile temasımız dahi ibadet olur.
Binaenaleyh, imanın en zayıfı, menhiyatı irtikâp eden insanlara karşı kalben buğz duymaktır. Evet, Allah'ı sevmeyenlere, Allah'ın kâinattaki nizamını tahkir edenlere karşı buğz edeceğiz; fakat bu buğz, İslâm adına karşı tarafa sunulacak teklif ve mesajların hüsnükabul görmesi esasına göre ayarlanmalıdır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyorlar ki: "Ben farzları yapmakla emrolunduğum gibi insanları idare etmekle de emrolundum." Yani, Allah bana farzları emrettiği gibi, insanları idare etmek, evirip çevirip siyaset-i meşrûa ve idare-i meşrûa içinde, biçimine koymakla da emrolundum.
Evet, huşûnetle değil, işmi'zâzla değil, tatlılık göstererek ona bir şeyler verilmelidir. İçi nur dolu enjektörü, onun vücuduna zerk edebilmek için, iyilik yaparak, kendisini salmasını temin ederek ona yaklaşılmalıdır ki, teklif ve düşüncelerimiz reaksiyon görmesin. Onun için Cenâb-ı Hak, Hz. Musa ve Hz. Harun'a (aleyhisselâm): "Firavun'a tatlı, içini okşayıcı sözleri gidin söyleyin!" (Tâhâ sûresi, 20/44) diye ferman ediyordu. Firavunla münasebet kuracak ve yüzünü ekşitmeden hakkı ve hakikati ona anlatacaksın.. anlatacaksın ki, anlatmanın bir mânâsı olsun ve bu uğurda gösterilen gayretler de boşa gitmesin...
Hâsılı, görüştüklerinle Allah için görüşecek, Allah için konuşacak; Allah'ı ve O'nun emirlerini anlatma yolunda her şeye katlanacak, her şeyi göğüsleyeceksin; ama yine sırf O'nun için yerinde buğzetmesini de bileceksin...
- tarihinde hazırlandı.