İdeal nesiller
Güzel günlerin arefesinde ve fecirlerin bayram solukladığı şu günlerde bir kısım aşılmaz gibi görünen buhranlarımızın bulunduğu da bir gerçek. İçtimâî sıkıntılar, millî dertler ve tabiî afetler gibi, toplumları saran krizler de günlük tedbirlerle çözülemez. Bu ölçüde krizlerin çözülmesi, toplum çapında basiret, ilim ve hikmetin yaygınlaşmasına bağlıdır. Aksine, hedefsiz, ufuksuz, günlük siyasî manevralar türünden politikalarla bu kabil problemleri çözmeye çalışmak, zaman israfından başka bir işe yaramayacaktır.
Dünden bugüne, en yaygın kriz ve bunalımları, ruh, mânâ ve basiret İnsanlar, o engin ufukları, engin himmetleri sayesinde ve bir ölçüde bugünün güç kaynaklarını da gelecek hesabına harekete geçirerek, tasavvurlarımızı aşan bir kolaylıkla çözmüşlerdir. Biz, onların bu dâhiyâne tedbirlerini çok defa beşerüstü sanmış ve hayretten hayrete düşmüşüzdür. Oysaki, her muvaffak insanın yaptığı, onların da edip eylediği, sadece ve sadece Cenâb-ı Hakk'ın kendilerine bahşettiği istidat ve imkânları sonuna kadar ve rantabl olarak kullanmaktan başka bir şey değildir.
Evet onlar, oturur-kalkar, bugünle beraber yarınların hesaplarıyla meşgul olur.. ve halihazırdaki bütün imkân ve dinamikleri geleceğe ulaşma adına birer köprü malzemesi olarak kullanır ve bugünleri yarınlara taşımanın hesabıyla yutkunur dururlar.. yutkunur dururlar, zira problem çözme biraz da içinde bulunduğumuz zamanı aşmaya, daha doğrusu zaman üstü olmaya bağlıdır.. dünü-bugünü-yarını aynı netlikte görüp değerlendirebilme ölçüsünde zaman üstü olmaya. Bugünden yarınları kucaklama ve geleceğin ruh, mânâ ve muhtevâsını kavrama demek olan böyle bir düşünce enginliğine siz isterseniz 'ideal' de diyebilirsiniz ki, böyle bir ufka sahip olmayanın ne bunca problemin üstesinden gelebilmesi, ne de yarınlarımız adına herhangi bir şey vaat etmesi söz konusu olamaz. Firavunların, Nemrutların, Napolyonların, Sezarların, -bir kısım safderunlar gözlerinde büyütseler bile- ne o baş döndüren debdebe ve ihtişamları ne de o gürültülü hayatları kat'iyen istikbal vaat edici olmamıştır.. olamazdı da; zira bu insanlar, hakkı kuvvetin emrine vermiş, içtimâî rabıtaları hep menfaat etrafında aramış ve ömürlerini nefsânîliğin âzât kabul etmez köleleri olarak geçirmiş zavallılardı.
Oysaki, başta Râşit Halifeler olmak üzere, Anadolu'yu yurt edinenler, neticeleri açısından, dünyaları aşıp ukbâya ulaşan öyle eserler ortaya koydular ki -muvakkat 'husûf' ve 'küsûf'lara aldanmayanlar için- bu eserler, çağlarla yarışacak mahiyettedir.. evet onlar, o dolu dolu ömürlerini yaşayıp gitseler de, sînelerde hep bir yâd-ı cemîl olarak yaşayacaklardır. Evet, bugün yurdumuzun dört bir yanında hâlâ, Alparslan, Melikşah, Osman Gazi ve Fatih'e ait ruh ve mânâ tütüp durmakta ve ruhlarımıza onların gaye-i hayallerinden ümitler ve müjdeler akmaktadır.
Sezar, Roma mefkûresini kendi heva ve hevesine çiğnetmiş; Napolyon, Büyük Fransa idealini hırslarının ağına hapsetmiş ve öldürmüş; Hitler, Büyük Almanya gaye-i hayalini maceralı çılgınlıklarıyla yeyip bitirmişti. Halbuki, kahramanlıkları tamamiyet ve bitevîlik arz eden bu milletin mütemâdiliğe açık mefkûresi ise, her çeşit bayağılığın üstünde, zaferde de-hezimette de, uğrunda canların feda edildiği bir sancak gibi ta'ziz edilegelmiştir. Fatih o sancağın altında İstanbul'u çiğneyip geçti ve garbın âfâkında bir çığlık oldu inledi.. Kânûnî, batı yamaçlarında o livânın dalgalanışını temâşâ ede ede ötelere yürüdü.. Çanakkale kahramanlar, onun adına kanlarıyla 'Bedir' gibi destanlar yazdı ve Anadolu insanı binbir yoklukla kuşatıldığı bir dönemde ona son vefa borcunu edâ ederek mukaddes tarihimizin kalbiyle bir kere daha gürledi ve 'ebed-müddet' dedi.
Mefkûre, mefkûre insanının elinde değerler üstü değerlere ulaşır ve zaferlerin, muvaffakiyetlerin büyüsü haline gelir. Eğer o mefkûreyi temsil edecek insanlar, o işin tam eri değilse, o mefkûre sancak olmadan çıkar; altında seviyesiz, âdi hırsların haykırıldığı bir flama olur. Böyle bir flama sokak çocuklarını bir araya getirip oyun türünden bazı hedeflere sevketse de, milletimizin ruh derinliklerindeki duyguları gerçekleştirmeye yetmez.
Her şeyden evvel mefkûre insanı bir sevgi kahramanıdır. O, Allah'ı deli gibi sever ve bu engin sevginin kanatlan altında bütün varlığa karşı derin bir alâka duyar: Herkesi ve her şeyi şefkatle kucaklar.. ülke ve insanını aşk ölçüsünde bir sevgiyle bağrına basar.. çocukları geleceğin tomurcukları gibi okşar ve koklar.. gençlere yüksek hedefler göstererek onlara ideal insan olmalarını salıklar.. yaşlıları en içten bir saygı ve hürmetle onore eder.. herkese karşı mutlaka bir diyalog yolu araştırır.. ve toplumun değişik kesimleri arasındaki uçurumları, geliştirdiği köprülerle buluşturur, belli nispette uyum içinde olanları da bütün bütün pürüzsüz hale getirmek için çırpınır durur.
Gerçek mefkûre insanı, aynı zamanda bir hikmet eridir. O, her şeyi bir taraftan aklın ihatalı dünyasıyla temâşâ ederken, diğer taraftan da kalbin kadirşinas kıstaslarıyla tartar, muhasebe ve murâkabe kriterlerinden geçirir, muhakeme potasında yoğurur, şekillendirir ve her zaman aklın ziyâsıyla kalbin nurunu at başı götürmeye çalışır.
Mefkûre insanı, içinde yaşadığı topluma karşı tam bir sorumluluk örneğidir. Hedefine ulaşma uğrunda -ki en başta Yaratan'ın hoşnutluğu gelir- Allah'ın kendisine bahşettiği her şeyi, hem de gözünü kırpmadan feda eder.. hiçbir şeyden korkup çekinmediği gibi, O'ndan gayrı hiçbir şeye de gönül kaptırmaz.. gözünde ne mutluluk tutkusu, ne de mutsuzluk endişesi vardır. O, ülküsü ve ülkesi pâyidar olduktan sonra, cehennemin alevleri içinde bulunmayı bile umursamayacak kadar bir mânâ Heraklitidir.
Seviyeli bir mefkûre insanı, gönül verdiği değerlere saygıyı bir murâkabe derinliğiyle duyar, bir ibadet neşvesiyle yerine getirir ve hep bir aşk ve heyecan insanı olarak yaşar. İdeali uğrunda canını, cânânını, servetini-sâmânını, evladını-iyâlini, bugününü-yarınını bir çırpıda feda etmesini bilir ve hakka-hakikate, kılı kırk yararcasına riayetin yanında her zaman tercihlerini yüce mefkûresi istikametinde yapar. O, nefsine hâkim, hakikate mahkûm, makama-mansıba karşı alâkasız ve şöhret, tama', tenperverlik, rahat tutkusu gibi şeyleri öldürücü birer zehir kabul etme esprisiyle gönlünün derinliklerinde sürekli bir mücadele içindedir. Bu itibarla da o, kazanma kuşağında hep kazanır, kaybetme arenalarını da birer teknik başarı ringi haline getirir.
Yürüdüğü bu ulular yolunda o, Hakk'ın hesaplarına o denli içten bağlıdır ki, gelip kendisine çarpan ihtiras fırtınaları ondaki hakperestlik hissini daha bir pekiştirir; kin, nefret tûfanları, onun ruhundaki sevgi ve şefkat fevvârelerini coşturur ve sıradan insanların takılıp kaldığı daha ne nimetleri çiğner geçer, ne hikmetleri göğüsler. Onu akıllara durgunluk veren gerçek ufkuyla düşündükçe, gözümüzün önünde âdeta peygamberâne azimler tüllenir, çağrışımların araladığı kapı aralarından duygularımıza insanüstü resimler akmaya başlar ve hayâl hanemiz tarihî kahramanlıklarla köpük köpük olur.. olur da, Afrika çöllerinde Ukbe'nin vefa ve samimiyetiyle ürperir.. Tarık'ın Herkül Burcu ötesindeki cesaret ve fütursuzluğuyla kendinden geçer.. Fatih'in azm u ikdâmını hayranlıkla temâşâ eder.. Plevne'de düşmana teslim olmayan kılıcı saygıyla öper.. ve nihayet başında güllelerin, bombaların patlamasını gülerek karşılayan Çanakkale Arslanlarını tazimle selâmlar.
Evet, bugün bizim, şuna-buna değil; böyle yüksek karakterle idealize edilen ufuk insanlara ihtiyacımız var. Önümüzdeki yıllarda, milletimizin yeniden bir kere daha kuruluşunu, bu ruh ve mânâ erleri ve bu yüksek mefkûre insanları gerçekleştirecektir. Varlıklarının mâyeleri, îman, aşk, hikmet ve basiret olan bu yiğitler, dokuz-on asırdan beri, içten ve dıştan gelen onca saldırı karşısında asla eğilmemiş, sarsılmamış; belki biraz büzülmüş, daralmış ve fakat mutlaka daha bir salâbet kazanarak yarınlarla hesaplaşacak kıvama gelmiş ve olağanüstü bir ruh gücüyle nöbettarlığa hazır aktif bir bekleyiş içinde çağı süzmektedir.
Evet, son birkaç asırdan beri, aşk, hikmet, basiret ve mesuliyet şuurunun daraldığı, büzüştüğü ve basit gündelik meselelerin gelip millet mefkûresinin yerine oturduğu bir gerçektir. Tabiî bu dönemde, yenilik adına bir şeyler yaptığımızdan söz etmemiz de mümkün değildir. Evet bu dönemde yenilik adına ortaya atılan şeyler seviyesiz birer taklitçilik ve dublajcılıktan ibaret kalmıştır. Milliyet düşüncesinin fıska bürünmesi ve millet ruhunun tahrip edilmesi diyebileceğimiz böyle bir şablonculuğun ise faydadan daha çok zararı olmuştur. Toplum bünyesinde üst üste meydana gelen tahriplerle millet kan kaybederken, hakikî dert bilinememiş, tedavi yolları belirlenememiş ve yanlış muâlecelerle yığınlar felç edilmiştir. Birkaç asırlık bu buhran dönemi, o azgın 'anilmerkez' feverânıyla günümüzde de hâlâ kendisini hissettirmektedir.
Bu itibarla da, dün olduğu gibi bugün de eğer sıkıntıların gerçek sebepleri üzerinde durulmaz; ferdî, ailevî ve içtimâî dertlerimizin üzerine bir hekim hazâkatiyle gidilmez ve birkaç asırdan beri içinde çırpınıp durduğumuz levsiyat bataklığından çıkılmazsa, çare ararken hatadan hataya koşacak, buhranlarımızı daha bir derinleştirecek ve asla krizler fasit dairesinden sıyrılamayacağız.
Zimamı elinde bulunduranlar, birkaç asırlık inatlarında devam ede dursunlar, duygu, düşünce ve aksiyonlarıyla geleceğe yönelmiş, ülküsünü, ülkesini ve insanını aşk derecesinde seven, hizmete kilitli ve sorumluluk duygusuyla yay gibi gergin ideal nesillerin, bütün bu olumsuzlukları aşıp, yeni oluşumlar gerçekleştireceklerine inancımız tamdır. Bir gün mutlaka, onlardaki bu aşk ve hizmet sevdası, içinde bulundukları toplumların bütün katmanlarına sızacak ve ulaştığı yerlerde birer rüşeyme dönüşecektir.. evet, madde ve cismâniyetin realitelerini kaldırıp bir tarafa fırlatacak olan bu düşünce, kendi dünya görüşü ve kendi hareket plânıyla bir kere daha kendi ruhunun gergefini mutlaka işleyecektir.
Yeni Ümit, Temmuz-Eylül 1996, Cilt 5, Sayı 33
- tarihinde hazırlandı.