Mâneviyatıyla Tâbiîn
Umumiyetle tâbiînin en büyüğü olarak konuşulan Yemen'in sultanı Üveysü'l-Karnî'den, sahabe-i kiram dua talebinde bulunurdu. Hz. Ömer'in de içinde bulunduğu bir mecliste Efendimiz: "Üveysü'l-Karnî'yi görürseniz, kendisinden dua talep edin!"[1] buyurmuştu. Bu, Hz. Ömer'in içine öylesine işlemişti ki, her Yemen'den gelene: "İçinizde Üveys var mı?" diye soruyor ve hep Üveys'i arıyordu. Koca Halife, onu bulduğunda da vakit fevt etmeden: "Ömer'e dua et!" istirhamında bulunmuştu. Peygamberlerden sonra ikinci dereceyi tutan, hele hususî bazı faziletlerde kâbına erişilmeyen bir insan, Üveys'ten dua talep ediyordu. Yemen'e gidenlere, hacca gidenlere: "Üveys'i bulursanız, kendisinden dua isteyin!" diyordu Hz. Ömer (radıyallâhu anh). Bilinmek, tanınmak öylesine ağır gelmişti ki Üveys'e, hemen izini kaybettirmiş, اَلْمَوْتُ يَاْتِي بَغْتَةً وَالْقَبْرُ صُنْدُوقُ الْعَمَلِ "Ölüm ansızın gelir, kabirse amel sandığıdır." fehvâsınca, ancak kabirde açılacak kapalı bir sandık olarak kalmak ve Ömer'e fâşettiği Allah'la kendi arasındaki sırrını, bir ikinci kişiye fâşetmemek için gözden kaybolmuştu.[2]
Yalandan olabildiğince uzak, olabildiğince samimî, olabildiğince içten ve olabildiğince sağlam bu emîn insanlar naklettiler bize sünneti. Üveys gibi, Mesruk gibi, İbn Sîrîn gibi, Muhammed b. Münkedir gibi insanlar... Muhammed b. Münkedir, hemen her hadis imamının kendisine başvurduğu insan hem de evvâh u münîbdir; kendi çağında da, kendinden sonraki çağlarda da adı 'Bekkâ' dır onun. Allah mehâfet ve mehâbetinden öyle ağlardı ki, kendisini çocukluğundan beri çok iyi tanıyan annesi: "A be evlâdım! Çocukluğunu bilmeseydim, belki bir günahın vardır da, ona ağlıyorsundur diyecektim. Hâlbuki, böyle bir şey yok; öyleyse, niçin bu kadar ağlıyorsun?"[3] derdi. Ama, Muhammed b. Münkedir için ağlanacak çok şey vardı. Allah mehâfet ve mehâbeti, Allah'ın büyüklüğü karşısında kulun küçüklüğü, bir gün yaptıklarımızdan hesaba çekileceğimiz, öldükten sonra haşrolacağımız gerçeği, defterlerin uçuşacağı hakikati, Cehennem'in alevleri arasından Sırat köprüsünü geçme mecburiyeti.. evet bunlardı onu ağlatan. İnsanlık onun iniltilerini, sadece Dâvûd'un (aleyhisselâm) mızrabında duyabilmişti ve o, âdeta ikinci bir Dâvûd'du...
Sekerat hâlinde feryat ediyordu Muhammed b. Münkedir. Soruldu: "Bu feryadının sebebi nedir?" "Kur'ân-ı Kerim'deki bir âyetin benim için söz konusu olması endişesi." dedi ve âyeti okudu: وَبَدَا لَهُمْ مِنَ اللّٰهِ مَا لَمْ يَكُونُوا يَحْتَسِبُونَ "Hiç hesaba katmamış oldukları şeyler Allah tarafından karşılarına çıkarılıverdi."[4] Evet o "Ben Allah'tan ummadığım şeylerin aleyhimde ortaya çıkmasından korkuyorum." diyordu.[5]
İbn Abbas'ın talebelerinden Said İbn Cübeyr, Emevi zulmüne karşı Abdurrahman-ı Kindî'nin yanında mücadele etmiş ve Haccac'ın zalim pençesinde şehadete yürümüştü. O, bâtıl karşısında asla eğilmemiş ve Emevilerin hatalarını vali, hükümdar demeden yüzlerine vurmuş ukbâ derinlikli, Rabbânî bir insandı. Geceleri bir zahid, bir ruhban gibi yaşar, gündüzleri de fürsan gibi iş çevirirdi. Kur'ân-ı Kerim'i defalarca İbn Abbas'la birlikte müzakere etmiş ve makâsıd-ı ilâhîyi İbn Abbas'tan, evet bu Hıbrü'l-Ümme olan mürşid-i ekmelden Resûl-i Ekrem'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) anladığı çizgide öğrenmiş ve anlamıştı. Gece iniltilerinde o kadar içli, o kadar yanıktı ki, derdest edilip Haccac'a getirilirken, vahşi bir ormanın içinde yapılmış bir manastıra uğradılar. Vakit gecedir.. kendisini getiren muhafızlar, geceyi manastırda geçirmek isterler. Said İbn Cübeyr (radıyallâhu anh): "Rabbimi anayım, bu gece, son gecem; ölüm hazırlığımı yapayım, yarın şeb-i arûsum." diyerek, dışarda kalmak ister. Orman, öylesine vahşî bir ormandır ki; muhafızlar, nasıl olsa birazdan ormanın kurdu, çakalı, aslanı gelip, kendisini parçalar düşüncesiyle talebini geri çevirmezler. Bu vahşî ormanda gece Rabbisiyle baş başa kalan bu gündüzlerin fârisi, gecelerin râhibi Rabbanî İmam, öylesine derin bir huşû içinde ibadet etmekte ve inlemektedir ki, manastırın pencerelerinden kendisini seyreden muhafızlar, ormanın dört bir yanından üzerine üşüşen hayvanların yanına yaklaşınca, tavırlarını değiştirip etrafında bir halka oluşturduklarını hayretle görürler. Ama bu tablo, muhafızların da, Haccac'ın da taşlaşmış katı kalblerini yumuşatmaya yetmez. Onu kurbanlık koyun gibi meydana getirir, tahrik etmek için ellerinden gelen her şeyi yapar ve eziyette bulunurlar. O, yine her zaman dediği ve düşündüğünü söyler: "Siz, haksızsınız; bilhassa Ehl-i Beyt'e karşı haksızlık ediyorsunuz. Size asla biat etmem!" Boynu vurulacağı anda, bizim kurban keserken okuduğumuz âyeti okur:
إِنِّي وَجَّهْتُ وَجْهِيَ لِلَّذِي فَطَرَ السَّمَوَاتِ وَاْلأَرْضَ حَنِيفاً وَمَا أَنَا مِنَ الْمُشْرِكِينَ
"Yüzümü hanif olarak, (hiç şirke bulaşmadan, tertemiz ve sapasağlam bir vicdan ve fıtratla), gökleri ve yeri yaratan Allah'a çevirdim ve ben, müşriklerden değilim."[6]
Yüzünü, kıbleden başka bir yöne çevirirler; o zaman da: فَأَيْنَمَا تُوَلُّواْ فَثَمَّ وَجْهُ اللّٰهِ "Nereye dönerseniz dönün, Allah oradadır."[7] âyetini okur. Kılıç darbesiyle gövdesinden ayrılan başı yere düşünce de: لاَ اِلَهَ إلاَّ اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ der.[8]
İşte sünnet, hadis, bize gerektiğinde sünnetin bir tek meselesi uğrunda kurbanlık koyun gibi boyunlarını uzatan böyle fedailer kanalıyla gelmiştir! Evet, bu temiz kanallarla intikal etmiş ve içine de hiçbir şey karıştırılmamıştır.
Said İbn Cübeyr gibi, Muhammed b. Münkedir gibi, Üveysü'l-Karnî gibi, Mesruk gibi daha yüzlercesi sayılabilir. Fakat mevzumuz, tek tek bu büyük zatların hayatlarını anlatmak olmadığından, hadis sahasında en fazla iştihar etmiş ve sahasında gerçekten imam sayılan birkaç tâbiîn imamını, hem de küçük küçük çerçeveler hâlinde tanıtmaya çalışarak, bu bahsi de kapatmak istiyoruz:
1 Said İbnü'l-Müseyyeb
Hadis, tefsir ve fıkıh denince tâbiîn içinde akla gelen ilk isim, Said İbnü'l-Müseyyeb'dir. O, Hz. Ömer'in hilâfeti döneminde ve Hicret'in 15'inci yılında dünyaya teşrif eder. Hz. Ömer'i, Hz. Osman'ı, Hz. Ali'yi ve onlardan geriye ne kadar sahabi varsa, hepsini tanır.
Said İbnü'l-Müseyyeb bir düşünce, tefekkür ve hafıza dehası ve duyduğu hiçbir şeyi unutmayan Rabbanî imamlardandır. Devamlı mütebessimdir ama, hayatında birkaç defa ya gülmüş, ya da gülmemiştir. Allah mehâbet ve mehâfetiyle her an Allah'ın huzurunda gibi yaşamış; imanıyla, istikametiyle ilmiyle; hususiyle de hadis ve sünnetteki ufkuyla kendini tanıttırmış, kabul ettirmiş mümtaz bir simadır.
Basra'da nasıl Hasan Basri, ta sahabe döneminde medresesini kurmuştu, Medine'de Said İbnü'l-Müseyyeb aynı şekilde ortaya çıkmış ve daha onbeş-yirmi yaşlarında iken fetva vermeye başlamıştır. Sahabe, onu hayran hayran seyreder ve alkışlardı. Bir gün, Abdullah İbn Ömer, onun için hayranlıkla şunları söylemişti: لَوْ رَأَى رَسُولُ اللّٰهِ هَذَا لَسَرَّهُ "Resûlullah bu genci görseydi, bu O'nu memnun edecek ve çok sevindirecekti."[9] Sahabenin nazarında o kadar muteber ve o kadar mazhar-ı takdir olmuştu...
Hayatında elli yıl, bir vakit olsun cemaati kaçırmadı. Bizzat kendisi: "Tam elli sene imamla iftitah tekbiri aldım."[10] der. İbadette de bu kadar hassastı; sünnete ittibada bu ölçüde titizdi denebilir. Emsalleri gibi, Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) namaza, sünnete, cemaate verdiği ehemmiyeti aynen tevârüs etmiş ve tevârüs ettiği hiçbir şeyde de ömrünün sonuna kadar asla tekâsül göstermemişti. Bir defasında Medine'de çok ciddî şekilde hastalandı. Doktorlar: "Akik vadisine git, bir ay kal; o zaman, hastalığın iyileşir." tavsiyesinde bulundular. أَصْنَعُ بِالْعَتَمَةِ وَالصُّبْحِ فَكَيْفَ "O zaman, bu yaşlı hâlimle sabah ve yatsı namazlarına nasıl gelebilirim?" cevabını verdi.[11]
Hastalıkla kıvranırken dahi, sünnet adına bir meselenin, bir hükmün ifasında bu kadar titiz ve bu kadar ciddî idi. Belki Akik'te de namazlarını cemaatle kılabilirdi ama, o bunu, Ravza-i Tâhire'ye, oranın kutlu sâkinlerine, Cennetü'l-Bakî'de yatanlara vefasızlık ve cefa sayıyordu.
Emeviler'den Velid'e biat etmediği için, Medine valisi Hişam, her gün sırtında bir sopa kırardı. Mesruk gibi, Tavus gibi tâbiînin daha başka dev imamları: "Ne olur, dilinle biat ettiğini söyle de, kurtul!" derlerdi, o ise: "Halk bize bakıyor, biz ne yaparsak onu yapıyor; bu durumda, onların hâli ne olacak?" cevabını verir ve kat'iyen tavize yanaşmazdı.[12]
Rivayet ettiği hadisleri daha iyi öğrenebilmek ve kendisine daha yakın olabilmek için Ebû Hüreyre'ye (radıyallâhu anh) damat olmuştu. İşte, Ebû Hüreyre'nin kerîmesinden olma kızını, halife Abdülmelik, oğlu Velid için istiyordu. Türkiye'nin yaklaşık 20-30 katı genişliğinde, devrin en büyük ülkesinin, en kudretli devletinin hükümdarı, kızını yarın kendisi gibi hükümdar olacak oğluna istiyordu. O, bunu kabul etmedi, hem de her türlü baskıya rağmen... Tehditler canına tak edince de, yanında kızı olduğu hâlde bir gece arkadaşlarından İbn Ebî Vedâa'nın kapısını çaldı ve: "Şu kızı sana vermek için getirdim; al, beni kurtar!" dedi.[13] Koca imam, asırlar sonra gelecek Bahâüddin Şah-ı Nakşibend Hazretleri'ne öncülük etmişti âdeta. Şah-ı Nakşibend de, rüşdüne erdiği gecenin sabahında kızını elinden tutarak, tekyesine götürecek ve: "Bu gece kızım rüşde erdi; bunun üzerinden bir gün geçmesi bile doğru değil. Talebelerim içinde geceyi ihya eden yalnız seni gördüm. Sana tezviç ediyorum bunu!" diyerek, Alâüddin Attar Hazretleri'ne verecektir.
Said İbnü'l-Müseyyeb'den Atâ İbn Ebî Rebah gibi, Katâde gibi, Hz. Ali'nin küçük torunlarından Muhammed Bâkır gibi, Yahya İbn Saidi'l-Ensarî ve Zührî gibi büyük imamlar hadis rivayet etmişlerdir. İmam Şafiî Hazretleri, onun mürsellerini, yani sahabiyi anmadan yaptığı rivayetleri hüccet kabul ederdi; yani o âdeta sahabi yerine konurdu. Bu kadar emin, bu kadar güvenilir ve bu kadar sağlamdı Said İbnü'l-Müseyyeb.
İşte, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) davranışları, mübarek sözleri ve takrirleri, Said İbnü'l-Müseyyeb gibi tertemiz kanallardan geçerek bize ulaştı; sünnetin tek bir meselesi adına başlarını veren bu emin insanların omuzlarında günümüze kadar gelen sünnet, inşâallah aynı şekilde kıyamete kadar da devam edecektir.
2. Alkame İbn Kays en-Nehaî
Basra'da Hasan Basri, Mekke'de Atâ İbn Ebî Rebah, Yemen'de Tavus b. Keysan, Medine'de Said İbnü'l-Müseyyeb ve Kûfe'de de ilk akla gelen isim Alkame İbn Kays en-Nehaî... Sahabeye hayrü'l-halef olmuş tâbiînin dev imamları bunlar!
Alkame, Hz. Ali'nin nur iklimine girebilmiş, İbn Mesud'la diz dize yaşamış ve başta Râşid Halifeler olmak üzere, yüzlerce sahabiden hadis rivayet etmiş bir imamdır. Muasırlarını aşan o muallâ kâmeti nisbetinde aynı zamanda mütevazidir de. Ebû Hanife'yi yetiştirecek o bereketli Kûfe mektebini kuran Alkame'dir. Kûfe'de yetişen bütün tâbiîn imamları.. ve başta da birçok sahabi görmüş Amr b. Şurahbil kendisinden rivayette bulunurdu. Arada bir yanındakilere de şöyle derdi: اِنْطَلِقُوا بِنَا إِلَى أَشْبَهِ النَّاسِ هَدْياً وَسَمْتاً بِعَبْدِ اللّٰهِ بْنِ مَسْعُودٍ "Haydi, oturması-kalkması, duruşu ve davranışları ile insanların Abdullah İbn Mesud'a en çok benzeyeninin yanına gidelim."[14]
Evet, hareket ve davranışlarıyla o günkü insanlar arasında Abdullah İbn Mesud'a en çok benzeyeni Alkame idi. İbn Mesud için de: "Nebi'ye insanların en çok benzeyeni"[15] denirdi. İbn Mesud, yapı olarak ufacık tefecikti ama, namaza duruşu, namazda kıvrım kıvrım oluşu, secdelerindeki huzûu ve derinliğiyle Allah Resûlü'nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) mikro-plânda, bitamâmihâ temsil ederdi. Alkame de, bitamâmihâ İbn Mesud'u temsil etme gayreti içindeydi. Bu öyle bir benzerlik ve temsildi ki; nasıl Allah Resûlü: "Kur'ân'ı İbn Ümmi Abd'den -yani, İbn Mesud'dan- dinleyin!"[16] buyurmuştu; İbn Mesud da çok defa: "Çağırın Alkameyi, bana Kur'ân okusun!" derdi. Alkame, okur okur, nihayet okumayı bitirince İbn Mesud yine: "Oku; anam babam sana feda olsun!"[17] diyerek, devamını isterdi.
Zühdü ve takvası dillere destan olan büyük İmam Ebû Hanife Alkame'ye o kadar hayrandı ki, onun için:"Alkame, bazı noktalarda bazı sahabilerden daha ileride olabilir; yani fıkıh ve hadiste bazı sahabilerden daha derin, daha çok vukuf sahibi olabilir." derdi. Bu Ebû Hanife gibi kâbına erişilmeyecek dev imamların mukayesesidir; hem de bizim karışamayacağımız bir mukayese.
Bir gün birisi, Alkame'nin kapısının önünde dikilir ve ona ağzına gelen her şeyi söyler. Dönem, bir fitne, karalama ve çamur atma dönemidir. Koca İmam, onca hakaret karşısında hiç tavrını bozmaz ve karşısındakinin hakaretleri bitince şu âyeti okur:
وَالَّذِينَ يُؤْذُونَ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ بِغَيْرِ مَا اكْتَسَبُوا فَقَدِ احْتَمَلُوا بُهْتَاناً وَإِثْماً مُبِيناً
"Mü'min erkek ve kadınlara yapmadıkları bir şeyden dolayı eziyet verenler, işlemedikleri bir günahtan dolayı onları karalayanlar, çok ciddî bir bühtanda bulunmuş ve apaçık bir günaha girmiş olurlar."[18]
Adam: اَمُؤْمِنٌ أَنْتَ "Ne yani, sen mü'min misin?" der. Koca imamın cevabı, tam kendisine yakışır şekildedir: اَرْجُو "Umuyorum."[19]
Alkame kendi dönemindeki her türlü bâtıla baş kaldırmış, Emevilerin içindeki zalimleri dinlememiş ve hadisin haysiyetini koruma mücadelesi vermiş büyüklerdendir. Kurucusu olduğu Kûfe mektebinde Esved b. Yezid en-Nehaî'yi, İbrahim en-Nehaî'yi, Ebû Hanife'nin hocası Hammad İbn Ebî Süleyman'ı ve daha yüzlerce kişiyi yetiştirmiş.. kendisi yüzlerce sahabiden hadis aldığı gibi yüzlerce tâbiîn de kendisinden hadis almıştır. Kûfe'yi Nehaîler adına, Sevrî adına ve Ebû Hanife adına münbit bir zemin olarak hazırlayan Alkame olmuştur.
3. Urve İbn Zübeyr b. Avvam
Allah Resûlü'nün kendisiyle övündüğü halası Safiyye binti Abdülmuttalib'in oğlu Zübeyr b. Avvam ki; Resûlullah'ın şerefli sahabisi, Aşere-i Mübeşşere kadrosundan biri. Urve ise bu sağlam kökten dipdiri bir sürgün. Annesi ise daha başka kıymetlerle irtibatlı ayrı bir dilruba. Umumiyet itibarıyla, hayatını çok defa Hz. Âişe'nin yanında geçiren onun kızkardeşi Esmâ. Evet, Urve, Zübeyr İbn Avvam'la Esmâ binti Ebî Bekir'in izdivaçlarının mahsulü. Nasıl annesi Esmâ, hayatının çoğunu Hz. Âişe'yle birlikte geçirmişse, aynı şekilde Urve de, âdeta Hz. Âişe'nin yanında büyümüştür. Her âyetin, her hadisin mânâsını ondan sormuş, öğrenmiş bir ilim dağarcığı. Ayrıca, kendisinden 7-8 yaş büyük olan Said İbnü'l-Müseyyeb'in rahle-i tedrisinden de nasipdâr.
Urve, 'fukahâ-i seb'a' diye adlandırılan, zamanının yedi büyük fakîhinden biridir. Hz. Âişe Validemiz'in rivayet ettiği bütün hadisler, ilk önce onda konaklamış ve daha sonra kitaplara intikal etmiştir. Ayrıca, Hz. Ali, İbn Ömer, İbn Abbas ve Ebû Eyyub el-Ensarî gibi daha pek çok sahabiden de hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de Katâde İbn Diâme, İbn Şihab ez-Zührî, Yahya İbn Saidi'l-Ensarî ve Zeyd b. Eslem gibi yüzlerce büyük imam hadis ahzetmişlerdir.
Urve, emsalleri gibi zühd ve takvada da son derece ileriydi ve kelimenin tam mânâsıyla bir rabbâniydi. Gün gelir, ayağı kangren olur; yaşlıdır.. hekimler kesilmesi gerektiğini söylerler. Allah'ın verdiği uzvu aldırıp aldırmama noktasında tereddüt eder.. ancak, kangren bir hayli ilerleyince çâr-nâçâr kesilmesine razı olur. Ayağını testereyle keserlerken, hiç 'Of!' demez ve dudaklarından, Hz. Musa'nın Hz. Hızır'a mülâki olduğu seferde söylediği sözler dökülür: لَقَدْ لَقِينَا مِنْ سَفَرِنَا هَذَا نَصَباً "Şu yolculuğumuzda biraz sıkıntı çektik!"[20]
Aradan bir müddet geçer; bu defa, dört oğlundan biri, tavladaki atlardan birinin darbesine maruz kalarak vefat eder. Koca İmam, Kâbe'nin karşısında ellerini kaldırır ve: "Allahım! Sen bana iki el, iki ayak olmak üzere dört uzuv ve dört de evlât verdin. Senin lütfun ne engin ki, bunlardan üçünü bana bıraktın da, sadece birini aldın. Sana binlerce hamd olsun Rabbim!" der.[21]
Bu altın silsilede Urve de: رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ "Allah, onlardan razı oldu, onlar da Allah'tan razı oldu."[22] sırrına erenlerdendir.
4. Muhammed İbn Müslim İbn Şihab ez-Zührî
Sünnetin dörtte birinin varıp kendisine dayandığı İbn Şihab ez-Zührî, yaş itibarıyla tâbiînin küçüklerindendir ve Kureyşîdir. Babası Müslim, Emeviler'le yaka-paça olmuş, Haccac'a karşı mücadele vermiş ve dolayısıyla da Emeviler'in hiç sevmediği bir kimsedir. Bu itibarla da o, iddia edildiği gibi tam bir Emevi taraftarı olmak şöyle dursun, onlar tarafından hep kuşkuyla takip edilmiş bir insandır.
Zührî, daha yedi yaşına varmadan Kur'ân'ı ezberler, hem de kaç günde biliyor musunuz? Tam sekiz günde; evet o, sekiz günde hafız olur. 17-18 yaşlarında ders ve içtihat kürsüsüne oturur. Öylesine harika bir şahsiyet ve dâhidir ki: "Allah'ın emanet olarak kalbime koyduğu hiçbir şey hıyanet görmemiştir." der.[23] O, öğrendiği hiçbir şeyi de unutmamıştır. Zaten, o dönem; zaman, şartlar ve çevrenin her bakımdan "muallim" olduğu bir dönemdir.
Zührî, önceleri Said İbnü'l-Müseyyeb'in rahle-i tedrisine oturur ve sekiz sene devam eder onun derslerine. Bu arada, Ömer İbn Abdülaziz'i yetiştiren üç kişiden biri olan ve fukahâ-i seb'adan sayılan Ubeydullah İbn Abdullah İbn Utbe'den de ders alır. Bizzat kendi ifadesiyle: "Kırk beş sene Hicaz'la Şam arasında mekik dokuyup, hadis için hiç durmadan gidip geldim."[24] diyerek ilim adına katlandıklarını anlatır. Dile kolay, kırk beş sene sürer bu gidip gelmeler. Bu süre içinde, değil kendisinden rivayet edilen ve bir buçuk Kur'ân kadar tutan hadislerin tamamı, onlarca Kur'ân tutacak hacimde hadis ve daha başka ilimler de öğrenilir. Kaldı ki, Zührî, kendisini tamamen hadise vakfetmiş bir insandır.
Zührî için, Emeviler'e müdâhenede bulunduğu suçlaması yapılır. Aslında müdâhene, o asrın insanlarının bilmediği bir şeydir. Hele Muhammed İbn Müslim'de asla müdâhene olamaz; o, Allah'a tam teslim olmuş biridir. Babası Müslim, Abdullah İbn Zübeyr'in yanında Emevilere karşı mücadele verdiğinden, Halife Abdülmelik, Zührî ile ilk karşılaştığında ona bunu hatırlatma lüzumu duymuştur.[25] Filvâki, o, Emeviler'in sarayında bulunmuş; hatta Hişam'ın çocuklarını terbiye edip, yetiştirmiştir; ama, bu, bir hata değil, aksine, ilerde devletin başına geçecek insanları Sünnî yola, tarîk-ı müstakîme çekmek için önemli bir hamledir ve zannediyorum, İmam Zührî'nin en büyük hizmetlerinden biridir. Ayrıca o, kendinden sonrakilere ve bugünün insanlarına da yol göstermek istemiştir...
Emevi sarayında yer yer Hz. Ali'ye ta'n ve teşnîde bulunulduğu doğrudur. Kur'ân-ı Kerim'de, Hz. Âişe Validemiz'e iftira hâdisesiyle alâkalı inen:
إِنَّ الَّذِينَ جَاؤُوا بِالْإِ فْكِ عُصْبَةٌ مِنْكُمْ لَا تَحْسَبُوهُ شَرّاً لَكُمْ بَلْ هُوَ خَيْرٌ لَكُمْ لِكُلِّ امْرِئٍ مِنْهُمْ مَا اكْتَسَبَ مِنَ الْإِثْمِ وَالَّذِي تَوَلَّى كِبْرَهُ مِنْهُمْ لَهُ عَذَابٌ عَظِيمٌ
"O iftirayı atanlar, içinizden bir gruptur. Bu hâdiseyi hakkınızda şer sanmayın; belki sizin için hayırlıdır o. Onlardan her biri için kazandığı günah vardır. İşin elebaşılığını yapan içinse büyük bir azab vardır."[26] âyetindeki: "Elebaşılık yapan kişi"nin Hz. Ali Efendimiz (radıyallâhu anh) olduğunu iddia edenler bile vardı. Bu, bir avuç insanın iddiasıydı. Hz. Ali hakkında apaçık bir bühtan ve bir uydurmaydı. İfk hâdisesi, vahiyle aydınlanıncaya kadar, çevredeki dedikodu Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) belini bükmüştü. O da, bu hususla ilgili vahiy inmeden önce ashabından bazılarıyla istişarede bulunmuştu. İstişarede bulundukları arasında Hz. Ali de vardı. Zayıf bir rivayete göre Hz. Ali Efendimiz (radıyallâhu anh): "Âişe'den başka kadın yok değil ya!"[27] demişti. Bunun ne derece doğru olduğunu bilemiyorum; fakat bu sözde Hz. Âişe'ye bir ta'n ve bir tavır yoktur. Bununla beraber, Emevilerin az bir kısmı, bahis mevzuu âyetin Hz. Ali hakkında indiği iddiasındaydılar.
Zührî ise haksızlık ve yanlışlık karşısında susmayan bir ruhtu. Susmadı ve hükümdarın huzurunda: "Bizzat Âişe Validemiz'in Resûlullah'tan (sallallâhu aleyhi ve sellem) rivayetine göre,[28] bu âyetin, münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl hakkında indiğini" söyleyiverdi. Hükümdar yüzüne sert sert bakınca da:
لاَ اَبَا لَكَ فَوَاللّٰهِ لَوْ نَادَانِي مُنَادٍ مِنَ السَّمَاءِ: "اِنَّ اللّٰهَ اَحَلَّ الْكَذِبَ" مَا كَذَبْتُ
"Ey babasız! Gökten bir münadi bana: 'Allah yalan söylemeyi helâl kıldı.' diye nida etse, ben yine yalan söylemem." karşılığını verdi.. "kibriyle burnunu dikip gidenin" de Hz. Ali değil, Abdullah b. Übeyy b. Selûl olduğunu üzerine basa basa ifade etti.[29]
Evet, Zührî, asla Emevi müdâhini olmadı; aksine başlarına vura vura Emevi sarayına Ehl-i Beyt muhabbetini sokan o oldu. İş çok açıktı; ama, Ebû Hüreyre'yi yalanla ilk itham eden Ebû Cafer el-İskâfî adlı bir Şiî âlim olduğu gibi, Zührî'yi de hadis uydurmakla itham eden Yakubî adlı Şiî bir tarihçi olmuştur. Güya Abdülmelik b. Mervan, Müslümanları Kâbe'yi tavaftan alıkoymak için, Kuds-ü Şerif'teki Mescid-i Aksâ'yı tamir ettirmiş ve bu hususta hadis uydurması için Zührî'den ricada bulunmuş. Zührî de, Buhârî, Müslim ve İbn Hanbel gibi sahih kaynakların rivayet ettiği ve "Bazı Mevzû Hadisler ve Mevzû Damgası Vurulan Sahih Hadislere Misaller" bölümünde ele aldığımız şu hadisi uydurmuş(!): لاَ تُشَدُّ الرِّحَالُ اِلاَّ إِلَى ثَلاَثَةِ مَسَاجِدَ مَسْجِدِ الْحَرَامِ وَمَسْجِدِي هَذَا وَمَسْجِدِ اْلاَقْصَى "Yolculuğa ve sefer meşakkatlerine katlanıp, (ibadet ve sevap arzusuyla) şu üç mescit dışında başka hiçbir mescid için sefere çıkılmaz: Mescid-i Haram, Mescid-i Aksâ ve benim şu mescidim."[30]
Bizzat bu iddianın ne kadar gülünç ve uydurma olduğu açık değil mi? Bir defa, ne İslâm, ne Hıristiyan ne de Yahudi tarihi, Mescid-i Aksâ'nın Mescid-i Haram gibi tavafa açılıp, etrafında tavaf edildiğine dair tek bir bahis ihtiva etmez. Sonra, Mescid-i Aksâ, Müslümanların da ta bidayetten beri mukaddes tanıdığı bir mescittir ve kendisiyle birlikte, çevresinin de mübarekliği bizzat Kur'ân-ı Kerim'de ifade olunmaktadır. Bu bakımdan, Mescid-i Aksâ'yı yalnızca Abdülmelik değil, daha önce Hz. Dâvûd, Hz. Süleyman, Hz. Ömer ve daha sonra da Nureddin Zengi ve Selahaddin Eyyubî gibi pek çok mühim zatlar imar etmiş ve yenilemişlerdir. Ayrıca İmam Zührî, hadis rivayet etme çağında Abdülmelik'le hiç görüşmedi. Babası, Abdullah İbn Zübeyr'in yanındaydı ve Abdülmelik'e karşı savaş veriyordu. İmam Zührî'nin babasından ayrılıp, Abdülmelik'e katılması mümkün değildi. Kaldı ki, Yakubî'nin bu uydurmasının da, başka hiçbir kitapta yer almaması ayrıca dikkat çekicidir. Sünnetin en ufak bir meselesi için boyunlarını kurbanlık koyun gibi uzatan binlerce insanın yaşadığı tâbiîn döneminde meydana geldiği iddia edilen böyle bir hâdisenin gizli kalması da, esasen mümkün değildir.
Meselenin bir de şu yönü var; Abdülmelik, böyle garip tekliflerde bulunacak basit bir insan değildir. Halife olmadan önce Mekke'de hadis rivayet eden, gözünün içine haramın hayali dahi girmeyen başlı başına bir hadis imamıydı. Tâbiînin hadis imamlarını da tanıyordu. Fakat, halife olunca bu hassasiyetini koruyamamıştı. Onun hilâfeti döneminde de İmam Zührî, henüz annesinin kucağında bir çocuktu.
Ne yazık ki, Yakubî'nin bu uydurmasını Goldziher alıp kullandı; ondan da, batı karşısında şoke olan İslâm dünyasının Ahmed Emin, Ali Hasan Abdulkadir ve Ebû Reyye gibi sözde âlimleri iktibas ettiler. Goldziher gibi müsteşrikler, hadisin ana kaynakları dururken, mücûn ve edebiyat kitabı olan "İkdü'l-ferîd" ve adı üstünde şarkılar kitabı olan "el-Egânî" gibi kaynak sayılmayan kaynakları kullanıp, bilhassa Ebû Hüreyre ve İbn Şihab ez-Zührî gibi, hadisin temel direklerini yıkmakla hadisi ve dolayısıyla İslâm'ı yıkma gayesi güdüyorlardı. Ne yazık ki, berikiler de onun yolunu takip etmekle, bilerek veya bilmeyerek aynı gayeye hizmet etmiş oldular. Bundan sonra da aynı yolu takip edenler, kim olursa olsun, yine aynı gayeye hizmet etmiş olacaktır.
Zührî, hadiste başlı başına bir imamdır; daha sonra gelen İbn Medînî, İbn Hibban, Ebû Hâtim, Hâfız ez-Zehebî ve İbn Hacer gibi dev imamlar, Zührî'nin hadiste eşi-menendi olmadığı mevzuunda ittifak hâlindedirler. Bu koca imam devrildiği zaman, Nazzam gibi monizme inanan materyalist Mutezile imamları ortalığı alacaktır. Goldziher ve onun İslâm dünyasındaki talebeleri, Nazzam ve talebesi "Kitâbü'l-hayavân" yazarı Câhız gibilerden iktibaslarda bulunmakla, ilim adına sadece bir zavallılık sergilemektedirler.
İmam Zührî, onlarca sahabiden hadis aldı; kendisinden de yüzlerce tâbiîn ve tebe-i tâbiîn imamları hadis ahzettiler. O, Ömer İbn Abdülaziz'in emir ve tavsiyeleriyle, hadisi resmen ilk tedvîn etme şerefine erdi ve bu şerefle yaşayıp, yine bu şerefle irtihâl-i dâr-ı bekâ buyurdu.
Tâbiîn-i kiram hakkında da bu kadarla iktifa etmeyi düşünüyorum. Maamafih, Hz. Âişe Validemiz'in kardeşinin oğlu, Nakşî silsilesinin de başı addedilen ve fukahâ-i seb'adan olan Kâsım b. Muhammed'den, İbn Ömer'in azatlısı ve İmam Malik'in hocası Nâfi'den, kırk sene yatsı namazının abdestiyle hiç uyumadan sabah namazını kılan Tavus b. Keysan'dan, Esved İbn Yezid en-Nehaî'den, birkaç sahabi ile görüştüğü rivayet olunan İmam Ebû Hanife'den ve daha başkalarından da bahsedebilirdik. Ama mevzumuz açısından bu kadarını yeterli bulduk...
[1] Müslim, fedâilü's-sahabe 223-224; Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 2/80.
[2] Müslim, fedâilü's-sahabe 225; Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 2/80.
[3] Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 3/146; İbn Asâkir, Tarih-i Dimeşk, 56/67.
[4] Zümer sûresi, 39/47.
[5] Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 3/146; Kurtubî, el-Câmiu li ahkâmi'l-Kur'ân, 15/265-266.
[6] En'âm sûresi, 6/79.
[7] Bakara sûresi, 2/115.
[8] Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 4/291-295; İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 9/117.
[9] İbn Ebî Âsım, el-Âhâd ve'l-mesânî, 6/35.
[10] Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 2/163.
[11] Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 2/162.
[12] İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, 5/126; Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 2/170.
[13] Zehebî, Siyeru a'lâmi'n-nübelâ, 4/233-234.
[14] İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, 6/86; Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 2/98.
[15] İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, 6/86.
[16] Buhârî, fedâilü'l-ashab 26-27; Müslim, fedâilü's-sahabe 118; Hâkim, el-Müstedrek, 3/318.
[17] İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, 6/90-91; Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 2/99.
[18] Ahzâb sûresi, 33/58.
[19] İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, 6/86; Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 2/100.
[20] Kehf sûresi, 18/62; Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 2/178.
[21] Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 2/179.
[22] Mâide sûresi, 5/119; Tevbe sûresi, 9/100; Mücadele sûresi, 58/22; Beyyine sûresi, 98/8.
[23] Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 3/364; Zehebî, Tezkiretü'l-huffâz, 1/109.
[24] İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 9/342.
[25] Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 3/368.
[26] Nûr sûresi, 24/11.
[27] Buhârî, şehâdât 15; Müslim, tevbe 56.
[28] Buhârî, megâzî 34; Müslim, tevbe 56.
[29] İbn Asâkir, Tarih-i Dimeşk, 55/371.
[30] Buhârî, savm 67; tatavvu 14; Müslim, hac 511.
- tarihinde hazırlandı.