Tâbiînin Müstesna Yeri
Kur'ân-ı Kerim, sahabeyi dile getirdiği pek çok âyette tâbiînden de bahseder; meselâ:
وَالسَّابِقُونَ اْلأَوَّلُونَ مِنَ الْمُهَاجِرِينَ وَاْلأَنْصَارِ وَالَّذِينَ اتَّبَعُوهُم بِإِحْسَانٍ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ وَأَعَدَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي تَحْتَهَا اْلأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَداً ذَلِكَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ
"Muhacirlerden ve ensardan ilkler, (en evvel İslâm'a girip, 'Biz varız!' diyerek kendilerini ortaya atanlar) ve ihsan şuuruyla onlara tâbi olanlar var ya: Allah onlardan razı oldu, onlar da Allah'tan razı oldu ve Allah onlara içlerinde ebedî kalmak üzere altlarından ırmaklar akan Cennet'ler hazırladı. İşte bu büyük bir kazançtır."[1]
Bu âyet-i kerimede, sahabe ile tâbiîn bir arada ele alınmakta ve haklarında Allah'ın onlardan, onların da Allah'tan razı oldukları hükmü verilmektedir. Allah'tan razı olmak demek, O'nun celâlinden cefâ, cemalinden safâ da gelse, her ikisini aynı telâkki edip, hüsnü kabulde bulunmak; yani Allah, verdiği her şeyi alsa veya dünyaları verse hiç tavır değiştirmemek; kazanma karşısında şımarmadan, kaybetme karşısında hiç mahzun olmadan dosdoğru kalabilmek ve başa gelen her musibeti lütuf gibi karşılamak demektir. Bu şekilde Allah'tan razı olanlardan Allah da razıdır; Allah'ın bir insandan razı olup olmadığının ölçüsü, o insanın Allah'tan razı olup olmadığıyla alâkalı olduğu söylenebilir. Arz etmeye çalıştığımız vechile kul Allah'tan razı ise ve O'nu ne ölçüde seviyorsa, bu demektir ki, Allah da o kuldan razı ve onu o ölçüde, hatta daha da fazla sevmektedir.
İşte, Muhammedî boya ile boyanan ve Hz. Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sohbetine erme şerefiyle insibağa ulaşan sahabe-i kiram, Allah'la münasebeti içinde nasıl bir derinliğe sahip; nasıl namaz kılıyor, 'Allah' derken nasıl bir tavır alıyor, rengi-benzi nasıl atıyor, nasıl ürperiyor ve nasıl içten içe bir güveç gibi kaynayıp, değirmen taşları gibi ses çıkarıyordu; aynen onun gibi tâbiîn-i kiram da, sahabe ile atbaşı olma gayreti içinde ve o şerefli yerini alma inceliği, duyarlılığı ve derinliğiyle serfirazdı. Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem): طُوبَى لِمَنْ رَآنِي وَآمَنَ بِي، وَطُوبَى لِمَنْ رَأَى مَنْ رَآنِي "Müjdeler olsun beni görüp, bana iman edene ve müjdeler olsun beni görenleri görene!"[2] şeklindeki mübarek sözleriyle ifade edildiği gibi tâbiîn-i kiram, sahabeye 'ihsan' şuuruyla tâbi olmuştur.
Ne demektir ihsan ve ihsan şuuruyla tâbi olma?
Bir mânâsıyla, insanın herkesi kendisi gibi bilmesi ve kabul etmesi, başkalarının lezzet ve acılarını vicdanında duyup paylaşması, a'zamî derecede iyilik düşüncesi, yürek yufkalığı ve insanın hiçbir mü'mine karşı kalbinde gıll ü giş taşımaması demektir ihsan. Bu mânâda Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyrulur:
وَالَّذِينَ جَاؤُوا مِنْ بَعْدِهِمْ يَقُولُونَ رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا وَلِإِخْوَانِنَا الَّذِينَ سَبَقُونَا بِالْإِيمَانِ وَلاَ تَجْعَلْ فِي قُلُوبِنَا غِلاَّ للَِّذِينَ آمَنُوا رَبَّنَا إِنَّكَ رَؤُوفٌ رَحِيمٌ
"O sahabeden, muhacirîn ve ensardan sonra gelenler şöyle derler: 'Rabbimiz, bizi ve imanda bizi geçen, bizden önce gelip de iman etmiş bulunan kardeşlerimizi bağışla ve iman edenler için kalblerimizde en ufak bir gıll ü giş bırakma! Rabbimiz, muhakkak Sen, Raûfsun, acıyansın, Rahîmsin, kullarına, (bilhassa mü'min kullarına) karşı çok merhametlisin.' "[3]
İhsanın bir diğer mânâsı ise: أَنْ تَعْبُدَ اللّٰهَ كَأَنَّكَ تَرَاهُ، فَإِنْ لَمْ تَكُنْ تَرَاهُ فَإِنَّهُ يَرَاكَ peygamber beyanında olduğu gibi, Allah'ı görüyorcasına O'na kullukta bulunmak, biz O'nu görmesek de, O'nun bizi devamlı görüp gözetlediğinin şuuru içinde ibadet etmektir.[4]
Kur'ân-ı Kerim'de tâbiînin, sahabe-i kirama ihsan şuuruyla tâbi olduğunun ifade edilmesi, bir hayli mânidardır. Çünkü, mutlak fazilet, her zaman sahabe-i kirama ait olmakla birlikte, bazı hususî faziletlerde "mercûh râcihe tereccüh edebilir"; tâbiîn içinde, bazı hususî faziletlerde sahabeye yetişen, hatta bazı hususlarda sahabeden bazılarını geçenler bile vardır.
Şundan ki, Allah, tâbiîn döneminde insanları büyük fitnelerle sarsmış, silkeledikçe silkelemiş.. ve her yerde, her evde âdeta korkunç fitne ateşleri yakılmış, siyonist düşünce, bugün olduğu gibi, o dönemde de bütün ürperticiliğiyle her türlü oyununu, hilesini ortaya koymuştur. Bu dehşetli fitne ateşi karşısında her selîm vicdan sahibi: رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ "Rabbimiz, Sana tevekkül ettik, Sana yöneldik, Sana dayandık ve Sana'dır dönüş."[5] inanç, anlayış ve şuuru içinde Allah'a teslim olmuştur. Hatta bu noktada, öyle bir teveccüh hâsıl olmuştur ki, gününü bin rekât namazla süsleyenler, Kur'ân-ı Kerim'i dört günde, hatta bir gecede iki rekât namazda hatmedenler, hayatlarında cemaati hiç kaçırmayanlar ve ömrünü secdede geçirenler, hep tâbiîn arasından çıkmıştır.
İkinci olarak, tâbiîn döneminde maddî cihad kılıcı bir ölçüde kınına konmuş ve mânevî cihad, "cihad-ı ekber" denilen nefisle cihad en büyük vazife hâline gelmiştir. Nefs-i emmareyle yaka-paça olup, nefs-i levvameye, oradan nefs‑i râdiye, mardiye, mutmainne, sâfiye mertebelerine ulaşma ve: رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ "Allah, onlardan râzı oldu onlar da Allah'dan râzı oldu."[6] sırrına erme mücadelesi vermiştir tâbiîn. O kadar ki, Mesruk, Mekke-i Mükerreme'de kaldığı sürece, sağ veya sol yanını yere koyup yatmamış ve hep Kâbe karşısında secdede uyumuştur. Hastalandığı zaman kendisine: "Biraz dinlenmeyi düşünmez misin?" dediklerinde şu cevabı vermiştir: وَاللّٰهِ لَوْ أَتَانِي آتٍ فَأَخْبَرَنِي أَنَّ اللّٰهَ لاَ يُعَذِّبُنِي لَاجْتَهَدْتُ فِي الْعِبَادَةِ "Allah'a yemin olsun ki; gâibden-semadan birisi gelse de bana 'Allah sana kat'iyen azap etmeyecek!' dese, ben yine eskiden olduğu gibi aynı ciddiyet ve azimle ibadet etmeye devam ederim."[7] Zaten, onun efendisi, bizim efendimiz, Kâinatın Efendisi de (sallallâhu aleyhi ve sellem) aynı şeyi söylememiş miydi? يَا عَائِشَةُ! أَفَلاَ أَكُونُ عَبْداً شَكُوراً "Ey Âişe, ben, şükreden bir kul olmayayım mı?"[8]
[1] Tevbe sûresi, 9/100.
[2] Taberânî, el-Mu'cemü's-sağîr, 2/104; Hâkim, el-Müstedrek 4/86.
[3] Haşir sûresi, 59/10.
[4] Buhârî, iman 37, tefsir (31) 2; Müslim, iman 5-7; Tirmizî, iman 4; Ebû Dâvûd, sünnet 16.
[5] Mümtehine sûresi, 60/4.
[6] Beyyine sûresi, 98/8.
[7] İbn Cevzî, Sıfatü's-safve, 3/25.
[8] Buhârî, tefsir (48) 2; Müslim, munâfikîn 79-81; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/115.
- tarihinde hazırlandı.