Sulh Çizgisi Üzerine

Günümüzde çeşitli fikir akımları ve çalkalanmalar vardır ve olacaktır da.. Çünkü insanımız bunalımlar içindedir. İlimlerin esası, araştırmaya götüren şüpheler olduğu gibi, fikir akımlarının menşei de bir bakıma bunalımlardır.

Asra göre her türlü ihtiyaçları temin edilmiş ve tabiî gelişmesini sürdüren topluluklarda sıkıntı yok denecek kadar azdır. Maddî-manevî ihtiyaçları giderilememiş ve fıtrî gelişmesini sürdüremeyen topluluklarda ise, iç ve dış baskı ve zorlamaların giderek artmasıyla, buhranlar da o kadar fazladır.

Bunalımlar ve içtimâî herc-ü merc, kar, tipi ve fırtınalara benzer. Onun için, çok defa neticesi itibariyle de güzeldir. Zira, buhranlarla toplum yeni tekevvün ve teşekküle zorlanır ve bu sayede yaşadığı devrin idrakine erer. Bir cemiyet yaşadığı devri bilmiyor, aksiyon ve reaksiyonlarıyla o devrin hâdiselerinin içine giremiyorsa, onu yaşıyor kabul etmek mümkün değildir ve o cebrî bir inkıraz yolundadır.

Yaşadığımız devrede, tabakât-ı beşer çapındaki çalkalanmaların arkasında hiç şüphe yok ki, işte bu bunalımlar, iç ve dış baskıların huzur cidarlarını zorlamasıyla da yeni tekevvün ve teşekküle hazırlıklar var. Bu umumî çalkalanma ve tekevvünden münkariz olmayan her millet, payına düşeni alacak ve yeni bir dünya kuracaktır.

Milletimiz ve bağlı bulunduğumuz milletler topluluğunun da, bunun dışında kalması herhalde düşünülemez. O da bunalımdan bunalıma mâruz kalacak, sıkıntıdan sıkıntıya düşecek ve bin türlü sancı çekecektir.

Asıl mesele ise, bütün bu olup bitenlerden sonra, yeni oluşu, kadîm ve sarsılmaz prensiplere tevfîkan mükemmel hazırlamaktır. Aksine içtimâînin kanunları bilinemez, muâlece ilmî olarak yapılamazsa, ters ve olumsuz davranışlar, her şeyi alt-üst de edebilir.

İşte bizler bu gün, böyle bir "olma" veya "olmama" durumuyla karşı karşıya bulunuyoruz. Ya bütün bu buhranlardan sonra bir idrak ve izanla, kurulmasını tasarladığımız dünyayı kuracak ve huzura ereceğiz veya bir kısım küçük hesap ve çıkarlar uğruna, çekilen binlerce ızdırabı semeresiz ve boş yere kılacak bir anlayış ve davranışla -maâzallah- gerisin geriye gideceğiz.

İşte bu hususta, araştırmacımızın meşkûr mesâisi ve mevzuu yapıcı bir eda ile ele alması, duruma aydınlık ve ümidimize fer getirici mahiyettedir. Mahirâne bir anlayış ve anlatışla iftirak ve ittifakın teşrihini yapan yazarı, hem meselelerin içine nüfuzdaki muktesebât ve zenginliği ile hem de bu meselenin dertlisi, hem samimi dertlisi olması itibariyle, gönül ve vicdanlara seslenir bulduk ve emsâli yazı, kitap ve makaleler arasından neşredilmek üzere bunu tavsiye etmeyi uygun gördük.

Doğrusu ittifak ve iftirak mevzuu, günümüzde ehemmiyetini koruyan en aktüel bir mevzudur. O, her devirde ehemmiyetini korusa bile, merkezî taazzuvun gerekli, hem çok gerekli olduğu bir dönemde, ciddiyeti giderek artan ve bütün içtimâî meselelerin önüne geçen bir mevzu haline gelmiştir. Asırlardan beri faturasını milletin ödediği bu ihtilâf ve iftirak, hissîliğin ön aldığı günümüzde endişe verici buudlara ulaşmıştır. Çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki, dirilişimiz için bundan daha büyük tehlike tasavvur etmek mümkün değildir.

Toplumumuz, ilmî ve fikrî yapısı itibariyle alabildiğine sığ, kalbî ve ruhî hayatı itibariyle oldukça fakir; imam ve rehberleri itibariyle sahipsiz ve acınacak haldedir. Bağnazlık ve müsamahasızlığın beslenip kaynaklandığı bu vasat yok edilmedikten sonra, ittifak ve ittihadı düşünmek bile çok zordur.

Zira, anlaşma ve uzlaşma, her şeyden evvel bir akıl ve mantık işidir. Akla ve mantığa dayalı bir vahdettir ki, dayanır ve uzun ömürlü olur. Buna karşılık günümüzde daha çok hissî vahdet ve kardeşlik vardır. Bu ise zaif, yetersiz ve kısa ömürlüdür. Belli bir grup karşısındaki toplanmalar, düşmanlık duygularıyla bir araya gelmeler; saldırmış veya saldırılmış olma ruh-hâleti içindeki derlenmeler, hissî birleşmelerin gelip geçici dalgalanmalarından ibarettir. Bugünkü keyfî ve kemmî buudlarımız içinde böyle bir vahdet katiyen yetersizdir ve hele mukaddes prensiplerimiz açısından asla tecvîz, tasvip ve muhakkak surette takdir göremez.

Öyle ise, iç ve dış ayırıcı faktörleri hesaba katarak, fasl-ı müştereklerimizin müzakereye getirilmesine ve birliğimizin aklîlik ve mantıkîlikle yeniden ele alınmasına şiddetle ihtiyaç vardır. Gâye ve vesîlelerin, hedef ve maksatların tâyin ve tespitlerinin yeniden gözden geçirilip, vicdanî bir mukaveleye dilbend olmaya ihtiyaç vardır. Maddî - manevî, dünyevî ve uhrevî saadetimizin temel taşı olan vahdetimiz için, hiç olmazsa Anglo-sakson ve Gall ittifakı biçiminde bir ittihada ihtiyaç, hem çok şiddetli ihtiyaç vardır.

Düşmanlarımızı meşgul etme, düşündürme ve göz açtırmama gibi, kiyâset ve dirâyet isteyen hususları beceremesek bile, hiç değilse onların oyunlarına gelmeme ve elimizle kendi tükenişimizi hazırlamama, anlayışını göstermeliyiz. Aslında buna mecburuz da...

Farklı düşünce ve anlayış, farklı yaradılışın neticesidir. Yaradan böyle dilemiştir ve bunda da rahmet ve hikmet vardır. Fakat, şerîat-ı fıtriyedeki âhenk ve ıttıradı, beşer kendi iradesiyle temin etme mükellefiyetindedir. Makro âlemde cebrîlik, insanlık âleminde ise "şart-ı âdi" tarifiyle irâdilik hüküm fermâdır. İlk varoluş bir ihsan ve sonra her ihsan bir sebebe terettüp etmektedir. İçtimâî vifak ihsanına mazhariyetin sebebi de, vicdanların içtimaileşmesi ve gönüllerde mürüvvet ve insanlık sevgisinin mayalanmasıyla olacaktır. Onun için nefse muhabbet ve teabbüdün ifadesi, inhisarcılık; vesileleri, hedef ve maksatların yerine oturtma gibi gizli şirk "Benim elimde olmadıktan sonra başkalarının getireceği hayrı da vesile-i hayrı da istemem" gibi haknâşinaslık; doğruluğu kendine tâbi olmada görüp ve bütün tâbî olmayanları tekfîr, tadlil ve tecrîmde bulunma gibi hoyratlık ve bağnazlık, vicdanlardan sökülüp atılmadıktan sonra böyle bir anlaşma ve uzlaşmayı muhâl görmekteyiz.

Her şeyden evvel, temelde olmayan farklı düşüncelerin normal kabul edilmesi ve en azından bir yabancıya karşı takınılan sunî nezaket kadar, onların da böyle bir şeye hissedar kılınması elzemdir, zarurîdir, mukaddes birlik ve düzenimize bir temennâ ve selâmdır.

Kaldı ki küçümsenmeyecek kadar bölücü faktörler de vardır ve bunların mevcudiyetini kabul etmek realitenin ifadesidir:

1- Uzun zaman dinî hizmetlerin muattal kalması ve sonra da bu vazifenin birbirinden ayrı ferd ve cemaatler tarafından yürütülmesi ve hele bu ferd ve cemaatlere sözünü geçirecek bir lider ve reh - nümânın bulunmayışı, her grubun ayrı bir yol tutup gitmesine sebebiyet vermiştir. "Bir kısmı her köyde Kur'an kursu açarak, bir kısmı dini ihyâ edici mahiyette hazırlanmış kitapları okuyarak, bir kısmı entelektüel seviyede adam yetiştirerek ve bir kısmı da siyasî faaliyet sürdürerek" milletlerine hizmet yolunu tutmuşlardır. Bu itibarla da, din, vatan hizmetindedirler, fakat ayrı ayrıdırlar...

2- Bu gruplardan her birerleri, kendilerine ışık tutan rehber ve öncülerine müceddid nazarıyla bakmaları - mâsum olsa dahi bir ayrılığa sebebiyet vermektedir. Zira "Müslümanların vicdanında müceddid telâkkisi olduğu müddetçe -ki kıyamete kadar devam edecektir- dine karşı kötülüklerin arttığı devirlerde, ilmî ve amelî yönleriyle iştihâr edecek kimseler ve bunlara tâbi olanlar bulunacaktır." Kitlelerin fikir ve ruh yapılarının hazırlanmasında ve içtimâînin ölü yönlerine hayat nefhedilmesinde dahli bulunan bu kimselere de müceddid denecektir. Bu ise, çok defa tâbi olanlar için zararsız olsa bile, mühtedi ve acemilerin elinde iftirak unsuru hâline gelmesi, ihtimâl dahilindedir.

3- Mehdîlik müessesinde de, müceddidlik için vârid olan aynı şeyler zikredilebilir. Korkunç âhir-zaman fitnesi karşısında Mehdîlik akidesi, ferd için de, cemaat için de bir kurtarıcı simittir. Evet, itikâdî bağların zaafa uğradığı, amelin terk edildiği, muamelâtın tamamen muattal kaldığı bir dönemde, öyle harika bir zât lâzımdır ki, bize göre muhâl olan, bütün bu işler için gerekli ıslahatı bir hamlede ve bir nefhada yapıversin. Bu anlayış da ütopik yönleri bir tarafa, yadırganacak bir husus değildir. Ancak ferde atfedilen azamet ve cemaattaki asabiyet itibariyle iftiraka sebebiyet verebilmesi kuvvetli muhtemeldir.

4- Bunlardan başka, içimizdeki ihtilâfların dıştan körüklenmesini de hesaba katma mecburiyetindeyiz. İmparatorluklar kurmuş ve asırlarca insanlığın kaderine hükmetmiş bir millet olarak, komşularımız ve muâsırlarımız tarafından hiçbir zaman hazmedilemediğimiz bir vâkıâdır. Bin seneye yakın bir zaman zarfında sürdürülen bütün "Hilâl-Sahip kavgaları milletimize karşı güdülen bir düşmanlık ifadesidir." Amerika'nın silah ambargosu ve toplumlar arası bazı meselelerimize karşı umursamazlığı; bu arada batılı devletlerin, hattâ üyesi bulunduğumuz toplumlarda dahi, bize üçüncü sınıf bir devlet nazarıyla bakmaları "dipdiri bir haçlı ruhunun devamı" demektir. Su yüzüne çıkan bu muamele ve davranışların arkasındaki korkunç kin ve nefreti görmemek mümkün mü?..

Bu kin ve nefret haçlı seferleriyle başlamadığı gibi, onlarla da bitmemiştir. Aynı zihniyet, strateji ve taktik değiştirerek, çeşitli entelijan servisleriyle bugün dahi faâliyetini sürdürmektedir ve dipdiridir.

Eskiye nispeten tehlike bugün biraz daha artmıştır. Zira, "eskiden tehlike dışarıdan geliyordu, mukavemet kolaydı; halbuki şimdi içeriden geliyor" o nispette mukavemet de güçleşti. Sârî bir illet hâlinde, bütün cemiyeti saran lâ ahlâkîlik, bir toplumu ayakta tutacak bütün esasları yıktı; yerle bir etti. Alman ahlâkı, batı ahlâkı, nihilist ahlâk ve şuyûi ahlâk gibi ahlâk adına çeşitli cinnetlerle, mukaddes değerlerine karşı saygısız hâle getirilen neslimiz, en utandırıcı ifadesiyle fikrî ve ruhî nesepsizliğin kurbanı oldu. Ve o, bugün bir anlayış, bir (terminoloji), bir (metodoloji) keşmekeşliği içinde olduğunun farkında bile değildir.

Bu karşılık ve curcunanın, ehl-i iman kesimine aksetmediğini iddia etmek oldukça zordur ve dikkat isteyen meseledir. Evet, yerinde mezhep anlayışının değerlendirilmesi; yerinde meşrep ve mizaçların işlettirilmesi ve yerinde etnik havanın kurcalanması, dış mihrakların müracaat mahâlleri olmaları itibariyle dikkat edilmesi gereken hususlardır. Vâkıa dine hizmet eden grupların bu türlü bölücü telkinlere kapıldıklarına, beslenip ve idare edildiklerine dâir ciddî bir karîne mevcut değildir. "Bazı gruplar için bu çeşit iddia ve dedikodu var ise de," İman ve Kur'an cemaatinin, dıştan direktif almayacağına dâir emâreler daha kuvvetli görünür. Ancak, cemaatlerin fikrî ve ruhî olgunluğa erememesinden bağnazlıkların olabileceği ve bunun da dahilî sürtüşmelere yol açabileceği de asla hatırdan çıkarılmamalıdır ki, bu da "farkına varılmadan, düşmanın menfur gayesine hizmet etme" demektir.

Türkiye ve İslam dünyasında hizmet maksadıyla bir araya gelen her cemaat için, şu tehlikeler katiyen bahis mevzuudur:

1- Bazı büyük zevâtın maddî -manevî hubb-u câh hissinin işlettirilip, karşı gruplarla rekabete itilmesi.

2- İslam adına verilen kavgada, mukabil hizmet cemaatlerini (yıkma) esasıyla hareket edilmesi.

3- İlim ve fazilet semerelerinin elde edileceği yer ve zaman, yakın ve uzak istikbâl olduğu hâlde, onun, her küçük sa'y ve gayret arkasında, hemen burada beklenilmesi.

4- Çekici ve sürükleyici bir hizmet kadrosunun tesirini kırmak için ona karşı yeni bir grup çıkarmak ve bu yeni alternatifle, dahilî sürtüşmeler meydana getirilerek, iç şikâk ve iftiraklarla o topluluğun eritilip, tüketilmesi.

5- Hizmet topluluklarının, kendi mesleklerinin muhabbetiyle yaşamaları bir esas iken, bunun yerine başkalarına düşmanlıkla meşgul ve meşbu bulunup, tevfîk-i ilâhînin vesilesi bir keyfiyetten inhiraf ettirilmesi...

Bunlara ilâve olarak, insanımızın tatmîn edilemediğini, bir kalp ve ruh boşluğuna mâruz kaldığını, devrimizin bir kısım fantazi düşünce ve sistemlerine kör körüne kapılıp gittiği ve bu suretle de kalbinden ve vicdanından uzaklaştırıldığını zikredebiliriz...

İşte o, bir taraftan böyle iç âleminin mesnet ve kâidelerinden mahrum bırakılırken, diğer taraftan da serazat, çakırkeyf bir (şirzime-i kalîlin) hayvanî hisler hesabına sahnelendirdiği, iç gıcıklayıcı ahvâl ve şartlarla, ciddî hiçbir şey, fakat bunun dışında her şey olmaya namzet hâle getirildi.

Sosyoloji ve antropoloji âlimleri, yeryüzünde dinsiz bir kavmin yaşamadığı hususunda ittifak halindedirler. "Tarihin hiç bir devrinde, küre-i arzın hiç bir noktasında şimdiye kadar dinsiz bir cemiyete rastlanmamıştır." Din hissi, fıtrî ve tabiîdir. Beşeri bundan mahrum etmek, ferdî ve tabiîdir. Beşeri bundan mahrum etmek, ferdî ve içtimâî bir kısım depresyonlara yol açacaktır. Vicdanına ve kalbine giden yolları tıkalı gören insanlık, sistemli sistemsiz kendine göre tatmin yolları araştıracak ve bu tabîi ihtiyacını gidermeye çalışacaktır. Her mizaç ve meşrebin kendi rengini vererek oluşturmaya çalıştığı böyle bir tatmin yolunun nasıl karmaşıklığa sebebiyet vereceği ise, her türlü izahtan vâreste bir husustur. "Cemiyette değerler anarşisi ve bunun sonucu da kanlı-bıçaklı müsâdeme... " İşte, tabiat ve fıtrat kâle alınmadan ortaya atılan hayat felsefesi ve işte bin bir curcunanın hüküm sürdüğü perişân vatan!.

Bu mefhum keşmekeşliği içinde, müstağriplerin durumu da ayrıca üzerinde durulmaya değen ciddî hususlardandır. "(Vatan) deyince Turancılık, (millet) deyince faşistlik, din deyince gericilik mânâsını anlayan" bu (Mehlika Sultan âşıkları)'nın bir buçuk asırdır ne dediklerini ne yazdıklarını anlamak oldukça zordur. Bir zamanlar bütün yolları batıya bağlayan, batı yamaçlarında tenezzühe çıkan ve batı sahillerine seyahat düzenleyen bu garip ve garip olduğu kadar da ciddî bir hesabı olmayan garbonarilerimiz, daha sonra bütün güçleriyle "emperyalizm" ve "kapitalizm" on ikisinden batıya kurşun yağdırmaya başladılar. Bu demekti ki, bizde batılılaşma bir muhasebenin neticesi olmadığı gibi, başka sevdâlarla ona ve sistemine sırt çevirmemiz de yine bir muhasebe ve plânın neticesi değil de, her şey bir kuru sevdalılık, her hamle bir maceradan ibaretmiş...

Netice olarak diyebiliriz ki, din ihtiyacının yeteri kadar karşılanmayışı, bir tarafta mülhit ve ateist bir grubun yetişmesine yol açarken, diğer taraftan da, bu meşru ihtiyacı giderme yolunda, birbirinden habersiz ve sistemsiz, ayrı ayrı toplulukların, dinî ve içtimâî birer hizmet sahasını kendilerine hizmet sahası edinerek o yolda faâliyet göstermeleri, pek çok grubun meydana gelmesine yol açmıştır. Ve yer yer bu hizipler arasında sert tartışmalara, endişe verici kavgalara ve ciddî vuruşmalara milletçe şahit olunmuştur. Hele ihlâs ve samimiyet gibi amelin özünden habersizlik, nefse muhabbet, inhisar-ı fikir de araya girince, kargaşalık üstesinden gelinmez buudlara ulaşmıştır.

Bu kadar gâile içinde, mevcudiyeti muhafaza dahi çok zor olduğu halde, bir inâyet eliyle büyük gelişmelere ve yeni tekevvünlere ulaştırıldığımız şâyan-ı şükrândır.

Müellif bütün hâileleri hesaba katarak, âdetâ bu ateşten kütlenin (taç- tabakasına) yükselip, insan ve hadiselerin realitesi içinde bizlere akıl ve mantığın zaferini, iman ve ümidin sırça saraylarını gösteriyor. Bana kalırsa, asıl yapılması gereken şey de budur. Ne panik ne de kuru ümniyye... Belki bir görme ve idrak, bir af ve müsâmaha ile hâdiselerin üzerine gitme...

Gruplaşma hissi, insanın fıtratında vardır ve hükmünü icrâ edecektir. Asıl mesele, bu duyguyu zararsız, hatta fâideli kılmaktır. İyi kanalize edilememiş bu his, çok defa insana da insanın tabiatına da zıt bir istikamette gelişir ve zararlı olur. Cehâlet, görgüsüzlük, bağnazlık gibi içtimâî ârızalar, bu hissi baskı altında tuttukları müddetçe her an kanlı bıçaklı kavga hazır demektir. Aksine, ilim ve irfanın, hoşgörü ve müsamahanın yaygınlaştığı nispette de, anlaşma ve uzlaşma pozisyonları doğar ve grupların ittifak edeceği bir (sulh çizgisi) belirir. Böylece fıtrat ve onun kanunları içinde kısmen reaksiyonlarımız frenlenmiş, hiddet ve öfkelerimiz de dinmiş olur.

Davânın hakkaniyeti, hedef ve temel prensiplerin vahdeti, metot ve vesile farklılığını tesirsiz kılacak kadar muhterem, râsıh ve sarsılmaz olduktan sonra, en ehemmiyetsiz bahânelerle ihtilâf çıkarmak, çocuk meşreplilik, haknâşinaslık ve mürüvvetsizliğin ifadesidir. mizaç ve meşrep olarak "mahlûkâtın soluklarınca Allah'a (c.c.) vâsıl yollar vardır. Ehl-i sünnet'in cevaz verdiği sınırlar içinde, her yolculuk aziz bilinmeli ve her hizmet alkışlanmalıdır.

Başkasını tekfîr, tadlîl ve tecrîme ne gerek var, herkes kendi yolunu tervîc, teşrîh ve tavsiye ile meşgul olmalı ve onun muhabbetiyle yaşamalıdır. Bu yol aklın ve mantığın yolu olduğu gibi, iman ve Kur'an'ın da yoludur. Bu yolda "herkes kendi mesleğinin sevgisiyle hareket eder, diğer gruplara husumet beslemez. Onlara yönelteceği tenkitler, yıkıcı, kırıcı ve küstürücü değildir. Kendi grubunun itibar kazanmasını öbürünün ibdâl ve tezlîlinde aramaz. Onu da bir kardeş bilir ve kusurlarını araştırmaz. Fazilet ve başarılarını gördüğü zaman takdir eder ve sevinir. Kısacası, herkesle beraber bir hayır yarışında bulunduğunu ve gene onlarla, kıymetli bir hazineyi taşıma mecburiyetinde olduğunu bir lâhza hatırından çıkarmaz. Böyle olunca da, ayni istikamette hareket eden herkesi, kendine yardımcı kabul eder, her muvaffakiyete tazim durur, her sa'yi alkışlar ve her yardım elini öper.

Devr-i Risâlet -Penâhîde, emirler bu istikamette sâdır olduğu gibi, pratik de, bu anlayış çizgisi üzerinde cereyân etmiştir. Uzlaştırıcı faktörlerin şuur haline gelmesine, kardeşlik anlayışının çok ileri seviyeye ulaştırılmış olmasına rağmen, ayrı ayrı çiçek ve semereleri tekeffül eden farklı istidatlara hiç ilişilmemiştir.

Bir Ebu Zer ile Abdurrahman bin Avf'ın, bir Bilâl ile Hz. Osman'ın, küçümsenmeyecek kadar farklı, mülâhazaları, teferruattaki farklı görüşleri, hiç mi hiç yadırganmamıştır.

İçtimâî vahdeti zedelemedikten sonra, kabîle ve aşîretler arasındaki tutkunluğa da dokunulmamıştır. Evet, Muhâcir ve Ansâr diye iki ayrı şerefli ünvana dokunulmadığı gibi, Evs ve Hazrec namları da ilelebet sürüp gitmiştir. Sad b. Muaz'ın, kabilesine "Efendinize ayağa kalkın" derken tabiatı beşer teyit buyruluyor ve her kabile ayrı ayrı buyruklar altında cihâda götürülürken, hamiyet ocakları, fetih ve zafer hesabına yakılıp tutuşturuluyordu. Hatta aralarındaki mufâherelere - cidâle girmemek kaydıyla - göz yumuluyordu. "Kur'an'ı ezberleyenler bizdendir, falan bizdendir, filan bizdendir" şeklinde cereyan eden her şey hemen hemen hep müsâmaha ile karşılanıyordu ve bir bakıma bunlar, çok hızlı yükselen o cemaat için, yükseltme nirengileri oluyordu.

Evet.. Bütün bunlar vardı, ama ittifak ve âhenk de vardı. Marz-i İlâhîyi kazanma sath-ı mâilinde her ferd, senfonizmadaki "intibâkât-ı asvât" keyfiyetinde olduğu gibi, nağmesini umum havaya uyum ritmiyle edâ ediyordu. Ediyordu, çünkü olgundu; hakperestti; mukaddes bildiği şeylerin ufkunda şehbâl açmasının delisiydi ve şeâirin tazim görmesini istiyordu; bunlar kimin tarafın yapılırsa yapılsın, onun için ehemmiyeti yoktu.. Gün doğup bir sabah olduktan sonra ona, ha sultanlık verilmiş, ha bir dilencilik...

Yeni doğuşun Ansâr ve Hâvârileri, saadetlerini başkaları için unutmuş büyük diğergâmlar ve etrafın lezzet ve mutluluğuyla gönlünde cennet kuranlar olacaktır.

Devrimizdeki gruplaşmalardan biri de belki de en tehlikelisi, kana, ırka dayalı gruplaşmadır. Bu da batı menşelidir ve batı menşeli olması da hiç bir münevverin şüphe etmeyeceği kadar kat'idir.

Tabakat-ı beşer çapında kavgaların verildiği ve bütün insanlığı içine alacak şekilde ideolojilerin ideolojilerle çarpıştığı bir dönemde, böyle bir anlayış oldukça garibdir. Hele hele, bir mıntıkada bulunup da, aynı sosyolojik yapıya sahip olan kimseleri, çeşitli etnik gruplar halinde mütâlâa etmek, gayet gülünç ve gülünç olduğu kadar da, yarınki herc-ü merci hazırlaması bakımından tehlikelidir. Gülünçtür, zira asırlardan beri (tebelbülü akvâm)'a sahne olmuş vatanımızda, (safkan) dediğimiz şeyi arama "levh-i mahfuz"a muttali olmaya vâbestedir. Kaldı ki, şark, garb, cenub, şimâl Anadolu’nun hemen her tarafından yerleşmiş, oldukça farklı topluluklar vardır. Ve bunlardan her birerlerinin içinde değişik (ırk) iddiasıyla teşekkül etmiş gruplar da vardır. Bu gruplardan her birerlerinin bilerek veya bilmeyerek bu gülünç duruma düştüğü de muhakkaktır. Öyle ise, siyâsi, gayr-i siyâsi bütün gruplar için (vahy-i münzel)'in âlem-şümûl davetine icabetten başka, ne çare ne de makul bir mesnet kalmadığı çağrısıyla insanımıza sesleniyoruz; "Hepiniz toptan Allah'ın ipine sımsıkı sarılın ve sakın parçalanıp ayrılmayın" don olduğu gibi bugün de böyle bir kardeşliği gerçekleştirmek mümkündür. Elverir ki, bu çok ciddi mesele, İlâhi ifâde adesesi altında, akıl ve mantık düsturlarıyla ele alınsın.

Artık bütün meselelerimizi bir his ve heyecan zemzemesi içinde değil de, mukaddes prensiplerimiz muvâcehesinde ve bir içtimâi mukâvele şeklinde ele alma mecbûriyetindeyiz. Zira, dış mihrakların imal ettiği çeşitli alternatifler ve bizim içimizde de bir kısım menfaat gruplarının zuhuru, bundan başka mukaddes gaye ve ideâllere karşı ihtiram hissinin sarsılması, keza büyük dava ve ona bağlı mübeccel mefhumların yerini bir kısım küçük hesap ve çıkarların alması, aradaki rabıtayı daha kuvvetli hale getirmemizi zaruri kılmaktadır. Oda, bütün fasl-ı müştereklerimizi ortaya dökerek, onlarla ayırıcı faktörlerin muvazenesini yapma şeklinde olacaktır. İman esasları birliğini, amel ve ibadet birliği, sonra vatan ve kültür birliği, asırları aşan acı, tatlı kader birliği düşman ve hasım birliği gibi fasl-ı müştereklerimizi... Evet bütün bunlar en mübeccel şeylerden daha mübeccel, daha mukaddes bağlayıcı ve birleştirici unsurlar olduğu halde, bunların yanında bölünmeyi gerektirecek şeyler, kayda değer şeyler olmadığı da bir vakıadır.

Esasen, Sahib-i Şeriat tarafından da mesele, bu şekilde ele alınmıştır. Kelime-i Şahâdet, en büyük bir esas kabul ve tespit edildiği gibi, edâ eden her ferdin de mâsuniyetinin remzi olmuştur. Üsame'nin şiddetli itâb görüp, azarlanması, Muhallem'in huzurdan uzaklaştırılıp yüzüne bakılmaması gibi pek çok hâdise var ki, neyin sâhib-i Şeriat'a en birinci râbıta ve esas olduğunu açıkça göstermektedir.

Mesele böyle ortaya konunca, ehl-i îman, ehl-i secde ve ehl-i kıble olanlarla anlaşmama, uzlaşmama bir tarafa, onları tekfîr, tadlîl ve tecrîm etmeye kalkmak, iman ve izanla nasıl telif edilir!. Bir de bu işi yapanlar, kitleleri sevk ve idare eden liderler olursa, o zaman tahribât kadar cinayet ve cürüm de bir kaç kat olmaz mı? Evet bu umumî muvazenesizlik mevzuunda en bedbahtlar "İçtimâî durumu itibariyle bir hatası binlere bâliğ olan imam, rehber ve liderlerdir."

Bütün rehber ve rehnümâlara lider ve başbuğlara vicdan-i umumîyi tâmire mâtuf bir hususu, bir kere daha hatırlatmak istiyoruz.

Sevginiz Allah için, nefretiniz Allah için, öfkeniz Allah için olsun. Nefsin mabudiyetine artık bir son verin, zira nefsine perestiş edenin ne Hakk'ı ne de halkı sevmesi mümkün değildir. Dostlarınızı Hak ölçüleri içinde sevin ve onlara karşı mürüvvetten ayrılmayın. Düşmanlarınız entrikalarına karşı uyanık olun: Onların oyunlarına gelmeyin ve onları idare etmesini bilin. Kendi aranızda birbirinizden adam ayartma ve aktarmayı düşünmeyin ve bu alçaltıcı yola tenezzül etmeyin. Çünkü topluluğunuz, ne kemmî ne de keyfî bundan hiç bir şey kazanmayacaktır.

Kinin ve nefretin şimdiye kadar hallettiği hiç bir mesele olmadığını bir kere daha hatırlayarak, medenilere karşı galebenin ancak iknâ ile olabileceğine katiyen inanın ve son bir kere de bu yolu deneyin.

Birleştirme Havarisi gibi, uğradığınız her şahsa (Gelin, birleşelim) demeyiniz ve hele bunu derken, grubunuza davet edâsı içinde asla ifade etmeyiniz. Zira bu tutumunuz şimdiye kadar en hakperestlerde dahi grup hamiyetini tahrik etmeden başka bir işe yaramamıştır. Bilakis uğradığınız kimselerin, hizmetlerini senâ ediniz, rehber ve mürşitlerine karşı hürmetkâr oluruz.

Bir mümin olarak kâinata "mehd-i uhuvvet" nazariyle bakıp, her varlıkla münasebet kurma yolunu araştırınız ve hele mutlak surette, müminlere karşı daima mülâyim ve difüzyona hazır durumda bulununuz.

Sizi buraya kadar hazırlayıp sevk ve idare eden inâyet eliniz işlediği hikmetleri de zinhâr tenkit etmeyiniz. Kim bilir henüz rüşdünü idrak edememiş şu heyet-i umumiyenin, belki bir müddet daha ayrı ayrı cetvellerde akması gerekmektedir.

Ve hepiniz tenkidi atıp bir miktar da takdir ve tebcille yaşayınız. Allah muîniniz olsun..

Doç. Dr. İbrahim Cânân Bey, büyük muhtevâlı ve küçük hacimli kitabıyla, bu en büyük derdimize parmak basıyor ve bir hekim hazâkati içinde teker teker tedavi yollarına tasaddî ediyor.

Kendisine bütün okuyucuları adına teşekkür eder, emsâli hizmetlerinin temâdisini dilerim.

Fethullah Gülen, Sızıntı, Temmuz 1979, Sayı 6

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.