Yeni Bir Bakış Açısıyla İlim ve Din

Bu bölümde, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Prof. Dr. İrfan Yılmaz, Doç. Dr. İ. Hakkı İhsanoğlu, Selim Aydın, Fuat Bozer, Nevzat Bayhan ve İhsan inal'ın "İlim ve Din" isimli kitabına yazdığı takdim yazısını bulacaksınız.

Son bir-iki asırdan beri pozitivist ve materyalist teoriler, bilim ve düşünce hayatını tamamen baskı altına aldıklarından, varlık ve eşya adına başka yorum ve başka referans kaynakları özenle ilim yuvalarının dışında tutulmaya çalışıldı; kâinat ve hâdiselerin yorumu tek bir tipe ircâ ile her şey belli bir anlayışa göre tefsir edildi. Yani hakikatin ilmine ulaştıran yollar daraltıldı. Her şey madde ve tabiatla irtibatlandırılarak metafizik mülâhazalar bütün bütün devre dışı bırakıldı. Oysa ki, çağımızın ilim telâkkisine göre, atomla beraber atom-altı, atom-üstü dünyalar da, hem de sorgulayıcı bir üslûpla, ele alınmalı; ihtimâlî mülâhazalar öne çıkarılmalı; en azından varlık, kendi iç dinamikleri, parçaları ve parçacıkları ile yorumlanıp tahlil edilmeli; bir kısım haricî güç kaynaklarının mevcudiyeti de hesaba katılarak her şey, fizik ve metafizik, ruh ve maddenın birleşik dünyasına göre değerlendirilmeliydi..! Ama ne acıdır ki, böyle önemli bir meselede, ne dini dışlayanlar ne de ona sahip çıkanlar, daha doğrusu sahip çıkıyor görünenler, gereken ilmîliği gösteremedi ve hiçbir zaman varlığa bu ruh ve bu mânâ esprisiyle bakamadılar.. ve hele katiyen kâinat ve insanı, ilâhî isimlerin değişik tecelli dalga boyunda birer yansıması olarak hiç mi hiç düşünmediler ve düşünemediler. Derken, hakikat aşkının yerini fantastik mülâhazalar, araştırma ahlâkının yerini de şablonculuk aldı ve topyekün bir düşünce hayatı modern doğmatizmin işgaline uğradı.. uğradı ve gerçek ilim düşüncesi felç oldu.. insanın aklı, fikri ruhuyla çelişir hale getirildi ve insan ruhu, bu üst üste dayatmalar karşısında kendi enfüsî gerçeklerine karşı adetâ yabancılaştırıldı. Elbette ki böyle sis ve duman bir dünyada, ilimlerin hakikatı aksettirmesi imkansız; felsefenin ilim ve düşünceye katkısı şüpheli; ilâhiyâtın kendini ifade etmesi muhal ve hemen her sahada bir kargaşanın yaşanması da kaçınılmazdır. Ve yine, böyle bir dünyada kaçınılmaz olan diğer bir husus da, pozitif bilimlerin -ki bunların ne olup ne olmadığının da her zaman münakaşası yapılabilir- onca olumlu görülen neticelerine rağmen, temelde dine, diyanete, metafiziğe hep tezyifkâr baktığından, ilâhiyât câmiası ve onlara bağlı inançlı kesimde sürekli rahatsızlığa sebebiyet vermiş; derken varlığın zarfı ve mazrûfu içinde meydana getirilen bir kısım sun'î uçurumlar, taraflar arasındaki ifrat ve tefritlerle daha da derinleştirilerek, mütekabil bütün dava ve iddialar adetâ, bir inkâr ekseni üzerine oturtulup; din-ilim sürtüşmesi gibi dünyanın en büyük çelişkisine asırlarca yaşayabilme ortamı hazırlanmıştır. Bu talihsiz süreç, batıda böyle tenâkuzların bağrında doğup geliştiği gibi, ona bağlı ikinci ve üçüncü sınıf dünya ülkelerinde de, cahillik, bağnazlık ve asabiyetle mebsûtan mütenâsib (doğru orantılı) olarak sürüp gitmiştir.

Şüphesiz batıdaki bu olumsuz cereyanlarda, önceleri o günkü Hıristiyanlık telâkkîsi ve mesîhiyet yorumunun, daha sonraları da bu dinin, mukavemet edilmez bir oluşuma karşı çıkmasının tesiri büyük olmuştur. Evet Hıristiyanlık, o günün dünyasına hakim olan Roma İmparatorluğu'nun merkezine yürüdüğünde, o tarihteki şekliyle, naturalist ve rasyonalist düşüncelerin batı toplumuna egemen olmasının yanında, nâsûtîlik lahûtîliğe, beşerî bilgiler de semâvi olanlara tercih ediliyor ve bir baştan bir başa hayata, ibtidaî bir sekülerizmin hükmetme fantazileri yaşanıyordu. Oysa ki bu yeni din; diyanet adına ortaya koyduğu yorum ve seslendirmelerinde, biraz da kendinden evvelki dinin gidip maddeci bir görüşe incirâr etmesine tepkiler de ihtiva ettiğinden, dinin o günkü mübelliğ ve temsilcileri, olduğundan fazla sprütualist bir görüntü sergileyerek dünya ve "mâfihâ"yı adetâ hafife alıyor; naturalizm ve o günkü tecrübî düşünceyi yerden yere vuruyor; dönemin materyalist ve rasyonalistlerinin tahripkâr ifratlarına karşı, kendini tabiat ve zamanın bağlayıcı yorumlarına rağmen tefrit vadilerine salıyor; dahası bu uğurda, kainât kitabının ilâhî ve mânevî yanlarını görmezlikten gelerek, Allah'ı sadece -Hâşâ- eşyanın ruhu gibi düşünüp ve sırf varlığın perde arkası cihetinde derinleştikçe derinleşiyor, hemen her zaman "ruh" diyor, "mânâ" diyor, "öz" diyor ve her şeyin maddi yanını bir çırpıda inkar ve tezyif ediyordu. Bütün hıristiyanlık dünyasındaki bu keşmekeş -zannediyorum- onun, müslümanların geliştirdikleri tabiî ilimler ve İslâmî felsefe ile tanışacağı güne kadar da devam edip durdu. Evet, onbirinci yüzyıldan başlayarak, bazı İslâmî eserlerin önce Latince'ye daha sonra da diğer batı dillerine çevrilmesi sayesinde, garb âleminde ciddi bir entelektüel değişim meydana geldi. Bu değişim, batı düşünce sistemi içinde belli istihâlelere uğrayarak daha sonra da hep devam etti ve tam bir İslâmî karakter aksettirmese de, gidip rönesansla noktalandı.

Artık doğuda olduğu gibi batıda da birçok bilim adamı, rahatlıkla, Yüce Yaratıcı'nın, kusursuz bir şekilde planlayıp yarattığı kâinattan bahsedebiliyordu -ki Galile'yi bu konunun öncülerinden biri sayabiliriz-. Birçok düşünür de, kâinatın bir gün mutlaka bilinebileceği fikrini ortaya atarak, varlığın çok yüce, mükemmel ve lütufkâr bir Yaratıcı tarafından yaratıldığını ve insana bahşedilen şuur ve iradenin de ondaki sırları çözmeğe mâtuf verildiğini vurguluyordu -ki Descartes bu ekolün ilk mimarlarından biri olsa gerek- (gerçi ondan sonra gelen bir kısım bilim adamları, onun düşüncelerinden metafizik mülâhazaları ayıklayıp onu da kendilerine benzetmek istediler ama, onun "yanlışı doğrudan ayırma gücü" diye ortaya attığı mülâhazalar nesilden nesile devam edip durdu). Bu arada birçok araştırmacı da; Allah'ın, yarattığı bu dünya üzerinde biricik Hâkim olduğunu ve istediği zaman -tabiat kanunları dahil- her şeyi değiştirebileceğini, ancak, icraatında herhangi bir değişiklik de söz konusu olmadığını dile getiriyordu -ki bunların başında da Newton'u zikredebiliriz-.

İster rönesans öncesi, ister rönesans sonrası pek çok ilim adamı ve düşünürün, problemlerimizin temeli kabul ettikleri şeylerin başında, insan ve tabiat dengesinin bozulması gelir.. bunu da, düşüncede Allah-kâinat-insan dengesinin bozulması takip eder. Şurası bir gerçek ki; varlık, ihtiva ettiği mânâlar itibarıyla değerler üstü değer ifade eden öyle ilâhî bir derinliğe sahiptir ki, o bu derinliğiyle, Sahibi'ne nisbet zaviyesinden kritik edildiğinde adetâ takdis ve tebcil edilen bir konuma yükselir.

Evet, hilkatta gözetilen hikmet ve maslahatlar açısından topyekün kâinat ve zerreden sistemlere kadar bütün varlık, eğer ciddi bir tahlile tâbi tutulsa, görüp temâşâ ettiğimiz her şeyin, varlığın perde arkasından, bizim his, idrak, şuur ve gönüllerimize sunulmuş birer mesaj olduğunu duyacak, çok muhtevâlı bir kitap ve bir meşher karşısında bulunmanın ra'şelerini yaşayacak; umumî mânâda bu kitap ve meşherin gözlerimizin önüne serdiği muhtevâ ve zenginliğin yanında, satır araları ve peyzaj esprisi açısından kimbilir daha neler temâşâ edecek ve ne "sehl-i mümteni" enginliklerde dolaşacağız!. Ne var ki, böyle bir duyuş ve hissedişin ön şartı da yine tevhîdî mülâhazaya bağlı.

Şöyle ki, Allah'ın kelâm sıfatından gelen Kur'ân-ı Kerim'le varlık, aynı kaynaklı fakat farklı tecellîlerin eserleridirler. Kaynağı ilim ve vücud sıfatları kudret ve iradenin planlayıp inşâ ettiği kâinat, yine bu Sonsuz İrade'nin kelâm sıfatından gelen beyanıyla beşerin idrak seviyesine göre seslendirilmiş, yorumlanmış, mücerred akıl ve muhakeme ile kavranamayan noktaları da tefsir edilmiştir. Aynı kaynaktan gelen bu her iki kitabın, böyle tevhîdî bir mülâhaza ile, tabiat bilimlerini; insan, insanın hedefini, yaratılış gayesi ve onun Allah'la münasabetini de beraber götürmesi mümkündür, hatta tabiîdir. İşte, böyle bir beraberliğe muvaffak olmuş yeryüzünde bir din varsa o da İslâm dinidir. Zira İslâm'ın, bilim telâkkîsinin en önemli özelliği, ilk referans kaynağı Kur'ân olmak üzere, onun müşahede, tecrübe ve pratiğe fevkalâde ihtimam göstermesinde aranmalıdır. Kur'ân ve Sünnet'in ruhundaki bu espriyi iyi kavrayan müslüman ilim adamları, tıptan kimyaya, biyolojiden antropolojiye, matamatikten astronomiye pek çok ilim dalında değişik teknolojiler geliştirerek daha sonraki modern çağlara ışık tutmuşlardır ki, Haydar Bammat'tan Hüseyin Nâsır'a, Weber'den Kuhn'e kadar birçok müellif, düşünür ve bilim adamı bu konuyla alâkalı örnekler ihtiva eden dünya kadar eser vermişlerdir. Evet İslâmiyet'in zuhurunu müteâkip daha ilk asırlardan itibaren, müslüman ilim adamları kendi dönemleri itibarıyla, öylesine entellektüel seviyede bir ilim anlayışı ortaya koymuşlardır ki, İslâm Tarihi boyunca, bir-kaç avam halk telâkkîsinin dışında, müslüman ilim adamları arasında hiçbir zaman ilim-din ikilemi gibi bir husus yaşanmamıştır. Böyle bir ikilem yaşanması bir yana, ikinci asırdan beşinci asrın başına kadar müslüman düşünür ve bilim adamları, her gün ayrı bir kariyer platformunda entellektüel seviyelerini yükselterek dünya kadar nazarî bilgi üretmiş ve bir o kadar bilgiyi de pratiğe dönüştürerek arkadan gelen nesillere çok zengin bir miras bırakmışlardır.

Bu hususa ilerde bir kere daha dönerek, İslâm'da ilim ve din münasebetlerini kritik etme vaadiyle, şimdilik bu faslı kapatıp mahrutî olarak, din ve ilimden ne anladığımızı, Dinler Tarihinin bundan ne anladığını ve İslâm'ın diğer dinlerden farklılığını görmeye çalışalım:

İlim; düşünce hayatının haricî bir yanını ve dış bir buudunu teşkil eder. Evet o, bir taraftan oldukça kompleks bir yapıya sahip olan insan zihninin farklı tecessüslerinin özünü, diğer taraftan da insanoğlunun pratik ihtiyaçlarının giderilmesi adına hayati bir vasıtadır. İlmin konusu; büyük ölçüde eşya ve hâdiselerin tezgâhında hasıl olan münferid bilgileri sistemleştirme, belli kurallarla zabt u rabt altına alma şeklinde hülâsa edilebilir. Konuya biraz da felsefî bir üslûpla yaklaşacak olursak ilim, bir mânâda süje ile obje arasındaki iç münasebetin ifadesidir. Başka bir deyimle o, duyu organlarının algılama sahasına giren ve tecrübe edilebilen nesneleri konu edinen bilimdir. (Bu konudaki devirler, çelişkiler meselenin nazarî olmasındaki esnekliğe verilmelidir.)

Din ise -ilerde farklı tarifleriyle de arz etmeyi düşünüyorum- hür iradeleriyle insanları, bizzat, iyiye, güzele ve hayra sevk eden ilâhî iradenin öyle bir tezâhürüdür ki, insanla varlık arasındaki münasabetleri düzenli tutma adına ondan daha güçlü daha şümullü bir disiplin göstermek mümkün değildir. Din; "mutlak zikir kemâline masruftur" esprisiyle bir yandan varlığın mânâsını onun ruhuna uygun kavrayıp yorumlarken, diğer yandan da hayatın en ehemmiyetli meseleleri hakkındaki hükümleriyle, bütün dünyevî-uhrevî, ruhî-bedenî, tabiî ve "mâ bâde't-tabiî" hâdiselere karşı takınılacak tavırları belirleyen fevkalâde muhtevâlı ilâhî ve sırlı iç içe bir kataloglar mecmuasıdır. Bu itibarladır ki insan, din sayesinde ikinci kez varlığa erer.. kendini daha bir derince duyar.. varlıkla, varlığın perde arkasıyla münasebetlerini tecessüse başlar.. küçük bir parça iken küllîleşir bir bütün olur.. en zayıfken güç yetirilmez kuvvet kaynaklarına erer ve aşkın hale gelir.. derken genişler ve kainâtlara sığmayan bir istiâba ulaşır. Bu hususlar, her zaman kalbî ve ruhî hayata açık olması itîbarıyla İslâmiyet ve onun müntesipleri açısından âdiyâttan sayılsa da, ruhu farklı tahriflerle delinmiş din şeklindeki disiplinler için aynı mülâhazaları serdetmek oldukça zordur.

Evrensel bir din olan İslâmiyet, asırlar ve asırlar boyu hem ferdi hem de toplumu çepeçevre kuşatmış; ilmî, ictimâî, iktisâdi , siyasî kültürel bütün bir hayatı kainâtın ruhuyla dengeleyerek kontrol altına almıştır. Kitap ve Sünnet bu muhtevânın en büyük teminatı ve en güçlü referansı olmalarının yanında, sürekli Allah-kainât-insan eksenli aktif mümin düşüncesi, kapalı gibi görülen bir kısım alanlarda dahi tasavvurları aşkın bir vüs'ate sahiptir ve ilmî, fikrî herhangi bir boşluğa meydan vermeyecek kadar da zengin bir kaynak sayılabilir.

Tahrife uğramadığı sürece hemen her dinde olduğu gibi İslâmiyet'te de, muayyen bir kısım mukaddes unsurların ve idrak üstü düşüncelerin mevcudiyeti her zaman söz konusudur. Din ve hele İslâm dini, mücerred bir kanaat, bir düşünce tarzı ve sadece bir üslûp değildir; o, bunların yanında aynı zamanda engin bir duygu, iradeli bir davranış, sistemli bir aksiyon ve sürekli bir muhasebe disiplinidir. Aslında, dini, mücerred bir bilim ve bir felsefe olarak görmek de fevkalâde yanlıştır.. ve tabii onu, bilim ve felsefenin vesâyetine sokarak kadrini, kıymetini onların referansına bağlamak; bilim ve felsefe aralığından onu doğru saymak, kritik etmek, sorgulamak katiyen doğru değildir. Zaten, dine ait hakikatlar, mantık prensibleri, tecrübe ve müşâhedeye göre vaz' ve tesbit edilecekse,o zaman dinin ilâhî ve semâvî olmasının bir anlamı kalmaz ki.! Evet dinin, ilmin sebepleriyle, belli ölçüde münasebeti olsa da, onların ürünü olmadığı muhakkaktır. Dinin kavranması ve temsilinde akıl, mantık ve muhakemenin önemi tartışılmayacak ölçüde olsa da, onun akıl, mantık ve muhakemeyi aşkın bir kısım yanları vardır ki, dünya kadar yorum ve tefsire açık işte bu saha, dinin en ehemmiyetli derinliklerinden birini teşkil etmektedir. Bu itibarla da, dine inandırma yolları ve ikna usülleri, bilim ve felsefeninkinden çok farklıdır. İlim gibi din de, hemen her konuda aklı, mantığı ve muhakemeyi kullanır; ama istidlâldeki üslûbu semâvî, tedellî yoluyla ve inancı esas alma prensibine bina edilmiştir. Bu açıdan da o, her zaman aklı, fikri müşahedeyi, tecrübeyi takdir eder, fakat bunları dinin kaynağı ve esası saymaz.

* * *

Bugüne kadar dinin, lugavî ve ıstılâhî mânâları üzerinde bir hayli durulmuştur. Biz, bir kitaba takdim muhtevâsını aşkın böyle bir konuya girmeyecek ve sadece daha evvel sözünü verdiğimiz onun bir iki-küçük tarifiyle yetineceğiz:

Din; akıl sahiplerine yaratılış gayesini bildiren, onları kendi hür iradeleriyle, Allah Rasûlü'nün irşad çerçevesi içinde, bugünleri ve yarınları itibarıyla salâha, felâha ve kemâlâta sevk eden; ayrıca onların maddî-mânevî ihtiyaçlarını karşılayacağı sözünü veren ilâhî bir kanunlar mecmuasıdır.

Bu umumi ve şümullü tarifin yanında, batılıların da, tabii onların genel din telâkkîlerinin belirlemesine göre, ileri sürdükleri bir kısım din tarifleri var:

Max Müller;"Din; ruhun öyle üstün bir güç kaynağıdır ki, insanın duygularına, akıldan farklı olarak, muhtelif isim, işaret ve farklı remizlerle sonsuzu kavrama istidâdını verir" der. Buna metafizik düşüncenin altın anahtarıdır diyebiliriz.

Taylor;"Din, ruhânî olana itikad etmektir" şeklinde konuşur. Bu da fevkalâde dar ve İslâm'daki "gayb"e imana sadece küçük bir remiz gibidir.

Kant;"Din, vazifelerin ilâhî emirlere dayandırılması şuurudur" mealiyle ona yaklaşır ki, oldukça sığ bir ihlâs tarifidir.

Michel Mayer;"Din, Allah'a karşı, insanlara karşı ve nefislerimize karşı sorumluluklarımızla alâkalı öğütlerin, nasihetlerin bütünüdür" der ki, bu da diyanetten kat-ı nazar, müeyyidâtın bir parçasının din yerine konulmuş olması gibidir. Ve Durkheim'den Rudolph Otto'ya kadar daha yüzlerce ictimâiyâtçı, müsteşrik, dinler tarihçisi ve bilim adamının tarif, tenkid ve tefsirini sıralamak mümkündür. Ne var ki, geçen örneklerde de işaret edildiği gibi bu tarif, yorum ve tefsirler, semâvî ve gayrı semâvî herhangi bir din adına bir şey ifade etse de, İslâm söz konusu olduğunda hemen hepsinin eksik ve kusurlu birer beyan örneği olduğu ortaya çıkacaktır. Bu itibarla da, eğer bu tarif ve tavsifler, İslâm'ın dışındaki bir kısım dinler nazara alınarak yapılmışsa -ki öyle olduğu görülüyor- bu yaklaşımlar gayet normaldir ve hayat, dünya, kâinat gibi önemli konularla alâkalı bıraktıkları boşluklar da yadırganmamalıdır.

En eski dinlerden sayılan Brahmanizm, Budizm, Hinduizm, bilhassa Vedalar ve onların daha sonraki yorumları açısından ele alındığında, bu dinlerin, insanları vehim ve hayalden kurtararak ilim aşkına, ilim düşün­cesine yönlendirdikleri katiyen söylenemez. Ancak, riyâzi ilimlerde Hindistan'ın katkısının çok büyük olduğunu vurgulamadan geçmek de haksızlık olur. Ne var ki, Sanskrit Edebiyat içinde de görüldüğü gibi bu dünyada astronomiden astrolojiye, matematikten kozmogoniye bütün ilimler birer büyü alaşımıyla ele alınmış ve hemen her şey bir sır üslûbuyla sunulmuştur. Bu itibarla da o günkü ilim ufku açısından, böyle bir bilim düşüncesinin din ile çatışmayacağı bedihîdir.

Eski Çin'de de, ilim-din çatışmasından söz edilemez. Zira bu dünyadaki dini, "Konfüçyizm" olarak değerlendirdiğimizde, tamamen ahlâkî kurallara dayalı ve hakiki mânâdaki dine kapalı; daha doğrusu metafizik bir derinliği olmayan, din görünümündeki böyle bir disiplinin de ilimle bir problemi olmayacağı muhakkaktır.

Yunan bilim ve düşüncesinin de önemli kaynaklarından biri sayılan Sümerler'in dini ile, eski Mısırlılar'ın inanç sistemleri, bazı açılardan birbirlerine çok benzerler.. ve rasyonel ilimlerde de aynı ölçüde münasebetlerinin var olduğu söylenebilir. Mezopotamya'da, astronomi, kozmogoni ve tabâbet, dinî ilimlerle sımsıkı irtibatlı görünür. Ne var ki, burada da yine mitolojik yorumlar ağır basar. Elbette ki böyle bir zeminde, modern mânâda ilmî düşünceden bahsetmek oldukça zordur. Hatta denebilir ki, Sümerler'de olduğu gibi eski Mısırlılar'da da, o dönem itibarıyla ilim, henüz tecrübî ve rasyonel sayılabilecek seviyeye ulaşamamış ve sihir-din-ilim iç içe geliştiğinden burada da büyüyü dinden, dini ilimden ayırmak mümkün değildir; dolayısıyla da, ilim-din arasında herhangi bir çatışma olmayacağı açıktır.

Antik çağda din ve ilim münasebeti oldukça farklı bir durum arzeder. Bir kere sosyolojik olarak eski Yunan; Çin, Hint, Mezopotamya ve Mısır'dan çok farklıdır. Bahse konu milletlerde, değişik dönemlerde değişik devletler kurulmuş olmasına karşılık, eski Yunan, kelimenin tam mânâsıyla hep ferdiyetçi (individualist) bir çerçevede kalmıştı. Siyasî ve içtimâî açıdan bir terslik gibi görünen bu hususun bazı farklı neticeleri olacağı da muhakkaktı. Bir kere onların bu ferdiyetçi karakterleri, hakim bir dinî sınıfın teşekkülüne fırsat vermemişti. Cahiliye dönemi Araplarında olduğu gibi, kadim Yunanda da, inançları, kutsal düşünceleri şairler, mütefekkirler temsil ediyordu.. ve bunların hepsi de hür düşünceye, ilmî araştırmaya açık insanlardı. Büyük çoğunluğu itibarıyla aydını bu evsafta olan toplumlarda ilim-din mücadelesinin olmayacağı gayet olağandır. Zannediyorum, antik çağda din ve ilim çatışmasına engel teşkil eden hususlardan biri de; dinin, siyasî otoritenin vesâyetinde bulunmasıydı. Antik dönemde, dine aykırı harekette bulunmak, devlete baş kaldırmak mânâsına geliyordu ki, her dinî suç, aynı zamanda bir siyasî cürüm sayılıyordu. Hatta dine aykırı bir düşünce, bir mütefekkir ve şairden de sâdır olsa, toplumda ciddi bunalımlara sebebiyet verebiliyordu.

* * *

Semâvî kitaplar dönemi itibarıyla din-ilim çatışması ayrı bir önem arzeder ve müstakillen üzerinde durulması gerekir.

Yahudilik; temel kaynağı "Ahd-i Atik" olması itibarıyla, hilkat mevzuu, günümüzdeki araştırmalar açısından, farklılık arzeden bir kısım tarihi gerçekler ve ilk insandan bugüne kadar geçen zamanla alâkalı beyanlar gibi hususların, mevzû ilimlerle çelişen bir kısım yanları olsa da, ne kitap olarak Tevrat'ta ne de toplum olarak Yahudilik'te açık bir şekilde, bir ilim ve din çatışması müşahede edilmez. Bu konuda bazı sebep ve sâiklerden bahsetmek de mümkündür:

Bir kere Yahudilik dini, hemen her zaman, gündelik hayatı yükseltmeye mâtuf bir çizgi takip ettiğinden, insanların ledünnî yanlarıyla katiyen, yaşama ait genişlikleri daraltmamış, dünyaya yönelmeyi kısıtlayan inzibatlar vaz'etmemiş ve elden geldiğince en olmaz gibi görünen yollarda bile yürüme imkanları araştırmıştır. Ayrıca bu millet, var olduğu günden beri mâruz kaldığı durumlar ve onun çalkantılı sergüzeşt-i hayatı da böyle bir mücadeleye imkan vermemiştir. Evet Yahudiler -istisnâî bir iki dönemin dışında- uzun ömürlü bir devlet kuramamış; dolayısıyla da hiçbir zaman mazlumiyet ve mağduriyetten kurtulamamışlardır. Bu itibarla da mâruz kaldıkları her mazlumiyet, mağduriyet, mahkumiyet onları biraz daha bilemiş, kenetlenmeye zorlamış ve toplumu birbirine düşürecek sâiklere karşı sürekli teyakkuza sevketmiştir. Böylece, denebilir ki; bu, derdi çok, dermanı yok, hasımları güçlü, talihleri buğulu millet, oturup kalkmış, hep yükselip dünyaya hakim olma yollarını araştırmıştır.

Hıristiyanlığın; ilim ve hür düşünce karşısında takındığı tavır -böyle bir tavrı, Seyyidinâ Hazreti Mesih'le irtibatlandırma doğru olmayacağı gibi, ilk azizlere bağlamak da doğru olmasa gerek- diğer geniş tesirli birçok eski dinde olduğu gibi, onun görünürdeki temel öğretileriyle alâkalıdır. Bu öğretilerin tesiri, onun bütün bir âlem hakkındaki yorumlarından, talim ve terbiye sistemlerine kadar her şeyi içine alacak şekilde geniştir veya belli bir dönemden sonra değişik içtihatlarla açıla açıla o genişliğe ulaşmıştır. Ve tabii zahirî durumu itibarıyla Hıristiyanlık, hususiyle de ilk çağlarda hep ilim ve hür düşüncenin karşısında olmuştur.

Bir kere Hıristiyanlığa göre insan, iki yanı, iki derinliği olan bir varlıktır. Onun en önemli yanı ve derinliği ise, mânevî yanı ve ruhî cephesidir. Hususiyle, Katolik eğitimde ısrarla üzerinde durulduğu gibi, insanın maddî cephesi, cismaniyeti ve bu cepheye bağlı ihtirasları, emelleri, iştihaları kısıtlanarak onun bio-psişik kompleks varlığı sürekli baskı altında bulundurulmalı ve bedenî yanları hep aşağılanmalıdır. Hatta her mümin, beşerî ihtiraslardan sıyrılabilmek için maddî yanlarını sürekli zabt u rabt altına almaya çalışmalıdır. Evet, Hıristiyanlık öğretilerine göre, insanın fizikî yanının ezilmesi, hakir görülmesi ölçüsünde hürriyet ve insanlığının derinleşmesi söz konusudur. İşte bu temel öğretileri ve eğitim tarzı açısından Hıristiyanlığın, dünya ile, ilim ile, hür düşünce ile ne ölçüde münasebettar olduğunu sezmek zor olmasa gerek.

Aslında, Hıristiyanlığın zuhuruna kadar gelmiş-geçmiş bütün eski dünya dinlerinde de temel espri kurtuluşa ermektir. İncilin öğretilerinde bu daha da bariz bir görünüm arzeder. Bütün bu dinlerde, hem fert hem de toplum, bugünüyle, yarınıyla değerlendirilirken sadece ve sadece onların kurtuluşu düşünülür. Bu temel mülâhazadan ötürü de, bilhassa Hıristiyanlıkta, insan-kâinat-Allah münasebetleri bu mantığa göre sistemleştirilmiş ve konuyla alâkalı bir kısım disiplinler vaz'edilmiştir ki; zannediyorum, Hıristiyanlık'taki kurtuluş mefhumu da, bu temel esasa dayandırılmaktadır. Bu esas açısından, insanın yeryüzünde bulunması kötüdür.. ve her ferdin en önemli vazifesi de, bir yolunu bulup bu kötülükler dünyasından uzaklaşmaktır. Zaten, Hıristiyanlığın daha ilk zuhurundan itibaren, yakında kıyametin kopacağı ve Allah melekûtunun yere ineceği hep beklenilegelmiştir. Bu ruh hâletiyle birçok Hıristiyan azizi; "yeryüzünün ne olduğu hususunu tartışmak ahirette bizim ne işimize yarayacak" diyerek bu konudaki açık tavırlarını ortaya koymuşlardır. Hatta, bazı İncil nüshalarındaki ifadeler de, bu mülâhazaları destekler mahiyettedir. Mesela:

"Hiç kimse iki efendiye kulluk edemez; zira o, birinden nefret eder ve diğerini sever.. (ve tabii) birini tutar, ötekini de hor görür. Siz hem Allah'a hem de zenginliğe kulluk edemezsiniz… Bunun için size diyorum ki, ne yiyeceğiniz ne içeceğiniz diye hayatınız için; ne giyeceğiniz diye bedeniniz için kaygı çekmeyiniz." (Matta, 6/21/25)

Yine Hıristiyanlığa göre ilim, güzel ve kıymet ifade eden bir şey değildir; çünkü sevgi yapıcı, ilim ise gurur vericidir.

"Hepimizin bilgisi olduğu malumdur; ama bilgi kibirlendirir." (1. Korintoslulara 8/1)

Ve yine bazı İncil nüshalarına göre Hazreti Mesih'e, hemen her yerde muhalefet edenlerin başında alimler gelmektedir; "İsa her gün mâbette tâlim etmektedir. Ancak baş kahinler, katipler ve toplumun üst kesimi O'nu yok etme yollarını araştırmaktadır."(Luka 19/47)

Ve bir başka yerde yine Hazreti Mesih, ulemayı hedef alarak; "Vay başınıza! Zira siz, belirsiz kabirler gibisiniz; onlar üzerlerinde gezen kimseleri bilemez." der.

İster bu mülâhazalardan kaynaklansın, ister başka yorum ve tefsirlere dayansın, bütün bir Ortaçağ boyu ilim ve din sürtüşmesi devam eder gider.. devam eder gider; zira Ortaçağ kültürü, tamamen mânevî ve uhrevî bir özellik arzetmektedir. Başka türlü de olamaz; çünkü bu dönemde bütün eğitim kurumları Hıristiyan doğmalarına dayanmaktadır. Yine bu dönemde değerler nizamının yörüngesini İncil'in öğretileri teşkil etmektedir. Ve bu öğretilere göre de, bu dünya, öbür aleme geçiş temin eden bir köprüden başka birşey değildir.. ve yine İncil'in öğretilerine göre Allah, kendi kendine Mâlum-u Mutlak'tır. Varlık ve varlıktan elde edilen bilginin hiçbir önemi yoktur. İşte, dinler arasında eğer böyle hiçbir şeye dayanmayan ve kendi mantığıyla var olan bir din varsa o da bu dindir. Bu dindir; zira ona göre istidlal ve müşahedeye dayanan bir din telâkkîsi, tabiatperestlik ve antropomorfizm ile karışmadan, kirlenmeden vâreste kalamaz.

Bütün bir Ortaçağ boyu, ilim ve hür düşünce, bu daraltan, sığlaştıran çemberi kıramamış ve âbâ-i kenâ­isenin yorum ve tefsirlerine boyun eğme mecburiyetinde kalmıştır. Bu karanlık dönemde Hıristiyanlık, her yönüyle bütün hayata hakim olduğu gibi, talim ve terbiye üzerindeki baskı ve dayatmalarını da sürdürmüştür. Dolayısıyla da asırlar ve asırlar boyu eğitim-öğretim işi hep, manastır ve kiliselerdeki münzeviler tarafından yürütülmüş ve sadece ruhânî nesiller yetiştirmeye mâtuf hizmet verilmiştir.. bu suretle dünya kadar da ilme ve hür düşünceye kapalı insan yetişmiştir. Dahası, kilisenin öğretilerine ters kabul edilen eski-yeni bütün ilim ve felsefe kitapları da yasaklanmıştır.

Bu atmosferden sıyrılıp yeni ufuklara açılabilmek için, ne mücadeleler verilmiş; ne tecritler, teşritler yaşanmış; ne çileler çekilmiş; tarih kaç defa kargaşayla açılmış, kargaşa ile kapanmış ve ne herc ü merclere maruz kalınmış..! Upuzun bir zaman dilimini işgal eden bütün bunlardan sonradır ki, yer yer belli ölçüde, hem sosyal yapıda hem devlet anlayışında, hem eşya ve hâdiselerin yorumunda hem de din-ilim münasebetlerinde bir kısım değişimler meydana gelmeye başlamış; alternatif düşünceler de konuşulur olmuş ve bütün bunlar, batılı düşünceye, rönesansa giden ufukları açmış ve dinî hayatta da reforma müsait bir zemin oluşturmuştur.

Ortaçağ'daki bu zıtlıklar, bir yandan âbâ-i kenâisenin hususî içtihatları ve skolastik anlayışın dar ufuklu ve mücerred ruh eksenli tek buutlu dünyası, diğer yandan da oldukça rasyonel, tecrübî ilimlere açık, ilim aşkı, araştırma arzusu ve yenilik hummasıyla yanıp-tutuşanlar yüzünden yıllar ve yıllar boyu devam edip durdu. Daha sonraları bizde de batıyı aynen kopya eden şabloncular, bu iki dünyanın birbirinden ne kadar farklı olduğunu sezemeyerek, oradaki din-ilim çatışmasını olduğu gibi iktibas etmek suretiyle, ilim tarihinin en büyük hatasını; sonra da, İslâm dünyasındaki hakikat aşkının, nasıl bir ilim ve araştırma aşkına inkilap ettiğini, bu aşk u iştiyakla, daha hicri dördüncü asrın sonlarına doğru gelirken ne ilim âbidelerinin yükseltildiğini görmemekle de, en affedilmez bir günahı işlemişlerdir. Oysa ki batıda, ancak bundan dört asır sonra aynı noktaya gelinebildi ve modern düşünceden, modern ilimlerden söz edilmeye başlandı.

İşte, modern ilimlerden söz edildiği ve modern çağlara doğru yüründüğü bu yıllarda, Hıristiyanlık da iyiden iyiye sarsılmış, güç kaybına uğramış ve adetâ ayakta duracak hali kalmamıştı. Farklı düşünen nüfus, kilisenin nüfuzunu temelden sarsmış; âbâ-i kenâisenin kozmolojik görüşü yerle bir edilmiş ilim ve düşünce insanlarının ağzındaki fermuar çözülmüş ve her yerde yenilik melodileri duyulmaya başlamıştı. Her yerde Kopernik'in adından söz ediliyor; ilerleyen yıllarda, Kepler, Galileo aynı alkışları paylaşıyor ve derken Newton'la her şey daha büyülü bir renge bürünüyordu.

İlim ve düşünce hayatındaki bu süreç, az bir değişimle ilâhiyat cephesine de sıçrıyor ve orada ard arda değişimler birbirini takip etmeye başlıyordu. Bazı noktalarda birbirlerinden farklı düşünseler de, hem Luther hem de Calvin ısrarla düşünce hürriyeti üzerinde duruyor, herkesin kendi kendine gerçeği araştırması lazım geldiğini vurguluyor ve herhangi bir vasıtaya ihtiyaç duyulmadan her ferdin, her yerde Allah'la münasebete geçebileceğinden dem vuruyorlardı ki, o güne kadar bunların en küçüğünü bile ağza almak mümkün değildi. Ama artık alınıyordu, hem de bunların hepsi birden…

Reform hareketlerinin temelinde, ferdin, vasıtasız olarak Allah'la münasebeti söz konusuydu. Reformculara göre, kul, sorumluluklarını yerine getirirken veya Allah'a yaklaşmak isterken, ne kiliseye ne de kilise babalarının aracılığına ihtiyacı yoktu; o istediği yerde, istediği gibi içini Allah'a açabilir ve O'nunla hasbihal edebilirdi. Aslında bu temel esasta yörüngelenen reform hareketleri, bu ana esasın yanında, plastik sanatlara, aşırı toplumculuğa ve kilise sultasına da başkaldırarak, kulun Allah'a ulaşması için bir papazın aracılığına ihtiyacı olmamasından, eldeki İncillerin millî dillere tercüme edilmesine kadar çok renkli pankartlarla temsil ediliyordu.

Yenilikçiler ve onlara karşı olanlar, reformistler ve muhafazakarlar kavgayı büyüttükçe büyütüyor ve adetâ bir muharebe haline getiriyorlardı. Tabii bu da gidip din-ilim vuruşmasıyla sonuçlanıyordu. Artık herkes hususiyle de aydın sınıf bu ardı-arkası kesilmeyen kavgalardan bıkmış ve bir çıkış yolu arıyordu ki, Descartes'in çıkışı tam bu bekleyiş dönemine rastlar. Problemi biraz da kilisenin dikkatinden uzak tutarak çözmeye çalışan Descartes meşhur dualizmini ortaya atarak, herkesin elinden birşeyler alıp ve herkese birşeyler vermek suretiyle bir ölçüde ortalığı yatıştırıyordu. Ona göre, ilmin kendisine göre bir sahası vardır, o da tabiattır. Bir de hedef ve gayesi vardır, o da tabiî kuvvetlerin mahiyet ve keyfiyetlerinin tesbitidir. Tabii onun bir de mevzuu söz konusudur ki, o da tabiî kuvvetler üzerinde tasarruftur. Mebde'den müntehâya, bu noktaya ulaşmanın yolu da matematik ve tecrübeden geçer. Din ise, insan ruhunun, dünya ve mâfîhâ ötesi âlemlerle meşguliyeti, ve bu konuda bir kısım esaslara istinadından ibarettir. Her iki fenomenin, sahası, gayesi, münasebeti, semeresi ve metodları ayrı ayrı olduğundan, kendi kulvarlarında kaldıkları sürece, birbirleriyle kavga etmeleri de söz konusu değildir.

Hemen bütünüyle tenkide açık bu mülâhazalarında Descartes, temel düşüncesi itibarıyla, din ile ilim arasındaki münasebeti rasyonalist bir görüşe göre tesbit etmeye çalışıyordu. Evet ona göre "Düşünüyorum, öyleyse varım." bedaheti, düşünce ile varlık arasındaki nisbeti ifade ettiği gibi, insanın Allah ile ve Allah'ın bütün varlıkla münasebeti de aynı bedahet çerçevesi içinde mütalâa edilebilirdi.

Descartes'in açtığı bu çığır, Spinoza'nın vahdet-i vücud, hatta vahdet-i mevcud mülâhazalarıyla daha da rengin ve zengin bir hal alarak, yıllar ve yıllar sürüp gitti.. ve zâhiren bu sayede, dinî düşünceye de ilimlere de esas teşkil eden varlık ve hâdiseler, bir küllî cevherin tezâhürleriymişcesine her şey teke ircâ edilerek din ile ilim arasındaki uçurumlar da kapanıverdi. Aslında bu uçurumlar hiçbir zaman hakikaten kapanmadığı için ilim-din arasındaki uzlaşma da uzun sürmeyecek, bazen açık bazen de biraz kapalı bu tarihi kavga sürüp gidecekti; ve öyle de oldu. Protestanlar işkenceden işkenceye sürüklendi, Kartezyanların baş kaldırmaları kilisenin yüreğini ağzına getirdi. John Locke'nin aklî ve tecrübî sistemi yeniden her şeyin sorgulanabileceği mülâhazasını da beraber getirdi. Daha sonra kilisece, işin bütün bütün çığrından çıkması şeklinde yorumlanacak Voltaire, Jean d. Alambert, Diderot, Montesqieaur, J.J. Rousseau gibi düşünürlerin dine karşı tavırları ve aklî, tabiî bir dinden bahsetmeleri… gibi hususlar, yeniden eski kavga kapılarını araladı ve hükümetlerle beraber batı toplumu da bir kere daha temelden sarsıldı.

Hele A. Comte'ün üç hal kanunu, Lamarck'ın transformizmi ve Darwin'in evülüasyonu, manastırla beraber havrayı, havrayla beraber bütün bir batı ilâhiyât câmiasını allak-bullak etmenin yanında, uzun seneler sürecek öyle bir kavga başlatıyordu ki; Hıristiyanlığın buna dayanması çok zordu; o, ya berraklaşıp özündeki saffete erecek veya bütün bütün sönüp gidecekti. Ne var ki, 1955 yıllarında sürpriz bir gelişme oldu; devlet, kilise belli ölçüde birbirinden ayrılarak kavga da bir ölçüde sona erdi. Bundan sonra ne olacaktı?. Din ve ilmin bugüne kadar devam edegelen vaziyetleri bütün bütün değişecek miydi?. Üniversiteler oldukları yerde, kilise de bulunduğu konumda ne kadar sessiz kalacaktı?.. Bütün bunları geleceğin tahmincilerine bırakarak şimdilere dönelim.

Günümüzde, ilim ve din arasındaki bu kavga bitmiş gibi görünse de bu, hiçbir zaman bir tarihi vak'anın yeniden bir kere daha olmayacağı mânâsına gelmez. Aynı zamanda bu sükûnet ve sessizlik, ilmin her yönüyle hâkimiyetini pekiştirmesinden ve Hıristiyanlığın da diskalifiye edilmesinden değildir; din fenomeni ve metafizik düşünce, bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da ayakta kalacaktır. Hususiyle de günümüzde daha bir merak mevzuu ve alâka duyulan bir vak'a haline gelmişcesine. Ancak, din deyince bundan Hıristiyanlık kastedilecekse, günümüzde artık bu dinin pekçok yönleri akıl ve pozitif ilimler karşısında -bunların her zaman tarif ve sınırlarının münakaşası yapılabilir- belli olmuştur. Bilim için de her zaman, aynı şeyler söz konusu olabilir. Aslında, asırlardan beri süregelen bu tarihî kavganın dinmiş gibi görünmesinin gerçek sebebi de, bu iki fenomenin kendi sınırlarına çekilmiş olmalarında aranmalıdır. Yarınlar itibarıyla, zaman beraberinde ne tür yorumlar getirecek, onu bekleyip göreceğiz…

* * *

İlim-din münasebeti İslâmiyet açısından oldukça farklı bir durum arzeder. Bir kere İslâmiyet; bütün içtimaî, iktisadî, siyasî, kültürel müesseseleriyle, o engin ve evrensel dünya görüşüyle, insanlığa vaadettikleriyle, tesis buyurduğu nazarî ve amelî esaslarıyla; vicdanların kabul ettiği ve edeceği, akılların referans verdiği, muhakemelerin "evet" dediği, Allah-varlık-insan gerçeğinin ruhlarda itminana dönüştüğü, birer marifet kıvamına geldiği; parçayı bütün haline getiren, bütünü anlaşılacak şekilde her şeyin tevhide ircâ edildiği, nisbetlerin değer ve haysiyet çerçevelerinin korunduğu, insanın ruhundaki ebediyet arzularına göre ve gönlünün emelleri ölçüsünde bir sonsuz âleme yönlendirildiği, akıl, kalp, ruh ve bedenin birleşik noktasında, hedefi ebedî saadet bir Allah yoludur. Onun getirdiği yenilikleri, vaadettiği güzellikleri münhasıran zuhur ettiği çağ itibarıyla değerlendirmek fevkalâde yanlıştır. Onu, o kendine has gerçek derinlikleriyle kavramak, ancak, onun dünkü fonksiyonunun yanında, bugünkü misyonuna ve yarınlara ait vaadlerine birden bakabilmekle mümkündür. Gerçi İslâmiyet ümmî bir toplum içinde zuhur etmiştir -kimbilir belki de, onun en büyük mucizevî yanlarından biri de işte böyle bir ümmî topluluk içinde zuhur etmesidir- ama o, ortaya çıktığı çağın düşünce ufkuna, ilmî seviyesine belli bir aşkınlık içinde hitap ettiği gibi, insanlık semasında belirdiği dönem itibarıyla da, hiç kimsenin aklına gelmeyen, o güne kadar düşünülmemiş bulunan ve tabiî tecrübe ve bilgi birikimiyle de izah edilemeyen öyle enteresan şeylerden bahisler açmıştır ki, onun aydınlatıcı tayfları altında akılların önü açılmış.. düşünceler gerçek bedelleri sayılan ufuklara yönelmiş.. ruh onun meşriklerinde hakiki tatmin şualarıyla aydınlanmış.. ve vicdanlar, sezilerle ulaştıkları mücmel ve muğlak bilgilerin tafsilini onda bularak sonsuza en ciddi açılımlarını gerçekleştirebilmişlerdir. O, kâinatı okunan bir kitap gibi görmüş, temâşâ edilen bir meşher gibi değerlendirmiş ve Sanatkârından ötürü onu, saygı duyulan bir âbide gibi taziz etmiştir. Onun varlık hakkındaki her yorumu isabetli bir tefsir, her sözü ilmî bir kanun, her hükmü de değişmez bir kuraldır. Evet o hiçbir şeyle bulandırılmamış vahyin, berraklardan berrak peygamber sînesine çarpıp müslümanların hayatlarında hüzmeleşen bir ışıklar demetidir. O ne demişse, doğrudur; doğru dediği her şey de zamana emanettir ve zaman onu yorumlamada en gerçek müfessirdir.

Eğer o, asırlar ve asırlar önce, yerin sakin olmayıp da güneşin etrafında döndüğünü ve güneşin de kendi mihverinde hareket ettiğini eski kozmolojiye rağmen: "Güneş de bir alâmet (ve nişandır) kendi mihveri etrafında bir vakte kadar cereyan eder durur." (Yâsin, 36/38) demişse, zaman, bu zaman üstü mesajı kendi orijiniyle ortaya koymuş, insanın akıl, mantık ve muhakemesine ezel kadar eski ve en yenilerden daha yeni bir temâşâ konusu sunmuştur!

Ve şayet o: "Sen dağları görür de onları hareketsiz sa­nırsın, oysa ki onlar bulutlar gibi yüzer geçer." (Neml, 27/88) ferman etmişse; dağların arzla beraber hareketlerinin hatırlatılması ve bu sabit görünümlü, oldukça da cesâmetli varlıkların, bulutlar gibi yüzüp gittiklerinin, sonra da eriyip toz-duman olduklarının ifade esprisi içinde, mevsimi gelince nice sabit gibi görünen hülyaların ve köhnemiş düşüncelerin de, zamanın güçlü yorumları karşısında delik-deşik olup gideceklerine işaret etmiş demektir.

Bir de o, sesini biraz daha yükseltip mekan, fezâ ve hayatla alâkalı en yeni tespitleri aşkın ve bir tomurcuk gibi daha da açılmaya müsait çok önemli bir gerçeği, en düşündürücü bir üslûpla: "O inkarcılar görmezler mi ki, gökler ve yer bitişik bir bütünken biz onları birbirinden ayırdık ve her canlı nesneyi sudan yarattık; hâlâ inanmayacaklar mı?" (Enbiya, 21/30) zaman üstü mesajı ehli dikkatin dikkatine sunmuşsa; zamanın iki büklüm olup tasdik secdesine kapandığı böyle bir hakikati inkara mecâl olmasa gerek!

Varlık ve hâdiseleri topluca duyup değerlendirmeden çok uzak, kâinat ve içindekileri sadece şairane duygularla temâşâ eden, varlığın iç âhenk ve dinamizmlerinden habersiz o günün insanı da şüphesiz bunlardan birşeyler anlamıştı; o anladığı gibi günümüzün insanı da mutlaka bu aşkın beyanlardan birşeyler anlayacak ve onların ihtiva ettiği gerçeklere karşı daha fazla lâkayt kalamayacaktır. Kur'ân: "Göklerin ve yerin yaratılışı ve (Allah'ın) onlarda canlıları üretip yayması (evet bunların hepsi) O'nun varlık ve kudretinin mucizelerindendir." (Şûrâ, 42/29) buyurup ve sürekli nazarları, "Doğrusu, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbirini takip edip durmasında sağduyulu basiret erbabı için (O'nun varlık, kudret ve azametini gösterir) kat'î deliller vardır." (Al-i İmran, 3/190) gibi beyanlarıyla varlık kitap ve meşherine çevirmişse, zamanın en parlak yorumlarının muhatapları sayılan bugünkü aydınların bunlara karşı lâkayt kalması mümkün mü?..

Yukarıda işaret edilip geçilen ayetler gibi, Kur'ân'ın daha yüzlerce tenbih, ikaz, tevcih ifade eden ayetleri sayesinde, hicri ikinci asırda başlayıp beşinci asra kadar devam eden ve bugünkü batı düşüncesine de önemli katkıda bulunan ilk müslümanların düşünce ufukları, ilim aşkları, meslek ahlakları göstermektedir ki; tâ baştan beri İslâm dini ile ilim arasında hiçbir zaman herhangi bir problem söz konusu olmamıştır. Hem nasıl olur ki, akla, düşünceye, tecrübeye gerektiğinden fazla değer veren Kur'ân ve onun mücmelini tafsil müphemini tefsir eden Sünnet bu konuda, onu yakın takibe almış ve ona sürekli düşünme, yapma, değerlendirme emirlerini vermekte; tembellikten dolayı onu tehdit, gayret ve başarılarından dolayı da takdir ve tebcil etmektedir. Kur'ân-ı Kerim'de tefekkür ve aklın diğer fonksiyonlarını nazara veren altmış küsûr ve cehaleti yeren de otuzu aşkın ayet vardır. Kur'ân, ya doğrudan doğruya, veya dolaylı bir yolla hemen her fırsatta ve hususiyle de tevhid düşüncesini te'sis mülâhazasıyla sık sık insanları bakıp değerlendirmeye ve tefekkür edip derinleşmeye davet eder ki, zaman itibarıyla taptaze ve günümüz açısından da derinleşen bir yenilikle değişik konulara her zaman dikkatlerimizi çekerek, ilim ve düşünce hayatımız itibarıyla bizlere, sürekli "basü badel mevt"ler yaşatmaktadır. İşte birkaç numûne:

"Şimdi insan bir baksın (ve düşünsün) o, neden yaratıldı?." (Târık, 86/5)

"Ne güneşin aya yetişmesi ne de gecenin gündüzü geçmesi mümkün.. hepsi (güneş, ay, yıldızlar) ayrı bir felekte yüzer ve devirlerini tamamlarlar." (Yasin, 36/40)

"Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında; gece ve gündüzün birbirini takip edişinde; denizde insanlar için yararlı şeyler taşıyıp götüren gemide; kupkuru hale geldikten sonra Allah'ın gökten yağmur indirerek arzı yeniden diriltmesinde ve arzda her çeşit canlı yaymasında; rüzgârları değişik yönlerden estirmesinde; (nihayet) yerle gök arasında emrine musahhar (muallakta duran) bulutlarda, akıl sahipleri için O'nun birliğine, kudret ve ululuğuna delâlet eden birçok ayet ve mucizeler vardır." (Bakara, 2/164)

Arz etmeye çalıştığımız şu birkaç örnekte de görüldüğü gibi Kur'ân-ı Kerim tabiat olaylarını ve şeriat-ı fıtriye prensiplerini üzerinde titizlikle durmaya değer birer vak'a olarak serdetmek suretiyle ilim ve hür düşünceye rehberlik yaparak insanlara geniş bir temâşâ zemini sunmaktadır. Gerçi geçmiş kitaplarda olduğu gibi, Kur'ân-ı Kerim'de de âdetlerin harkından ibaret olan bir hayli kevnî mucizeden bahsedilmektedir. Ancak, onun bahsettiği bütün bu mucizeler bir ölçüde enbiyâ-yı izâm efendilerimizin hayat-ı seniyye ve misyonlarıyla mukayyettir. İslâm'ın ebedî mucizesi ise Kur'ân-ı Kerim'dir ve o, her yanıyla bütün bir hayatı kucaklayan evrensel bir mucizedir.

Evet Kur'ân-ı Kerim bir taraftan peygamberlerin vazife ve sorumluluklarıyla alâkalı mucizelerini sıralarken, diğer taraftan da "Sen Allah'ın sünnetinde (âdet-i Sübhaniye) bir tebdil bulamazsın, (kezâ) sen Allah'ın sünnetinde bir tahvil de bulamazsın." (Fâtır, 35/43) diyerek, tekvinî emirlerde tecrübî ilimlere ve rasyonel bilgilere işarette bulunup insanlar için ayrı bir rahmet dalga boyu sayılan değişmezlik disiplinine de dikkatleri çekmektedir.

Aslında Kur'ân-ı Kerim, bunlar gibi hem yerde, hem de göklerde, bu ölçüde rahmet tecellisi sayılan daha pek çok disiplin ve sâbiteden bahsetmektedir. "Sizce, öldükten sonra O'nun sizi tekrar yaratması mı zor, yoksa semâları yaratmak mı?. Dikkat edin O (semaları) Allah bina etmiştir." (Nâziât, 79/27-28)

İşte, bu mülâhazalar sayesindedir ki, İslâm aleminde -İslâm'ı bilmemeden kaynaklanan bağnazca bir-iki hurûç istisna edilecek olursa- katiyen ilim-din çekişmesi söz konusu olmamıştır. Böyle bir çekişmenin söz konusu olması bir yana, Kur'ân her zaman bizi, eşya ve hâdiseleri yorumlamaya, değerlendirmeye, bu konuda içtihad kapısını ardına kadar açık tutarak, zamanın yorumlarını da yanımıza almak suretiyle yeni yeni hükümler vaz'etmeye ve olaylar üzerinde derin derin düşünmeye sevk etmiş; aklı, mantığı hislerle beraber kullanmaya teşvikte bulunmuş, melekelerimiz açısından herhangi bir boşluk yaşamamamız için de bize, sürekli ilmî metod yolunu, müşahede üslûbunu ve istikrâ âdâbını talim etmiştir. Hatta denebilir ki, Kur'ân-ı Kerim'in en açık bir şekilde karşı çıktığı şeylerin başında skolastizm, zan, tahmin, taklit ve şablonculuk gelmektedir. O her zaman, bu öldürücü saplantıları ifade ederken, mutedil fakat oldukça mert bir üslûpla "O müşrikler; Allah'ın indirdiğine iman edin ve O'na tâbi olun denildiğinde, onlar, (hayır biz atalarımızı neyin üzerinde hangi yolda bulmuş isek ona uyarız) derler. Ya ataları hiçbir şey anlamaz ve doğruyu seçemez olsalar da mı (onlara uyacaklar)!" (Bakara, 2/170) der ve bu kabil şartlanmışlıkları fevkalâde ayıplar. Şu ayetin muhtevâsı öncekine nisbeten daha da düşündürücüdür: "Kafirlerin çoğu sırf bir zan (ve tahmine) tâbi olurlar. Oysa ki zan, katiyen hiçbir şey ifade etmez." (Yunus, 10/36)

Bütün bu ayrı ayrı konularda, Kur'ân-ı Kerim'in kendi ruhunu ve alemşümul mesajını takdim etme mevzuunda teemmül, tedebbür, tefekkür, akletme ve vicdanı dinleme yolunu seçtiğinde şüphe yoktur. Evet o, hemen her yerde, zihinleri hakikata uyaran bir yol takip etmiş; her hâdise karşısında düşünceyi harekete geçirmiş; aklın önündeki bütün mâniaları kaldırarak, onun eline tutuşturduğu sâbite ve disiplinlerle ona adetâ sınırsız bir hareket imkanı bahşetmiş ve insana varlığın hakikatını keşfetme gibi daha nice gerçekleri göstererek ona hep himmetini âlî tutmasını yeğlemiştir.

Arzedilen örneklerden de anlaşıldığı üzere Kur'ân ve hatta Sünnetin kâinat ve hâdiselere, akıl ve onun taalluk ettiği noktalara bakışı ve değerlendirişi, mevcud Tevrat ve İncil'in bu konuda yaklaşımlarından çok farklıdır. Bu itibarla da gelmiş-geçmiş bütün dinlerin tefsir ve yorumlarıyla, ilim arasında herhangi bir tenakuz bahis mevzuu olsa da, böyle bir durum, Kur'ân ve Sünnet'le beslenen İslâmiyet için hiçbir zaman söz konusu olamaz. Evet İslâmiyet, daha önceki dinlerde olduğu gibi, aklı, muhakemeyi ne bütün bütün azletmiş ne de münhasıran her şeyi naslarla irtibatlandırarak onları eli-kolu bağlı hale getirmiştir. Bilakis akla, ibret, tefekkür, tedebbür, içtihat ve inşâ sorumluluklarını da yükleyerek onu, bütün duyu organlarıyla beraber vahyin aydınlatıcı şuaları altında kendi kudretinin dantelasını örmeye memur etmiştir. İşte, daha sonra, değişik dönemlerdeki hür düşünce ve ilmî açılımların temelinde de hep bu anlayışın mevcudiyeti söz konusudur.

* * *

Bu temel dinamiklerle ortaya çıkan İslâmiyet, Râşit Halifeler'den Emevîlere, onlardan Abbasîlere ve bu dönemde başta Türkler olmak üzere bütün mühtedî milletlere, hicrî beşinci asra kadar tam bir tefekkür, ilim ve araştırma kaynağı, sâiki ve muşevviki olmuştur. Vâkıa Emeviler dönemi de, ilk halifeler asrında olduğu gibi büyük ölçüde fütuhâtla geçtiğinden, harp-sulh meseleleri, iktisadî-siyasî konular, askeri-idarî oluşumlar; ilmî, fikrî ve kültürel faaliyetlerin önüne geçtiğinden, münhasıran sadece bu devrede bir âhesterevlik göze çarpar; ama bu durum o günkü konjöktürle alâkalıdır. Bu dönemde, umumî ahval elverdikçe hareket hızlandırılmış, şartlar nâmüsait hâle gelince de muvakkaten rolantiye geçilmiştir.

İslâm aleminde, üç asır boyu devam edecek olan ilmî ve fikrî hamleler, büyük ölçüde bu sahadaki eserlerin tercüme, adaptasyon, şerh ve izahlarıyla başlamıştır. Daha hicretin 85. yılında, Halid bin Yezid, İskenderiye'deki bir kısım ilim ve fikir adamlarını huzuruna celbederek bunlara, Yunan ve Kıptî dillerinden bazı eserlerin tercüme edilmesini teklif eder ki, tercüme edilen bu eserler arasında -eski mânâsıyla- kimya ve ilm-i nücûm risaleleri de vardır. Tıp ilmiyle alâkalı bir kitap ise, ta Mervan bin Hakem döneminde bir süryani vasıtasıyla Arapça'ya kazandırılmıştır. Zaten, daha sonra bu hızlı, bu erken tercüme ve adaptasyon faaliyetlerinin nasıl geliştiği herkesin mâlumudur.. ve zannediyorum izahtan da vârestedir. Azıcık bilim tarihiyle meşgul olan hemen herkes bilir ki -bazı kusurlarıyla beraber- bu çağ, insanlığın altın çağıdır. Bu itibarla da ben, böyle önemli bir konuya şimdilik arîz ve amîk olarak girmeyi zâid sayıyor ve geçiyorum.

Zaten, bizim asıl konumuz da, din ve ilim çatışması ve böyle bir çatışmanın bütün Hıristiyan aleminde çalkantılara sebebiyet vermesine karşılık, İslâm dünyasının bu ölçüde bir kavganın dışında kalması ve hatta bu karanlık dönemi bir aydınlanma çağı haline getirmesi hâdisesidir. İslâmiyet bunu yapmıştır; zira o, bir din olarak, hür düşünceye, serbest muhakemeye ve ilmî araştırmalara hep teşvik etmiş; dolayısıyla da, İslâm dünyasındaki fikrî ve ilmî gelişmeler Kur'ân ruhunun filizleri olarak onun tabiatıyla irtibat içinde varlığa ermiş ve varlıklarını sürdürmüşlerdir. Herhangi bir dinin, hür düşünce, akıl, mantık ve muhakeme ile çekişip çekişmemesinin arkasında da –zannediyorum- işte böyle bir tabiatla irtibatlı olup-olmama meselesi yatmaktadır. Evet bir din, ne kadar yaygın ve uzun ömürlü olursa olsun, akıl ve düşünce ile tev'em aynı döl yatağında neş'et edip gelişmemişse, böyle bir din ömür boyu ilimle sürtüşme gibi bir olumsuzluktan kurtulamaz. Ya din, ya da ilim bütün bütün devre dışı kalacağı, öbürünün de gelip onun tahtına oturacağı ana kadar da bu kavga sürer-gider.

Eğer biz bugün, varolduğu dönemden bu yana, İslâmiyetin hâkim olduğu yerlerde -ilim tarihi bunun önemli bir vesikası sayılır- bir din-ilim mücadelesinin söz konusu olmadığını iddia ediyorsak -ki bu bir gerçektir- bunun açık, net bazı sebeblerinin olması icab eder. Yoksa ortaya atılan iddiaların, vehim ve hayal olduğuna her zaman hükmedenler çıkabilir. Bu itibarla, böyle bir noktaya gelmişken, hiç olmazsa konuyla alâkalı bir-iki sebebi sıralamada yarar olacak:

  • Her şeyden evvel İslâmiyet, kitap ve sünnet gibi sürekli onu besleyen kaynakları açısından, akıl, mantık, muhakeme ve hür düşünceyi kendi çerçeveleri ölçüsünde serbest bırakmış ve insanoğlunu her fırsatta varlık ve hâdiseleri tahlile teşvik etmiştir. Zaten, Kur'ân'a muhatap olmanın ve İslâmiyet sorumluluğu altına girmenin ilk şartı da akıldır.
  • İslâmiyet, kendi karakterinin gereği, tefekkür, tedeb­bür ve teemmüle fevkalâde bir genişlik ve esneklikle açık olduğundan, ne getireceği yeni yorumlarla zaman, ne de ihtiyaç ve zaruretler -aslında bunlar onun temel disiplinleri açısından bir kısım hükümlere esas kabul edilmişlerdir- onun, o kuşatan çerçevesini hiç zorlamadan tabiî bir rejenasyondaki oluşma, gelişme ve genişleme gibi onunla her zaman uyum sağlamış ve dışına akseden bir nakış haline gelmiştir.
  • İslâm'ın mübelliğ ve mümessili o Yüce Zât, hikmet ve hakikata müminin yitik malı nazarıyla bakmış; nerede bulunursa bulunsun alınıp değerlendirilmesini tavsiye etmiştir ki, bu da müslümanların çok erken bir dönemde, o kadar süratle dünyanın dört bir yanına yayılıp hakim olmalarına rağmen kendi düşünce ve inanç sistemlerinin orijinini korumanın yanında, gittikleri yerlerden de alabileceklerini rahatlıkla alabilmiş, atılması gerekli olan şeyleri de rahatlıkla kaldırıp atabilmiş ve herhangi bir sıkıntıya girmeden dünya ile çok süratli bir motivasyon sağlayabilmişlerdir.
  • Beşer tarihi boyunca, din ve ilim çatışması şeklinde gösterilen hâdise aslında, dini anlamamış din adamlarıyla ilimden bahresiz ilim adamları çatışmasıdır -bugün de bu sevimsiz çatışmanın perde arkasında aynı şeylerin olduğu kanaatındayım-. İslâmiyet'te hiçbir zaman bir kahinler ve rahipler sınıfı olmadı ki, ilim adamlarıyla dindarlar arasında bir kısım mülâhaza kaymaları veya çıkar kaygıları, onları böyle bir vuruşmaya sevketmiş olsun. Müslümanlıkta müminler, teker teker veya toplu halde, hemen her zaman ve her yerde, aracıya muhtaç olmadan Kudreti Sonsuz'la münasebete geçip, O'na karşı kulluklarını yerine getirebilirler ki, bu da İslâmiyette, batı aleminde söz konusu olduğu ölçüde herhangi bir çelişki sâikinin bulunmadığını gösterir.
  • Ayrıca İslâmiyet'in, öyle uzlaşmacı bir yanı vardır ki, ilim, düşünce, muhakeme gibi onun ruhunun temel malzemeleri sayılan çok hayatî unsurlarla o hep içli-dışlı olmuştur ve onlarla çatışması da katiyen söz konusu değildir; değildir zira böyle bir çatışma onun kendi kendiyle çelişkisi demektir. Evet, varlığın esası ilim olduğu gibi, planı, programı, yapılanışı da hep ilim esasları üzerine cereyan etmektedir. Zaten Kur'ân, varlığın ezeli bir tercümesi, tahlilî bir beyanı ve talâkatlı bir lisanı olduğuna göre onun eşya ve hâdiselerle mütenakız düşmesi de katiyen söz konusu olamaz.

İşte ilk müslümanlar bu iç ve dış sâiklerle, önce ellerindeki kaynakları evire-çevire son santimine kadar değerlendirmiş; sonra da karşılaştıkları değişik bilgi ve kültür hazinelerini, yeni tahlil ve terkiplere tâbi tutarak çok farklı ve zengin sentezler ortaya koymuşlardır. Aydınların ortaya koydukları bu yeni terkip, tesbit ve keşifler toplumun hemen her kesimi tarafından en aşkın takdir hisleriyle karşılanmış ve bir ilâhî ilham esprisi içinde sahip çıkılmıştır. Öyle ki o gün tıp ilminin esasları, Hükümdar Vâsık'ın sarayında tıpkı dinî eserler gibi mütalâa ediliyor.. hendesî meseleler ve müsellesât (trigonometri) mahalle mekteplerinde, âdî dersler sırasında geniş kitlelere ulaştırılıyor, hemen birçok ilim mahfilinde, Birûnî'nin, bugünkü tespitlere çok yakın olan, arzın kendi mihveri etrafındaki dönüşü nazariyesi müzakere ediliyor ve fezâ her gün ayrı bir derinliğiyle ilim ve düşünce ufkuna yeni buutlar kazandırıyordu. Fârâbî, İbni Sina, Nâsıruddin et-Tûsî, İbni Heysem, Ebubekir er-Râzî hem birer filozof hem de birer ilim adamı olarak uğradıkları her yerde olağanüstü ihtimam görüyor ve ma'şeri vicdanın teşvikleriyle keşiften keşife koşuyorlardı. Batıda ilim adamlarının, önceleri engizisyon mahkemelerinin korkusuyla tir tir titrediği, sonraları da tecritler ve teşritler yaşadığı bir dönemde, Akşemseddinler, Molla Fenârîler, Hocazâdeler, Ali Kuşcular, İbni Kemaller, Kınalızâdeler, her yerde en ciddi teşrifat merasimleriyle istikbal ediliyor ve hükümdarların huzuruna teklifsiz girebiliyorlardı. Hatta bunlardan pek çoğu birer dinî aziz gibi tazim ediliyor ve ilim adına harcadıkları mesâinin bedelini kat katıyla alabiliyorlardı.

Bu itibarladır ki, temelde İslâmiyet'i başka dinlerle mukayese etmek mümkün olmadığı gibi İslâm dininin ilimle, düşünce ile ve ulema ile mücadelesi de söz konusu değildir. Dün ve bugün bir kısım talihsiz beyanlar ya meselenin ruhunu araştırmadan ortaya atılmış avamca telâkkîler veya Allah, peygamber ve din düşmanlığı yapabilmek için uydurulmuş bahanelerdir. Tarihe gizli kalmayan bu gerçek, insaf erbabı mütefekkir ve ilim adamlarından da uzun zaman saklı kalamayacaktır. İslâm Peygamberi'nin evrenselliği, Kur'ân'ın zenginliği ve İslâm'ın yeterliliği er-geç anlaşılacak ve bugüne kadar aklî ve mantıkî gücü, kitleleri aldatma istikametinde kullananlar ettiklerine nâdim olup ağlayacaklardır.

* * *

Elinizdeki bu kitap; tarih boyu devam edegelen din-ilim münasebetini ve yıllardan beri hep maznun sandalyesine oturtularak, felsefî düşünce karşısında yenik gösterilmeye çalışılan semavî dinlerin ve hususiyle de İslâm dininin berâetini belgeleyen bir îlamnâme veya din vak'asının, her zaman onu mağlup gösterenlere karşı bir rövanşıdır. Aslında o hiçbir zaman, herhangi bir fenomene yenik düşmemiştir. O amansız hasımların husumeti vefasız dostların yetersizliği karşısında sadece muvakkat bir küsûf yaşamıştır. Bu itibarla da önümüzdeki yılların, onun yılları olacağından kimse şüphe etmemelidir.

Üç ana bölümden müteşekkil olan kitabın birinci bölümü, din-ilim çatışmasının enfüsî yanları üzerinde durarak, konunun biraz da niyet ve bakış açısına bağlı olduğu vurgulanıyor ve din-ilim etrafındaki mütalâaların çoğunun, dini mahkum etme mülâhazasından kaynaklandığı ve bu konudaki hükümlerin gayet sığ ve objektif olmadan uzak bulunduğu; bu mevzudaki olumsuz düşüncelerin hemen bütününün birer saldırı niteliğinde olduğu ifade ediliyor ki, böyle bir yaklaşım güneşe balçık çalma gibi hasmın aleyhinde kullanılacak bir delildir. Bir kere, az buçuk İlimler Tarihini tetkik etmiş olanlar bilirler ki, zamanın hiçbir diliminde, dünyanın hiçbir yerinde, İslâmiyet'in şu veya bu ilimle sürtüşmesi katiyen söz konusu olmamıştır. "İlim,din ihtilafı İslâm dünyasında değil, Hıristiyan batı dünyasında ortaya çıkmış sonra da oradan dünyanın dört bir yanına yayılmıştır. Bu itibarla da şayet, bazı çevrelerin ısrarla vurguladığı gibi bir ilim ve din ihtilafı söz konusu ise, bu İslâm dünyasının değil batının problemidir." Kaldı ki, varlık ve hâdiseler ihtiva ettikleri fayda, maslahat ve hikmet açısından, İslâm'ın ortaya koyduğu isabetli yorumlar sayesinde, her zaman tetkiki imrendirilen konular haline gelmiştir.

İlerleyen sayfalarda, batı dünyasında dinin, özünden uzaklaştırıldığı, hatta kısmen beşerileştirildiği ve bu suretle de onun ruhunda meydana gelen boşlukları fırsat bilen bazı pozitivistlerle ve bir kısım felsefecilerin dini temelinden sorgulamaya aldıkları, dahası bir düzine kendini bilmezin Müslümanlığı da Hıristiyanlığa kıyas ederek aynı mantık ve aynı üslûpla ona da hücum ettikleri.. oysa ki, özü ve ruhu itibarıyla dinin, hususiyle de İslâm dininin bu kabil münasebetsizliklerden fevkalâde müberrâ olduğu ihtar edilerek, onun insanlığa, dünya-ukba dengesi içinde mutluluk vaadeden ve insanı iki dünyanın birleşik noktasına yerleştirip ona, "... ruh ve maddenin, fizik ve metafiziğin, nâsut ve lâhutun müşterek ilhamlarını fısıldayan "Kitaplar Kitabı" Kur'ân'ın, kendi ufkunun dalga boyundaki sesi, soluğu, temsili ve yorumunun evrensel ve ledünnî ifadesidir." gerçeği vurgulandıktan sonra, ilmin özü ve fonksiyonuna kuşbakışı temas edilip farklı bilgi kaynaklarının birbiriyle telifi; bilim metodları içinde mantık ve matematiğin prensipleri, bu prensiplerin birer vuzuh ve inkişaf unsuru haline getirilmesi; hipotezlerin, deneylerin ayrı ayrı hususiyetleri; ilmin sınırları ve dolayısıyla onun ne olup ne olmadığı; akıl ile ulaşılacak ve ulaşılamayacak gerçekler ve ötesi; bilim felsefecilerinin, bilimin mutlaklığını reddeden ve onun tabulaştırılmasına karşı çıkan görüşlerine genişçe yer verildikten sonra konu şöyle özetleniyor: "İlim; tabiattaki senfoninin notalarını inceleme, din de bu güzel senfoninin mânâsını -hatta mânâ arkasını- ve sözlerini bilme yoludur. İlim-din, ikisi birlikte -bu beraberlik, ilim ve dinin, tek bir hakikatin ayrı ayrı yüzleri ve farklı tecellileri olmaları itibarıyla zaten mevcut- tabiattaki senfoniyi bütün detaylarıyla çözebilirler."

"…Yaratıcıdan uzak tutulmak istenen bilimin, (materyalist açıdan) sadece fizik-kimya kanunlarıyla izahtaki soğukluğu ve fâsit daireler halinde insanı bunalımlara atan sert tavrı değil; din ile adetâ, ilahî bir metamorfoza uğrayarak, mülayim, sıcak, yumuşak tavırlar gösteren salih dairelere inkılâbı ancak insana (hakîki ve kalıcı) bir huzur vaadedebilir."

"…Gazalî, tamamen akıl ve tecrübeye dayalı matematik, mantık ve tabiî ilimlerin, dinin getirmiş olduğu birtakım akıl üstü hakikatleri inkar etmelerinin önemsenemeyeceğini ifade ederek, tecrübî sahada bile aklın, bir kısım vehim ve hayallerden sıyrılamadığını, dolayısıyla da eşyanın hakikatine nüfuz edemeyeceğini söyler. Zaten ilim ile dinin ihtilafında en önemli mesele de aklın sınırları meselesi olsa gerek. Şöyle ki, müsbet ilimlerin gelişme sürecinde olduğu bir dönemde, akla ve tecrübeye karşı duyulan o fevkalâde itimat, aradan belli bir süre geçtikten sonra ilmin dine karşı açık bir tavrı olduğu mülâhazasını doğurmuştur.

Oysa ki artık bugün aklın sahasının da sınırlı olduğu hemen herkes tarafından bilinmektedir. Hatta dahası, insanda, aklî kabiliyetin ötesinde bir de kalp sahasının mevcudiyetinden bahsedilmektedir…"

Kitabın ikinci bölümünde, "Tarih boyunca ilim-din münasebetleri" başlığı altında, çok eskilerden Ortaçağın sonlarına kadar devam edegelen ilmî gelişmelerin ve bunların temelindeki dinamiklerin tamamen ilâhî kaynaklı olduğu, aslında her zaman din ve ilmin birbirini desteklediği, birinin gelişmesinin diğerine de inkişaf zemini hazırladığı zâviyesinden hareket edilerek, bütün ilimlerin -bir mânâda- Allah'ı gösterdiği vurgulanarak şöyle denmektedir:

"... ilk medeniyetlerde düşünceler ve kâinat modelleri tamamen dinî temellere dayanıyordu ve ferdî olmaktan daha çok bütün bir toplumun malıydı:

"... Sümer ve Babillilerde, mabedlerin aynı zamanda birer rasathane, din adamlarının da o günkü mânâsıyla birer astronomi alimi olması, hatta tıp mesleğinin din adamlarının kontrolünde bulunması, dinin, Mezopotamyalıların dünya görüşleri ve pozitif bilgileri üzerinde ne kadar tesirli olduğunu gösterir. Bu itirbarladır ki, bir kısım eski kavimlerde olduğu gibi, Mezopotamyalılarda da dinden ayrı bir felsefe ve bilimden bahsetmek adetâ imkânsızdır."

"...hatta diyebiliriz ki, diğer bütün medeniyetlere muvâzi olarak, eski Yunan'da da, din ile ilim arasında var gibi gösterilen çatışma, aslında, din ile ilim arasında değil; din ile ilim zannedilen felsefe arasında cereyan etmiştir."

Burada ayrı bir parantez açılarak, ilmin, günümüzde ulaştığı seviyenin, hiçbir medeniyetin tekeline bırakılamayacağı; eski Mısır, Mezopotamya, Çin, Hint ve Yunan Medeniyetlerinin de bu konuda belli nispette katkılarının bulunduğu; hele İslâmiyetin mevzuu ile alâkalı tasavvurlar üstü müessiriyeti ve elden ele bugüne kadar ulaştırılan ilim meş'alesinin, Ortaçağdaki müslüman ilim adamları sayesinde umumileştirilmesi hatırlatılarak ve bu arada, gerçek ilim öncüleri peygamberler de birer yâd-ı cemil mahiyetinde zikredilip arkadan şöyle denmektedir:

"... hiçbir millet tek başına ilim sürecini başlatma ve devam ettirme iddiasında bulunamaz. İlimlerin gelişmesi tarihî bir vetîre içinde Mezopotamya, Mısır, Çin, Hint ve eski Yunan Medeniyetleri arasında tıpkı miras şeklinde birinden diğerine intikal ederek bugünlere gelip ulaşan büyük bir hâdise olup, herhangi bir milletin müstakillen sahip çıkamayacağı kadar çok kaynaklıdır..."

Meseleye böyle yaklaşılınca, batı âleminde karanlıkların yaşandığı bir dönemde-bu dönem İslâm dünyasında peşi peşine altın asırların birbirini takip ettiği aydınlık bir dönemdir-bazı batılı ilâhîyatçılar, yeryer ilmî çalışmalara destek vermiş ve bilimle alâkalı araştırmaları teşvik etmişlerdir.

Ne varki eğer, ilmin de, hür düşüncenin de tavizsiz bir destekçisinden söz edilecekse o da İslâmiyettir. Şöyle ki, bir baştan bir başa koskoca batı üstüste bunalımlar yaşadığı, kilise otoritesinin sarsılıp âbâ-i kenâisenin kendilerini gel-gitlere saldığı İncil'e âit yorumların, genel gelişmelerin çok gerisinde kaldığı, bazı ilim yuvalarında dinin tahkire uğrayıp tezyif gördüğü böylesine bunalımlı bir dönemde İslâmiyet, yerinde doğrudan doğruya, yerinde de dolaylı yollardan dinî düşünceye omuz verip ve din telâkkisini taptaze bir üslûpla bütün insanlığa sunarak, çok yerde çözülmeye yüz tutmuş diyanet telâkkîlerini ve hususiyle de Hıristiyanlığı mukadder bir ölümden kurtarmıştır.

Sadece bir iki parağrafla arzetmeye çalıştığımız işte bu bölüm, şu özet bilgilerle sunularak bu fasıl da noktalanıyor:

"... batıda olduğu gibi ülkemizde de "karanlık çağ" diye vasıflandırılan ve medeniyet tarihi açısından bütün dünyada yaşanmış bir ifrit dönem gibi gösterilen bu çağ, aslında onun, insanlığa yepyeni ve orijinal bir ilim anlayışı armağan eden İslâmiyetle tanıştığı çağdır."

"... zaten, bugün çok yerde iddia edilenin aksine (bir kısmı itibarıyla) Ortaçağ ilâhîyatçıları da, ilmî tartışmaları engellemek bir yana, onu teşvik etmeleri söz konusudur ki, günümüzde bu düşünce, her geçen gün biraz daha ağırlık kazanmaktadır." Hatta denebilir ki, "bazı Ortaçağ ilâhiyatçı ve filozofları, karşılaştıkları değişik meselelerde, bir disiplini diğerine nasıl adapte edeceklerini ve ihtilaflardan, çatışmalardan nasıl sıyrılacaklarını (bugünün ilâhîyatçılarından) daha iyi biliyorlardı."

"... aslında, gerek Tevrat ve İncil, gerekse (yerinde bu kitapların musahhihi, yerinde müceddidi, yerinde müsbiti ve yerinde de muhakkiki sayılan) Kuran-ı Kerim, aynı kaynaktan gelmişti.. (ve bu mesajlardaki temel espri de, eşyayı bir kitap bir meşher gibi insanoğlunun temâşâ ve kıraatına sunup onu, Yüce Yaratıcı'nın kendini ve icraatını seslendiren bir nağme ve bir enstrüman haline getirmektir ki,) böyle bir yaklaşımda, ne pozitivist düşüncenin inhirâf-ı sâbiteleri ne de natüralist telakkînin tabiatı ilahlaştırması katiyen söz konusu değildir."

Kitapta daha sonra bir fasıl aralığıyla, Kur'ân ve İslâmiyet'in, ilim, düşünce ve araştırma konusundaki tahşidâtı; İslâm dünyasında, çok erken sayılan bir dönemde gerçekleştirilen tercüme faaliyetleri; düşünce, ilim ve araştırmaların ödüllendirildiği vurgulandıktan sonra, geniş bir parantez açılarak, ortaya koydukları eserleriyle çağlara ışık tutmuş ve tıptan astronomiye, matematikten fiziğe, kimyadan biyolojiye hemen her sahadaki enteresan tespitleri, en modern tedavi usülleri ve çok farklı alanlardaki teorileriyle ün salmış en önde bir kısım devâsâ kâmetlerden söz edilerek karakteristik bir rönesans çağı resmedilmekte… İşte bu upuzun serencâmeden sadece birkaç parağraf:

"... İslâm öncesi Arap yarımadasındaki sosyo ekonomik yapı tamamen yürekler acısıydı; asiller kervanlarla ticaret yapıyor, halk yığınları ise kendi kaderleriyle baş başa ve tamamen bir terkedilmişlik görünümü içindeydi. Pek çok yerde, bir erkek istediği kadar kadınla, bir kadın da istediği kadar erkekle evlenebiliyordu. Her zaman kuvvetli haklı görülmekte ve zayıflar da en utandırıcı şekilde ezilmekteydi. İşte dünyanın, kapkaranlık bir atmosfer içinde yüzüp durduğu böylesi talihsiz bir dönemde, insanlığın mâkûs kaderinin birden bire değişmesi ve otuz sene gibi dar bir zaman dilimi içinde, en bedevi toplumlardan, ilim, teknik ve medeniyet yolunda en mükemmel mürşit, en aldatmaz rehber ve en seviyeli muallimlerin yetiştirilmesi, İslâmiyet'e has öyle istisnaî bir hâdisedir ki cihan tarihinde bir eşini daha göstermek mümkün değildir."

"... din-ilim çatışması, Ortaçağ'ın sonlarına doğru batının en büyük açmazını teşkil etmesine karşılık İslâm, din ile ilim arasında gerçekleştirdiği uyumun diliyle, bir kere daha Allah'ın kelamıyla onun kudret ve iradesinin eserlerini tevhîdî bir mülâhaza altında ilan etmiştir. Zaten, bu kâinat da, "Bir" olanın kendini, binbir sembol ile ifade ettiği bir tasvirdir. İşte İslâmiyet bu gerçeği ortaya çıkararak, din ve tabiat bilimleri arasındaki o kaskatı görünen ayrımı ortadan kaldırmış ve her şeyi son birkez daha tevhide ircâ etmiştir ki, çağın düşünürlerinden Garudi'ye göre; "ilimler arasında kesin bir ayırım da yoktur. İslâm kültürü içinde büyük ansiklopedilere denk dehâların doğuşu da ancak böyle bir mülâhaza ile açıklanabilir." der. Aslında İslâmî eğitim modeli de işte bu tevhîdî telâkkiye dayanarak bir hamlede Afrika'dan ta Endülüs'e kadar yayılmıştır. Hatta çoklarına göre, Paris, Oxford, Semerkand, Tunus'ta Zeytuna, Kahire'de Ezher, İtalya'da Salerno ve bunlara benzer daha niceleri İslâm'ın bu eğitim modeli üzerine kurulmuştur. Bu açıdan İslâm, bir yandan Ellenizm'le modern dünya arasında köprü vazifesi görürken, diğer yandan da kendi medeniyet ve kültürünü çimlendirerek bu konuda üçüncü ve en zengin halkayı oluşturmuştur."

"... bu altın çağda Kur'ân ve hadis davetçilerine, ilim peşinde koşmanın fazileti üzerinde ısrarla durularak, ilimlerin sür'atle gelişmesi için hususi bir atmosfer meydana getirilmiştir. Böyle bir atmosfer sayesinde, bütün bir metafizik ve kozmoloji, temel disiplinleri açısından Kur'ân ve hadisin bağrından fışkırarak, daha sonra gelişen ilimlerin temelini ve blokajını teşkil etmiştir."

"... evet Kur'ân ve Sünnet, her ilimden gerektiği ölçüde bahisler açıp bilime kapı aralayan, her fırsatta ona teşvik eden ve insana zekasının hududları dahilinde yapabileceği şeyleri hatırlatan en temiz, en duru kaynaklardır. İnsana düşen de, bu kaynaklardaki mesajı anlayıp ona göre dünya ve ahiret dengelerini korumak olsa gerek…"

* * *

"Yeniçağdan günümüze ilim ve din" serlevhasıyla verilen üçüncü bölüm, kâinat kitabının didik didik edilip yorumlanmasıyla bugünkü baş döndürücü gelişmelerin birbiriyle münasebeti vurgulanarak -İslâmî bir yaklaşımla- ilâhî kelama yönelme ölçüsünde tekvinî emirlerin daha bir anlaşılır hale geleceği, varlık ve hâdiselerin daha derin anlamlar kazanacağı hatırlatılıyor ve bu sürecin batıdaki öncüleri sayılan Descartes, Boyle, Gassendi, Newton gibi inançlı ilim ve fikir adamlarına dikkat çekiliyor.

"... ancak bütün bu olumlu gelişmelerden sonra, bir taraftan değişik yorum ve teviller yüzünden kâinat kitabına zıt bilgilerle doldurulmuş mukaddes metinlerin müdâfaa edilmez hale gelmesi, diğer taraftan da bir kısım pozitivist, naturalist ve rasyonalist düşünür ve araştırmacının; bu arada bilhassa Darwin ve Lamarck'ın görüşlerinin sebebiyet verdiği ekonomik, sosyolojik, kültürel sarsıntılar ve bunlara bağlı ortaya atılan yeni felsefî görüş ve düşünceler, bütün bir batı dünyasını yeniden bir kere daha sarsmış ve her şeyi allak-bullak etmiştir."

"... krizleri krizlerin takip ettiği bu karanlık dönemde, o güne kadar devletler muvazenesindeki yer ve konumunun hakkını vermeye çalışan Osmanlı Devleti de bu genel sarsıntıdan nasibini almış ve bir çaresizlik fâsit dairesi içinde her gün hayâlî bir halâskâr arkasından koşarak sürekli kıble değiştirmiş; hususiyle de batı tesirinin daha geniş ve daha etkili olduğu aydın kesim, o başı dönmüş, bakışı bulanmış haliyle bütün bütün kendini salmış, hatta teslim olmuş ve bilâ kayd u şart bir vesayet hayatı yaşamaya başlamıştır. Cumhuriyet döneminde de bir kesimin kendini inkârı ve kendinden kaçışı en acı şekilde devam etmiştir." -ifadelerdeki küçük tasarrufların bağışlanacağını ümid ediyorum- mülâhazalarına yer veriliyor ve bu uzun fasla nokta konulurken de, son bir kez daha, din ve ilim bahsine dönülerek, bilimin -günümüzdeki moda tabiriyle- İslâmîleştirilmesi hatırlatılıyor ve geleceği yeniden inşâ edecek olan düşünce ve ilim mimarlarının Kur'ân ve kâinat kitabını birlikte mütalâa etmeleri gerektiği vurgulanarak, İslâm'daki kalp ve kafa izdivacı, fizik ve metafizik münasebetleri tam yerinde bir hatırlatma ile vicdanlarımız uyarılıyor ve "Aklın nuru fünûn-u medeniyedir, kalbin ziyâsı ulûm-u diniyedir; bu ikisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder" denilerek hitam-ı misk bir mülâhaza ile son nokta konuyor.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.