Orta Asya'da Eğitim Hizmetleri
Şüphe ve tereddüt üretme, yaygın bir hastalık halini aldı. En doğru, en sâbit hakikatlerin etrafında dahi bir sürü tereddüdün dolaştığına şahit oluyoruz. Doğruların eğri, eğrilerin doğru olabileceğine ihtimâl veriliyor ve böyle yapılırken de ilmiliğin gereği yerine getiriliyor gibi gösteriliyor.
İlim adına böyle bir ihtimalciliğin münakaşası her zaman yapılabilir; ancak din dince mukaddes sayılan prensiplerin aynı kriterlerden geçirilmesi ise telâfisi imkansız zararlara yol açar.
Şüphenin, düşüncedeki yeri aslâ inkar edilemez. Ne var ki bunu tâmin etmek, çok eskilere ait bir sisteme dönmek demektir ki; bu da düşüncede bir irticâ sayılır.
Sübût ve rusûh bulmamış meselelerde tereddüt ve dolayısıyla münakaşa bahis mevzuu olsa bile, tecrübeden geçmiş ve müşâhededen te'yid görmüş hususlarda şüpheye düşmek, akliliğin kendi kendiyle tenâkuzu ve (septik) bir saplantıdır.
Ne acıdır ki, her biri kendi sahasında pek çok müşâhede ve tenkide tâbî tutulmuş bir sürü hakikat, his ve muhâkemeyi inkâr eden bir kısım banal görüşlü materyalistlerce, gayr-i aklî, gayr-i mantıkî ve tecrübeye zıt gösterilerek reddedilmektedir.
Bu ret ve inkarın, okuyan ve okuduğunu anlayan bir zümre için mesnetsiz ve sathî olduğu düşünülse bile, pek çoğu itibariyle ümmî ve muhakemesiz olan insanımız için büyük tahribat ve sarsıntı yapacağı da unutulmamalıdır. Ve bunun için de bütün hamiyetperverlere, bu çabuk yıkılan ve çabuk bozulan zümrelere, kanaat ve düşüncelerini düzenleyici mahiyette el uzatmak ve ışık tutmak gerekmektedir.
İlhâd ve inkâr öteden beri vardır ve bundan sonra da var olacaktır. Ancak, batının tahrif edilmiş Hıristiyanlığına karşı tabii bir tavır sayılan, her şeyi kuşku ve tereddütle karşılama, bütün meseleleri fıtrat ve tabiatın soluklarından ibaret olan mukaddes dinimizce asla bahis mevzuu olmamalıdır.
Aklın azli esasına dayanan mesîhiyyet, i'tila döneminde ilim ve tekniğe karşı alabildiğine bağnazca davrandığı için, okuyan ve düşünen zümrelerin menfuru olmuştu. Daha sonra ise bu nefret, ilmin ve tefekkürün galebe çalmasıyla Hıristiyanlığın târ u mâr olmasına sebebiyet vermişti. Ondan sonra ise batılı, alabildiğine serazat ve alabildiğine dine karşı müstehzî kesildi.
Dinin bağlayıcılığını esâret ve ondan kurtuluşu mahbesten halâs sayıcı bu toy düşünce, bir hamlede Kitab-ı Mukaddes'in bütün meselelerini birer komedi hâline ait her haberi bir üstûre, geleceğe ait bir İkâzî aldatmaca ve iğfâldi Bu itibarla da dince yeniden anlatılması gerekiyordu. Heyhât, âbâ-i kenâise (kilise babaları) hiçbir zaman bunu yapamadı. Keşke sadece hiçbir şey yapamamakla kalsaydı. Aksine o, bir kısım menfaat ve zarar mülahazasıyla, dini değişik kalıplara dökmek ve ilim adına ortada gezen bir kısım nazariyelere mümâşât yapmakla, dînî prensiplerin değişkenliği hissini uyarıyor ve dine en büyük darbeyi vuruyordu.
Din adına dine indirilen bu darbe, iki büklüm zavallı Hıristiyanlığı, bir daha belini doğrultamayacak şekilde komaya soktu ve onu, o gün bugün dindeki vakar, kararlılık ve ciddiyetten yoksun hâle getirdi.
Keşke vahy-i semâvinin ruhundaki tabiîliği ve bu tabiîlik içindeki bütün bir hayatı tekeffül etme elastikiyetini daha önceden kavramış olsalardı da öze sadakat için içtihat müessesesini işlettirip, dinin âlemşumül hüviyetine tercümanlık vazifesini yapabilselerdi.
Oysa ki her yeni te'vil bir sürü tereddüt getiriyor; her izah değişik bir kısım şüpheler hortlatıyordu. Artık şüphe ve tereddütlerle boğuşma, münfesih Hıristiyanlığın ayrılmaz kaderi olmuştu. Batılı kendi dinine karşı bir zafer sarhoşluğu içinde idi ve her şeyi inkâr ediyordu. Hatta bütün dinlere karşı da aynı kriterleri kullanıyor ve aynı adrese ile bakıyordu.
Hale batıda, fen ve tekniğin mihrap haline gelmesi, sanayi inkılabının kazandırdığı farklı bakış zâviyesi, batılıyı öylesine çılgınlaştırdı ki; o, "Tanrı öldü" diye küfür ve küfranını cihana i'lan ederken, dinî her meseleyi de hafife alıyor ve istihkar ediyordu.
Bu devre, Hıristiyan âlemi için, metafizik her hâdisenin alaya alındığı ve her şeyin madde ile izah edilebileceğine inandığı düşündürücü bir devre oldu. Hele bu devrede pozitivistler, o kadar azgınlaştırdılar ki, onun parafa etmediği hiçbir husus hüsn-ü kabul görmüyor ve kendini anlatamıyordu.
Batıyı teknik ve sanayi ile örnek alan milletler, onun küfür ve ilhadına da hayranlık duyuyor ve tâlib çıkıyorlardı. Bu ise, maddî ve manevi gücünü yitiren İslâm âleminde, bir kısım dinden bezmiş mülhid ve şüphecilerin meydana gelmesine yol açıyordu. İslâm'ın zatı ma'suniyeyeti ve her türlü itirazdan muallâ keyfiyeti nazar-ı itibara alınmadan, Hıristiyanlık için vârid olan itiraz ve ittihamlarla ona da hücüm ediliyor ve münfesih bir sistem için verilmiş idam kararı, ona da tatbik edilmek isteniyordu. Kedi müntesipleri tarafından, körü körüne böyle bir (Karakuşî karar)la giyotine götürülmek istenen yüce din, muârızlarının tecâvüzü, müntesiplerinin cehâletiyle baş başa kalmıştı.
Her tarafta binlerce tereddüt i'mal ediliyor ve mensuplarının gönlünde binlerce, yüzbinlerce şüphe uyarılmak isteniyordu. (Hâşâ) Allah'ı kim yarattı? Peygamber görmeyen küfründen dolayı neden muâheze edilsin? Kısa bir ömür yaşayan kafirler niçin ebedî cehennemde kalsın? Hz. Adem'in evlatları birbiriyle evlendikleri halde şimdi kardeşler arasında evlilik niçin yasak? Şeytanı neden başımıza musallat etti? (vs.) gibi hususlar her Müslüman'ın, evinde, obasında; mektebinde ve kışlasında karşılaştığı sorulardan olmuştu.
Batı hayranlığı meşcereliğinde gelişen bu ilhad düşüncesine, daha sonra diyalaktik felsefe sahip çıkınca, ilhad bir tufân halinde, bir baştan bir başa bütün dünyamızı sardı. Artık, her ocakta her bucakta ilâhiyata ait en derin meselelerin münakaşası yapılıyor, hatta yüce yaratıcı zayıf ve fakir beşeri kıstaslara vurulmak isteniyor: "Neden o'nu göremiyoruz? O hangi sebeplere dayanıyor?" gibi aklı başında herkesi ağlatacak en câhilane iddialar evden eve köyden köye dolaşmaya başladı.
Bir bakıma, bu insafsız işgale karşı da çıkılamıyordu. Zira zavallı münevverimiz korkunç bir basiretsizlikle, bütün bunlara ilmîlik diyor ve alkışlıyordu.
Bundan daha beteri de, bütün bunlar karşılık, kendimizi anlatma cesaretini kaybetmemiz, dinimize sahip çıkmayışımız ve hatta ona intisabı gericilik saymamız gibi haller olmuştur. Böyle bir dönemde, onun bir rüknünü yaşayan en büyük mü'min ve bir meselesini anlatan da en büyük kahraman sayılıyordu. Böylesine bir insan kıtlığı ise, bütün bir neslin yerle bir edilmesine sebep oldu." Ne din kaldı ne iman, din harâb iman serâb oldu"
Şimdi yeniden, kendimizi ve dünyamızı anlatma gayretleri belirmeye başlıyor. Hatta ilhada gidildiğinden daha süratli ve daha çalımlı bir anlatma gayreti göze çarpıyor. Bu ise dinin, bir kere daha kendi müntesipleriyle bütünleşmesi ve ölmezliğini onlara bir kere daha anlatması demektir.
Dün "Mehlike sultana aşık" toy delikanlıların, ilhâda koşup, küfrü ve dalaleti terviç ettikleri gibi, şimdi iman ve tevhidi destanlaştıran yüzlerce kalem, yaratılışındaki hikmetin hakkını eda etme gayreti içindedir. Binlerce, yüzbinlerce eser, onu arayan gönüllere Hızır gibi yetişiyor ve karanlıklarını aydınlatıyor.
Ne var ki bu eserlerin pek çoğu, her seviyedeki insanın ve hususiyle orta tahsilde okuyan talebelerin kolayca istifade edeceği mahiyette hazırlanmadığından, beklenen faideyi veremiyor. Kaldı ki bizim de fazla kaybedecek vaktimiz yok. En ser'i şekilde, kısa, özlü ve iknâ edici mahiyette bir kısım eserleri neslimize götüremezsek, küfür ve ilhâda karşı mücadelede mağlup düşeriz. Oysa ki sahip bulunduğumuz malzeme ve materyal, bizi de bizden sonraki nesillere de doyuracak ve itminana ulaştıracak kadar zengin ve inandırıcı bulunmaktadır.
Dinin etrafında estirilen şüphelere karşı cevabı eserlerde bir iki husus çok mühimdir: Cevapların yeni istifhamlar doğurmaması; kalp ve ru'ha itminan vermesi; okuyucuyu yoracak, uzun felsefi münakaşalara girilmemesi ve anlatılan şeylere inanılmış bulunması.. gibi şeyleri söyleyebiliriz.
Yıllar yılı, yüzlerce talebeyle, binlerce meseleyi tartışa tartışa, aydınlıkta düşünmeye ve konuşmaya yükselen Muhterem Safvet Senîh, tereddüt ve şüpheler üzerine derlediği kitabını, kalp, kafa ve ruh müsellesi içinde hazırladı.
Kitapta tedirginlikler, ciddî sancılar ve silinen her istifham karşısında da zafer nârâları vardır. Bir tabip hâzâkati içindeki teşhis ve muâlecelerinde, yerinde ve şifâbaş olduğu kanaatindeyiz.
Binbir vâdiden derleyip takdim ettiği müstesnâ muhtevası itibariyle de, fevkalâde bir insicam ve bir gergef inceliği arz etmektedir.
Hoca'nın bu meşkur hizmetini nesiller şükranla yad edeceklerdir. Bizler de sadece muvaffakiyet dileklerimizi arz ve böyle bereketli eserlerin devam ve temâdisini intizar edeceğiz.
- tarihinde hazırlandı.