Kâbe ve Diğer Kudsî Mekânlar
Mekke-i Mükerreme, İslâm davasına beşiklik etmesi hasebiyle aradan asırlar geçmesine rağmen hâlâ kalblerin kendisi için attığı bir yerdir. Onun gibi yine diriliş hareketlerinde önemli fonksiyonlar eda etmeye namzet mekânlar için de benzer bir durum söz konusu mudur?
İslâm'a beşiklik etmiş, bir mahal, bir uğrak yeri olmuş ya da olacak şehirlerin, elbette kendilerine göre bir şerefi, bir değeri vardır. Ancak bu değer, hiçbir zaman Mekke'nin kudsiyeti ile mukayese edilemez. Zira Mekke, hususiyle kendi sınırları içindeki Kâbe ile ayrı bir değere ulaşır ki, buna komşuluk (mucaveret) kudsiyeti de denilebilir. Yoksa arzın merkezinden Sidretü'l-Müntehâ'ya uzanan bir amud-i nuranî (nurdan bir sütun) olan Kâbe ve Beytullah'ın değeri, hiçbir kudsiyetle mukayese edilemez.
Yine Mekke, Kâbe ile komşu olması vesilesiyle pek çok peygambere, onların hizmetlerinde beşiklik etmesi yönüyle de ayrı bir değer ifade eder. Tarihin de şehadetiyle, hemen her peygamberin, şöyle ya da böyle Kâbe ile bir çeşit irtibatı olmuştur. Ancak onlar, Kâbe ile olan bu irtibatlarının yanında, ikinci bir mekân daha tutmuş ve sanki Sidretü'l-Müntehâ'dan gelen her şey, bir prizmaya çarpıyor gibi Kâbe'ye çarpıp onunla irtibatlı olan bu gönüllere ışıklar hâlinde yansımıştır, onlar da bulundukları yerleri o nurla aydınlatmışlardır.
Meselâ Hz. Âdem (aleyhisselâm), Kâbe'den başka Serendip'le irtibatlıdır, yine Cidde ile irtibatının olduğuna dair rivayetler vardır. Seyyidina Hz. Nuh (aleyhisselâm), tufan esnasında Kâbe'nin etrafında defaatle dönmüş ancak gelip Cudi'de ârâm eylemiştir. Yine Hz. Süleyman'ın, Hz. Davud 'un Kâbe ile irtibatlarının yanında, Filistin civarında, Amelikalılar'ın hâkim olduğu yerlerde yaşamış, Hindistan, Pakistan, Bangladeş gibi yerlerde irşad vazifesi görmüşlerdir. Ve oğlu ile birlikte onu inşa etmesi yönüyle Kâbe ile irtibatı en fazla olan Hz. İbrahim'in, Kenan illeriyle de alâkası vardır. Yine kendisinden sonra gelen Hz. Yakub ve oğulları, Kâbe ile irtibatlarının yanında Yemen ve Mısır'la da münasebetleri olmuştur. Seyyidina Hz. Mesih, -Kâbe ile irtibatının yanında- Eyle'de yaşamış ve eğer doğru ise Valide-i Mükerremeleriyle birlikte daha sonraları Efes'e gelmiş ve daha başka yerleri de şereflendirmiştir.
Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelince; sanki Kâbe, o güne kadar çıkardığı insanların tümünü, esas çıkarması gerekli olanı bu zât için çıkarmış gibidir. Başka bir ifadeyle, şayet Kâbe yerin göbeği ise, esas o göbekle beslenen İnsanlığın İftihar Tablosu olmuştur. Dolayısıyla insanlık çapında böyle bir fışkırmaya beşiklik etmesi ve Efendimiz'i bağrında büyütmüş olması yönüyle de Kâbe ayrı bir değere sahiptir. Ancak Allah (celle celâluhu), O'nu da yerinde bırakmamış, ikinci vatanı olan Medine-i Münevvere'ye hicret ettirmiştir.
Peygamberlerden başka bütün evliyâ ve asfiyânın da Kâbe ile irtibatı vardır. Mürşitlikte en son mertebelerden birinin, Kâbe ile olan muarefe olduğu zikredilir. Bu açıdan feyzini, bereketini oradan almayan hiçbir mürşit yoktur denebilir. Ancak İmam Gazzâlî, İmam Rabbânî, Şah Veli, Mevlâna Halid, Üstad Bediüzzaman gibi kimi insanlar, daha ziyade kendi misyonları adına onunla irtibat kurmuş; kimileri de kendi ferdiyeti içinde Kâbe'ye yönelmiş, onun kendine mahsus lisanına kulak vermiş, yer yer ağlamalarına şahit olmuş, zaman zaman sevinç ve sürurunu paylaşmış; meselâ yeryüzünde Kâbe'nin azametine uygun tavafın yapılmadığı, insanların laubali olduğu bir dönemde hakikat-i Kâbe, karşısında temessül edip, "İnsanlar vefasızlaştı, Kâbe'nin kamet-i kıymetine uygun tavaf etmiyorlar artık." dediği anda, onun bütün bütün aramızdan çıkıp gitmemesi için eteklerine tutunup yalvaran zatlardan bile bahsedilir.
Bütün bunlar, eşyanın perde arkasına nigehbân olan insanlar için ilâhî ve hususî iltifatlardır. Kim bilir belki de her tavaf edişte hakikat-i Kâbe ile teşerrüf eden dünya kadar insan vardır ama avamdan insanlar onu göremezler; zira kaba ruhlar, kaba anlayışlar, kaba mantıklar kendi kabalıkları içinde her şeyi madde de görür, maddede ararlar.. her şeyi maddede arayanlar da mânâyı göremezler.
Bazı şehirler için de aynı şeyleri söylemek mümkündür. Meselâ Efendimiz'le birlikte Medine'ye taşınan misyon, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman'dan sonra Hz. Ali (radıyallâhu anhüm) tarafından Kufe'ye taşınmıştır. Daha sonra Şam'a, oradan Bağdat'a, oradan da bir mânâda Mısır'a, Kayrevan'a taşınmış ve bu şehirler o dönemlerde çok önemli birer merkez olmuş; Endülüs'e, Afrika'ya, Anadolu'ya, Mâverâünnehir'e, Amuderya'ya açılan birer rıhtım, birer rampa vazifesi görmüşlerdir. Her ne kadar Bağdat, Abbasiler döneminde güdükleşmeye itilmiş, hakikat-i Ahmediye'nin intişarından çok, kışırda mücadelelerin, münakaşaların yapıldığı, Kur'ân mahluk mudur, değil midir tartışmalarına girildiği bir yer olmuşsa da, önemli bir misyon eda ettiği de muhakkak. İslâm orduları oradan Buhara'ya, Semerkand'a, Taşkent'e, Fergana'ya girmişlerdir. Buralara girildikten sonra belki bu şehirler hâkimiyet-i İslâmiye adına önemli bir misyon eda etmemiş, ama ilim adına eda ettikleri misyon Şam'ınkine, Bağdat'ınkine eşdeğer olmuştur. Oralarda gidip çarpan Nur-u Muhammedî, daha sonra Anadolu'ya yansımış ve biz feyzimizi, bereketimizi Mekke'den Medine'ye, oradan Şam'a, Bağdat'a, oralardan Asya steplerine varmış ve oradan dönmüş bize gelmiş olarak buluruz...
Anadolu'ya geçildikten sonra ise, bir dönemde Konya bu önemli merkeziyeti temsil etmiş; etmiş ve pâyitaht olmanın yanında Sadreddin Konevî, Mevlâna, Sultan Veled gibi devâsâ kimseleri bağrında yetiştirmiştir. Onun, artık bende bir şey kalmadı deyip vâridâtını bütünüyle kullanmasından sonra da Allah (celle celâluhu), Söğüt'ün bağrında bir tırtılı kuluçkaya yatırmış ve derken âfâk-ı âlemde, Söğüt'te, Bilecik'te, Bursa'da yetişen kelebekler uçuşmaya başlamıştır. Bir ara Trakya'ya geçilmiş ve yüz yıla yakın Edirne pâyitahtlık yapmış, böylece Allah (celle celâluhu) orayı da teşrif, tekrim ve tebcil etmiştir.
Burada Edirne ile alâkalı Profesör Bâdi Efendi'nin el yazması tarihinde kaydettiği bir hâdiseyi anlatmak istiyorum: Sarı Selim Hazretleri Kıbrıs'ı fethettikten sonra orada bir cami yaptırmayı düşünür. Ancak bir gün rüyasında Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): "Selim, Edirne'mde cami yap!" buyurur, O, "Edirne mi dedi..." diye tereddüt edince, ertesi gün aynı ihtarla karşılaşır ve asıl caminin orada yapılması gerektiğini anlar. Ben, bunu her duyduğumda hep şöyle düşünmüşümdür: Eğer Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir yere "Benim" demişse, orası hep Müslümanların elinde sabit kalmıştır. Nitekim Edirne, bir dönemde Bulgarlar tarafından işgal edilip Selimiye'nin kubbesi bombalarla, toplarla delinip parçalanmışsa da, bu hasret fazla uzun sürmemiş, tekrar geri alınmıştır.
... Ve tarih içinde en büyük misyonu üstlenen İstanbul .. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) onun fethine, "Kostantiniye elbet bir gün fetholunacak..." sözleriyle hususî olarak işaret buyurmuş ve fethi asırlar öncesinden tebrik, teşrif ve tebcil etmiştir. Ancak nasıl ki Kâbe Sidretü'l-Müntehâ'nın bir izdüşümü ve o kıyamete kadar sürecek; gereği gibi tavaf edilmediği zaman hakikat-i Kâbe derlenip toparlanıp göç edecek.. yani yeryüzünün mânâsı kalmayınca, Allah da (celle celâluhu) yeryüzünü harap edip hakikat-i Kâbe'yi nezdine yükseltecek, aynen öyle de, Kâbe'nin de yeryüzündeki izdüşümleri, yani gölgenin gölgeleri olan bu şehirler de farklı yer ve farklı zaman dilimleri içinde ortaya çıktıkları o teşriften, o tekrimden, o tebcilden nasiplerini aldıktan sonra tarih olmuşlardır ve olacaklardır. İşte o şehirler ve işte onların bugünkü hâlleri...
Ne var ki, bundan sonra da başka şehirlerin ondan nasibini almaları her zaman söz konusu olabilir. Bundan sonra da dünyanın ömrü olduğu müddetçe, yeryüzünde Kâbe ile irtibatlı yerler olacak ve o yerlerle birlikte orada yaşayanlar, bizim "zamanın altın dilimi " diyebileceğimiz bir altın dönem yaşayacaklardır. Ancak Asya'nın ikinci dirilişinde hangi yerler bu şerefle şereflenecek, onu kestirmek oldukça zor.
Biz, Cenâb-ı Hakk'ın nereyi tebcil edeceğini bilemeyiz. Bu şeref "Biz zafer ve muvaffakiyet günlerini insanlar arasında döndürür dururuz." (Âl-i İmrân sûresi, 3/140) fehvâsınca gezip dolaşmaktadır. Öteden beri Allah'ın lütufları hep dairevî dönegelmiştir; hatt-ı müstakim şeklinde değil. Rabbim, Anadolu'ya ikinci bir vazife görmeyi nasip eylesin ve biz bu hâli bir rampa telakki ederek dünyanın değişik yerlerine sıçramaya muvaffak olalım.
Evet, Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'ın arızasız soluklanacağı dönemler uzak değildir. Ama asıl önemli olan, bizim va'de vefasızlık etmememizdir. Dünyada en zor şey, insanların çürümeden oldukları gibi kalabilmeleri ve hiçbir beklentiye girmeden tertemiz duygularla Allah'a kulluklarını sonuna kadar götürebilmeleridir. Zaten aksine bir durumda, başımıza devlet kuşu konacakken kalkar gider ve biz de olduğumuz yerde kalakalırız. Çünkü bu iş, Kâbe duruluğunda ve Hz. Muhammed safvetinde temiz insanlar ve sâfî mekânlar ister. Bunu Allah'ın lütfedeceğinden endişe edilmemeli; ancak bunun için gerekli liyakate sahip olup olmadığımız hususunda bir şey söylemek de mümkün değil. Bize düşen, Allah'ın marziyatına kilitlenip onun dışında her mülâhazayı tâli saymak ve gözlerimizi açıp kapayıp her işimizde sadece O'nu düşünmektir.. sürekli yenilenip O'nu düşünmek. Nasıl insanın her an kendini yenilemesi ve her zaman tazeliğini koruması, bayatlamaması önemli bir husustur; öyle de kendini Allah'ı sevip sevdirmeye adamış kimseler de her şeyin kendi üzerlerinde olduğunu unutmadan hep diri ve makam-mevki arzusu, mal-menal duygusu, evlâd ü ıyâl endişesi, dünya hükümranlığı vb. şeylere kanıp gevşememelidirler; gevşememeli ve bütün bunları, asıl meselelerinin yanında tâlinin tâlisi saymalıdırlar.
Evet, Cenâb-ı Hak önemli bir vazifeyi birinin üzerine bina ederken, ondaki iç mukavemetin bu işe elverişli olup olmadığına bakar. Zayıf ve kaypak karakterler bu çok önemli misyonu taşıyamayacaklarından "... O dilerse sizi alır götürür ve yerinize yepyeni bir halk getirir." (İbrahim Sûresi, 14/19), âyeti fehvâsınca, ondan alır daha taze ve ruhlarına pas bulaşmamış, içlerine kir girmemiş, çürümeyi hiç tatmamış, hiç sarsıntı yaşamamış granit gibi insanların üzerine bina eder.
- tarihinde hazırlandı.