Kabiliyet ve Zaaflarıyla İnsan
İnsan şerre açık kabiliyetlerini hayra nasıl tebdil edebilir?
İnsanoğlu hayra da açık şerre de açık bir kısım kabiliyetlerle donatılmış bir varlıktır. Ondaki bu kabiliyetler âdeta iç içedir. Cenâb-ı Hak, bütün bu kabiliyetleriyle insanı dengelemiş ve her şey olmaya müstait yaratmıştır. "Her çocuk, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra çocuğu anne ve babası Yahudileştirir, Hıristiyanlaştırır veya Mecusileştirir." hadis-i şerifi bu hakikati ifade bakımından fevkalâde mânidardır. Yani her doğan çocuk, fıtrat itibarıyla Müslüman olmaya daha meyyaldir; ama içinde bulunduğu çevrenin onun üzerindeki tesiri bazen birinci derecede belirleyici olabilir.
İnsan fıtratındaki duygu, istidat ve kabiliyetler çeşit çeşittir. Ayrıca, bu istidat ve kabiliyetler, onun fıtratına çok güzel ve ölçülü bir şekilde yerleştirilmiştir. Burada önemli olan, onun terbiyesi ve yetiştirilmesi yolunda bu hissiyatın mükemmel şekilde değerlendirilip potansiyel değerlerinin üstünde bir kıymete ulaştırılmalarıdır. Meselâ, insanın mahiyetine bir "irade kabiliyeti" yerleştirilmiştir ki, eğer insan, bu iradesini iyiye kullanabilirse o, cemadat ve hayvanatı çok geride bırakacağı gibi, bazen meleklerin önüne de geçebilecektir. Yine insanın içine "latîfe-i rabbâniye" ya da İmam Gazzâlî'nin ifadesiyle "akl-ı meâd" yani öteleri görme aklı ve idraki vaz'edilmiştir. Bununla beraber insana "akl-ı meâş" yani dünyayı idrak ve onu iyi kavrama aklı da verilmiştir.
Aynı zamanda insanın mahiyetine şehvet, öfke, hırs, inat ve haset gibi değişik duygularda konulmuştur. Şimdi bu konuda önemli olan, insanın bu istidatları ya bir ölçüde baskı altına alması veya onları ıslah edip onlardan da istifade etmesidir. Meselâ bir insan, "vicdan"ın erkânı diye mütalâa edeceğimiz irade, his, zihin, latîfe-i rabbâniye gibi duygularını inkişaf ettirdiği takdirde bir hamlede insan-ı kâmil yoluna girer ve sesini ötelere duyurabilir. İşte böyle bir ufka ulaşmış insan artık şehvet, makam, şöhret... gibi nefsanî duygular karşısında asla dize gelmez.. nefretlerle büyük günahlara girmez.. hasetlerle amelini yakıp bitirmez.. ve herhangi bir meselede inat göstererek zamanını zayi etmez...
Ve yine böyle bir insan şehvetini tenasül mülâhazasıyla meşru dairede kullanırsa, "Evleniniz, çoğalınız! Zira ben (kıyamet günü diğer ümmetlere karşı) çokluğunuzla iftihar edeceğim." hadisiyle amel etmiş sayılır ve ötede iltifat görür. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu hadisiyle âdeta şunları ifade etmektedir: Ben, meşru dairedeki zevk ve lezzete kanaat eden ümmetimin çoğalmalarıyla iftihar ederim. Zira onlar âdeta benim ümmet fabrikalarım gibidirler ve bu fabrikalarda ehl-i tevhid insan yetişir; ben de onunla iftihar ederim.
İşte, böyle bir yaklaşım sonucu, şehvetin bütün güç ve kuvvetiyle iradeye teslim olduğunu görürüz. Bu mülâhazadan hareketle, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem), "Herkesin bir şeytanı vardır, benim de vardır, fakat benimki bana teslim olmuştur." hadis-i şerifini daha iyi anlamak mümkündür. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu sözleriyle, "Yemeye, içmeye ve tenasüle ait şehevî duygular ve diğer hisler bütün derinlikleriyle tamamen benim irademe teslim (veya Müslüman) oldu." demek istemektedir. İşte böyle bir şehvetin artık insana verebileceği herhangi bir zarar söz konusu değildir.
İnsandaki kötü duygulardan birisi de "inat"tır. Çok defa kuru bir inat adına insanlar birbirlerine düşmekte, aralarında ciddî kavgalar meydana gelmekte, hatta birbirlerini öldürmektedirler. Ne var ki, inadını iradesinin emrine alan bir insan, ne olursa olsun asla hak ve hakikatten ayrılmaz ve böyle bir kimsenin önünü tama, makam, mevki, şöhret, rahat ve rehavet gibi duygular kat'iyen kesemez ve o kişi, iradesinin hakkını tamı tamına vererek Muhammedî ruhtan hiçbir zaman ayrılmaz. Böylece fena bir huy olan ve tamamen nefis mekanizması içinde yer alan inat duygusu, bu insanda hakta sebat, hakikate teslim olma şeklinde kendisini hissettirecektir.
Evet, artık şeytanî bir mekanizma olan inadın yönü müspete çevrilmiş ve bu sayede inat, insanın melekî yanında yer alarak onun melekiyetine hizmet eder hâle gelmiştir. Şimdi gelin, inadını iradesiyle teslim almış kimselerden biri olan Ukbe b. Nâfi'e (radıyallahu anh) bakalım: O, inadını cihad yolunda kullanmış ve hep cihad yörüngeli bir hayat yaşamıştır.
Berberilere karşı büyük mücadeleler vermiş ve Afrika'yı bir baştan bir başa fethetmiş bu büyük insanın en ızdıraplı günleri, Muaviye tarafından eline zincir vurulup cihaddan men edildiği günler olmuştur. Daha sonra Ukbe'nin elindeki bu zincirler kırılmış ve o, bir hain el tarafından şehit edilinceye kadar hep i'lâ-yı kelimetullah yolunda koşmuştur. O, açılmasının bir faslında atını denize sürdüğü zaman şöyle demişti: "Allahım! Şu zulmet denizi karşıma çıkmasaydı, Senin aydınlık kaynağı ismini o karanlık âlemlere de götürme niyetindeydim." Abdülhak Hamid, "Tarık Piyesi" isimli eserinde Ukbe b. Nâfi'nin bu sözü karşısındaki hayranlığını şu ifadelerle dile getirir: "Bilmiyorum Ukbe b. Nâfi'nin bu sözü mü, yoksa semalarda duyulan ruhanîlerin sesi mi daha yüksekti!"
İşte Ukbe'nin bu tavrı, hakta sebatı ve hak uğrunda ölmeyi, yaratılışının gayesi hâline getirip, böylece nefis mekanizmasına ait mühim bir rüknü, iradenin eline teslim etmesi demekti.
Evet, devamlı ibadet ü taatle meşgul olan bir insanın hisleri zamanla öylesine inkişaf eder ki, böyle biri, başkalarının rüyada gördükleri şeyleri yakazaten müşâhede edebilir. İnsanları irşadın birinci iş hâline geldiği bir dönemde, hakka omuz veren bir cemaatte böyle mazhariyetler sık sık görülebilir. Aslında, hiss-i kable'l-vukuları ve değişik ilâhî ikramları da bu kabîlden saymak mümkündür. Öteden beri İslâmiyet'e hizmet edenlere, Allah'ın ihsanları yağmur gibi yağagelmiştir. Ancak, Cenâb-ı Hakk'ın bu ihsan ve ikramlarından ayrı bir ikramı daha vardır ki, o da, ferdî gurur ve kibirden korumak için, Allah'ın bu ihsanlarını ona hissettirmemesidir. İbadet ü taate ve mücahedeye devam edip de yön değiştirmeyen ve dünden bugüne hep mevziini koruyup ileriye doğru atılmak için başka mevziler kollayanlar, çok büyük ihsan ve ikramlara mazhar olur ve başkalarının görmediği pek çok vâridâtı, vicdanlarında bir esinti ve nur hâlinde müşâhede edebilirler. Ama, bunların mutlaka keşif ve keramet şeklinde zuhur etmesi de şart değildir.
Vicdan mekanizmasına ait hislerini inkişaf ettirmiş birinin nazarında şehvet hislerinin tesiri çok da önemli değildir. Böyle biri, memnu bir manzara karşısında vicdanını dinleyerek, "Nazar, şeytanın zehirli oklarından bir oktur. Kim onu Benden korktuğundan dolayı terk ederse onu imana çeviririm ve o kimse bunu kalbinde derin bir zevk olarak hisseder." kudsî hadisini hatırlar ve haram işlememek için gözünü kapar. Bu hadis-i şeriften de anlaşıldığına göre Cenâb-ı Hak, gözünü haramdan çeviren bir insanın kalbinde, imana ait öyle bir lezzet vermektedir ki bu lezzet, o insana âdeta her türlü iştihayı unutturmaktadır. O kişinin haram karşısındaki bu tutumu daha sonra Cenâb-ı Hakk'ı müşâhede gibi mühim bir neticeyi de semere verecektir. Bu müşâhede ötede olabileceği gibi bu dünyada da olabilir. Zira insanın kalb ve vicdanında "kenzen" Allah'ı duyması her zaman mümkündür. İbrahim Hakkı Hazretleri'nin
"Sığmam dedi Hak arz u semaya,
Kenzen bilindi dil madeninden."
sözleri bu hakikat adına söylenmiş önemli sözlerdendir. Dil unvanıyla ifade edilen kalb, esasen esmâ-i ilâhiye ve sıfât-ı sübhaniyenin madenidir. Bu maden, Zât-ı Ulûhiyet'in tezekkür ve tefekkürü için hayret ufku ile aranan bir madendir. Ne var ki Cenâb-ı Hak, tasavvur ve tezekkür edilmez; zira O, her şeyin verâsındadır.. ve kalb bu hususta önemli bir rasat ufkudur. Kalbine yönelen kişi yeni yeni adımlar atar, devamlı ilerleme azmi yaşar ve his dünyasında derinleşebilirse, her zaman bir kısım müşâhedelere mazhar olabilir. Zaten insan, nasıl yaşarsa öyle öleceği ve nasıl ölürse öyle dirileceği mülâhazasına binaen, onun şuuraltı ve vicdanında mayaladığı şeylerin öbür âlem de inkişaf edeceği açıktır; evet, orada mü'minler, keyfiyeti meçhul ve herhangi bir misalle anlatılması mümkün olmayacak şekilde Cemal-i ilâhî yi görmeye muvaffak olacaklardır.
İnsanda vicdanî sistemin gelişmesi, tamamen nefsanî mekanizmanın rağmına bir harekettir. Vicdanî mekanizma geliştikçe, nefse ait mekanizma zamanla teslim-i silah etme zorunda kalır.. ve derken nefis mertebelerini kat eden bir insan, artık fenalıklardan dolayı nefsini kınar hâle gelir ki bu durum, nefs-i emmarenin ordularının mağlup olması, yani karanlığın ışık karşısında bozguna uğraması demektir. Artık böyle bir insan, işlemiş olduğu her günahtan dolayı kendisini inceden inceye hesaba çeker.. devamlı vicdan azabı duyar.. ve Everest tepesini sırtında taşıyormuş gibi hep büyük bir yükün altında olduğunu hissetmeye başlar. Bunlar, "nefs-i levvame"ye yani kendi kendini kınamaya dair tavırlardır. İşte vicdan mekanizmasını bu şekilde çalıştıran insan bir gün öyle bir seviyeye gelir ki, artık o her zaman,
"Gelse celâlinden cefa, yahut cemalinden vefa;
İkisi de câna safa, lütfun da hoş kahrın da hoş."
yamaçlarında pervaz eder ve Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) "Biz, Rab olarak Allah'tan razıyız." İfadelerini terennümde bulunur ve sürekli sekîne ve itminan soluklar. Bu mısralar, aynı zamanda "Allahım! Her tasarrufuna razıyız." anlamına da gelmektedir. Daha sonra insan zamanla bu makamın üstünde öyle bir ufka ulaşır ki, gayri onun her hâl, hareket ve sözleri çevresindekilere devamlı Allah'ı hatırlatır. Aslında Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) işte bu makamı temsil etmektedir. Nitekim "O (sallallâhu aleyhi ve sellem) ne zaman secde etse O'nda 'bî kem u keyf' Allah tecellî ederdi." sözü bu hakikati ifade etmektedir. Bu hâl, vicdanla sezilebilecek, his dünyasıyla duyulabilecek ve latîfe-i rabbâniye yi inkişaf ettirmekle fark edilebilecek bir ufuktur.
Vicdan ve nefis gibi hâsseler, bir yönüyle mücerret mânâlar olduğundan insan bunları ancak seyr-i ruhanîsi ile sezebilir. Bunların inkişaf etmesi de kişinin ameliyle mümkündür. Onun için bu meselenin gerçek vuzuh ve inkişafını, insanların kendi sa'y ve gayretleri neticesinde, kendilerinde meydana gelecek olan inkişafa bırakmak gerekmektedir.
- tarihinde hazırlandı.