Zekâta Giriş
a. Birlikte Yaşama Zorunluluğu
İnsanlar yaratılış itibarıyla eşittirler. Bununla birlikte sosyal hayattaki konumları, çeşitli yönleriyle farklılık arz eder. Makamlar, mevkiler, meslekler farklı olduğu gibi, maddî imkânları açısından da insanlar birbirinden farklıdır. Bu bir yönüyle zaruridir. Çünkü fertlerin huzurlu bir toplum meydana getirebilmeleri ve bunu herhangi bir zorlama ile değil, tabii seyri içinde yapabilmeleri buna bağlıdır. Zira her bir insanın pek çok ihtiyacı vardır. Maddî ve bedenî ihtiyaçlarının yanında ruhî ihtiyaçları da vardır ki bu sonuncusu âdeta sınırsızdır. İlim, irfan ve terbiye gibi hususlar da bu tür ihtiyaçlara dâhildir. İşte Âdemoğlunun bütün bu ihtiyaçlarını kendi başına karşılaması imkânsız denecek ölçüde zordur. Hele günümüzde ihtiyaçlar daha da çeşitlenmiş ve artmış, buna bağlı olarak da giyimden gıdaya kadar pek çok alanda farklı farklı sektörler ortaya çıkmıştır. Bir insanın tek başına bütün bu sektörleri işletebilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla hayatın normal akışının devam edebilmesi ve ihtiyaçların karşılanabilmesi için insanların birbirleriyle koordineli bir şekilde çalışmaları ve yardımlaşmaları şarttır. Aksi hâlde, şahsî ihtiyaçlarını karşılamak için bütün ömürlerini tüketseler bile, yine de istedikleri neticeye ulaşamazlar. İşte meseleye bu zaviyeden bakılacak olursa insanların ayrı ayrı istidat ve kabiliyette yaratılmasının hikmeti daha iyi anlaşılmış olacaktır.
Her insanın mükemmel bir kısım özellikleri olabileceği gibi eksik yönleri de olabilir. Mesela biri iyi bir terzidir fakat berberlikten hiç anlamaz. Bir başkası çiftçilikte oldukça mahirdir fakat kendi ürettiği ham mamulleri bile işleyecek beceriye sahip değildir. İşte insanlar bu eksik taraflarından ötürü başkalarıyla birlikte yaşamaya ve yardımlaşmaya mecburdurlar.
Durum böyle olunca, sosyal farklılıklar da kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Bu farklılıkların elbette bir de imtihan yönü vardır. Cenab-ı Hak, insanları hem bu farklılıklar hem de toplu yaşamanın getirmiş olduğu sorumluluklar cihetiyle imtihan etmektedir. Zaten insanın dünyaya geliş gayesi de bin bir çeşit imbikten geçerek, karşılaştığı zorluklarla mücadele ederek ve önüne çıkan her türlü engeli aşarak maksuda ulaşmak değil midir?
b. Fıtrat Kanunlarına Riayet
Allah (celle celâluhu), bütünüyle varlığı belli kanunlar üzerine bina etmiştir. İnsan ancak Allah’ın koyduğu bu kanunlara riayet ettiği ölçüde isteklerini yerine getirmeye muvaffak olabilecektir. Hayatın âhenk içinde devam ve temadi edebilmesi, Yüce Yaratıcı’nın kâinata koymuş olduğu kanunlara riayet çerçevesinde dengeli bir hayat sürmekle mümkündür. O’nun koyduğu sisteme haksız ve yanlış bir müdahalede bulunmak, altından kalkılamayacak problemleri de beraberinde getirecektir. Haddizâtında insan, Cenab-ı Allah’ın halifesi olduğu için, ağaç budamaktan tarlayı sürmeye, toprağa tohum atmaktan meyveyi devşirmeye kadar birçok alanda ona varlık ve eşyaya müdahale etme hakkı verilmiştir. Fakat onun bu müdahalesi, fıtrat kanunlarına uygun olmalıdır. Aksi takdirde istediği neticeyi elde etmesi mümkün olmayacaktır.
İnsanoğlu, Allah’ın yeryüzüne koymuş olduğu bu kanunlara riayet etmek suretiyle dünyasını mamur kılacağı gibi, ahiret hayatı adına da önemli yatırımlar yapmış ve büyük kazançlar elde etmiş olacaktır. Çünkü şeriat-ı fıtriyeye uygun hareket tarzı, ferdî, ailevî ve içtimaî hayatı tanzim edeceği gibi, aynı zamanda kullarını Allah’a da yaklaştırmış olacaktır. Allah’a kurbet kesbeden birinin kaybedeceği hiçbir şey yoktur ve o hep kazanma kuşağındadır.
c. Dinden Uzaklaşmanın Neticesi
İslâm, insanları ebedî âlemde mutlu etmenin yanında onların dünyalarını da imar edecek prensiplerle dolu ilâhî bir sistemdir. O, bir bütün olarak değerlendirilip ahkâmı eksiksiz şekilde hayata tatbik edildiğinde günümüz insanlarını meşgul eden pek çok problemin temelden çözüldüğü görülecektir. Nitekim tarihte buna şahitlik yapabilecek pek çok dönem olmuştur.
Şayet bugün İslâm dünyası olarak ferdî ve içtimaî konumumuz itibarıyla istediğimiz yerden ve olmamız gereken noktadan uzakta bulunuyorsak, öncelikle bunun sebebini kendimizde aramalıyız ki çözüm adına isabetli adımlar atabilelim. Aksi takdirde geri kalmanın, itibarsızlaşmanın ve üst üste birikmiş problemlerin altında ezilmenin sebeplerini dışarıda aramak ve atf-ı cürümlerde bulunmak çözüm adına herhangi bir fayda sağlamayacaktır.
İlâhî fermanında da belirttiği üzere Allah (celle celâluhu), herhangi bir topluluk kendi içinden dejenere olup bozulmadıkça, onların ikballerini (ilerleme) idbara (gerileme) çevirmez. Bu, O’nun, kullarına vermiş olduğu bir vaat ve teminattır:
اِنَّ اللّٰهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتّٰى يُغَيِّرُوا مَا بِاَنْفُسِهِمْۜ “Bir toplum, kendi iç dünyası itibarıyla kendini değiştirmedikçe (ruhta ve mânâda deformasyona uğramadıkça) Allah onlara bahşettiği lütufları geri alarak o toplumu değiştirmez, onlara olan nimetini geri çekmez.”[1]
Öyleyse bizim, bugünkü geri kalmışlığımızın ve olmamız gereken seviyeye ulaşamayışımızın sebeplerini sadece dışarıda değil, aynı zamanda ve daha çok da kendi bünyemizde aramamız gerekir. Böyle davranmak, hastalığı yerinde ve doğru teşhis mânâsını taşıdığı için tedavinin seyri seri olacak ve kısa zamanda –Allah’ın izniyle– ferdî ve içtimaî hayatımızı tehdit eden problemlerden kurtulmuş olacağız. Bunun tek yolu da kaybettiğimiz değerlere yeniden yönelmek ve onları hayatımıza tekrar hâkim kılmaktır.
d. Mü’minin Dünyaya Bakışı
Allah’ın, şuurlu bir varlık olan insana gönderdiği ve onunla Kendini tanıttığı iki farklı kitabı vardır. Bunların birincisi kâinat kitabı, diğeri de başta Kur’ân olmak üzere peygamberlere gönderilen semavî kitaplardır. Esasında kâinat kitabı, –dilinden anlayanlar için– esmâsıyla, sıfâtıyla Zât-ı Bârî’yi mükemmel şekilde anlatmaktadır. Ne var ki Allah (celle celâluhu), kullarına olan merhametinin gereği onların ellerine bir de semavî kitaplar vermiş, bu kitaplar vasıtasıyla kâinat kitabını şerh ve izah etmiş ve böylece insanların yanlış yollara sapmalarına mani olmayı murat buyurmuştur.
Kâinat kitabının nadide bir parçası olan yeryüzü, ilâhî sanatlarla donatılmış manidar ve harika bir eserdir. Aslına bakılacak olursa Allah (celle celâluhu), isimlerine tecelligâh yaptığı bu eseri, insanoğlunun istifadesi için yaratmış ve insana bu eser üzerinde tasarrufta bulunma yetkisi vermiştir. Cenab-ı Hakk’ın, اِنّ۪ي جَاعِلٌ فِي الْاَرْضِ خَل۪يفَةًۜ “Ben, yeryüzünde bir halife yaratacağım.”[2] kavl-i kerimiyle insanı halife olarak vasıflandırması da buna delâlet etmektedir.
Şu âyet-i kerimelerde ise özellikle mü’minlerin Allah’ın halifeleri ve yeryüzünün mirasçıları olduğu vurgulanmıştır:
وَلَقَدْ كَتَبْنَا فِي الزَّبُورِ مِنْ بَعْدِ الذِّكْرِ اَنَّ الْاَرْضَ يَرِثُهَا عِبَادِيَ الصَّالِحُونَ
“Kasem olsun ki Zikir’den sonra Zebur’da da, ‘Yeryüzüne salih kullarım mirasçı olacaklardır.’ diye yazdık.”[3]
وَعَدَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مِنْكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ فِي الْاَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۖ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ د۪ينَهُمُ الَّذِي ارْتَضٰى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ اَمْنًاۜ
“Allah, iman edip salih amel işleyenlerinize, kendilerinden öncekileri hâkim ve halife kıldığı gibi, onları da yeryüzüne hâkim ve halife kılacağını, onlar için razı olduğu dinlerini yerleştirip koruyacağını ve çektikleri sıkıntı ve korkularını gidererek yerine güven duygusu ihsan edeceğini vaat etti.”[4]
İnsanı yaratıp hilafet vazifesiyle dünyaya gönderen Allah’ın (celle celâluhu), onu dünya ile bu ölçüde irtibatlı görmesi yanında mü’minin dünyadan elini-eteğini çekip bir kenarda oturması elbette düşünülemez. Bilakis o, dünya adına önüne serilen her türlü imkânı, –meşru dairede olmak kaydıyla– çok iyi değerlendirecek ve dünyayı imar etme yollarını arayacaktır. Fezaya seyahatler tertip edecek, semanın diline kulak verecek, deniz ve okyanusların derinliklerine dalacak, varlık ve eşyayı didik didik edecek ve bu koskoca âlemin kendisine fısıldadığı hakikatler üzerinde tefekküre dalacaktır. Böylece o, bir taraftan Allah’ın büyüklüğünü ve kendi küçüklüğünü idrak ederek onu yaratıp yaşatan Yüce Rabbi karşısındaki konumunu bilecek; diğer yandan da ilim ve fenlerde önemli mesafeler katedecektir.
Esasında dünya, mü’min nazarında ayrı bir değere sahiptir. Çünkü o, ebedî ahiret hayatını kazanma adına bir tohum ekme yeridir. Ahiret, ancak dünyada kazanılır. Kulluk adına yapılması gereken bütün amellerin mahalli de yine dünyadır. Dünya hayatı ölümle noktalandıktan sonra kulluk adına yapılacak hiçbir şey kalmamış demektir. Aynı zamanda dünya, binbir tecellileriyle nazarlarımıza arz edilen ilâhî isimlerin çok yönlü temaşa yeridir. Biz, onların bize fısıldadıklarıyla Rabbimizi birbirinden güzel isim ve sıfatlarıyla daha bir derin duyar ve mânânın atmosferine girebilmenin huzurunu iliklerimize kadar hissetmeye çalışırız.
Mü’min, denge insanıdır. Bu sebeple de o, her şeye, olması gerektiği kadar değer verir. Daha doğrusu o, her meselede ilâhî takdiri anlamaya çalışır ve her şeye, Allah’ın verdiği değer ölçüsünde değer verir. Bu da ona apayrı bir kıymet kazandırır. Bu noktada mü’minin dikkat etmesi gereken husus, dünya ile ahiret dengesini koruyabilmek ve dünyaya dünyanın darlığı ve geçiciliği, ahirete de ahiretin genişliği ve ebediliği kadar ehemmiyet verme hassasiyetini göstermektir. Nitekim Kur’ân-ı Hakîm, şu ifadeleriyle bu dengenin nasıl kurulması gerektiğini talim buyurur: وَابْتَغِ ف۪يمَٓا اٰتٰيكَ اللّٰهُ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ وَلَا تَنْسَ نَص۪يبَكَ مِنَ الدُّنْيَا
“Allah’ın sana verdikleriyle hep ahiretin peşinde ol, ama dünyadan da nasibini unutma!”[5]
Dünya hayatında saadet içinde yaşamayı da şekavete kaymayı da iki cümleyle anlatan Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:
مِنْ سَعَادَةِ ابْنِ آدَمَ الْمَرْأةَُ الصَّالِحَةُ وَالْمَسْكَنُ الصَّالِحُ وَالْمَرْكَبُ الصَّالِحُ وَمِنْ شِقْوَةِ ابْنِ آدَمَ الْمَرْأةَُ السُّوءُ وَالْمَسْكَنُ السُّوءُ وَالْمَرْكَبُ السُّوءُ
“Üç şey kişinin saadetine vesile olur: İyi bir hayat arkadaşı, iyi bir ev ve iyi bir binek. Üç şey de insanın bedbahtlığına sebep olan faktörlerdendir: Kötü bir hayat arkadaşı, kötü bir ev ve kötü bir binek.”[6]
Görülüyor ki Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) saadet sebebi olarak tavsif ettiği hususlar, doğrudan dünya ile alâkadardır ve insan hayatını kolaylaştırmaya matuftur. Talihsizlik olarak görülen şeyler de onun huzurunu kaçıran ve onu rahatsız eden hususlardır.
Evet, dünya, belli imkânları elde etmede önemli bir vasıtadır. Dolayısıyla mü’min, bu vesile ve vasıtaları çok iyi değerlendirmek suretiyle bir taraftan dünyayı imar etmeli, diğer taraftan da ahireti adına ciddi yatırımlar yapmalıdır. Bununla birlikte insandan beklenen asıl vazife, ruh ve kalbinin de hakkını vererek dünya ve ahiret arasındaki dengeyi kurabilmesidir. Bu noktada Üstad Bediüzzaman’ın, dünyanın kesben değil, kalben terk edilmesi gerektiği şeklindeki orijinal yaklaşımı çok önemlidir.[7] Dünyanın kalben terk edilmesinin ölçüsü ise, insanın dünya hayatından kazandığına sevinmemesi ve kaybettiğine de üzülmemesidir. Farklı bir ifadeyle mü’min, elindeki bütün imkânları sonuna kadar değerlendirerek dünyayı imar etmeye çalışmalı, fakat yeri ve zamanı geldiğinde, kazandıklarının hepsini Allah rızası istikametinde sarf etme bahtiyarlığını gösterebilmelidir. Bunu yaparken de kalbinde zerre kadar tereddüt hissetmemelidir. Bazen de Cenab-ı Hakîm-i Mutlak vermiş olduklarını değişik imtihanlarla geri alır ki, işte o zaman da şikayetçi olmamak dünyanın kalbe girmediğinin emaresi olur.
e. Emek-Sermaye Dengesi
Tarihin sayfaları zaman zaman emek-sermaye kavgasına şahit olmuştur. Bu kavganın belli ölçek ve formatlarda bugün de devam ettiğini söylemek pekala mümkündür. Öteden bu yana bir kısım insanlar, sadece emeği esas alarak tefrit çizgilerini zorlarken, diğer bir kısmı ise bütün işlerini sermayeye bina etmek suretiyle ifrat sınırlarında dolaşmaktadırlar.
Yalnız emeği esas alan anlayış, insanları, neticede tarihî maddeciliğin vardığı korkunç diyalektiğe götürmüş ve onları ileri derecede servet ve zengin düşmanları hâline getirmiştir.
Şüphe yok ki, sermayenin hiçbir şey ifade etmediğini ve bir hükmünün olmadığını iddia etmek bir ifrattır. İddia edilenler ile gerçekte yaşananlar arasında ciddi çelişkilerin olduğu âşikârdır. Aksi hâlde sermaye düşmanlığı yapan kimselerin, aynı zamanda ev ve apartman sahibi olabilmek için çabalayıp durmaları, araba için yatırım yapmaları ve başkalarına ait mallara sahip olma hayalleri kurmalarını anlamak mümkün değildir. Şayet esas mesele servetin el değiştirmesi ise, o zaman servet düşmanlığı yapmanın anlamı nedir? Görünen o ki, problem detaylarıyla ele alınıp ciddi bir tahlile tâbi tutulmadan öne sürülmekte ve toplum fertleri birbirine düşürülmek istenmektedir.
Bu yanlış düşüncenin karşısında, onu körükleyici bir rol üstlenen başka bir aşırı görüş daha vardır ki, o da servet ve sermayeyi her şey zannetmektedir Hâlbuki parayı her şey görmek de yanlıştır. Zira tek başına paranın yapabileceği şeyler çok sınırlıdır. Tarihte elinde çuvallar dolusu para olduğu hâlde açlıktan kıvrım kıvrım kıvranan nice topluluklar olmuştur. Karşılığı olmayan paranın, karın doyurması veya insana herhangi bir menfaat sağlaması mümkün değildir. Belli bir dönemde yaşadığımız kıtlık yılları, bunun açık misalidir. O gün, birçok insanın evinde ciddi miktarda para vardı ama yine de ağızlarına koyacak yiyecek bulmakta zorlanıyorlardı.
Esasında para ve mala aşırı düşkün olma ve hırsla bunları elde tutma, İslâm’ın da menettiği bir davranıştır. Stok düşüncesiyle biriktirilen, piyasaya sürülmeyen ve infakta da bulunulmayan paranın, –ki Kur’an buna “kenz” demektedir– sahibi için öbür âlemde acı bir cezaya sebep olacağı Kur’ân’da ifade edilmektedir.[8] Demek ki elindeki imkânları köşe-bucak saklayıp âtıl vaziyette bırakanlar, bir şekilde dünyada bunun cezasını çekecekleri gibi, aynı cürmün faturasını ahirette de acı acı ödeyeceklerdir.
İslâm’da Emek ve Sermaye
İslâm, sa’y (emek) ve sermaye arasında müthiş bir denge kurmaktadır. Ona göre sa’yin bir hakikati vardır ve insan ancak sa’yinin karşılığını görmektedir. Allah’ın birer hazine hâlinde takdim ettiği emtia da şartlarına uyularak istifadeye sunulacak ve sermaye daima hareket hâlinde olacaktır. Bunun neticesi olarak stokçuluk ortadan kalkacak ve ekonomiye hareket gelecektir. Allah’ın bize verdiği kabiliyet ve imkânlarla elde edilen malın belli bir kısmının zekât yerlerine verilmesi de bu dengenin sosyal hayatta tezahürü anlamına gelmektedir.
Böylelikle hiç kimse, “Bu benim kendi kabiliyet ve zekâmla elde ettiğim malımdır.” diyerek mülkün esas sahibini unutma bahtsızlığına maruz kalmayacak; tasarrufta kendisini –hâşâ– rububiyet dairesine koyarak zımnen Allah’a eş ve ortak koşma yanlışlığına düşmeyecektir.
Sermaye, emeğin eline verilerek iyi değerlendirilebilirse, büyük işler yapılabilir. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın, bu dengeyi bize takdim ederken kullandığı şu ifadeler bu hususlara ışık tutacak mahiyettedir:
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَنْفِقُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا كَسَبْتُمْ وَمِمَّٓا اَخْرَجْنَا لَكُمْ مِنَ الْاَرْضِۖ وَلَا تَيَمَّمُوا الْخَب۪يثَ مِنْهُ تُنْفِقُونَ وَلَسْتُمْ بِاٰخِذ۪يهِ اِلَّٓا اَنْ تُغْمِضُوا ف۪يهِۜ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ غَنِيٌّ حَم۪يدٌ
“Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Size verilse, gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü malı, hayır diye vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allah ganidir (hiçbir şeye muhtaç değildir, hazineleri geniştir), her türlü kemal sıfatıyla muttasıftır..”[9]
Çalışma ve emeğin, servet üzerinde büyük bir tesiri vardır ve Kur’ân’ın ifadelerine göre emek öncelik kazanmaktadır. Rüşvet, faiz ve çeşitli ticarî spekülasyonlarda olduğu gibi gayrimeşru yollarla elde edilenlerden değil, alın teri dökülerek kazanılanlardan infak edilmesinin emredilmesinde de sa’yin hürmete layık olduğu vurgulanmaktadır ve dikkat edilirse Kur’ân, bunu servetten önce zikretmektedir. Bunun yanı sıra Necm sûresinde yer alan, وَاَنْ لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰىۙ “İnsan için ancak sa’yinin karşılığı vardır.”[10] âyeti de sa’yin önemini ifade etmektedir.
Kur’ân, her ne kadar yukarıdaki âyet-i kerimelerde emeğin önemine işaret etmiş olsa da, birçok yerde Allah’ın kulları için yaratmış olduğu nimet ve rızıkları zikretmiş ve nazarları mülkün esas sahibine çevirmiştir. Zira meselenin emek tarafına hasr-ı nazar edip tarihî maddecilik saplantısına kapılanların ileri sürdükleri bir kısım iddiaların aksine, insanların sa’yinden önce de emtia ilâhî stoklar hâlinde mevcuttu ve insanoğlu tarafından keşfedilmeyi bekliyordu.
Sa’y tek başına yeterli değildir. O, sermayeyi kullanmak için bir alettir. Esasında bunları birbirinden bağımsız düşünmek de mümkün değildir. Zira emek ve sermaye tek başına kaldıklarında biri kör, diğeri de topal olacaktır; birlikte ele alındıklarında ise sağlam bir içtimaî yapı meydana gelecektir.
f. Namaz ve Zekât
Kur’ân’ın birçok âyet-i kerimesinde zekât namazın yanında zikredilmiştir. İnsan, namazla âdeta kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselip bir nevi miraç yaşarken; zekâtla da malını Allah’ın istediği yönde harcadığı için maddenin içerisinde mânânın neşvesini tatmakta ve böylece arşiyesini tamamlamış olmaktadır. Şu fani âlemde maddî bir varlık olan malı üzerinden zekâtla mâneviyata açılmakta ve malına da ebediyet kazandırmaktadır. Farklı bir ifadeyle, fani ve maddî bir âlemde yaşayan insan, cismaniyeti itibarıyla namaz vasıtasıyla, sahip olduğu mallarla alâkası cihetiyle de zekât vasıtasıyla mâneviyatın ve ebediyetin hazzına ermektedir. Kur’ân’ın,
وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَۜ وَمَا تُقَدِّمُوا لِاَنْفُسِكُمْ مِنْ خَيْرٍ تَجِدُوهُ عِنْدَ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ “Namaz kılın ve zekât verin, hayır adına nefisleriniz için takdim ettiğiniz her şeyi Allah katında bulacaksınız. Şüphesiz ki Allah, yapıp durduğunuz her şeye nigehbandır.”[11] şeklindeki ifadeleri de buna işarette bulunmaktadır. Yani, “Bir taraftan sinenizi çatlatırcasına ve içiniz Allah’a saygı ile dopdolu olarak bedeninizin zekâtı olan namazınızı eda ederken, diğer yandan da yine Allah’ın bir lütfu olarak elde ettiğiniz mâmelekinizin zekâtını vermek suretiyle içtimaî sükûn ve huzura kavuşun.” demektir.
[1] Ra’d sûresi, 13/11; Ayrıca bkz.: Enfâl sûresi, 8/53.
[2] Bakara sûresi, 2/30.
[3] Enbiyâ sûresi, 21/105.
[4] Nûr sûresi, 24/55.
[5] Kasas sûresi, 28/77.
[6] Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, 1/168; el-Hâkim, el-Müstedrek 2/157.
[7] Bkz.: Bediüzzaman, Mesnevî-i Nûriye, s.113 (Habbe).
[8] Bkz.: Tevbe sûresi, 9/34.
[9] Bakara sûresi, 2/267.
[10] Neml sûresi, 27/39.
[11] Bakara sûresi, 2/110.
- tarihinde hazırlandı.