‘İnsanlardan Neferi, Rakamlardan Sıfırı Severim’
‘Kendini silemeyen Allah’ı bulamaz… Debbağın deriyi yerden yere vurması gibi kendini yerden yere vuracaksın… Kendini yok saydığın anda varlık adına önemli bir adım atmış olursun… Gönülden beğendiğim insan, iddiasız insandır.’
İnsan En Değerli Yatırım
Türk okulları ilk günden itibaren insanlar arasında barış köprüleri kurmaya başlamıştı. Sanatçılar, gazeteciler ve yazarlar her fırsatta bu okullardan övgüyle bahsetmekten kendilerini alamıyorlardı. Zira, bu hizmet kurumları aynı zamanda dünyada Türkiye’nin en güçlü elçileriydi. Bu okulları hararetle destekleyen Cenk Koray, Kazakistan’daki Türk okullarını ziyaret ettikten sonra 16 Mayıs 1998 günü Akşam gazetesindeki köşesinde şunları yazıyordu: “Kazakistan bağımsızlığına kavuşunca yabancı ülkeler buraya akmışlardı. Koreliler bakır madenlerinde, Amerikalılar petrol kuyularında, Almanlar bankacılıkta egemenlik kurmuşlardı. Oysa en önemli kaynağa Fethullah Hoca sahip çıkmıştı: İnsana. Bakır bir gün biterdi, ama insan en değerli yatırım unsuruydu. Aslında Türk devletinin yapması gerekeni bir şahıs başarmıştı.”
Adanmışların Gücü
1998’de, Pakistan medreselerinde okuyan ve kendileri dışında hiçbir görüşe hayat hakkı tanımayan bir öğrenciler hareketi olan Taliban ile Raşid Dostum kuvvetleri arasında şiddetli çatışmalar vardı. Çatışma bölgesindeki Türk okulunda görevli öğretmenler, aileleriyle birlikte bir süre mahsur kaldılar ve bulabildikleri ilk uçakla Türkiye’ye döndüler. Hocaefendi, onların Türkiye’ye döndüklerini öğrenince üzülmüştü. Çünkü bu öylesine bir işti ki, şartlar ne olursa olsun geriye dönülmemeliydi ve bu işi ancak geri dönmeyecek adamlar yapardı. Bu Türk öğretmenler, Hocaefendi’nin üzüldüğünü görünce hiç zaman kaybetmeden tekrar görev yerlerine gittiler. Bazıları yakınlarına şu vasiyeti yaptı: “Dünyanın neresinde ölürsem öleyim, beni Afganistan’a gömün.”Bu arada, Taliban başkent Kâbil’i ele geçirip, kuzeyde General Raşid Dostum kuvvetlerini de yenince Türk okullarını işgal etti. Yazın okullarda nöbetçi kalan öğretmenler âdeta rehin alındı, Müslüman olup olmadıkları sorgulandı.
Biri başkent Kâbil’de olmak üzere Afganistan’da açılmış olan dört Türk okulu, 2001 Ocak ayına kadar zor şartlar altında eğitim faaliyetlerini sürdürdü. Ancak Taliban, 2001 Ocak ayında dört okulu da kapattı. Kapatma gerekçelerine göre Türk okulları, Türkiye hayranı laik insanlar yetiştiriyordu. (Bugün de başkası yani Siyasal İslam, maalesef bu okullara uzattı uğursuz ellerini) 2001 Mayıs’ında bütün Türk öğretmenler sınırdışı edildi. Türk öğretmenler ile Afgan öğrencileri, o gün duygusal sahneler altında vedalaştılar.
Ancak sadece üç ay sonra, 11 Eylül 2001’de El Kaide’nin ABD’ye yönelik saldırıları olunca, Taliban, aynı yılın Aralık ayında devrildi. 2002 yılı Ocak ayında da Türk öğretmenler okul binalarını tekrar geri aldılar. Taliban yönetiminin devrilmesi üzerine Şubat 2002’de Kâbil’de yeni geçici hükümet kuruldu. Bir süre sonra, Birleşmiş Milletler yetkilisi bir diplomat, pek çok ülke mensubunun katıldığı bir toplantıda şunları söyledi: “Afganistan’ın geleceği karanlık, ama tünelin ucunda bir ışık var. Bu ışık şu Türk liseleridir. Çünkü bu okullarda Peştun, Özbek, Türkmen ve Tacik kökenli her Afgan çocuk okuyor. Belki bu nesil Afganistan’ı iç kargaşadan kurtarır.”
Tacikistan’da, Bosna’da, Filipinler’de, Afganistan’da, Kafkaslar’da savaş ve mahrumiyet şartları altında okul açtıran güç adanmışlıktı. Afganistan’a gömülmeye ant içmiş hizmet erleri demek, “İslam’ın aydınlık yüzünü kirleten” El Kaide’nin bir daha dirilmeyecek şekilde tarihe gömülmesi demekti. Bu, Afganistan’ın el değiştirmesiydi. Mevlânâ, Afganistan’da doğmuş, ama Türkiye’de yaşamıştı. Mevlânâ’nın sevgi saçtığı ülke, şimdi doğduğu Afganistan’ı Bin Ladin’in karanlık düşüncesinden geri alıyordu. Bu öyle kolay bir fedakârlık değildi. Bu işin ucunda, Tacikistan’da, Afganistan’da, Kafkaslar’da, Filipinler’de bir kör kurşuna kurban gitmek, Raşid Dostum güçleri ile Taliban arasında kalıp can vermek vardı.
Uydurma Bir Kitaptan Suç Unsuru
İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcılığı, Sivil Toplum Kuruluşları Birliği tarafından yayınlanan Hoca'nın Okulları adlı kitabı suç duyurusu kabul ederek Fethullah Gülen Hocaefendi hakkında soruşturma başlattı. Soruşturmada, “Fethullah Gülen, hiçbir kuvvet tarafından geri adım atmaya zorlanamayacağı bir duruma ulaştığında Atatürk ilke ve inkılaplarını ortadan kaldırmayı laik demokratik, sosyal hukuk devletini ortadan kaldırarak şeriat devleti kurmayı hedeflemektedir… Fethullah Gülen’in amacı, devletin tüm sistemlerinde İslam hükümlerini egemen kılarak teokratik bir İslam diktatörlüğü kurmaktır.” gibi iddialar ileri sürülüyordu. Fakat, bütün araştırmalara rağmen, hiçbir suç unsuru görülmediğinden 25 Haziran 1998’de Hocaefendi için takipsizlik kararı verildi.
Kendini Sıfırlamak
Fethullah Gülen Hocaefendi, 1998 yılı Nisan ayında Fransız gazeteci Nicole Pope’a verdiği verdiği röportajda şöyle diyordu:
“En önemli mesele ahlaken mükemmel ve faziletli insan olma meselesidir. Farabi gibi ütopya yazarları, faziletli şehirden bahsedenler şehri öne çıkarmışlardır. Halbuki insan daima önde düşünülmelidir. Şehir, medeniyet, ülke, belde arkadan gelir… Müslümanlığın yüzde 98’i, ferdin ve ailenin hayatını, toplumun uyabileceği temel ahlaki ve manevi değerleri ihtiva eder. Sadece yüzde 2’si devlet işleriyle alakalıdır. Yüzde 98’i görmezden gelerek, yüzde 2’yi Müslümanlık olarak takdim etmek, hem yanlış, hem de yüzde 98’e karşı saygısızlıktır… İslam’ı siyasi bir sistem gibi algılayanlara bakarak, yüzde 98’i bırakıp yüzde 2’yi İslam olarak sunmak ve sonra siyasi İslam’dan bahsetmek, İslam gerçeğine ters düşüyor.
Davranışlarımla veya tutumumla bir intiba uyarmışsam, hiç de hakkım olmayan bir hatır sayılma veya liderlik pozisyonunu gasp etmişsem, bu takdirde Allah’tan da insanlardan da af dilerim… Allah adım namım duyulmadan canımı alsın diye gençliğimden bu yana dua etmişimdir. Eğer Rabbim bana hizmet ettirecekse hizmet ettirsin. Fakat ben o hizmetin, o toprak altından bir çiçek, bir fidan gibi başını çıkarıp görünmesini bile nefsime pay çıkarırım korkusuyla görmek istemiyorum. Bu Rabbimle aramdaki münasebetin gereğidir. Bunu herkes anlamayabilir. Onu anlamak için Allah’a iyi inanmak lazım.”
Hocaefendi’ye göre yüce değerler peşinde olan bir insanın yapması gereken ilk iş kendisini sıfırlamaktır:
“İnsanlardan neferi, rakamlardan sıfırı severim… Sıfır çok güzeldir. Nokta ondan da güzeldir. İşte insan kendini öyle görmelidir. Kendini her gün birkaç defa sıfırlamalıdır… İnsanın kendisini silip bir kenara koymaması düşünce afetlerindendir. Kendini silemeyen Allah’ı bulamaz. Allah’ı bulman için kendini silmen lazım. Dabbakın deriyi yerden yere vurması gibi kendini yerden yere vuracaksın… Kendini yok saydığın anda varlık adına önemli bir adım atmış olursun… Gönülden beğendiğim insan, iddiasız insandır.
İnsan “ben sıfırım” derken bile, kendisini Latin harflerindeki sıfır olarak değil, Osmanlıcadaki küçücük nokta biçimindeki sıfır olarak görmelidir. Önemli olan sıfırın kıymetsizliği ile Sonsuz’un (Allah’ın) kıymetini duymaktır. Çünkü yeryüzündeki bütün kum taneleri ve çakıl taşları birer sıfır olsa, bunların sol tarafına en büyük bir rakam gelse, ortaya çıkan bu müthiş sayı bile Sonsuzluk karşısında hiçbir şey ifade etmez. Trilyonlarca yıl ömürleri olan galaksiler bile ezel ve ebed karşısında sıfırdır.
Kendini bir şey görme, yani gurur, insan tabiatındaki derin bir boşluktur. Büyük olmanın en açık göstergesi yüzün daima yerde olmasıdır. Boyu kısalar ayak parmaklarının ucuna dokunarak uzun görünmeye çalışır. Boyu uzunlar ise görünmemek için iki büklüm olurlar. Kişi, gürültü insanı değil, bilgi insanı olmalıdır. Küçüklüğün göstergesi gürültülü olmaktır. ‘Ben yaptım, ben başardım, bendeki bilgi ve güçten dolayı bu iş oldu’ demek, kendilerini Allah’ın yerine koyarak ‘ben yarattım’ diyen Firavun ve Nemrut’un düşünce tarzıdır. Bunlar şeytani mırıltılardır ve Allah’a ortak koşmaktır. İnsan başkasıyla rekabete girebilir, ama Allah’la rekabet etmek saygısızlıktır. Eğer bir insan bu başarıları kendinden biliyorsa, kalbinin bir baypas ameliyatına ihtiyacı vardır.”
Abant Platformu Toplantıları (Temmuz 1998)
Abant Platformu denilen toplantılar, 1998’in Temmuz’unda ilk defa yapılmaya başlandı. Bu toplantılar, farklılıkları zenginlik vesilesi yapma ihtiyacına cevap veren buluşmalardı. Felsefe ve ilahiyat profesörü Mehmet Aydın’ın şu sözleri bu buluşmaları özetliyordu: “Ben sinema seyretmenin dinen caiz olup olmadığını tartışan bir kültürden geliyorum. Ama burada sinema sanatçısı bir arkadaşımızla (Bulut Aras) aynı heyet içinde çalışıyorum.”
İlk Abant toplantısına katılan Hürriyet yazarı Yavuz Gökmen, farklı dünya görüşlerinden aydınlar arasındaki konuşmalara tanık olunca, bir ara toplantı salonundan çıkıp Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’ü arayarak, “Burada gazetenin sürmanşetinden verilecek müthiş işler oluyor” diyordu.
Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Profesör Nilüfer Göle, Milliyet gazetesi yazarı Derya Sazak’a verdiği röportajda Abant toplantıları için şöyle diyordu: “28 Şubat sürecinin aramıza duvarlar koyarak inkâr ettiği yakınlık ve birlikteliği Abant Platformu kurumsallaştırdı.”
Nazım Hizmet’i yurtdışına kaçıran kişi olarak tanınan yazar Refik Erduran da, Hocaefendi’yi ziyaret ederek uzlaşma çağrısına cevap veren, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın faaliyetlerine katılan kişilerden biriydi. Vakfın hoşgörü ödüllerini belirleyen seçici kurulun üyeleri arasında Zülfü Livaneli’yi de görmek mümkündü.
Halbuki, Savcı Nuh Mete Yüksel, Türkiye’nin güncel sorunlarının tartışıldığı Abant Toplantıları’nı bile suç olarak göstermişti. Milliyet gazetesi yazarı Taha Akyol’a göre Abant Toplantıları öylesine önemliydi ki, İslam tarihinde siyasi laikliği İslam itikadı (inancı) açısından onaylayan ilk bilimsel toplantıydı.
‘Dünyada yaşayan 100 büyük entelektüel’ listesinde yer alan ‘Tarihin Sonu’ kitabının yazarı siyaset bilimci Francis Fukuyama, Washington’da yapılan Abant Toplantısı’nda şöyle diyordu: “Bence Türkiye’nin bulduğu çözüm diğerlerine örnek bir model olabilir. Toplumun dindar olması demokrasi ve laiklik ilkesiyle çelişmez. Türk toplumundaki evrim uzlaşma yönündedir.”
Hocaefendi’nin Tedavi İçin Amerika’ya Davet Edilmesi (1998)
ABD’nin dünyaca üne sahip tıp merkezi olan Mayo Clinic’te çalışan Profesör Sait Tarhan ve yanındaki üç Amerikalı, 1998 yılında Şifa Hastanesi’nin davetlisi olarak İzmir’e gelmişti. Mayo Clinic ile Şifa Hastanesi arasında iş birliği görüşmeleri yapılacaktı. Profesör Sait Tarhan ve beraberindekiler, gerekli görüşmeleri yaptıktan sonra İstanbul’a geldiler. Şifa Hastanesi’nin Başhekimi, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin hemşerisiydi ve daha 17 yaşında bir lise öğrencisiyken vaazlarını dinlediği Hocaefendi’yi 1969’dan beri tanıyordu.
Profesör Tarhan ve üç Amerikalı Şifa Hastanesi’nin Başhekimi’yle birlikte İstanbul’da Fethullah Gülen Hocaefendi’yi ziyaret ettiler. Hocaefendi’den daha önce olduğu iki kalp anjiyosu hakkında bilgi alan Profesör Tarhan, “Mayo Clinic’e gelin, sizi bir de biz kontrolden geçirelim” dedi. Hocaefendi, o günlerde buna pek taraftar değildi ve onun için bu teklife “Nasipse olur.” karşılığını verdi. 1995’te İstanbul’da, 1997’de ise ABD’nin Ohio eyaletindeki Cleveland Clinic’te tedavi olan Hocaefendi’nin kalp damarlarının tıkalı olduğu anlaşılmıştı ve ciddi bir kalp krizi riski oluşturmadan Hocaefendi’nin kesin bir tedaviden geçmesi gerekiyordu.
Gerek Hocaefendi’nin doktorları ve gerekse Profesör Sait Tarhan’ın bunun zaruriyetine iyice inanması üzerine, Tarhan, ABD’ye dönünce Hocaefendi’ye tedavi için bir davet mektubu gönderdi.
Fakat Hocaefendi, 1999 yılı Mart ayına kadar her seferinde buna itiraz edecekti.
Romalı Komutan Cato (Katon) ve Napolyon
Hocaefendi, 1999’da Kanadalı yazar Fred Reed’e verdiği röportajda şöyle diyordu:
“Hazreti Ali’nin bir sözü var ki, ikinci cümlesi çok etkileyicidir: ‘Sen kendini küçücük bir zerre sanıyorsun, ama aslında tüm âlemler senin içinde kökleşmiştir.’ Eğer inancımızın bize öğrettiği şekilde insan tüm var oluşun özü olarak en mükemmel bir surette yaratılmışsa, o zaman, insan Allah’ı yansıtan parlak bir ayna gibidir… Daha açık olmak gerekirse, insan özel bir varlıktır… Eğer İslâm bir inanç, ibadet ve ahlak dini ise, demokratik ülkelerde hiç kimse böyle bir sisteme itiraz edemez. Fakat bu sistemi gözardı etmek ve İslam’ı sadece halkı idare etme tarzı olarak anlamak ve bu şekilde birtakım siyasi mevkilere aday olmak ve teşebbüslere girişmek, İslam’ın yanlış yorumlanmasından başka bir şey değildir… İslam’ı toplumun geniş kesimlerine dönük, büyük ölçüde inanç, pratik ve ahlakla ilgili bir olgu olarak sunmalıyız. Ve İslam’ın demokrasiyle çelişmediğini ve çatışmadığını ortaya koymalıyız. Bunu başarabilmek için, insanlar diğergam ve verici olmalıdırlar. Gelecek nesillerin barış ve huzur içinde yaşayabilmeleri için, insanlar kendi kişisel zevklerinden vazgeçmeli ve rahatlarını terk etmelidirler. Ben bu insanlardan biri olduğumu ima etmiyorum, fakat inanıyorum ki, bu vazifeyi hakkıyla ifa edecek kimseler olacaktır. Ve ben kendimi irademiz dışında geçici bir süre için Allah tarafından bir inayet ve lütuf olarak bu tip işlere sevk edilmişlerden biri olarak görüyorum.”
Hocaefendi’ye göre İslamiyet iyi vatandaş, iyi insan yetiştirme konusunda demokrasiyi minnettar bırakacak dinamiklere sahiptir. Problemi çözecek olan kâmil insandır. Bu yüzden en büyük yatırım insana, kâmil insana yapılan yatırımdır. Kâmil insan aynı zamanda bir dava adamıdır. Bir damla dava yüklü bir insan, kendisinden elli kat bilgi yüklü bir dâhiden daha güçlüdür. Hazreti İsa’nın (as) havarileri ve Hazreti Muhammed’in (sav) arkadaşları sahabeler, gittikleri ülkelerin dillerini bilmiyorlardı. Ama Hazreti İsa’nın (as) ölümünden sadece otuz yıl sonra takipçileri Roma’yı sarstı. Bunun sebebi onlardaki dava adamı gücüydü. Havarileri ve sahabeleri başarılı kılan şey samimiyetleri ve yürekli olmalarıydı. Samimiyet öyle bir sırdır ki, buzdağlarını bile eritir. İlk dönem Hıristiyanları olan Hz. İsa’nın saf ve samimi takipçileri, arenalarda aslanların ağzına atıldılar, ağaçlarda sallandırıldılar ve ateş dolu hendeklere atıldılar. Ama bütün bunlara rağmen dinlerinden dönmediler. Ve bu uzun mücadeleler sonunda başarılı oldular. I. Constantinus, Hıristiyanlığı Roma’nın resmi dini olarak kabul etti.
İslam’la ilk buluşanlar, çok kısa bir zamanda tarihin akışını değiştirdiler. Hazreti Osman döneminde Hazar Denizi aşıldı, Amuderya’ya varıldı, Aral Gölü çevresi ve Palandöken Müslümanlık’la tanıştı. Hazreti Ali döneminde İslam, Öküz Nehri’ne ve Cebelitarık Boğazı’na kadar bu dava adamları sayesinde ulaştı. O dönemde Müslüman elçileri, Çin Sarayı’na kadar ulaştıran şey buydu.
İslam kaynakları Peygamber Efendimiz (sav) zamanında yaşamış olan yüz bin sahabeden bahsetmesine rağmen, Medine Mezarlığı’nda yatan sahabe sayısı on bin bile değildir. Demek ki geriye kalanları ila-yi kelimetullah için yollara düştüler. Çünkü Kâbe’de ölüp oraya gömülmek, Allah’a anlatmak için gidilen Pekin’de ölüp oraya gömülmekten daha hayırlı değildir. Sahabe dünyanın neresinde bir kara parçası olduğunu duymuşsa oraya Allah’ın adını duyurmaya gitti. Dıştan bakanlar onlara deli derdi. Çünkü onların yaptıkları şeyler, aklı durduracak, hayalleri donduracak çaptaydı. O yüzden, otuz sene kadar süren sahabe dönemi, ihtişamlı bir dönemdir.
Hocaefendi’ye göre, ruhen çökmüş bir ülkenin her bucağı yüzlerce zafer takı ve dragon timsalleriyle süslense bile mezardan farkı yoktur. Romalı komutan Cato, (Katon) Kartacalıları yendiği zaman değil, ordusu zafer naralarıyla başkente girerken, komutanlık at ve formalarını krala teslim edip, “Ben milletime hizmet için savaşmıştım, şimdi görevim bitti, köyüme dönüyorum” dediği zaman muzafferdi. Buna karşılık, nefis ve kötü tutkuların esaretinden kurtulamamış bir sefil ruh, dünyayı fethetse bile mağlup sayılır. Napolyon’un, kendisini dünyanın tek hakimi görme çılgınlığıyla filozof Molmey’in kişiliğinde bilim ve fazileti tokatlarken yaşadığı ruhtaki bu yenilgi, Waterloo’da yaşadığı mağlubiyetten daha acı ve alçaltıcıydı.
Roma İmparatorluğu, o müthiş lejyonlarıyla, senatosundaki kanunilikle, dinlere tanıdığı özgürlükle, belli bir dönem ayakta kaldı. Ne zaman ki Neron geldi ve Hıristiyanlara zulüm yapmaya başladı, onun bu delice davranışları Roma’nın sonunu getirdi. Bu, kuvvetin dehayı alt etmesiydi. Napolyon’un dehasını delik deşik eden, Büyük İskender’in başını döndüren, Hitler’i çağın deli tekesi haline getiren şey aynıydı: Kuvvet çılgınlığı. Oysa asıl zafer, bir insanın içindeki ihtirasları dizginlemesi ve hovarda duygularına geçit vermemesidir. Fatih Sultan Mehmed, azgın maddi gücün değil, askeri dehasıyla birlikte bu yüce ruh ve inancın temsilcisiydi. Öyle olduğu için, İstanbul’a girişi Sezar’ın Roma’ya girişi gibi değildi.
Fazilet öyle bir şeydir ki, halk içinde minderde veya yerde oturur. Gurur ise muhteşem koltuklara bile sığmaz. Gurur, tersine döndüğü için kubbe gibi duran bir kuyu gibidir. Gurur, cehaletin gayrimeşru çocuğudur. Fazilet ise hikmetin soylu evladıdır. Gurur, istibdat yanlısıdır, fazilet ise hürriyet ve eşitlik yanlısıdır.
Gerçek değerlerin altüst olduğu, insanların itibarlarının para, yazlık, kışlık evleri ve villalarıyla ölçülür hale geldiği bir toplumda bu maddi değerler küstah birer gladyatör gibi faziletin üzerinde tepinirler. Böyle bir topluma düzenbazların, çıkarcıların, iki adım ötesini göremeyen miyopların hâkim olması doğaldır. Böyle bir toplum ruhen çökmüş demektir.
Hocaefendi’nin İlk Ciddi Kalp Krizi (1999)
Hocaefendi hayatındaki en ciddi kalp krizini ABD’ye gidişi öncesinde İstanbul’da yaşamıştı. O gün İstanbul Altunizade’deki ikametindeydi. “İyi değilim” deyip doktoru Kudret Ünal’ı çağırdı. Şekeri düşmüştü. Kendisinin yaptığı ilk ölçümde şekeri 90, ikinci ölçümde 70 çıkmıştı. Üçüncü ölçümü Doktor Ünal yaptı. Yeni değer 45’ti. Doktor Ünal endişeliydi, elinde iğneyi hazır tutuyordu. Hocaefendi’nin şekeri hızla düşüyordu ve dönüşü olmayan bir noktaya gelinebilirdi. Doktorun “Hemen iğne vuralım” demesi üzerine Hocaefendi, “Biraz daha bekleyelim, orucumu bozmak istemiyorum” diye direniyordu. Dördüncü ölçümde şeker 60’a çıkınca Hocaefendi rahatladı. Orucunu bozmasına gerek kalmamıştı.
- tarihinde hazırlandı.