Marjinal Bir Kesimin Hizmet’i Yok Etme Arzusu
Hocaefendi’ye göre süreçte yaşananlar, ülkenin hayrına olan faaliyetlere karşı ayaklanan marjinal bir kesimin yaptığı “kundaklama” hareketiydi. Amaç, hizmet hareketini karalamak, itibarsızlaştırmak ve bitirmekti. İnsafsız bir linç kampanyasının tezgahlandığı rahatlıkla anlaşılıyordu. “Bunlar, azınlıkta olan, ancak siyasi çevreler üzerinde etkisi büyük bir grubun işi. Politik gücü olan, küçük ama etkili bir grup.” diyordu.
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Amerika’ya Gitmesi (1999)
İstanbul ve ABD’deki doktorlar, Hocaefendi’nin zaman kaybetmeden baypas ameliyatı olması gerektiğini ısrarla ifade ediyorlardı. Ancak, Hocaefendi 1999 yılına kadar buna itiraz ediyordu. Kendisi için bu kadar masrafın gereksiz olduğunu vurguluyordu. Hocaefendi, hayatının hiçbir anında yurttaki öğrencilerin terliğine dahi basmamış, yurdun yemeğinden yememiş, bir kuruş kadar dahi olsun Hizmetten istifade etmeyi düşünmemişti. İşte böyle hassas bir insan elbette ki bu tedavi işinde de çok ince düşünecekti. Halbuki sadece kitaplarından gelen telif hakları bile bunun gibi onlarca ameliyatın masrafını karşılayabilir ve Abd’de güzel bir evde yaşamasına yetebilirdi. Ama gönül insanlarındaki ruh inceliği bir başkaydı… Ancak Doktor MA, Hocaefendi’ye, hekim hüviyetiyle karşı çıkıyor ve bir an önce tedavi olması için diretiyordu. Hocaefendi’nin bir müddet sonra olumlu ya da olumsuz bir cevap vermemesini kendince hayra yoran Doktor MA, Mayo Clinic’le temas kurup randevu aldı. Hocaefendi daha sonra doktor arkadaşının bu çabasını ve ABD’ye gitme serüvenini şöyle anlatacaktı: “Ben buraya kendi irademle ve isteyerek gelmedim. Sağlığımı düşünen bir dostun, benden habersiz aldığı bir randevu üzerine geldim.”
Doktor MA, 22 Şubat 1999 günü için randevu ayarlamıştı. Ancak, Minnesota’da hava sıcaklığının eksi 40 dereceye kadar düşmesi üzerine İstanbul’daki ziyareti sırasında Hocaefendi’yi tedavi için ABD’ye davet eden Profesör Sait Tarhan, randevunun biraz ertelenmesini istedi. Böylece yeni tarih 22 Mart 1999 oldu. Randevu zamanı olan Mart ayına gelindiğinde ise ortalıkta birtakım dedikodular dolaşmaya başlamıştı. Söylentilere göre Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcısı Nuh Mete Yüksel Hocaefendi hakkında soruşturma açmıştı. Hocaefendi, böyle bir durumda ABD’ye gitmeyi doğru bulmuyordu. Zira, savcı böyle bir soruşturma açmışsa, ifade vermemek için ABD’ye gittiği şeklinde algılanabilirdi. Hal böyleyken bir tevafuk üzerine, Hocaefendi’nin yakın bir arkadaşı havaalanında karşılaştığı Başbakan Bülent Ecevit’e bu durumu iletti. Ecevit, Hocaefendi’yi telefonla arayarak: “Sağlığınız çok önemli. Sizinle ilgili böyle bir soruşturma olsa haberimiz olurdu. Lütfen tedavinizi aksatmayın ve ABD’ye gidin” dedi. Yürütmenin başında olan bir insanın bunu söylemesi önemliydi. Zira, böyle hassas bir konuda açılmış bir soruşturma varsa Ecevit’in haberi olurdu.
Hocaefendi, ameliyat değil de Mayo Clinic’te genel bir sağlık kontrolünden geçmek için ABD’ye gitmeye razı oldu. Böylece, Fethullah Gülen Hocaefendi, 21 Mart 1999 günü ABD’nin Chicago kentine gitti.
O gün uçakta Hocaefendi’nin önüne gelen bir gazete kendisini çok üzdü. Gazetenin sürmanşetinde Hocaefendi’yi konu alan bir haber vardı ve Hocaefendi’nin fotoğrafının hemen altına uygun olmayan bir resim konulmuştu. Hocaefendi, yakından tanıdığı bir gazetenin genel yayın yönetmeninden bu kadar kırıcı bir hareket beklemiyordu. Gazetenin manşetinde de büyük ve kalın harflerle “Kendine gel Fethullah Hoca” yazıyordu.
Hocaefendi, o gün Chicago Havaalanı’nda doktorlar MA ve Profesör MT ile Mayo Clinic yöneticileri tarafından karşılandı. O gün MT, Hocaefendi’nin otele gitmesine izin vermedi, onu evinde ağırladı. Hocaefendi’nin Mayo Clinic’teki kontrolleri beş gün sürdü. Ameliyat olması gerekiyordu. Profesör MT, Hocaefendi’nin ameliyata evet demesi için ısrar ediyordu. Hocaefendi ise Türkiye’ye dönüp orada tedavi olmak istiyordu. Fakat, Ahirzamanda İ’lâ-yı Kelimetullah’ı ve Nam-ı Celili Muhammedî’yi (sallallahu aleyhi ve sellem) hakiki manasıyla yeniden yücelten ve on binlerce insanın yüreğine dert tohumları ekip dünyanın dört bir yanına gitmeye teşvik eden Fethullah Gülen Hocaefendi için kader bambaşka bir yol çizecekti…
Bülent Ecevit Başbakan (1999)
18 Nisan 1999 seçimlerinde Demokratik Sol Parti yüzde 21,7 oyla birinci parti çıktı ve Ecevit başbakan oldu.
Sıkıntılı 2,5 Yıl
Doktor MA ve Profesör MT Türkiye’ye dönerken Hocaefendi onlara “Buraya gelmişken New York tarafında bazı arkadaşları ziyaret edeyim. Ben de arkanızdan gelirim. Eğer yeni bir anjiyo ihtiyacı varsa İzmir Şifa Hastanesi’nde olayım” dedi. Doktor MA’nın düşüncesi, ameliyata yanaşmayan Hocaefendi’nin kalp damarına en azından stent takılmasıydı. Hocaefendi’ye “Ya burada (ABD’de) stent konulsun ya da biz İzmir’de koyalım. Kalp krizi olursa bir daha stent fayda etmez. Çünkü kalp adaleniz sağlam, hasta olan damar” diyordu.
Bu arada, tarihler 18 Haziran 1999 gecesini gösterdiğinde ATV televizyonunda, Hocaefendi’nin eski bazı konuşmalarından bölümlerin başı, arkası kesilerek montajlandığı bir kaset yayınlandı. Amaç, hizmet hareketini karalamak, itibarsızlaştırmak ve bitirmekti. İnsafsız bir linç kampanyasının tezgahlandığı rahatlıkla anlaşılıyordu.
Fethullah Gülen Hocaefendi, 18 Haziran gecesinden itibaren bir kaset ve dosyalar savaşının hedefi haline geldi. ATV’nin ardından Star TV, NTV ve Show TV de, Hocaefendi’nin kendilerine ulaştırılan montajlanmış bazı eski konuşmalarını yayınladılar. Beş yıldır Hocaefendi’nin öncülük ettiği faaliyetleri genel olarak objektif biçimde izleyici ve okurlarına yansıtan büyük gazeteler ve televizyonlarda o günden itibaren Hocaefendi aleyhindeki haberler ağır basmaya başladı.
İdamlık manşetlerin atıldığı günler yaşanıyordu medyada. Psikolojik ve sosyolojik bütün linç mekanizmaları işletiliyordu.
Hocaefendi’ye göre, eski bazı konuşma kasetlerinden montajlanmış bölümlerin 1999’da yayınlanmasıyla başlayan süreçte yaşananlar, ülkenin hayrına olan faaliyetlere karşı ayaklanan marjinal bir kesimin yaptığı bir “kundaklama” hareketiydi. Hocaefendi, 25 Ağustos 2000 tarihinde New York Times gazetesi muhabiri Douglas Frantz’e verdiği röportajda şöyle diyordu: “Bunlar, azınlıkta olan, ancak siyasi çevreler üzerinde etkisi büyük bir grubun işi. Politik gücü olan, küçük ama etkili bir grup.”
Bediüzzaman da bu küçük ama etkili bir gruptan bahseder:
“Otuz sene evvel Darü’l-Hikmet azası iken, bir gün, arkadaşımızdan ve Darü’l-Hikmet azasından Seyyid Sadeddin Paşa dedi ki: ‘Katî bir vasıta ile haber aldım. Kökü ecnebide ve kendisi burada bulunan bir zındıka komitesi, senin bir eserini okumuş. Demişler ki: ‘Bu eser sahibi dünyada kalsa, biz mesleğimizi (yani zındıkayı, dinsizliği) bu millete kabul ettiremeyeceğiz. Bunun vücudunu kaldırmalıyız’ diye senin idamına hükmetmişler. Kendini muhafaza et!’
Ve Bediüzzaman, hayatı boyunca bu zındıka komitesiyle mücadele etti: ‘İşte bu komite, otuz sene, belki kırk seneden beri hem tevessü etti, hem benimle mücadelede her bir hileyi kullandı. İki defa imha için hapse ve on bir defa da beni zehirlemeye çalışmışlar (şimdi on dokuz defa oldu). En son dehşetli plânları, sabık Dâhiliye Vekilini ve Afyon’un sabık valisini, Emirdağı’nın sabık kaymakam vekilini aleyhime sevk etmeleriyle, resmî hükümetin nüfuzunu bütün şiddetiyle aleyhimde kullanmalarıdır.’
Bu toplumu birbirine bağlayan değerlere karşı hoyratça ilan edilmiş bir savaştı. Çünkü tam bu savaşın ilan edildiği yıllarda, Türkiye’de müthiş bir rahatlama iklimi meydana gelmiş, yüreğine su serpilen pek çok insan, “Yahu biz de Müslüman’mışız” demişti. Bu iklim sayesinde, çok ciddi olarak planlanmış olan Gazi Olayları gibi girişimlerle Türkiye’yi Alevi-Sünni ayrımıyla bombalamak isteyenlerin bombaları ellerinde patlamıştı. Yıllardan beri Türk insanına dinsiz, imansız olarak lanse edilen bazı sanatçıların dine olan inancını, dine yürekten bağlılıklarını Türk toplumu şaşkınlıkla ve hayranlıkla görmüştü. Pek çok meşhur sanatçı, hiçbir komplekse kapılmadan inancını rahatlıkla ifade ediyor, oruç tuttuğunu hatta umreye gittiğini ya da gideceğini açıkça söylüyordu. Bir müzik sanatçısı, kendisine “Size Türkiye’nin Yusuf İslam’ı diyebilir miyiz?” sorusuna, “Hayır, çünkü Yusuf İslam önce Hıristiyan’dı sonra Müslüman oldu. Ben ise zaten Müslüman’dım” cevabını veriyordu. Hocaefendi’ye göre bütün bunlar yüreklerdekini açığa vurma adına müthiş sözlerdi. Eski yıllardan beri, “Allah bana imkân verse de tiyatro sahnelerine çıksam ve bir defa da orada Allah’ın adını haykırıp insem” diye dua ettiğini belirten Hocaefendi şöyle devam ediyordu: “Fakat şimdi o sahnelerin zirvelerini tutmuş pek çok kimse, Allah, peygamber, din diyor.”
Bir kısım insanlar, “Sadece kelime-i tevhidle kurtuluyor muyuz?” deyip, dinde, kendilerine bir yer bulmuş olmanın sevinciyle rahat bir nefes almışlardı. Bir doktor Hocaefendi’ye, bel rahatsızlığından dolayı sabah namazına kalkamadığı için kendisine tedavi için başvuran birçok başı açık bayan hastası olduğundan bahsetmişti. Hocaefendi için, bu manzaraları seyretmenin içinde meydana getirdiği duyguları kelimelerle anlatmak mümkün değildi. Toplumun entelektüel anlamda önemli bir kesimi kabul edilebilecek insanlar, okullar başta olmak üzere millet yararına ortaya konulan teşebbüslere “evet” diyor ve “Eğer bizim de haberimiz olsaydı, biz de bir şeyler yapardık” itirafında bulunuyorlardı. Yurtdışındaki Türk okullarına katkı için İstanbul’da Çırağan Sarayı’nda, Hilton Oteli’nde büyük işadamlarının katılımıyla toplantılar yapılıyordu. Bunlar, herkes için şaşırtıcı olduğu kadar aynı zamanda düşündürücüydü.
Hocaefendi’ye göre, 1999’da ilan edilen bu savaşla kundaklanan şeyler toplumdaki bu yeni manzaralardı. Bu kundaklamayla Türk toplumu, tıpkı 1990’ların başında olduğu gibi yeniden parçalandı ve sağa sola saçılmış bir kristal halini aldı. Düğmeye basan marjinal grupların arzusu, Türkiye’nin bu şekilde ayrışmasıydı. Bu karalama kampanyası üzerine Doktor MA, Hocaefendi’nin İzmir Şifa Hastanesi’nde tedaviye gelmesi fikrinden vazgeçti. Hocaefendi’ye İzmir’de Şifa Hastanesi’nde yapması gereken tedavi programını erteledi. Ona göre böyle bir atmosferde Hocaefendi’nin Türkiye’ye gelmesi sağlığı açısından kesin bir riskti. Hocaefendi’nin kalbine net sonuç verecek bir tedavi henüz uygulanmış değildi. Nitekim kaset olayından sonra tansiyonu 22’ye çıkan Hocaefendi’nin sağlığından endişe eden doktorlar, tansiyonu ilaçla düşürme savaşı vermiş, yüksek tansiyon ilaçlarla bile uzun süre inmemişti.
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ABD’nin Pennsylvania eyaletindeki gurbet günleri 1999’da işte böyle başladı. Kaldığı yer, 1992 yılında Türklerin kurduğu bir vakıf adına 250 bin dolara alınan 150 dönümlük bir çiftliğin içindeki üç katlı bir evdi. Ne enteresan bir tevafuktur ki, İzmir Kestanepazarı’ndan yıllar sonra Amerika'da alınan kampın ismi de Kestane idi... Altın Nesil Chestnut Kampı İnziva Merkezi (Golden Generation Chestnut Camp Retreat Center).
“Fethullah Gülen, Sadece Türkiye’ye Değil, Dünyaya Lazım.”
Haydar Aliyev, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’ndeki hizmetlerin manevi mimarının Fethullah Gülen Hocaefendi olduğunu biliyordu. 18 Haziran 1999 akşamından itibaren Türkiye’de televizyonlarda yayınlanan bazı konuşma kasetleriyle Hocaefendi’nin çeşitli çevrelerin hedefi haline geldiği dönemde Haydar Aliyev, tıpkı Bülent Ecevit gibi Hocaefendi’ye güçlü destek veren bir açıklama yaptı: “Fethullah Gülen sadece Türkiye’ye değil, Türk dünyasına değil, bütün dünyaya lazım.”
Aliyev, Azeri Türkçesiyle Hocaefendi için, “O hamımızın (hepimizin) başı, hamımızın ona ihtiyacı var” diyordu. Bu yüzden Aliyev, 1999 döneminde Ankara’dan kendisiyle görüşmek üzere Bakü’ye gelen sosyal demokrat eğilimli iki üst düzey Türk bürokrat, Azerbaycan’daki Türk okulları aleyhine konuşunca, onları şöyle susturdu: “Beyler ben 30 yıl KGB’de çalıştım. Kimin ne olduğunu gayet iyi bilirim. Fethullah Hoca’yı ve okulları sizden öğrenecek değilim. Bu okulların hiçbir yanlışı yok.” Hocaefendi karşıtı düşünceleriyle tanınan bu iki Türk bürokratı uğurlarken, Azeri Türkçesiyle “Siz sehv danışırsınız (hatalı konuşuyorsunuz), ben onları yahşi bilirim. Yahşi tanırım” diyen Aliyev, yine zaman zaman Bakü’ye gidip gelen Hocaefendi karşıtı iki Türk profesörün okullar aleyhindeki sözlerine de sert karşılık verdi.
- tarihinde hazırlandı.