Dinler veya Din Mensupları Arası Diyalog Hareketi
Fethullah Gülen'in, Türkiye tarihinde ilk defa başlattığı hareketlerden biri de, hoşgörü ve diyalog hareketini Türkiye içinde ve dışında, özellikle İslâm, Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi İlâhî dinler mensupları arasında diyaloga taşıma teşebbüsü olmuştur. Hakkında pek çok polemik yapılmış olan bu teşebbüs, özellikle Müslümanlar tarafından, ayrıca oto-kritik adına çok iyi değerlendirilmesi gereken bir adımdı.
Dinî Değerlerde Yükseliş ve Diyalog İçin Kaderdenk Noktası
Modern medeniyet, özellikle 19'uncu asırda, bilimsel ve teknik gelişmeleri doğru okuyamayan pozitivizm ve materyalizmin yaygınlaşmasıyla dini ortadan kaldırabileceği zannına kapılmıştı. Fakat, 20'inci asrın başlarında fizikteki gelişmeler, bu konuda düşüncelerin değişmesine yol açtı. Batı'da Max Plank, Pasternak, Schwartz, Alexis Carrel, James Jeans ve Eddington gibi bilim adamları ve filozoflar, bilâhare aynı çizgiye yakın olduğunu söyleyebileceğimiz Einstein, derunî bir din anlayışını benimserken, ne yazık ki, Türkiye'de 19'uncu asrın kaba pozitivizmi, hattâ materyalizmi resmî bir paradigma haline geldi ve yönetime de hakim oldu. Fakat, aynı dönemde olağanüstü bir Kur'ân ve iman hizmeti veren gayretleri şâyân-ı şükran bazı zatların çalışmalarına uzanan Hakk'ın inayeti sayesinde 20'nci asrın ikinci yarısında, bu katılık kısmen yumuşamaya doğru gitmişse de, yine de onu âdeta resmî tez halinde devam ettiren hakim bir zümre varlığını hep devam ettirdi. Bunun gibi, Batı'da bir yanda din yavaş yavaş kaybettiği mevzileri geri alırken, bir yandan da modernizmi, en azından sosyal hayatta din karşıtlığı olarak algılayan bir takım sözümona aydınlar, genel manâda dini sosyal hayatın dışında tutma, özel manâda ise İslâm ülkeleri adına İslâm'ı mahkûm etme gayretleri sergiliyorlardı. Bu konuda, Amerikalı antropolog Prof. Dale F. Eickelman, şunları kaydetmektedir:
1960'larda önde gelen bir aydın, "İslâm dünyasının önünde iki seçenek var: ya geçmişi diriltme manâsında yeni bir İslâmî totaliterliğe dönecek, ya da vanaları açıp, selde boğulmayı getirecek reformcu bir İslâm'ı kabullenecek" diyordu (Manfred Halpern) (119) Bu tür formülasyonlarda İslâm, ferdlerin kolektif dinî duygu ve eğilimlerle çok uyuşmayan hayat tarzları arasında serbestçe seçim yapabildiği modern toplumu oluşturmada dinin ve dindar entelektüellerin önleyici bir rol oynamasında en önde gelen örnek olarak sunulmaktadır. Bütün modernleşme türlerinde, dine ferdî özel bir alanın dışında fazla saha tanınmamaktadır. Modernliğe ulaşmak için siyasî liderler, dinî liderlerin otoritesinin yerini almalı ve geleneksel dinî müesseselerin önemini azaltmalıdırlar.
1960'larda bir takım sözümona aydınlar bu öngörülerde bulunuyorlardı. Oysa, 20 yıl geçmeden dünyada meydana gelen değişmeler, onları yalanladı. 1980'lerin sonunda Sovyetler Birliği çözülür ve demir perde yıkılırken, Fethullah Gülen'in ifadesiyle, eskiden Ortodoks olanlar, Katolik olanlar, artık yeniden dinlerine dönmeye, dinlerini yeniden keşfetmeye başladılar. Bunun gibi, eski Budistler Budizm'e dönecek, elbette Müslümanlar da İslâm'ı yeniden keşfe çalışacaklardı. Bu gelişmelere de parmak basan Eickelman, 1960'lardaki karşı öngörü ve düşüncelerin nasıl iflas ettiğini örneklerle açıklamakta, dinin sosyal, hattâ siyasî hayattaki önemini, yine örneklerle vurgulamaktadır:
Son dönem tarihi, modernleşme teorisine güçlü meydan okumalar getirdi. Peru ve Guetemala'da, din adamlarının başını çektiği yeni müesseseler ve teşkilatlar ortaya çıktı. Peru'da Katolikler, Guetamala'da Evanjelistler istikrara yukarıdan değil, aşağıdan katkı yapan sosyal sermayeler oluşturdular. Bizzat A.B.D.'de dinî cemaatler, hiyerarşiler ve özel dinî ilgi alanları ile, kolektif değerler üzerindeki tartışmalara ciddî açılımlar getirdiler. Dini modernleşmenin, kamusal alanın ve ulus-devletin dışına atan görüşlere bir başka meydan okuma da Vaclav Havel'den geldi. Havel, "İnsan hakları, insanî özgürlükler ve insanın şerefi, en derin manâ ve köklerini maddî dünyanın dışında bulur" diye yazıyor. Dinin devlet ve gelecekteki muhtemel rolü konusunda da Havel, "Devleti insan kurar, fakat insanları yaratan ise Allah'tır" der. Dünyanın objektif olarak bilinebileceği ve bu şekilde elde edilen bilginin mutlak manâda genelleştirilebileceği şeklindeki modern görüşün nihaî bir kriz yaşadığını belirten Havel, bundan çıkış yolunun geleceğin politikacısının ruha, ferdî ruhiyata ve hepsinden öte, kendini dünyanın subjektifliğine bağlayan kendi ferdî subjektifliğine güvenmesinden geçtiğini vurgular.
Eickelman, bunları kaydettikten sonra, Hıristiyanlığın Batı'da sosyal ve siyasî değerlerin oluşmasındaki, hattâ mevcut siyasî hayattaki rolüne geçmekte ve ardından özellikle Müslüman ülkelerdeki bir kısım militan lâiklerin İslâm karşısındaki tavırlarına temas etmektedir:
Tarihçi Dominique Colas, dinî söylemin, Avrupa'da modern kamusal alanın oluşmasında en büyük faktörü oluşturduğu görüşündedir. Bugüne kadar Hıristiyanlık, mukaddesatı tezyif yasaları, dinî tatiller ve toplu dualarda hep tayin edici rolünü oynayagelmiştir. ABD'de olsun, Türkiye'de olsun, laikliğin çağdaş savunucuları lâik kurumların açık fikirli oluşunu ileri sürseler de, Müslüman Orta Doğu ülkelerinde militan lâikler, meselâ Türkiye'deki güç merkezleri, aydınlanmacı değerlerden çok, baskı ve hoşgörüsüzlükle özdeşleşmektedir.
Eickelman, Müslüman ülkelerdeki, bilhassa Türkiye'deki dinî gelişmelerin niteliğini söz konusu etmekte ve şu değerlendirmeyi yapmaktadır:
Türkiye'deki dinî hareketler, dindar modernlere hitap etmekte ve İslâm, bilim, akıl, modernlik, Doğu ile Batı'nın çatışmadan beraberliği arasında bağ oluşturmakta, her seviyede eğitimi öne çıkarmakta ve her geçen gün artan sayıda Türk'e ulaşabilmektedir. İslâm nedir? Hayatımdaki yeri neresidir? İmanın ilkeleri nelerdir? gibi sorular çokça sorulmakta ve tartışılmakta ve dinî otoritede demokratikleşme gelişmektedir. Artık din, siyaset ve sosyal hayatın kesiştiği noktada oluşan kamusal alan, sivil toplumun oluşmasına katkıda bulunmaktadır. İslâm dünyasında, İslâmî değerlerle sosyal ve siyasî hayata nasıl intibak edilebileceği konuşulmaktadır. (Islam and the Languages of Modernity, Daedalus, Kış 2000, s: 120-132)
Halklarının ne bildiğini ve ne düşündüğünü artık hükümetler kontrol etmiyor. Geçmişin entelektüel tekelleri yıkılıyor ve artık çok sayıda mümin, din, toplum ve kamusal alanın yeniden inşasına çalışıyor. (The Coming Transformation in the Muslim World, Current History, Ocak 2000, s.16)
Fethullah Gülen, hoşgörü ve diyalog çağrısını, tarihin işte bu 'kaderdenk' noktasında yaptı. Bu noktanın bir yüzünü yükselen dinî değerler ve bu değerlerin barış, huzur, sükûn, karşılıklı saygı ve anlayış üzerine kurulması özlenen bir dünyanın yoğurulmasında oynayacağı önemli rol oluşturuyordu. Diğer yüzünde ise, düşman kutup olarak algılanan ve takdim edilen İslâm ve İslâm dünyası, bütün İslâm coğrafyasını, özellikle Müslüman ülkeler-Rusya sınırını medeniyetler arası çatışma alanı olarak sunan bir Huntington raporu ve Müslümanları demokrasinin, temel insan hak ve özgürlüklerinin, insanî değerlerin düşmanı olarak göstermeye yönelik terör hareketleri yer alıyordu. Gülen, hem İslâm ülkelerinde, hem de dünya üzerinde önemli ölçüde söz sahibi olan bir takım güç merkezleriyle, onlarla içli dışlı olan menfaat ve sermaye gruplarının, özellikle dinî değerlerin desteğinde genişleyecek bir hoşgörü, diyalog, uzlaşma ve karşılıklı saygı atmosferinden rahatsızlık duyacaklarının farkındaydı ve bu kaygılarını, yukarıda geçtiği üzere, Türkiye içinde başlattığı ve dünyaya da yayılabilme istidadı gösteren bir hoşgörü ve diyalog hareketinin daha ilk adımında dile getirmişti. Nitekim, Cezayir'de ve daha başka yerlerde Müslümanların üzerine yıkılan dehşet verici cinayetler, Türkiye'de bazı mahfillerin Gülen tarafından başlatılan diyalog ve hoşgörü teşebbüsünü daha ilk adımlarında boğmaya teşebbüs etmesi, son olarak, New York'taki terör saldırısının ardından gelen ve dünyaya neye mal olacağı şimdiden kestirilemeyen savaş, onun kaygılarındaki haklılık kadar, bu teşebbüs veya hareketin esasen ne ölçüde önemli ve hayatî olduğunu da ortaya koymuştur.
Niçin Diyalog?
Gerçi, Gülen'in hoşgörü ve diyalog hareketinin çok önemli bir ayağını oluşturan dinler veya dinler mensupları arası diyalog, şüphesiz onunla başlamamıştı. 1960'lara gelindiğinde, Roma Katolik Kilisesi, hem Yahudilik'le hem de İslâm'la bir diyaloga girme için önemli bir adım atmış bulunuyordu. Şüphesiz tek bir sebebe bağlanması mümkün olmayan bu adımda, Prof. Dr. Suat Yıldırım Bey'in sıraladığı üzere, Kilise'nin, varlığını sürdürebilmesi için dünyaya açılmayı kaçınılmaz görmesi ve gittikçe yitirdiği cazibesini yeniden Hıristiyanlığa kazandırma arzusu; dinin her türlü tezahürünü ortadan kaldırmak isteyen mutlak inkâr cereyanlarına karşı, Tevhid'in atası Hz. İbrahim'i (as) ortak otorite kabûl eden İslâm, Hıristiyanlık ve Yahudiliğin işbirliğini sağlamak; Hıristiyanlığı daha etkili yollarla yayma isteği; İslâm hakkında orta çağlar boyunca sürdürülen asılsız iddiaları daha fazla sürdürmenin mümkün olmaması; Müslümanlar içinde İslâm'a ve Kur'ân'a modernist ve tarihselci-hermönotik yaklaşım sahiplerini ön plana çıkarma ve hattâ Batı hakimiyetine taze destek verme ve İslâm'dan uzaklaşanları Hıristiyanlığa kazandırma gibi faktörlerle birlikte (Yeni Ümit, S. 16, s. 7-11; S.17, s.7-13), Roma Katolik Kilisesi'nin Yahudilik'le barışma temayülü de etkili olmuş olabilir. Kilisenin bu teşebbüsündeki gaye ne olursa olsun, bunlar, yapılması gereken bir şeyi Müslümanların yapmasına mani olmamalıdır.
Ne var ki, bilhassa İslâm'a karşı asırlarca girişilen saldırıların tesiriyle, kaynağını Batı'dan ve Kilise'den alan her teşebbüse şüpheyle yaklaşmaya alışmış ve hem bu saldırıların, hem de onların yol açtığı şüphenin tesirinde sürekli savunma pozisyonunda kalmayı, kendi dışlarında gelişen hadiseler ve oluşan şartlar karşısında tavır alıp, tavır değiştirmeyi İslâm'ı koruma ve İslâm'a hizmet olarak algılamış, dolayısıyla İslâm adına inisiyatif sahibi olmayı çoktan unutmuş bulunan bir takım Müslüman çevreler, yukarıda arzedildiği üzere, Fethullah Gülen kaynaklı hoşgörü ve diyalog hareketinden son derece ürken bir takım güç merkezlerinden daha fazla olarak, dinler mensupları arası diyalog teşebbüsüne şiddetle karşı çıktılar. Oysa bu, son derece önemli bir teşebbüstü; çünkü:
Mesele sadece İslâm'ı anlatma, tanıtma ve tebliğ etme noktasında ele alındığında bile, karşımıza çıkan tablo şudur:
Bugün yeryüzünde İslâm'ın anlatılabileceği sağlam bir zemin yoktur. Modern dünya, günümüz insanının birinci derecede önem verdiği ekonomi ve siyasette Müslümanların çok çok önündedir ve Müslümanların bu alanlardaki üstünlüğü tarihte kalmış bir vakıa olup, onlar, İslâm'ın bu sahalardaki üstünlüğünün günümüzde müşahhas misal ve temsilini ortaya koyacak durumda değillerdir. Dolayısıyla İslâm'ı anlatmada, tanıtmada ve takdimde, günümüz dünyasının en çok muhtaç olduğu İslâm'ın manevî-ahlâkî değerleri, ibadet sistemi, varlığa ve kâinata bakış açısı, Batı'nın son asırlarını kapsayan din-bilim çatışmasına son verebilecek, en azından bunun anlamsızlığını ortaya koyacak doktrinleri ön planda olmak durumundadır. Bunların takdimi ve temsille bizzat gösterilmesi ise, bir uzlaşma, barış ve diyalog ortamının varlığını zaruri kılmaktadır. Savaş ve çatışma ortamında hiçbir şey anlatılamaz. Diyaloga şuurla karşı çıkan çevreler bunu bildikleri içindir ki, böyle bir ortamın oluşmasını hiçbir zaman istememektedirler.
Bilhassa 1990'dan sonra bütün dünyada İslâm adına ortaya konan ve her türlü vasıtayla desteklenen imaj, onun özüne bütünüyle ters olarak öldürme, terör, cinayet, geri kalmışlık olmuştur. Yukarıda temas edildiği gibi, İslâm coğrafyasında bunu destekleyici olarak sahneye konan terör ve cinayet sahneleri, ne yazık ki, İslâm'ın pak yüzüne vurulmaya çalışılan imajı sürekli koyulaştırmış ve karartmıştır. Oysa günümüzün dünyasında, uygulamada öyle olmasa, en azından öyle olduğu sorgulanmaya çok rahat açık bulunsa bile, temel insan hakları ve özgürlükleri, demokrasi, özel teşebbüs, sevgi, hoşgörü, diyalog, ferde verilen önem gibi değerler, bunların bazı yanlarıyla ilgili olarak kendine has bir takım rezervleri bulunsa dahi, hiç birine İslâm'ın tümden karşı çıkmayacağı değerlerdir. Bu değerleri, hem teoride, daha doğrusu akide olarak, hem tarihteki uygulamalarda, hem de getirdiği hükümlerde birinci derecede vaaz ve temsil eden İslâm'ın tam tersi yönde takdim ve tanıtılması, feleğin ters döndürülmesi demektir. Kavga ve çatışma üzerine kurulu bir dünyada Müslümanların aksini ispata güçleri yoktur. Dolayısıyla, İslâm'ı sahip bulunduğu ve günümüz insanına son derece cazip gelecek aslî değerleri ve gerçek kimlik ve mahiyetiyle ortaya koymak, bugün dünyanın her tarafında bir uzlaşma, hoşgörü, diyalog ve barış ortamının varlığına bağlıdır.
Karşımızda bir realite durmaktadır. Bu realitede Batı, ekonomik, siyasî ve askerî açıdan İslâm dünyasının kat kat önündedir. İman, ibadet ve Müslümanlık çok önemlidir; fakat, sebepler ve hikmet diyarı olan dünyada gücün ve onu sağlayan ekonomi gibi faktörlerin de varlığının hikmeti vardır. Sözünü ettiğimiz realitenin bir diğer yüzü de, artık ne Batı'nın, sahip bulunduğu onca güçle İslâm'ı bırakın yeryüzünden, zihinlerden ve kalplerden de silemeyeceği, Müslümanların ise, Batı'nın üzerine maddî güçlerle gitmesinin mümkün olmadığı gerçeğidir. Dolayısıyla, haberleşme ve seyahat vasıtalarının olabildiğince gelişmesiyle neredeyse küçük bir köy haline gelmiş ve herhangi bir köşesindeki bir gelişmenin tamamını etkilediği, dolayısıyla bütün münasebetlerin interaktif bir hal aldığı günümüz dünyasında değerler paylaşımı ile bir arada bulunmak, herkesin kendi inanç ve dünya görüşüne bağlı, başkalarınınkine ise saygılı olarak yaşaması ve buna dayalı bir ortamın oluşması hem bir zarurettir, hem de Müslümanların lehinedir.
İslâm'ın en az 11 asırlık hakimiyet dönemlerinde Müslümanlar, diğer din mensupları ile bir arada yaşamayı öğrenmişlerdi ve tarih, bunun en üst seviyede nasıl mümkün olabileceğini bu dönemlerde gördü. Buna karşılık, ev sahipleri olarak Batılıların, Müslümanlarla bir arada yaşamaya başlamalarının tarihi üç çeyrek asır öncesine gitmez. Üç çeyrek asır öncesine kadar İslâm'ı bir din olarak bile kabûl etmeyen, Peygamberimiz'i en küçültücü sıfatlarla tanıyan Batı insanı, artık en azından toplum ve vatandaş seviyesinde İslâm'ı, Kur'ân'ı ve Peygamberimiz'i tanımaya başlamış, kendi şehirlerinde Müslümanlarla komşuluk ilişkileri içine girmesi neticesinde bu tanıma arzusu daha da artmış ve neticede yer yer sıcak sayılabilecek ilişkiler gelişmeye başlamıştır. Artık önemli aydınlar, Hıristiyan ruhanîler veya din adamları içinde gerçeği görme, İslâm'a karşı yumuşama, hattâ yakınlık duyma gibi gelişmeler söz konusudur. Önceki bölümde, kendisinden iktibaslarda bulunduğumuz Muhammad: A Biography of the Prophet adlı son derece önemli kitabın yazarı İngiliz yazar ve araştırmacı Karen Armstrong'tan başka, Massignon, Charles J. Ledit, Y. Moubarac, Irene-M. Dalmais, L. Gardet, Normal Daniel, Michel Lelong, H. Maurier, Olivier Lacombe, Thomas Merton, Sidney Griffith, Thomas Mitchell, John Esposito ve Dale F. Eickelman gibi aydınları, din adamlarını ve daha pek çoklarını bunlar içinde sayabiliriz. Bunlar, İslâm ve Peygamberimiz (sav) için gerçekten sıcak duygulara sahip oldukları gibi, din mensupları arasında diyalogun da samimî taraftarlarıdırlar. Bu atmosferin devamı, dünyanın, insanlığın, ayrıca İslâm'ın ve Müslümanların da hem bugünü, hem yarını adına çok önemlidir. Bu da, sıcak bir diyalog, hoşgörü ve barış ortamını gerektirmektedir.
Kısaca, çok önemli bir mütefekkirimizin ifade ettiği gibi, bilgi çağına kayan ve gelecekte daha büyük ölçeklerde bilimin hükmedeceği bir dünyada, bütün hükümlerini akla ve bilime ispat ettiren İslâm'dan ve İslâm'a olan inanç ve bağlılığından şüphesi olmayan bir Müslüman'ın, başka din mensuplarıyla diyaloga girmesi, o dinler için bir lütuf değil, yapılsa da yapılmasa da olur kabilinden bir iş değil, fakat, İslâm'ın anlam, fonksiyon ve yeryüzündeki vazifesinin şuurunda olan bir Müslüman için olmazsa olmaz bir zarurettir. Şu ana kadar şuuraltı bir kompleksle hep "insanların kendilerini kapıvereceği" korku ve endişeleriyle yaşamış ve düşmanlarla sarılı olma psikozu içinde sürekli savunmada kalmayı adeta Müslümanlığın altıncı şartı gibi görmüş Müslümanların, içine kendi kendilerini hapsettikleri zindandan çıkıp, dış dünyada ne olup bittiğinin farkına varmalarının zamanı çoktan gelmiştir. Aynı mütefekkirimizin ifadeleriyle, dünya uzun asırlardır başkalarına terakkî, bize tedennî dünyası oldu. Neden hep böyle olmaya devam etsin ve neden İslâm, vîrânelerin, düşünmez başların, donmuş kalplerin, başka ülkelerde geçim arayan horlanmışların, kurulan yepyeni dünyalardan dışlanmışların, mezelletlerin, hasaratlerin dini olsun? Bütün bunlardan kurtulmak için çok önemli bir şart var. Yeter ki Müslümanlar, İslâm'ı nefsî ispat-ı vücut heveslerinin bir vasıtası, ona mensubiyet duygusuyla gurur ve başkaları karşısında üstün görünme sebebi yapmasın, onu her şeyden önce bir 'din' olarak keşfedip, bir din olarak temsille, yine bir din olarak takdim etmesini bilsinler. Bu da, şüphesiz, her şeyden önce şu anda oluşmuş bulunan İslâm imajını, önce kendi zihinlerinde değiştirmekten geçmektedir. Ki bu imaj, hiçbir zaman İslâm'a ait bir imaj değildir ve olamaz.
Gülen, diyalog teşebbüslerini doktriner düzlemde Kur'ân, Sünnet ve İslâm tarihinden uygulamalarla da desteklemekle birlikte - bunlar, Kudret Ünal ve Selçuk Camcı tarafından hazırlanan Fethullah Gülen'in Sohbetlerinde ve Yazılarında Hoşgörü ve Diyalog İklimi adlı kitapta toplanmıştır - o, bir dergiye, kendisini diyaloga sevkeden hususlar konusunda şunları söylemiştir:
İnsan, kerim yaratılmıştır ve daima iyi şeylerin, güzel şeylerin peşinde koşar. Fakat bazen elinde olmadan veya farkına varmayarak, başına istemediği, beklemediği taşlar düşer. Fakiri, dünya çapında bir diyaloga şevklendiren, işte insanın bizzat yaratılışında var olan bu kerem ve güzelliktir. Mayası iyilik ve güzellikle yoğrulmuş olan insanlığın, bir gün bu mayanın gerektirdiği, zorladığı çizgiye geleceğine inancım da, ümidim de tamdır. Şu anda, savaşlardan, çatışmalardan, akan kanlardan, işlenen zulümlerden bıkmış olan insanlığın evrensel bir diyaloga ve barışa hazır olduğuna ve böyle bir diyalog için konjonktürün müsait bulunduğuna, bu kutlu gaye için, eğer biz yanlış adım atmazsak, tam bir kader-denk noktasında bulunduğumuza inanıyorum.
Kur'ân-ı Kerim, sulhun, silmin, barışın yanındadır. Kutub merhum bu konuda 'Cihan Sulhu ve İslâm' isimli bir kitap da yazmıştı. Kur'ân-ı Kerim'in önümüze koyduğu hedef, yeryüzünde fitne ve fesadın olmamasıdır. Dikkat edilirse, Allah katında kabûl gören amellere de Kur'ân-ı Kerim'de 'sâlih amel' denir. Sulh ve sâlih aynı kökten gelen iki kelime olup, sâlih, sulhe götüren, bizatihî sulh eksenli olan demektir. Esasen, İslâm'da 'küçük cihad' olarak tavsif edilen savaş da ârızî bir durumdur. Sulh, aynı zamanda tevhidin de bir neticesidir. Dolayısıyla, bir tevhid dini olan İslâm, birliği, beraberliği ve evrensel sulhü, huzur ve barışı âmirdir.
Düşmanlıklar üzerinde, kavga zemininde ve başkalarının gündemine karşı sürekli tavır alarak ve reaksiyoner davranarak müsbet hiçbir şey yapılamayacağı ortadadır. Bu bakımdan, yaratılışı gereği medenî bir varlık olan insan, medeniyet değerlerinin de en azından gaye olarak ön plana çıktığı günümüzde, meselelerini ancak konuşarak halledebilir. Bu da, diyalog demektir. Bizim için eskiden beri vârid olan, fakat dünyanın Demir Perde'nin yıkılmasından sonra keşfettiği bir gerçek var ki, gelecek asırda dinler çok söz sahibi olacaktır. Bu, insanların yürüdüğü tabiî bir hedeftir. Şu anda, İslâm ve Hıristiyanlık, dünyada en fazla müntesibi olan iki dindir. Budizm ve Hinduizm'in de çok sayıda müntesibi vardır. Yahudilik, müntesiplerinin sayısı itibariyle küçük gibi görünse de, etkilidir. Dolayısıyla, âhir zamandaki evrensel bir dirilişin, sulhün ve barışın bu dinler arasında, önce ortak noktalarda başlayacak bir diyalogdan geçeceği bir vakıa olarak karşımızda durmaktadır. Böyle bir diyalogda geç kalındığı bile söylenebilir. Biz, kendi değerlerimizden şüphe etmiyoruz ve kimseye iltihak teklifinde bulunmadığımız gibi, kimsenin aklından da bize böyle bir teklifte bulunmak geçmiyor. Kur'ân-ı Kerim, 14 asır önce, bu diğer din mensuplarına diyalog çağrısını yapmıştır. Fakat, aradan geçen asırlar, zamanın ve şartların gereği olarak daha çok çatışma asırları olmuş. Bundan sonra ise, zihinlerin, kalplerin fethi, en azından karşılıklı saygı ve sevgiyle kaynaşma asırları olacaktır, olmalıdır. Bu konuda, Hudeybiye öncesi ile, Hudeybiye ve Mekke'nin fethi arasında geçen 2 yılın karşılaştırılması bize gerekli ipucunu verebilir. Kur'ân-ı Kerim, Mekke'nin fethi için değil, Hudeybiye sulhü için fetih der. Hudeybiye ile kavga kapıları kapanmış, kalplerin kapısı açılmıştır. Gerçek fetih budur. Toprak elde etmek değildir.
Fethullah Gülen, din mensupları arasında dünya çapında bir diyalog hareketiyle kendine siyasî ikbal yolu açtığı iddiaları karşısında ise şu cevabı vermektedir:
Biz, hiçbir zaman bir dünya nimeti paylaşımı kavgasında olmadık. Sürekli alan değil, veren olma, yaşatmak için yaşama zevkinden vazgeçme, başkalarını kendimize tercihle, mükâfatı sadece Allah'tan bekleme ve en büyük mükâfat olarak O'nun rızasını kazanma çizgisinde hareket etmeye çalıştık. Bazıları, yaptıklarımızdan kuşku duyuyor. Halbuki, eğer ömrüm olursa, 40 yıl sonra bile beni arayanlar, ya bir ders halkasında veya sohbet meclisinde bulurlar. Dünyevî hiçbir şeyde gözümüz yok. Uhrevî menfaatler ise, ışık gibidir, manevîdir, paylaşmakla asla tükenmez. Güneşten 6 milyar dünyalı istifade ediyor ve birinin istifadesi başkasına mani olmuyor. Manevî kazançlar da böyledir. Dolayısıyla, bugün siyasî ihtiraslarla hareket edenler, dünyevî en küçük bir beklenti içinde olmadığımızı görecek ve inşa-Allah, siyasî ihtirasların kimseye bir şey kazandırmadığı anlaşılacak ve gerçek zenginlik keşfedilecektir. (Aksiyon, 14-20 Şubat 1998, S: 167)
Diyalog Faaliyetleri
Fethullah Gülen, hem Türkiye içindeki hoşgörü ve diyalog teşebbüsü adına, hem de dinler mensupları arasındaki diyalogun ilk ayağı olarak, Fener Rum Patriği Bartholomeos'la bir araya geldi. Bu bir araya gelişin yankıları şüphesiz büyük olacaktı; ve öyle de oldu. Çünkü, Türkiye'de gerek resmî, gerekse Müslüman ve milliyetçi çevreler Fener Rum Patrikhanesi'ne, Patrikhane'nin içeride Hıristiyanlık, özellikle Ortodoks dünyası adına bir casus gibi çalıştığı ve ekümenlik kazanıp, Pontus Rum Cumhuriyeti'ni diriltme gibi bir gaye güttüğü endişesi içinde, daima şüphe ile bakıyorlardı. Türkiye Cumhuriyeti 'idarecileri'ndeki, tıpkı Müslümanlarda görülen ve kanaatimce politika gereği yine bu idarecilerce pompalanan, düşmanlarla çevrili bulunma ve içten, dıştan saldırıya uğrama psikozu ve bu psikozun hasıl ettiği sürekli savunmada kalma, aktif ve inisiyatif sahibi olamama tavrı, Fethullah Gülen'in Patrik Bartholomeos'la yaptığı görüşmenin üzerine de aynı endişe bulutunu örttü. Oysa, bu tür görüşmelerin sağlayacağı çok büyük yararlar vardı.
Her şeyden önce, Patrik'le Müslüman bir mütefekkir olarak Fethullah Gülen'in görüşmesi, lâikliğe ve lâik olduğu iddiasına rağmen, din dahil her şeyi, malzeme olarak kendi elinde tutup, dilediği şekilde kullanmayı genel geçer politika haline getirmiş bulunan 'derin' otoritenin, lâikliğe de aykırı olarak din üzerinde kurduğu mutlak hakimiyeti sarsacak bir hadise gibi algılandı. Ayrıca, ülke içinde, dalga dalga diğer kurumlara da yansıması beklenebilecek bir sivilleşmenin de önemli adımlarından biri olabilecek potansiyelde idi. Bunu, Türkiye'nin bir türlü kabuğundan çıkmasının ve dünya üzerinde, devletler dengesinde sözü geçen bir ülke haline gelmesinin yolunu bulamayan, belki de istemeyen, şeffaflaşıp demokratikleşmesinin, yönetimin gerçekten halkın, milletin yönetimi olmasının önünü kesen, daha da ötesinde, dış politikasını, bir zamanlar vilâyeti bulunan yakın birkaç komşusuyla düşmanlık üzerine oturtup, ileriye ve büyümeye dönük en küçük bir hedefi ve gayreti bulunmayan bazı çevreler anladı; fakat, ülkenin samimi idarecileri gibi, Müslüman aydın ve kanaat önderlerinin pek çoğu da anlayamadı.
Gülen-Barthalemous görüşmesi, Fethullah Gülen'in dinler mensupları arasında diyalogla ilgili olarak yaptığı diğer görüşmeler gibi, Türkiye adına daha başka çok büyük kazançlara aday bir teşebbüstü. Çünkü, Fener Patrikhanesi Türkiye içinde, artık çok az üyesi bulunan bir cemaate ait bir kurum ise de, gerek bir patrikhane olarak, gerekse bizzat Patrik Bartholomeos'un Batı'daki etki ve itibarı büyük olduğu gibi, yukarıda temas edildiği üzere, Batı'nın iç ve dış politikalarında dinin önemli bir yeri vardır. Ülkeyi düşünen basiretli bir idare, bu etki, itibar ve önemden faydalanmasını bilen bir idaredir. Dünyanın gittiği yönü iyi kavramış bulunan ve yaptığı görüşmeleri devletin bilgisi, hattâ izni dahilinde yapan Fethullah Gülen'in bu teşebbüsü, çok uluslu bir imparatorluk mirasçısı Türkiye'nin, içeride ve dışarıda önüne yeni ufuklar açabilecek bir nitelik de arzediyordu. Kanaatimce, varlığını ve onun devamını mevcut kapalı ve baskıcı statükoda gören çevreler bunu da anladı. Anladı ki, bu tür teşebbüslerin getireceği açılımlara mani olmak için, bu tür teşebbüslerle Gülen'in kendi etkisini uluslararası alana yaymaya çalışması suçlamasında bulundu.
Gülen'in dinler mensupları arasındaki diyalog temas ve görüşmeleri, Türkiye'de olsun, diğer İslâm coğrafyasında olsun sıkışan, sürekli hücuma maruz kalan, kendisine biçilen imaj, bağlılarının yanlış temsilleriyle âdeta desteklenen, olduğundan çok farklı gösterilip tanıtılan İslâm için de önemli bir açılım menfezi olma potansiyeline sahipti. Bu şekilde İslâm, tamamen sivil, yüzünü karartan yönetimlerin dışında, ayrıca kamuoyunda ciddi saygınlığı olan bir insanla, hattâ tarihî sınırlarının dışında bir açılma imkânına kavuşacaktı. Zaten, dünyanın hemen pek çok yerinde dinler arası diyalog adına platformlar oluşturuluyor, faaliyetler oluyor ve, uluslararası düzlemde gördüğü destekle bu süreç işliyordu. İslâm'ın, en azından, onu asırlarca mükemmel temsil etmiş bir milletin çocuklarının en küçük bir dahline de yer vermeden dışlandığı bir süreç, İslâm adına nelere mal olurdu, düşünmeye değer. Öte yandan, bir yandan İslâm'ın evrenselliği vurgulanırken, bir yandan onu dar bir alana ve bir-iki millete hapsetmenin ne anlama geldiği de, üzerinde ayrıca durulması gereken bir konudur. Günümüz şartlarında bile, iyi temsil ve takdim edilmiş bir İslâm'ın kendisine çok önemli sahalar açacağı Batı dünyası, İslâm deyince, ya Arap dünyasının veya Hind alt kıtasının veya İran'ın, son zamanlarda da Taliban'ın temsil ettiği bir dini anlamaktadır. Bu anlayışta, onu asırlarca, Asr-ı Saâdet'ten sonra en mükemmel biçimde temsil etmiş bir milletin çocuklarının yaşadığı İslâm'ın hiç yeri yoktu. Bunları derken, İslâm'ın ırk ve renk ayırımıyla asla alâkasının olmadığını, bu bakımdan, hiçbir milleti - hâşâ - küçümseme gibi bir duygunun içinde bulunmadığımızı, Arap ve İran düşmanlığının, Türk-Arap-İran-Pakistan-Afganistan ... ayırımının ve başka Müslüman milletlere karşı menfi duygular beslemenin hem son derece yanlış, hem gayr-ı İslâmî, hem tehlikeli, hem de İslâm düşmanlarının bir tezgâhı olduğunu hatırımızdan çıkarmadığımızı bilhassa belirtmek isteriz. Fakat bir gerçek de var ki, son bir asırda Türkiye'de geliştirilen İslâm anlayışı, dünyada İslâm'a kasden biçilen imajı değiştirecek ve günümüz şartlarında onu asliyetine en yakın biçimde takdim edebilecek bir anlayış olup, bundan, diğer Müslüman ülkeler kadar, Batı dünyası da mahrum bulunmaktadır. Bilhassa Müslüman-Arap dünyasının, İslâm kendi içlerinde neşet ettiği, Kur'ân'ın dilini konuştukları ve büyük âlimler yetiştirdikleri için, bir de bir-bir buçuk asırdır Müslümanlar arasına sokulmaya çalışılan menfî milliyetçilik akımlarının tesiri altında, Türkleri ve onların Müslümanlığını küçümsediği de bir vakıadır. Esasen Müslümanlar arasındaki bu tehlikeli ayırımları ve fitne sebeplerini aşmanın en kestirme yollarından biri de, Müslümanların dışa yönelmeleridir. İşte, dış dünya ile diyalog, bunun da önemli bir kapısıdır. Böyle bir diyalogdan, ancak ya İslâm'ın ve onun vasıtasıyla Müslüman bir ülke veya ülkelerin hem kendi içlerinde, hem dışa doğru açılımını istemeyen statükocu güç merkezleri, ya kendi inançlarından ve İslâm'a bağlılıklarından emin olmayan, içe kapanıp, içe yönelik faaliyette bulunmayı ve mevcutla yetinmeyi İslâmî hizmet zanneden, ya İslâm ve ülke adına açılma ve gelişme gayreti taşımayan, veya böyle bir açılma ve gelişmeyi statü ve maddî-manevî çıkarlarına zararlı gören çevreler rahatsız olabilir.
Fethullah Gülen'in dinler mensupları arasındaki diyalog teşebbüslerindeki bu noktaları medyada değerlendirenlerden biri Hadi Uluengin oldu. O, Gülen-Bartholomeos görüşmesini ele aldığı yazısında şunları kaydediyordu:
Mümtaz din adamı ve sivil cemaat önderi Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Fener Ortodoks Patriği I. Bartholomeos'la gerçekleştirdiği buluşma tarihî bir nitelik taşıyor.
Çünkü, söz konusu birliktelik, tüm mukaddes kitapların zikrettiği ve dinler arasında hoşgörü vazeden İlâhî mesajın taçlandırılması anlamına geliyor.
Ancak, söz konusu temasın aynı manâda "millî" boyutu da bulunuyor. Birinci olarak, Müslüman bir cemaat önderinin protokol dışı bir görüşme için Hıristiyan ruhbanla bir araya gelmesi, çok dinli bir imparatorluğun zengin mirası üzerinde yükselen ülkemiz için kıvanç kaynağı oluşturuyor.
Tarihimizle barışmak sürecinde yeni bir adım daha oluşturuyor. Kaldı ki, Osmanlı devrinde daima evrensel işlevli ama "millî" kimlikli bir kıvam olmuş olan Patrikhane'nin tekrar bu niteliklerle donanmaması için neden bulunmuyor.
Gülen-Bartholomeos teması, sivil bir İslâmî cemaat liderinin Cumhuriyet'ten bu yana ilk kez Hıristiyan bir din önderiyle buluşmasına tekabül ediyor. (Hürriyet, 11.04.1996)
Böyle bir görüşmeyi baştan beri arzu ettiğini belirten Cengiz Çandar ise, bu görüşmenin "dinler arası hoşgörü" boyutunun yanı sıra, genel anlamda "hoşgörü", bir başka deyişle, "Türkiye'de hoşgörü kültürü" açısından büyük değer taşıdığını" ifade ediyordu. (Sabah, 07.04.1996)
Fethullah Gülen, Bartholomeos'la görüşürken, Bartholomeos'un Heybeli Ruhban Okulu'nu yeniden açma teşebbüslerine mukabil, Selânik'te bir Türk okulu açılması için Yunan hükümeti nezdindeki nüfuzunu kullanması teklifinde bulunuyordu. Heybeli'de Ruhban Okulu açılması, Türkiye'ye ne kazandırır, ne kaybettirirdi, ayrıca tartışılabilir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, sayın Patriğin bu okulun yeniden açılmasındaki ana gayesinin, buradan mezun olacak din adamlarını değişik ülkelere göndermek, böylece hem Moskova Patrikliği karşısında kendini güçlendirmek, hem de Patrikhane'ye ekümenlik kazandırmak olduğu inancını taşıyor. Ne var ki, Bartholomeos, dünyada ekümenik bir Patrikhane'nin patriği gibi muamele görüyor ve A.B.D. başkanıyla âdeta teklifsiz görüşecek kadar bir itibara sahip bulunuyor. Bu konu üzerinde ciddi düşünüp, meseleyi, bilhassa Fatih Sultan Mehmed'in ve daha sonraki Osmanlı uygulamalarının ışığında yeniden değerlendirebilecek olan Türkiye yönetimi, sayın Patriğin itibarının getireceği faydaları ve Türkiye'deki bir okuldan mezun olacak din adamlarından hiç olmazsa bazılarının Türkiye sempatisi ile yetişebileceğini düşünmeli miydi; tabiî bunlara şu anda hemen karar vermek kolay değil. Bir blok olarak Türkiye yönetimi değilse de, Türkiye'deki, hangi merkezlerden oluştuğu konusunda burada tartışmaya girmek istemediğimiz 'derin' otorite, bu hususun Türkiye'ye getirebileceği faydalarından çok, kendince bir kısım vehmî zarar mülâhazalarına takıldı. Sonra, yeni gelişmeler karşısında dinler-arası diyaloga Diyanet İşleri Başkanlığı'nı tayin etti. Bunun Türkiye ve İslâm adına ne getirip götürdüğünün, daha da ne getirip götüreceğinin bilhassa gelecek yıllarda muhasebesini bırakalım, diyalog faaliyetlerini bahane ederek Fethullah Gülen'e yüklenmeyi varlık sebebi haline getirenler yapsın.
Tarihî Vatikan Buluşması
Fethullah Gülen, Fener Patriği Bartholomeos'tan sonra, Türkiye'de ve 1997 yazında A.B.D.'de Musevî cemaati dînî liderleri ve ileri gelenleri, Türkiye'ye ziyarette bulunan İsrail Sefared Hahambaşısı Eliyahu Bakshi Doron, Ermeni ve Kadim Süryani cemaatlerinin dînî liderleri, yine 1997 yazında A.B.D.'de Amerika Katolik Üniversitesi Doğu Hıristiyanlığı Araştırmaları Bölümü Başkanı Prof. Dr. Sidney Griffith, New York Roma Katolik Arşidükü ve New York Paşpiskoposu Kardinal O'Connor ve onun yardımcısı Alex ile de görüşmelerde ve fikir alışverişinde bulundu.
Dinler mensupları arasındaki diyalog hareketinde Fethullah Gülen, en önemli buluşmayı Papa 2. John Paul'le gerçekleştirdi. Temelleri, daha çok A.B.D.deki Kardinal O'Connor görüşmesiyle atılan, gerçekleşmesinde Vatikan'ın Ankara Büyükelçisi Pier Luigi Celata ve İstanbul temsilcisi Georges Marovitch'in önemli katkılarının bulunduğu, Türkiye Cumhuriyeti devlet yetkililerinin bilgileri, hattâ izinleri dahilinde, Türkiye'nin Vatikan Büyükelçisi Altan Güven'in önemli destekleriyle ve bizzat Papa'nın daveti üzere 9 Şubat 1998 günü Vatikan'da gerçekleşen bu buluşmada karşılıklı saygı ve iyi dilek teatilerinden sonra Gülen, Papa'ya şu tekliflerde bulundu:
Hıristiyanlığın 3'üncü 1000 yılına girecek olması dolayısıyla, o yıl Efes, Antakya, Tarsus ve Kudüs gibi kutsal yerlere müşterek ziyaretlerde bulunma;
Kudüs'ün Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudilerin, hiçbir kısıtlama, hattâ vize dahi olmaksızın serbestçe ziyaret edebilecekleri uluslararası bir bölge ilan etme;
Üç büyük din mensuplarının işbirliğiyle ilki ABD'de olmak üzere, muhtelif başkentlerde konferanslar düzenleme;
Harran'da üç büyük dinin ihtiyaçlarını temin edecek bağımsız bir üniversite kurma ve İslâm ve Hıristiyan dünyasıyla öğrenci değişimi sağlama.
Gülen'in bu ziyareti ve teklifleri, yukarıda sözü edilen, aslında birbirine zıt, fakat Gülen'in faaliyetlerine karşı çıkmada müşterek iki grup dışında kalan toplum kesimleri ve medya tarafından heyecanla karşılandı. Akşam Gazetesi'nde (11.02.1998) Ahmet Tezcan, bu tarihî buluşma ve Fethullah Gülen'in teklifleriyle ilgili olarak, "Şayet bu öneriler gerçekleşirse, hem üç büyük din arasındaki diyalog işbirliğiyle pekiştirilecek ve bu sıkı işbirliği içerisinde fanatizm boğulacak, hem de Türkiye bütün dünya dinlerinin odağı haline gelecek. Özellikle Harran'ın üç büyük din açısından bilim üssü haline getirilmesi projesi, dünya barışına olduğu kadar, Güneydoğu'da yaşadığımız sıkıntıların da önüne geçmek ve acıları "uhrevî şefkat" ile dindirmeye yol açacak muhteşem bir tekliftir ve sonuna kadar desteklenmesi gerekir." değerlendirmesinde bulunurken; Zaman'da Ahmet Turan Alkan, şu önemli yorumu yapıyordu:
Fethullah Hocaefendi ile Papa arasındaki görüşmenin ayrıntılarını okuduğumda birbirinden farklı iki âlem olduğunu zannettiğimiz İslâm ve Hıristiyan dünyasının aslında ne kadar çok müştereki olduğunu bir kere daha hatırladım. Bu iştirak noktaları zannımca Hıristiyan dünyasında pek az bilinen ve tâlim edilen hakikatlardır; Hıristiyanlar vasatî itibarla Hazreti İsa'yı kendi nokta-i nazarlarından son peygamber kabul etmekle biz Müslümanlara karşı nisbeten daha sert bir tarihî bakış açısı geliştirmiş bulunuyorlar... Bu çerçevede ziyaretin evvelâ iki komşu âlem arasında bir anlayış ve sempati alâkası çiçeklendirmesini kuvvetle ümit edebiliriz. Allah'tan başkasına kulluk etmemek, ona gizli ve açık niyetle ortak koşmamak, emanete ehil olmak ve hakkı tutup yükseltmek gibi vasıflarda bu iki dünyanın samimi bir muarefe ve işbirliği içine girdiğini tahayyül ediniz; dünya barışı için bu ne kadar büyük bir adım olurdu ve rıza-yı Bari'yi ne kadar hoşnut ederdi.
Bu görüşmede Hocaefendi tarafından teklif edilen ve üç İbrahimî dinin ihtiyaçlarına cevap veren yeni bir Harran Üniversitesi fikrinden heyecan duymayan bir insaf sahibi tahayyül edilebilir mi? Şimdi gözlerinizi kapatıp böyle bir üniversitenin teşkil edildiğini, lisans seviyesinden başlamak üzere doktora ötesi kurlara kadar her seviyede kaliteli bir müfredatın tatbik edildiğini, koridorlarda, amfilerde, bahçelerde Hıristiyan, Müslüman ve Musevî talebelerin, öğretim üyelerinin merhabalaşıp ayaküstü sıcak sohbetler pişirdiğini, öğrencilerin misafir statüsüyle çaprazlama ders ve seminerlere katıldığını, her yıl ferden veya müştereken ilmî toplantılar tertip edildiğini, bu eğitim kurumunun dünyanın her yanından öğrenci cezbettiğini ve üstelik bu güzelliklerin İbrahimî geleneğe vatan olmuş bir coğrafyanın kalbinde, Harran'da gerçekleştirildiğini düşünün; kuvveden fiile geçmesi bir yana, tasavvuru bile İbrahimî bir nükte değil mi ve bu üniversite günün birinde teşekkül ederse, isminin Hazret-i İbrahim'e izafe edilmesi o büyük ruhu şad etmez mi?
Ümit edelim ki bu mülâkat, kalıcı ve uzun bir anlayış ortamına başlangıç teşkil etsin; netice itibariyle Şeyh Sâdi merhumun dediği gibi, Âdem oğulları birbirinin uzvu gibidir ve günün birinde hepimizin hesaba çekileceği o büyük gün bütün beşeriyeti istiab edecektir. Çoktandır büyük düşünmeyi unutmuştuk; zihnimizi ve ufkumuzu çemberleyen onca alelâdeliğin ortasında bize kürevî heyecan ve perspektifler açanlara şükran borçluyuz. (Ergün, 288-89)
Değerlendirmesine Papa II. Yuhannes Pavlus'u sevmediğini ifade ile başlayan Hadi Uluengin, Fethullah Gülen'in, "İslâmî tehlike fobisinin yaşandığı ve medeniyetler çatışması teorisinin rağbet gördüğü bir dönemde başlattığı hoşgörü ve diyalog arayışını Papa buluşmasıyla en üst seviyeye çıkarttığını" belirtiyor ve Gülen'in hoşgörü ve diyalog faaliyetlerini, çok yerinde bir tesbit olarak dünyaya açılan Türk okullarıyla birlikte ele alıp, bu faaliyetlerin Türkiye'de hem iç kutuplaşmayı yatıştırıcı, hem ülkemizi dışarıya taşıyıcı olduğunu, hem de hoşgörü ve diyalogun dindar kitleler içindeki motorunu oluşturduğunu vurguluyordu. Uluengin, bu faaliyetlere karşı çıkanları ise şöyle takdim ediyordu: "Böylesine bir uzlaşmaya karşı çıkan kutup ise, bir yanda Jakobenleri, bir yanda da fanatik dincileri barındırıyor. Düşman kardeşler burada birleşiyor. Üstelik, alçak saldırılarda tetikçi olarak ajan provokatörlükleri herkes tarafından bilinen ve azılı faşistliği teşhir olmuş Maocu 'karanlıkçı'ların kullanılması, cemaatin doğru yolda olduğunun ayrı bir kanıtını teşkil ediyor." (Ergün, 283, 285)
Cengiz Çandar, Gülen'in hoşgörü ve diyalog faaliyetlerine karşı çıkışın yol açacağı olumsuzlukları, sanki daha sonraki süreçte ortaya çıkacak tabloyu görmüşçesine değerlendiriyordu. "Bundan böyle, Fethullah Gülen'in Türkiye içindeki ve dışındaki faaliyetlerine, Türkiye'deki rejimin yöneltebileceği müdahalelerin uluslararası meşruiyet alanı kendiliğinden ortadan kalkmış olacaktır" diyen Çandar, uluslararası güçlere duyduğu güvende, en azından onların 28 Şubat sürecine verdikleri destek oranında yanılırken, hoşgörü ve diyaloga cephe almanın içeride yol açacağı yaralara işaret ederken, hem Gülen'in hoşgörü ve diyalog hareketini, hem de Türkiye'nin sosyal ve siyasî yapısını iyi kavramış ve olayları iyi gözlemlemiş olmanın örneğini veriyordu:
İçerde, kamu vicdanında, bu niyetli müdahalelerin zaten meşruiyet zemini bulunmamaktadır. Bu yola gidilirse, Türkiye, tümüyle izolasyonist-totaliter bir rejim olma yolunu seçmiş olacaktır ki, bunu yapmaya kalkışanlar, Türkiye'yi destabilize etmeye, yani istikrarsızlaştırmaya karar vererek, toplumumuzu intihara sürüklemeye kalkmış sayılacaklardır.
Bu bakımdan, Fethullah Gülen-Papa görüşmesi, Türkiye'nin demokratikleşme süreci açısından çok değerli bir emniyet sübabıdır ve yine dolaylı yoldan Türkiye'nin bir istikrarlı ülke olması doğrultusunda önemli bir katkıyı ifade etmektedir. (Sabah, 14.02.1998)
Fethullah Gülen-Papa buluşmasıyla ilgili en anlamlı yorum ve değerlendirmelerden biri, Washington Katolik Üniversitesi Doğu Hıristiyanlığı Araştırmaları Bölümü Başkanı Prof. Dr. Sidney Griffith'ten geldi. "Diyalogda maksat, İslâm'ı bilmeyen Hıristiyanların İslâm'ı tanımalarına vesile olmaktır" diyen Griffith, İslâm ve onun dünyada nasıl tanındığı adına çok önemli birkaç noktaya parmak basıyordu:
Biz, Türkiye'yi gözardı ettik. İslâm'ın Arap olduğunu düşünüyorduk. Halbuki Türkiye, gerek tarihinde, gerekse şimdiki zamanda, yaşanan diyalog bakımından mühimdir. Birçok Batılı, tarihteki Haçlı seferlerini bilmez. Bir çok Batılı, Hıristiyan bile sayılmaz. Eğer İslâm dünyasında Batılıları anlamaya daha hazırlıklı bir ülke varsa, ihtimal ki o, Türkiye'dir. Hırısityanlar için de İslâm dünyasına Türkiye bağlantısıyla entegre olmak daha kolay bir yoldur.
Batı üniversitelerinde İslâm, ekseriya üniversitelerin siyasal bilgiler veya uluslararası ilişkiler bölümlerinde ele alındı. İslâm'a siyasal yönden, yani oryantalist nazarıyla bakıldı. İlâhiyat fakültelerinde İslâm din olarak okutulmadı. Bence sorun, buradan başlıyor. (Zaman, 30.01-01.02.1998)
Fethullah Gülen'in Papa ile buluşmasına karşı çıkan çevrelerin bu tavrını, Hüsamettin Cindoruk, Kemal Yavuz'un, "Fethullah Hoca, kimi temsilen Vatikan'a gitti? Nasıl gidebilir? Büyükelçi onu neden karşıladı?" şeklindeki öfkeli sorusuna, "Papa herhalde, kendisini 28 Şubat kararları ile bağlı hissetmedi." şeklinde verdiği cevapla iğnelerken (Nazlı Ilıcak, 'Sisler Bulvarında Bir Yıl', Akşam, 28.02.1998), Ayhan Katırcıkara ise, Türkiye gazetesinde aynı konuda şu noktalara dikkat çekiyordu:
Fethullah Gülen, Papa II. John Paul ile görüştü ya, fırsat bu fırsat yeni bir saldırıya vesile ediliyor. Türkiye'deki bir Hocaefendi uluslararası bir konuma geliyor, sözü itibarlı oluyor, alâka peyda ediyor. Olur mu hiç?
Artık doktorun oğlu doktor, işçinin kızı işçi, subayın mahdumu subay olamıyor, olmuyor ya, sıkıntı burada. Çalışan ve üreten oluyor. Bu da sinirleri germeye yetiyor da artıyor bile. Mağdur ve mazlum evlâtlar, artık ülke yönetiminde sorumluluk alıyorlar. İşte bu, istenmiyor. Alıştıkları kolaycı çarklar artık tersine dönüyor. Her şey dünya insanına açık çünkü. Barışa, hoşgörüye, üretime açık.
CHP lideri Deniz Baykal'ın toplantısına gittiği ünlü Amerikan Tarikatı Moon'da değil kola içmek, kan almak yasak, et yemek yok, bayrak ve İstiklal Marşı da muteber değil. Faaliyetleri serbest. Rejim kendinden emin. Bunları göremeyenler, değerlendiremeyenler, dananın altında buzağı aramayı varsın sürdürsünler.
Fethullah Gülen, sadece Türk insanına değil, dünya insanına da nerede olursa olsun hizmet veriyor, barış götürüyor, hoşgörü hediye ediyor. Dünya malı olarak dikili ve tapulu hiçbir şeyi yok. Şimdi lâikçilere düşen, görev imkânlarını eleştirdikleri kuruluşların yerine, alternatif olarak koyabilecek müesseseleri hayata geçirmek. Bu iş de almaktan değil, vermekten ve fedakârlıktan geçer. Haydi buyurun o halde! (Ergün, 288)
Prof. Dr. Suat Yıldırım, bütün bu tartışmaların ardından, uzun bir makaleyle meseleye değişik noktalarda açıklık getiriyor ve denebilir ki, bir nokta koyuyordu. Makalesinde, 20'nci asrı, dünya savaşları, atomun parçalanması, sanayi çağının bilgi çağına dönüşmüş olması gibi en önde gelen özellikleriyle takdim eden Suat Yıldırım, kitle iletişim araçlarındaki dev gelişmelerin de kaydedildiği bu asırda ve böyle bir dünyada, toplumların ve fertlerin birbirlerine kayıtsız kalmalarının artık mümkün olmadığı, maddî alan gibi, bol ürünlerin verildiği fikrî alanda da güncelleşmeyen, kendini sürekli yenileyerek arz edemeyen değerlerin hemen demode olup, tarihin çöp sepetine aldığı şeklinde, son derece önemli bir tesbitte bulunmaktadır.
Suat Yıldırım, daha sonra üç önemli tesbit daha yapmaktadır:
Bugün İslâm dünyası, Batılılar karşısında siyasî, ekonomik ve askerî yönden zayıf durumdadır ve kuvvet kullanmak istese dahi, kullanabilecek durumda değildir.
Herhangi bir dinin diğerini yeryüzünden silemeyeceği artık anlaşılmıştır ve huzurlu bir dünya için, dinler mensupları bir arada ve karşılıklı saygı içinde yaşamak durumundadırlar.
İslâm, ilk neşet ettiği anda, bilhassa Ehl-i Kitap olarak tavsif ettiği Hıristiyanlara ve Yahudilere ekümenik bir diyalog çağrısında bulunmuş, fakat bu çağrı 13 asırdan daha fazla süre karşılık görmemiş, tam aksine, bu dönemde Batı'da olduğunun tam tersi bir İslâm imajı çizilmiş, Peygamber Efendimiz aleyhinde sayısız iftiralar uydurulmuş, fakat 1960'dan itibaren Katolik Kilisesi, şu veya bu sebeplerle bir diyalog arayışına girmiştir.
Müslümanların, Roma Katolik Kilisesi'nin yaptığı diyalog çağrısına cevap vermede, kendileri açısından haklı sayılabilecek sebeplerle başta çekingen davrandığını belirten Prof. Dr. Suat Yıldırım, daha sonra Türkiye dışında kalan Müslümanlardan cevaplar gelmeye başladığını, fakat diyalogun kendi inisiyatifinde olmasını isteyen ve bu sebeple gerekli çalışmaları yapmış bulunan Kilise karşısında bu cevapların sadece ikinci dereceden katkı mahiyetinde olduğunu vurgulamakta ve Türkiye'nin, Türk Müslümanların ise bu sürecin tamamen dışında kaldığına dikkat çekmektedir. Oysa, dünya üzerinde yürüyen bir diyalog çalışması vardır; bu çalışma, Kilisenin öncülüğünde yürümekte, Türkiye dışındaki Müslüman gruplar bu çalışmada ikinci, üçüncü derecede rol oynamaktadır. Dolayısıyla, tarihi, sahip bulunduğu potansiyel ve kendine has özellikleriyle Türkiye'deki Müslümanların buna aktif, güçlü ve inisiyatifte pay sahibi olacak şekilde katılımda bulunması, sayın Yıldırım'a göre hem Türkiye açısından, hem de İslâm açısından bir gerekliliktir.
Prof. Dr. Yıldırım, daha sonra Gülen-Papa görüşmesine Türkiye içinde yöneltilen tenkitleri cevaplamakta ve yazısının sonunda diyalogun mahiyetine temas ederek, şunları söylemektedir:
Diyalog esprisine uymayan ve daha başlangıçta görüşmeleri kesip atacak olan bir tutum da, tarafların birbirlerini kendi inançlarına döndürme istekleridir. Oysa diyalog, taraflardan her birinin kendini muhatabına anlatması ve karşı tarafça anlaşıldığını görmesi, neticede tarafların ortak değerleri bulup, onları geliştirmeye çalışmaları demektir.
Bir başka tutarsızlık da şudur: "Batı tefessüh etti, çürüdü; şimdi bizi de bozmak istiyorlar" diye düşünmek yersizdir. Bir kısım Hıristiyanlar, kendi ülkelerinin bir kısım dertlerini belki de Müslümanlarla görüşme yapmak suretiyle, onlardan alacakları güzel tesirlerle tedavi edecekleri düşüncesini taşımaktadırlar. Olivier Lacomb, Michel Lelong, M. Watt gibi bazıları, iyice maddeye gömülen materyalist ve seküler hale gelmiş Batı'nın, Müslümanlardaki iman ve teslimiyet gücünü görerek, dine yönelecekleri kanaatlerini açıkça yazmaktadırlar. (Ateistken Irak'ta Müslümanlarla tanışan ve daha sonra Hıristiyan olmakla birlikte, Peygamberimizin peygamberliğini, Kur'ân'ın vahiy olduğunu kabul eden Massignon, Özbekistan'a yaptığı ziyarette İslâm medeniyetinden kalma eserleri görünce, bu eserlere sahip bir din, bize anlatıldığı gibi olamaz diyerek, Peygamberimiz'i ve O'nun hakkında Batı'da oluşturulan imajı tarihi ve sebepleriyle araştırmaya girişip, Muhammad: A Biography of the Prophet adlı fevkalâde eseri kaleme alan Karen Armstrong ve benzerleri burada bilhassa hatırlanmalıdır. AÜ)
Kur'ân-ı Kerim, Ehl-i Kitap'la görüşme kapısını açmıştır. Tarihî gelişim içinde daha çok Hıristiyan dünyası, diyaloga kapalı kalmıştı. Son dönemde Papalığın ve Evrensel Kiliseler Ekümenik Konseyi'nin görüşme çağrılarını Müslümanlar cevapsız bırakmamalıdırlar. Herkesin en kıymetli hazine saydığı dinini bozmaksızın, her iki din mensuplarının ve öncülerinin işbirliği yapacakları çok önemli sahalar mevcuttur. Onun için, Fethullah Gülen ile Papa'nın Vatikan buluşması mutlu bir olaydır. (Zaman 11-12.04.1998)
Ne var ki, Türkiye'de Gülen'in başlattığı hoşgörü ve diyalog hareketini baltalayanlar, kendi statükocu, içe kapalı ve Türkiye'yi de sürekli içine kapalı tutan hakimiyetlerini biraz daha sürdürme, hattâ daha da pekiştirme iradesinde şimdilik başarılı olmuş görünüyorlar. Fakat bunun Türkiye'ye neye mal olduğuna, devlet-millet beraberliğinin en büyük ve onulmaz derecede yara aldığı, mutlaka barışması gereken devletle din arasındaki uçurumların büyüdüğü, toplumsal dokunun en feci şekilde yaralandığı, hattâ parçalandığı, korkunç yolsuzluklar sonucu devletin ve ülkenin iflasın eşiğine geldiği, birkaç yıldır içinde bulunduğumuz şu son süreç en önemli bir şahit olarak duruyor. Gülen'in hoşgörü ve diyalog hareketinin pratiğe dökülmesinde bir takım hatalar yapılmış olabilir. Ama niyet ve gaye son derece samimi olduğundan, uygulamada tenkit edilebilecek bazı hatalardan dolayı değil, bu gayeyi görerek onu baltalayanlar ve karşı uçta onlara destek verenler, hattâ bu harekete desteklerini esirgeyenler, sadece Türkiye içinde değil, dünya üzerinde de, yakın bir gelecekte art arda sökün edecek yıkıntıların altında, üzerinde veya karşısında faydasız "keşke"ler ve "eyvah"lar çekeceklerdir.
Ali Ünal, Bir Portre Denemesi, Nil Yayınları, İstanbul, 2002
Ergün, Abdullah, Medya Aynasında Fethullah Gülen, Merkür Yayınları, İstanbul 1999
- tarihinde hazırlandı.