Fethullah Gülen'in Aksiyonunda Hoşgörü ve Diyalog
Türk Toplumu ve İnsanlık Çapında Hoşgörü ve Diyalog
Fethullah Gülen'in, iç barışı bozulmuş Türk toplumu içinde yaptığı hoşgörü ve diyalog çağrısını yeterince değerlendirebilmek için, önce Türk toplum dokusuna yakın tarihî boyutlarıyla bakmakta yarar var:
"Parçalanmış Bir Kristal"
Türkiye, Osmanlı Devleti'nin uzun süren çöküş asırlarının ardından 1923 yılında bir ulus-devlet olarak ortaya çıktı. Fakat, birinci bölümde ana çizgileriyle arz etmeye çalıştığımız Cumhuriyet modernizmi, Osmanlı modernizminin bir devamı, fakat tercihini tam ortaya koymuş bir devamı şeklindeydi. İşte bu temelden tercih, Türk toplumunu, zamanla büyüyecek tam bir kutuplaşmanın içine itti. Bir yanda, Hakan Yavuz'un "beyaz Türkler" dediği bir seçkinler sınıfı ve onun dayandığı, eski bir iç işleri bakanınca sözü edilen "kutsal" bir ittifak, diğer tarafta halk yığınları, yani "siyah Türkler" yer alıyordu. Bu iki taraf arasındaki uçurum çok belirgindi. Bir tarafın özellikle dine karşı tavır alması ve karşı tarafı küçümsemesi, aradaki uçurumun en önemli sebebiydi. O kadar ki, bir muvazaa hareketi halinde Serbest Fırka denemesine giren Fethi Okyar İzmir'e geldiğinde on binlerce insan sokaklara, caddelere dökülmüş, kalabalık içinde 10 yaşın üzerinde bir çocuk çiğnenerek ölmüş, çocuğunun cesedini kucağına alan babası, Fethi Okyar'a, "Kurtar bizi! Bu, ilk kurbanımız olsun!" diye bağırmıştı. Hadiseyi nakleden Şevket Süreyya Aydemir, soruyordu: "Halk, kimden kurtulmayı bekliyordu? Türkiye, daha 6-7 yıl önce kurtarılmamış mıydı?"
Bir yandan, bu şekilde azınlığın azınlığı bir seçkinler ittifakı piramidin tepesinde otururken, öte yandan, devletin tamamen ulusçu karakteri sebebiyle, ülke içindeki ikinci dereceden etnik ve mezhebî farklılıklar da birer problem halinde istismar ve spekülasyona açık hale geliyordu. Bilindiği gibi Cumhuriyet idaresi, geçmişi reddederek gelmiş ve bilhassa başlangıçta tam bir 'ulusçu' teze oturmuştu. Batılı güçlerin Kürtler'e millî kimlik kazandırma çalışmasına girdiği bir zamanda bütün vatandaşlarını kucaklaması gereken bir idarenin çok ulusçu bir karakter sergilemesi doğru görülmeyebilirdi. Fakat bunu, tarihî, ekonomik ve sosyolojik boyutlarından tecrit ederek temel bir ilke olarak ele almak, ulusçuluk akımlarının kuvvet kazandığı bir zamanda ülke içinde asıl birleştirici unsurları bir yana itip, problemin temellerine inememek, kanayan bir yarayı azdırmaktan ve bu yara, bir takım zecrî tedbirlerle zaman zaman önlenir gibi görünse de, onu potansiyel olarak muhafaza etmekten öte gidemezdi. Nitekim bu yara, hep bakî kaldı ve 20 yıla yakın bir süre PKK terörü şeklinde korkunç boyutlara ulaştı.
1925 yılında kabûl edilen Şark Islahat Planı'nın 41. maddesi de şöyle idi: "Malatya, Elazığ, Diyarbakır, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişgezek, Ovacık, Adıyaman, Besni, Arga, Hekimhan, Birecik, Çermik vilâyet ve kaza merkezlerinde hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer kuruluşlarda, okullarda, çarşı ve pazarlarda Türkçe'den başka dil kullananlar, hükümet ve belediyenin emirlerine aykırı davranmakla suçlanacak ve cezalandırılacaktır."
Planın 17. maddesi de şu hükmü ihtiva ediyordu: "Fırat'ın batısındaki illerin batı bölümlerinde dağınık biçimde yerleşmiş olan Kürtlerin Kürtçe konuşmaları mutlaka yasaklanacak ve kız okullarına önem verilecek, kadınların Türkçe konuşmaları sağlanacaktır."
Bir ulus-devlet için, hem iç güvenliği, hem de vatandaşları arasında kaynaşma adına dil gibi ortak bir unsura önem verilmesi normal görülebilirdi ve görülmelidir de. Fakat, bunun uygulamaya konması zamana yayılıp, eğitimle halletme yoluna gidileceğine, bu hususta da kanunları uygulamada çok defa cebir ve şiddete başvurulduğu görülmüştür. Dolayısıyla, bu meseleyi de kökünden çözücü asıl tedbirler bir türlü alınamamıştır.
Öte taraftan, bir yandan sistemin katı denebilecek ulusçu karakteri, diğer yandan dine tavır alış, bir de gelir dağılımındaki uçurumlar, ülke içinde sürekli kutuplaşmanın ana faktörleri durumundaydı. Bu kutuplaşma, çok partili döneme geçilmesiyle birlikte siyasî alanı da kapsamına aldı ve ideolojik kılıfa bürünüp, parti yetkililerinin uzlaşmaz tutumları sayesinde daha da büyüdü. Bir zaman CHP-DP daha sonra CHP-AP, CHP-MC zıtlaşmaları, aynı dönemlerde ortaya çıkan sol hareketler ve onların karşısında konuşlanan ülkücü-milliyetçi yöneliş, aynı dönemlerde artık bir güç olarak ortaya çıkan İslâmcılık cereyanı ve onun siyasî sahadaki yansıması veya temsili gibi görünen hareketler, bütün bu kutuplaşmalardan kaynaklanan ve dış desteğe de açık anarşi, Türkiye'nin pek çok yılları gibi, pek çok gencinin, potansiyel gücünün ve ülke kaynaklarının heba olup gitmesine yol açtı. Bütün bu olumsuzlukların sebepleri çok derinlerde yatmaktaydı ve çözüm eğitim, kültür, ekonomi, insan yetiştirme gibi sahalarda aranmalıydı. Ne var ki, yönetimler bu konularda gereken atılımı gösteremeyince ordu, kendi dilinden müdahalelerde bulundu. Ülkemizde her 10 yılda bir âdeta rutin hale gelen bu müdahalelerin geçici faydaları olmuşsa da, hem orduyu yıpratma, hem de sosyal çatlakları derinleştirme gibi menfi bir rolünün olup olmadığı da üzerinde durulmaya değer bir husustur.
Seçkinci aydınların ve onların desteğindeki yönetimlerin din ve etnik farklılıklar karşısındaki tavrı genellikle bu yönde olagelmiştir. Maalesef devlet halktan uzaktır ve halk devlete küskündür. Karşı talep ve hareketler, zaman zaman şiddetli tediplerle karşılaşmıştır. Şeyh Said isyanını ve Sason ve Ağrı ayaklanmalarını bastırırken olduğu gibi, Raçkotan ve Raman tedip harekâtlarında da şiddete varan uygulamalar çokça görülmüştür. (Mazlum-der, Kürt Sorunu Forumu, 209-211).
Bütün bu olumsuzluklarla aynı seviyede, yüzeyde çok görünmese de, 1980 öncesi Maraş ve Çorum hadiselerinde yaşandığı üzere, her an yüzeye çıkıp, bütün ülkeyi etkileyebilecek bir mahiyete sahip olan bir başka problem ise, Sünnîlik-Alevîlik farklılığı idi. Kökleri, tarihin derinliklerine inen bu farklılık, bilhassa İran'daki Safevîlerce Türkiye'de daima istismar edilerek daha da derinleştirilmiş, Celâlî isyanlarında önemli rol oynamış, bu isyanların bastırılması ve İran'da Safevîler iktidarının sona ermesiyle kısmen gizlenmiş, fakat varlığını daima korumuştur.
Cumhuriyet döneminde özellikle Dersim isyanı, Alevî vatandaşlarımız ile yeni rejimin münasebetlerini etkiledi. 1968-80 arası anarşinin bir kanadını oluşturan sol hareketler, halâ faaliyetlerine devam eden bazı sol terör örgütleri, bu arada Maraş ve Çorum'daki gibi kitlevî hadiseler ve 1993 yılındaki Sivas Madımak Oteli olayı dikkatlice incelendiğinde, Türkiye'de Sünnî-Alevî farklılığının, istismara açık bir nokta olarak nasıl bir problem haline getirilmek istendiği ve meselenin hassasiyeti görülebilecektir.
Türkiye'de 1980 askerî müdahalesiyle gizlenen anarşi, çok geçmeden Güney-doğu bölgemizde PKK terörü olarak daha şiddette ortaya çıktı. Bu terörün Türkiye'ye maliyeti maalesef çok korkunç boyutlarda oldu. PKK'nın eylem ve saldırılara başladığı 15 Ağustos 1984'ten sonraki 10 yıllık sürede yaşanan olaylarla ilgili olarak Millî Güvenlik Kurulu'na sunulmak üzere MGK Millî Güvenlik Siyaseti Başkanlığı tarafından hazırlanan bir raporda verilen rakamlar, yani terörün 10 yıllık bilançosu şöyle idi:
Çatışma ve operasyonlar sırasında 244'ü subay, 621'i astsubay, 275'i emniyet görevlisi, geride kalanı da köy korucusu, er ve erbaş olmak üzere 4.644 güvenlik görevlisi, ayrıca 4.036 sivil hayatını yitirmiş, buna karşılık 6.443 PKK teröristi öldürülmüştür. Operasyonlarda 2 savaş uçağımız ve 3 helikopterimiz düşmüş, 5 tankımız imha edilmiş, miktarı belirlenemeyen silah ve mühimmat hizmet dışı kalmıştır. Operasyonlar sırasında yakalananlardan 16.400 kişi hakkında dava açılmış ve bunların büyük bölümü bir süre tutuklu kalmıştır. Çok sayıda güvenlik görevlisi yaralanmış, bunlardan 170 subay, 264 astsubay, 400 uzman çavuş ve 795 er sakat kalmıştır. Kaybedilen millî servetin tutarı 4.2 katrilyon liradır. Bölgenin millî bütçeye katkısı önceki yıllara nisbetle, 370 trilyon lira azalmıştır. Operasyonlar sebebiyle bölgede ekolojik denge bozulmuş, tabiî zenginliklerimizdeki tahribat rakamlarla ölçülemeyecek boyuttadır. Kaybedilen bu tabiî zenginliklerimizin yeniden kazanılması mümkün değildir.
l994 yılında 3 defa alınan 'terhis durdurma kararı', aynı yılın Aralık ayında kalıcı hale getirildi. Askerlik süresi, erler için 15 aydan 18 aya, yedeksubaylar için 12 aydan 16 aya, kısa dönem askerler için 6 aydan 8 aya yükseltildi. l994 Temmuz ayında, Orgeneral Doğan Güreş, PKK'ya karşı mücadele veren güvenlik görevlisi sayısının 220 bine ulaştığını söyledi. Dönemin İçişleri Bakanı Nahit Menteşe'nin verdiği bilgilere göre, 1994 yılı sonuna kadar 2.297 köy boşaltıldı; yakılan köy ve mezra sayısı 285. 37.752 kişinin evi yandı, 225 bin 283 kişi daha başka sebeplerle evsiz kaldı. Türkiye Ziraatçılar Derneği tarafından yapılan araştırmaya göre, köylerin boşaltılması ve ekili alan ve ormanların yakılması neticesinde 12-13 trilyon liralık ekonomik kayıp meydana geldi. Sadece Mardin ilinde 371 bin 492 dekarlık tarım arazisi köyler boşaltıldığı için işlenemez hale geldi. 115 bin 447 hektar çayır ve meralık alan kullanım dışı kaldı. Hububat ekili alanların 70 bin dekarı yakıldı. 120 bin ağacın meyvesi toplanamadı. Hayvancılıkta % 31.2 oranında düşüş meydana geldi. Diyarbakır'da ise hayvan sayısında % 50, orman alanlarında % 60 oranında azalma oldu. Bu süre içinde 2-3 milyon insan doğup-yaşadığı toprakları bırakarak göç etti. Göc sonucu, 1990 nüfus sayımına göre Mersin'in 422 bin olan nüfusu 1 milyona, Tarsus'un 177 bin olan nüfusu 350 bine, Adana'nın 927 bin olan nüfusu 2 milyona, Diyarbakır'ın 380 bin olan nüfusu 1 milyona, Gaziantep'in 600 bin olan nüfusu yine 1 milyona çıktı. Yine aynı dönemde binlerce kişi Kuzey Irak'a ve Türkiye'nin daha başka şehirlerine göç etti. Aynı süre içinde Strasbourg İnsan Hakları Mahkemesi'nde Türkiye aleyhine 500'den fazla dava açıldı.
TBBM Güneydoğu Komisyonu Raporu'nda verilen bilgilere göre, terörle mücadele için 1994 yılında GSMH'nın % 5'i ayrılıyor. 10 yılda terör için harcanan para, 2 katrilyon 135 trilyon 500 milyar liradır. Türkiye'nin en büyük, dünyanın ise sayılı yatırımları arasında yer alan GAP'a 1994 yılında yapılacak olan harcamanın 5 mislidir. l993 yılında ülke genelinde meydana gelen 3.536 terör olayının 2.202'si Olağanüstü Hal Bölgesi'nde oluşmuştur.
Terör sebebiyle Güneydoğu Anadolu'ya ayrılan teşvik primi % 23'ten % 1,5'a düşmüş, kapanan işyerlerinin sayısında % 50'lik bir artış meydana gelmiş ve terör, GAP projesi gibi büyük projeleri durma noktasına getirmiştir. Neticede Türkiye, elindeki imkânları çoğaltamamış enflasyonist ortamda fiyatlar sürekli artmış ve devlet, sürekli borçlanma yoluna gitmiştir.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun kırsal kesiminden Türkiye'nin Batı bölgelerine ya da bölgenin büyük merkezlerine büyük bir göç hadisesi yaşandı. 1983 yılından önce %7 olan terörden kaynaklanan göç olayı, 1983-1990 yılları arasında %64.5, 1991'de %83.8, 1992'de %81.4; 1993'te %83.4'lük bir oran ortaya koydu. 1994 yılından itibaren bu oranlarda kısmî düşüşler olmuşsa da, bunda güvenliğin bir ölçüde sağlanmış olması kadar, göç potansiyeline sahip nüfusun azalması da belli etki yaptı.
Göç veren iller sıralamasında Diyarbakır %19.5 ile ilk sırayı alırken, onu Siirt, Mardin, Tunceli, Hakkâri, Şırnak, Muş, Van, Ağrı, Bitlis, Bingöl, Batman, Kars, Erzincan ve Şanlıurfa izledi. Göçler, başta Diyarbakır merkez olmak üzere, Adana, Batman, Mardin, Antalya, İçel, İzmir ve Manisa illerine oldu ve özellikle Diyarbakır merkez, Adana ve Tarsus gibi kentlerin nüfuslarında olağanüstü artışlar meydana geldi.
Göç eden halk'ın %44.5'i PKK'yı, %28.5'i devletin görevini yapmamasını, % 12.5'i köy korucularının baskısını ve %0.2'si hem örgütü, hem de devleti terör münasebetiyle göçe sebep olarak zikretmektedir. Göçün ikinci önemli sebebi olarak ekonomik şartların bozulması (%7.5) ve işsizlik (%4.2) gösterilmektedir. Kan davası (%1.6), ağa baskısı (%0.1) vb. gibi diğer sosyal yapıdan kaynaklanan sebepler %0.5 gibi oldukça düşük bir seviyededir.
Kendilerinden göç edilen köylerden %78.3'ü tamamen, %21.1'i ise kısmen boşaldı. Yani kırsal alan boş kalırken, göç edenlerin yarıdan fazlası şehir merkezlerine yöneldiği için, bazı şehirlerde nüfus dengesi bozuldu. Bunun Türk tarım ve hayvancılığına verdiği zarar bir yana, şimdi bu bölgeye ne yazık ki yabancılar ve yabancı firmalar gelip yerleşiyor. Yakın bir gelecekte Türk halkı, bu bölgede yabancı firmalarda ırgatlık yapar hale gelecek.
Göç edenlerin hemen tamamı iş sahibi idi ve ekonomik durumları normal ve normalin üstünde bir seviyede bulunuyordu. Bu da, yerleştikleri yeni yerlerde aynı standardı yakalayamama sebebiyle, göç edenlerde ve dolayısıyla ülkenin genelinde fakirleşme demektir.
Kısaca kuşbakışı bir panoramasını verdiğimiz bu ortama, özellikle 1990'dan sonra lâik-antilâik ve militan lâiklik ve antilâiklik zıtlaşması eklendi. Sovyetler Birliği'nin yıkılmasının ardından İslâm'ın resmen karşı kutba yerleştirilmesiyle bu zıtlaşma, şüphesiz dıştan ve onların içteki uzantıları tarafından da destek görünce ülke, yeni bir çatışma ortamına girdi. Bu ortamı, kamuoyunun en az bazı kesimlerinde bu çatışmayı derinleştirmek isteyen güçler tarafından tezgâhlandığı şüphesi bulunan faili meçhul (!) cinayetler ve bunları bahane ederek düzenlenen mitingler, gösteriler daha da besledi. Kısaca, özellikle 1980'lerin sonuna doğru kaderin Türkiye'ye altın tepsi içinde sunduğu büyük imkânlar, içerideki kısır siyasî çekişmeler, şahsî kin ve sürtüşmeler, iç hesaplaşmalar, yolsuzluklar, yönetimdeki ve yönetim birimlerindeki çatlaklıklar, çıkarılmaya çalışılan sunî Sünnî-Alevî, lâik-antilâik gerginlikleri, faili meçhûl (!) cinayetler, başörtüsü gibi çok rahat halledilebilecek problemler ve PKK terörüyle heba edildi. Sovyetler'in dağılmasından sonra ortaya çıkan her bakımdan bâkir Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile girişilecek her sahada karşılıklı işbirliği, içte kuvvetli ve bütün bir Türkiye'yi, çok kısa zamanda dünya dengesinde her Türk vatandaşının alnını ağartacak bir ülke haline getirebilecekken, ibre birden tersine döndü. Sekizinci Cumhurbaşkanı merhum Turgut Özal'ın 'Adriyatik'ten Çin Seddi'ne diyerek ortaya attığı ve altın ve tekstilde dünya ikincisi, pamukta dünya üçüncüsü, zengin petrol yatakları, doğal gaz ve madenler bakımından nerdeyse birinci konumdaki bir coğrafyayı içine alan ideal, çok kısa zamanda terkedildi. Bu ülkelerle ekonomik işbirliğine de gidemedik. Bölge ülkeleriyle ilişkilerimiz de gergin bir noktaya geldi. Dış münasebetlerde yeni tercihler ortaya çıktı.
Hoşgörü ve Diyalogun Temelleri
İşte, toplum dokumuzun böyle lime lime olduğu ve devlet ile halkın, özellikle İslâm'ın barışmasının en fazla gerekli olduğu bir zamanda Fethullah Gülen, "herkesi inanç, yaşayış tarzı, ırk, renk, dil, meslek, servet, statü, makam-mevki ayırımı ve ayırımcılığı yapmadan kendi konumunda, kendi görüş, düşünce, dünya görüşü, yaşayış biçimi"nde kabûl ve buna saygı gösterilerek, bütün toplum katmanları arasında diyalog kurulması konusunda çok geniş yelpazeli bir çağrıda bulundu. Esasen o bu çağrıyı her ne kadar 1994 yılında yapmışsa da, onun bütün hayatında ve yıllardır yazıp söylediklerinde, esasen hep aynı temayı görmek mümkündür. Meselâ o, ilk baskısı 1986'da yapılan Ölçü veya Yoldaki Işıklar adlı 4 ciltlik, daha sonra tek cilt halinde basılan kitabında şöyle demektedir:
Dünyayı düzeltmeğe kalkanlar, önce kendilerini düzeltmelidirler. Evet, önce içlerini kinden, nefretten, kıskançlıktan, dışlarını da her türlü uygunsuz davranışlardan temiz tutmalıdırlar ki, çevreye misal teşkil edebilsinler. Kendi içini kontrol edememiş, nefsiyle savaşamamış, duygu âlemini fethedememiş kimselerin etraflarına gönderecekleri mesajlar, ne kadar parlak olursa olsun, ruhlarda heyecan uyaramayacak, uyarsa da sürekli bir tesir bırakamayacaktır.
İnsanları aydınlatma yolunda koşanlar, hep onların saadetleri için çırpınıp duranlar, hayatın çeşitli uçurumlarında onlara el uzatanlar, kendilerini idrak etmiş öyle yüce ruhlardır ki, bunlar, içinde yaşadıkları cemiyetin koruyucu melekleri gibi, toplumu saran musibetlerle pençeleşir, fırtınaları göğüsler, yangınların üzerine yürür ve muhtemel sarsıntılar karşısında daima tetikte bekler dururlar.
Geleceğin aydınlık ve mesut dünyalarını ancak muhabbetle şahlanmış sevgi kahramanları kuracaktır. Dudaklarında muhabbetten tebessüm, gönülleri sevgiyle harman, bakışları insanî duygularla buğu buğu; herkese ve her şeye şefkatle gamze çakan; doğup-batan güneşlerden, yanıp-sönen yıldızlardan hep muhabbet mesajları alan sevgi kahramanları (Ölçü veya Yoldaki Işıklar 2: 108-110; yeni baskı: 208, 192).
Fethullah Gülen'in bilhassa 'Müsamaha' başlığı altında yazdığı satırlar, üslûp ve ifadesiyle bile, baştan sona sevgi ve hoşgörü yüklü olup, kendisini başkalarına adamış bir gönlün sesidir:
Aç herkese, açabildiğin kadar sineni; ummanlar gibi olsun! İnançla geril ve insana sevgi duy; kalmasın alâka duymadığın ve el uzatmadığın mahzun bir gönül!..
İyileri iyilikleriyle alkışla; inanmış gönüllere mürüvvetli ol, inkârcılara öyle yumuşak yanaş ki, kinleri, nefretleri eriyip gitsin ve sen, soluklarında daima Mesih ol!..
Kötülükleri iyilikle sav; görgüsüzce muamelelere aldırış etme! Herkes, davranışlarıyla karakterini aksettirir. Sen müsamaha yolunu seç ve töre-bilmezlere karşı âlicenap ol!..
Sevgiyi sevip düşmanlığa düşman olmak, inançla coşan bir kalbin en mümeyyiz vasfıdır. Herkesten nefret ise, ya gönlü şeytana kaptırmışlık veya bir cinnet eseridir. Sen insanı sev; insanlığa hayran ol!..
Sakınıp, bir kere dahi olsa nefsin hakemliğine düşmemelisin; zira, ona göre senden başka herkes mücrim, her fert de talihsizdir. Bu ise, en doğru sözlünün beyanında şahsın helâki demektir. Sen nefsine karşı oldukça sert, başkalarına karşı da yumuşaklardan yumuşak ol..!
Başkalarını sana sevdiren ve onları senin nazarında sevimli kılan tavır ve davranışlara dikkat et! Unutma ki, aynı şeyler senin de sevilip beğenilmene vesile olabilir.
Hakk'ın sana karşı muamelesini ölçü kabûl edip, halka karşı öyle davranmalısın. O zaman halk içinde Hak'la beraber olun, her iki yalnızlığın vahşetlerinden de kurtulursun. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar 1: 35-8; yeni baskı: 101-102)
Aşağıdaki paragraflar da, yine Fethullah Gülen'in bütün hayatını dolduran görüş, düşünce ve duygularının birer özeti mesabesindedir:
İnsan, başkalarına karşı iyi-kötü bütün davranışlarında nefsini ölçü kabûl ederek, her şeyi onunla tartmalı; nefsine hoş gelen şeyleri başkaları için de istemeli, nefsinin hoşlanmadığı bir muameleden başkalarının da hoşlanmayacağını katiyen hatırdan çıkarmamalıdır. Böylece o, hem yanlış davranışlardan, hem de başkalarını rencide etmekten kurtulmuş olur.
İnsanın olgunluk ve kemali, fenalık gördüğü şahıslar hakkında dahi hakperestlikten ayrılmayıp, elden geldiğince iyilik yapmasıyla belli olur. Evet, insan, kötülük gördüğü insanlar hakkında bile mürüvvet ve insanca davranışlardan ayrılmamalıdır. Zira, kötülük yapmak hayvanî bir davranış; kötülüğe kötülükle mukabele, insanda ciddî bir kusur ve eksiklik; fenalığa iyilikle karşılık vermek ise, bir civanmertlik ve âlicenaplıktır.
Başkalarına yararlı olmanın sınırı yoktur. Himmeti yüce bir ferd, başkaları için ruhunu feda etmeğe kadar diğergâm olabilir. Ne var ki, böyle bir civanmertliğin insan için bir fazilet olması, o insanın samimiyet, hasbîlik, niyet duruluğu, ırk ve aşiret taassubundan uzak bulunmasına bağlıdır. (Ölçü ve Yoldaki Işıklar 1: 90-92; yeni baskı: 105-106)
Fethullah Gülen, ilk günden beri toplumda sürekli müsamaha veya hoşgörü ve diyalog, başkalarını nefse tercih ve bizzat kendi ifadesiyle, "yaşatmak için yaşama sevdasından vazgeçme" üzerinde durmuş ve bu çok önemli hasletleri, sağlıklı bir sosyal hayatın vazgeçilmez esasları olarak görmüştür. Bunlardan başka, onun İslâm anlayışı ve aksiyon düşüncesini ele alırken temas edildiği üzere, sevgi, merhamet, insanın değeri ve insana hürmet, alçak gönüllülük, iyilik düşüncesi gibi konular ve hasletler, yine onun üzerinde çok büyük bir hassasiyetle durduğu hususlar olmuştur. Bu bakımdan, yukarıda ifade edildiği gibi, Gülen'in 1994 yılı ortasında başlattığı hoşgörü ve diyalog hareketi ve bu konuda yaptığı çağrı, uzun zaman işlediği bir kaneviçeyi topluma takdimden ibaret görülmelidir ve öyledir.
Faaliyetler ve Değerlendirmeler
Fethullah Gülen tarafından yapılan ve bazı gazetecilerle yazarların bir araya gelerek kurdukları Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı tarafından bütün toplum katmanlarına yayılan hoşgörü ve diyalog çağrısı, iki dünya savaşı yaşayıp yıkılmış Almanya, yeniden çok kısa zamanda bir dünya devi olur ve II. Cihan Harbi'ndeki yıkılışının üzerinden 20 yıl geçmeden bizden işçi çekerken, aynı savaşın bir diğer mağlûbu Japonya, bir başka dünya devi halinde sahneye çıkarken, dünyada sözü edilmez bir konuma düşen ve üç çeyrek asrı, şüphesiz kayda değer güzel şeyler yapılmış da olsa, daha çok sloganlara, kutlamalara sahne olan Türkiye için gerçekten çok önemliydi. Bu bakımdan, Gülen'in, 'medeniyetler çatışması'nın konuşulup, belki de planlarının hazırlandığı bir dönemde başlatarak, bütün dünyaya dalga dalga yayılmasını arzuladığı bu hoşgörü ve diyalog çağrısı, Türk toplumunun, çok az istisnalar dışında, hemen hemen bütün kesimlerinden çok sıcak bir kabûl gördü. Öyle ki, bir zaman sol hareketler içinde yer almış, hattâ anarşiye de karışmış bulunan kimselerden pek çoğu, ya bu diyalog faaliyetlerinin içinde yer aldılar veya ona açık-kapalı destek verdiler. İçlerinde, "Artık anladık ki, din afyon değilmiş. Tam tersine, kitleleri birbirine bağlayan bir harçmış o" diye yazanlar; "Bize yıllarca İslâm okutulmayınca, İslâm'ı yok sanmışız. Bu konuda yıllarca cahil bırakılmışsız" sözleriyle, bir an için bile olsa aydın sorumluluğunun vicdana dayalı ciddî bir örneğini sergileyenler; "Toplum olarak, yıllarca düşman cepheler halinde hep kavga ettik. Belki tam anlamıyla vuruşmadık ama, birbirimizle barışık da olmadık. Fakat, aslında barışı arıyorduk. A'rafta kalmaya da razı değildik; Cennet'i özlemiştik." diye fikir belirtenler, iç barış adına bir ümit filizleri gibi idi.
Bunlar gibi, Cumhurbaşkanından sokaktaki vatandaşa, medya mensubundan siyasetçisine ve ses sanatçısına kadar hemen herkes, ülkede esmeye başlayan iç barış rüzgârına gönülden katkılarını sunuyordu. İç barış ve toplumsal uzlaşma adına tertiplenen geceler, ödül törenleri ve iftarlar, meselâ:
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın 1994 yılı Haziran ayının sonunda Dedeman Oteli'nde düzenlediği tanışma toplantısı, 11 Şubat 1995 günü İstanbul'da Polat Rönesans Oteli'nde, 26 Şubat 1995 günü Büyük Ankara Oteli'nde ve 27 Ocak 1996 günü Hilton Oteli'nde verilen iftar yemekleri, 30 Eylül 1996 günü Lütfi Kırdar Uluslararası Spor ve Sergi Sarayı'nda yapılan Mutlu Yarınlar İçin El Ele toplantısı, 4 Ocak 1996 günü Çırağan Sarayı'nda tertiplenen Hoşgörü Ödülleri ve 25 Aralık 1997 günü Hilton Oteli'nde tertiplenen Ulusal Uzlaşma Teşvik Ödülleri törenleri; bunların yanısıra, 19 Eylül 1995 günü Bosna yararına düzenlenen futbol maçı, 27 Aralık 1996 günü, finansman ve sponsorluğunu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın üstlendiği Köpekler Adası filminin gala gecesi, Medeniyetlerarası Diyalog toplantısı, 3 Şubat 1998 günü The Plaza Cevahir Otel'de düzenlenen bayramlaşma münasebetiyle yapılan konuşmalar ve yapılan yorum ve değerlendirmelerde dile getirilenler sadece takdirdi ve bunlara gönülden katılımdı. Meselâ, zamanın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, 28 Şubat sürecinin en sıcak günlerinde, özellikle bir takım merkezlerden gelen baskılara rağmen katıldığı Ulusal Uzlaşma Teşvik Ödülleri töreninde yaptığı konuşmada şunları söylüyordu:
Dünyanın çalkantılardan geçtiği bir dönemde birlik, beraberlik, kardeşlik, dirlik, düzenlik bizim vatandaşımızın sahip çıktığı en önemli kavramdır. Sözde değil hayata geçirmiştir bunu. Aramıza tefrika sokmayın. Sizi birbirinize düşürmek isteyenler olursa karşı çıkın. Hangi inançta, hangi etnik kökenden gelirseniz gelin hepiniz bu yüce milletin ferdisiniz. Devlet sizindir. Bedeli ecdadımız tarafından ödenmiştir. İçten birbirimize sarılalım. Bu istikametteki gayretleri takdirle karşıladım. Bu türden çok öğretici olmuştur. Gönül isterdi ki, bu töreni Türkiye'den herkes izleyebilsin. Bu ülke bize emanettir. Biz, bu emaneti bizden sonra gelecek nesillere götüreceğiz. Vatandaşlarım bunu idrak edeceklerdir. Dost arıyorsak, bize dost kendimiziz. Müslümanlık, barış dinidir ve barış tavsiye eder. Barış içinde yaşamayı başarmak, bizim nesillerimizin görevidir. Ben, Türk devletini, milletin birliğini, bütünlüğünü temsil ediyorum. Türk milletinin birliğini, dirliğini güçlendirecek bu akşamki gibi hareketlerin hepsinin de yanındayım. (Milliyet, 26 Aralık 1997)
Bu toplantılar, Türk toplumunun her kesiminden, o kesimin temsilcileri denebilecek seviyedeki insanları bir araya getirdi. Cumhurbaşkanından başbakanlara, bakanlara, milletvekillerine, belediye başkanlarına, siyasi parti temsilcilerine ve bürokratlara; Vatikan İstanbul temsilcisi Georges Marovitch ve Fener Rum Patriği Bartholomeos'tan Musevi Cemaati hahambaşısı ve o rahatsız olduğu zaman temsilcisi İshak Haleva'ya, Musevi Cemaati başkanı ve ileri gelenlerinden Süryani ve Ermeni Katolik Cemaatleri patriklerine ve temsilcilerine ve yabancı ülke misyon görevlilerine; Prof. Dr. Suat Yıldırım, Prof. Dr. Sabahattin Zaim, Prof. Dr. Salih Tuğ, Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, Prof. Dr. Mehmet Aydın, Prof. Dr. Nilüfer Göle, Prof. Dr. Halil İnalcık, Prof. Dr. Hüseyin Hatemi, Prof. Dr. Kezban Hatemi, Prof. Dr. Hüsrev Hatemi, Prof. Dr. Erman Tuncer, Prof. Dr. Ayhan Songar, Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre, Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Prof. Dr. Mim Kemal Öke, Prof. Dr. Mehmet Altan, Prof. Dr. Zeki Kuşoğlu, Prof. Dr. Hüseyin Naci Orhan, Prof. Dr. Nur Vergin, Prof. Dr. Toktamış Ateş, Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan gibi bilim adamları ve üniversite öğretim üyelerinden Prof. Dr. İzzettin Doğan ve Fermani Altun gibi Alevi grupları temsilcilerine; Fehmi Koru, Hüseyin Gülerce, Yavuz Bülent Bakiler, Beşir Ayvazoğlu, Ertuğrul Düzdağ, Yavuz Gökmen, Hulusi Turgut, Nevval Sevindi, Nuriye Akman, Şeref Oğuz, Şahin Alpay, Ali Bayramoğlu, Gülay Göktürk, Kenan Akın, Salih Memecan, Mehmet Ocaktan, Abdürrahman Dilipak, Ayşe Önal, Zeynep Göğüş, Cengiz Çandar, Şakir Süter, Rıza Zelyut, Hasan Cemal gibi gazeteci ve yazarlardan Hülya Koçyiğit, Necla Akben, Emel Sayın, Perihan Savaş, Seda Sayan, Selda Alkor, Sezer Güvenirgil, Neslihan Yargıcı, Mediha Şen, Sevda Ferdağ, Fatma Belgen, Halit Refiğ, Burhan Çaçan, Ümit Aktan, Erol Büyükburç, Fatih Erkoç, İzzet Altınmeşe, Nuri Sesigüzel, Bulut Aras, Yusuf Sezgin, Gazanger Özcan, Fulya Özcan, Engin-Eser Noyan, Yılmaz Morgül, Türker İnanoğlu, Cüneyt Arkın, İbrahim Erkal, Mehmet Taşdiken, Erkan Mutlu, Mustafa Keser, Cinuçen Tanrıkorur, Mesut Uçakan, Cem Karaca, Refik Erduran, Tuluyhan Uğurlu, Yılmaz Duru gibi sanatçı ve film yapımcılarına; ayrıca, Mustafa Kavurmacı, İhsan Kalkavan, Cengiz Kaptanoğlu, Şadan Kalkavan, Erol Yarar, Adnan Polat, Üzeyir Garih, Vitali Hakko, Ömer Çavuşoğlu, Hayrettin Karaca, Ali Şen, Hasan Özaydın gibi işadamlarına kadar, toplumun hemen her kesiminden çok sayıda insan, bu toplantıların bir, birkaç veya pek çoğuna katıldı. Gerek toplantılarda, gerekse daha sonra gazete sayfalarında izlenimlerini ve duygularını dile getiren katılımcıların hemen hepsi, aynı hoşgörü, diyalog ve toplumsal barış gibi değerleri dile getiriyorlardı. Meselâ, Fener Rum Patriği Bartholomeos, şöyle diyordu bir konuşmasında:
Sizinle beraber Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın 3. Yıldönümünü kutlamanın sevincini paylaşmaktan kendimi son derece mutlu addediyorum. Müsaade ederseniz, yurt dışında yaptığım seyahatlerimden bir anımı arz etmek istiyorum. Bir buçuk sene önce Kudüs Ortodoks Patrikhanesi'ni ziyaret ettiğim zaman İsrail Devlet Başkanı Sayın Weizman'a da nezaket ziyaretinde bulundum. Weizman ile konuşurken bana dediler ki: "Sayın Patrik, biliyorsunuz ben bir subayım. Bir subay olarak hayatımda ya savaş ya da barış yaptım. Size kendi tecrübemle söyleyebilirim ki, barış yapmak, savaş yapmaktan daha zordur." Weizman'ın söylediğinin doğruluğunu bir kere daha anlamış oluyorum. Bütün engellere rağmen, barışa, karşılıklı saygıya ve bütün bunların sonucu olarak bütün insanlığın huzur ve refahına doğru gitmeliyiz. Bu istikamette, yani barış, huzur, sevgi istikametinde ciddi adımlar atan vakfın kurucularını ve üyelerini huzurunuzda tebrik ederim. Sayın Fethullah Gülen hakikaten hepimiz için barışın, hoşgörünün, bütün ülke liderlerinin ve insanlık için muteber olan değerlerin bir timsalidir. Hepimiz onu hem seviyoruz, hem sayıyoruz. Rahatsızlığından dolayı kendilerine geçmiş olsun diyorum. (Zaman, 1 Ekim 1996)
Bir biyografi çerçevesinde misalleri çoğaltmak belki gereksiz görülebilecektir ama, konunun daha iyi anlaşılması için, konuşma, yorum ve değerlendirmelerden rastgele seçilmiş ve sıralanmış bir kaçını daha vermek yerinde olacaktır:
Georges Marovitch (Vatikan İstanbul Temsilcisi) Etrafıma bakıyorum, toplumun her kesiminden insanları burada görüyorum ve soruyorum: Nedir bizleri buraya çeken? Hıristiyan, Müslüman, Yahudi kardeşlerimizi burada toplayan nedir? Nasıl ki Mevlâna, Konya'ya yüz milyonları çekti. Bir zat var burada, sevgiyle konuşuyor ve hepimizi kendisine çekiyor. Bu muhterem zat, bizlere sevgiden bahsediyor. Bu sevgidir bizi buraya getiren. Onun için bu zata dua ediyorum, hepimizin duasına ihtiyacı var. Dünyamıza büyük bir örnektir bu zat. Bazıları diyor ki, ne var bu zatın arkasında? Onun tek silahı var, o da, Allah sevgisidir. (Ergün, 270)
Halit Refiğ (Yazar-Yönetmen): İslâm'da barış esastır. Bayramlar, İslâm'ın esasına döndüğümüz günlerdir. Bu açıdan, insanın gönlü, bayramların yılın sadece birkaç gününe değil, 365 gününe yayılmasını arzular. Şu günlerde ülkemizin ve bölgemizin üstünde savaş rüzgârları esiyor. Fakat biz, bu akşam bambaşka bir atmosfer içindeyiz. Sanki böyle bir şey yokmuş gibi. Bu, birliğimizi muhafaza ettiğimiz takdirde, esen savaş rüzgarlarının bizi kolay kolay etkileyemeyeceğini gösteriyor. (a.g.e., 270-71
Rıza Zelyut (Gazeteci-Yazar): Bir gazeteci kardeşim, eskiden kalma ve yurtdışından ithal edilmiş olan sağ-sol kutuplaşmasına esir olmuş önyargılarıyla bir ara bana çıkışmak istedi: "Senin ne işin var burada?" Bu soruya verdiğim cevap çok boyutluydu.
Bir: Benim yerim, uzlaşma neredeyse orasıdır.
İki: Ön yargılı olmak, insanı köreltir.
Üç: Hele ön yargılar zıtlaşma içeriyorsa, bu, insanın kalbini karartır.
Dört: Eskiden olmuş olayları bugün de deşelemek kimseye yarar sağlamaz.
Beş: Dün böyle düşünen bir insan, bugün böyle düşünebilir. "İnsan 7'sinde ne ise 70'inde de odur" sözü, toplumsal psikolojiye göre yanlıştır. Bu söz, eğitimin insana hiçbir şey vermediğini kabûl etmek anlamına gelir. Bu yüzden de, eskiden o şöyle diyordu, bu yüzden kötüdür, gibi basmakalıp düşüncelerle insanların bugününü mahkûm etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur.
Altı: Eskiden kalma, bize dışarıdan şırınga edilen ayrıştırıcı, kışkırtıcı, zıtlaştırıcı kavramlara artık güle güle demenin zamanıdır. Sağ-sol gibi ölmüş kavramlarla bugünü yargılamak, gelişmeyi, değişmeyi göremeyen insanların kurtuluş reçetesidir. (Akşam, 26 Aralık 1997)
Yılmaz Morgül (Ses Sanatçısı): Ben burada görüyorum ki, her tür dünya görüşünden insanlarımız bir aradadır. Kanımca, Türkiyemizin ilerleme açısından, gelişmesi açısından son yıllarda almış olduğu yolun en güzel ifadesi bu gece burada anlatılıyor. Ben burada sevgiyi, birbirine anlayış gösteren insanları görüyorum. Aranızda bulunmaktan gurur duyuyorum. (Zaman, 29 Ocak 1997)
Şükrü Kanber (Gazeteci Yazar): Diyalog, kendini anlatma, ortak noktaları önce çıkarma bizim de sürekli savunduğumuz ilkeler arasında. Türkiye bugün, diyalogsuzluğun kör kuyusunda uzun süreler yaşadığı için çeşitli sıkıntılar içinde. Birbirini anlayamayan, birbirini sevemeyen insanların oluşturduğu bir toplumun, sağlıklı yapıya kavuşması düşünülemez. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın bu girişimlerini, yukarıdaki gerekçeler ile destekliyorum. (Millî Gazete, 8 Ocak 1996)
Prof. Dr. İzzettin Doğan (Öğretim Üyesi, Cem Vakfı başkanı): Aslında bu vakıf, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın yapması gereken ama yapmadığı bir işi burada yerine getiriyor. Demokratik ve lâik bir cumhuriyette devletin, herkesin devleti olduğunu hissettirmesi gerekir. Eğer bunu yapmıyorlarsa bu, bir kusurdur; yapanları alkışlamamak da büyük bir haksızlık olur. Gönül istiyor ki, Ramazan ayı gibi insanların kendi içlerine dönük olarak ve diğer insanlarla ilişkilerinde gönül muhasebesini daha çok yapmaları gereken bir ayda, Müslümanlar da kendi inançlarını farklı yorumlarla da olsa yaşayan insanları bir araya toparlayabilir mi diye biraz muhasebesini yapsak. Farklılıklardan da hiçbir şekilde korkmamak gerekir. (Zaman, 29 Ocak 1997)
Ahmet Şafak Demirci (Gazeteci Yazar): Mevlânaların, Yunus Emrelerin ve Ahmet Yesevilerin katkıladığı bir sevgi medeniyetinin çocukları olarak zorunlu itidallerin geçiciliğine kapılanamayız.
Zira yaratılanı hoş görmemizin sebebi Yaratan'ın varlığı ile bağlantılıdır. Yaratılanı sevmemenin bedeli Allah'ın hidayetinden uzaklaşmaktır. Böyle bir ezaya, cefaya ve bedele kim rıza gösterebilir? Hoşgörü üzerine muazzam referansları olan bir milletiz. Bizim ülkemizde böylesine referans bolluğu var iken kavgaların, öfkelerin ve kırışların vücut bulması toplumsal paradoksun işareti olarak değil, aydınların çelişkisi ve gafleti olarak kabul edilmelidir. Gerçekleri toplumun bir adım önünde yakalamakla mükellef olan aydınlar, referans kaynaklarını başka kültür ikilemlerinde aradıkları için yeni nesillere altın tepsi içinde kavga ve öfke sunulmaktadır. Buna rağmen, mühim ve umut verici gelişmeler de vuku bulmuyor değil. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın 95 Hoşgörü Ödülü altında bazı gazeteci ve bilim adamını taltif etmesi bu örneklerden biridir. (Yeni Sayfa, 8 Ocak 1996)
Prof. Dr Hayrettin Karaca (TEMA Vakfı Başkanı): Bizim burada toplanmamıza vesile olanlara teşekkür ediyorum. Geleceğe umutla bakmamız için elimizde toprak gibi kutsal bir değer var. Bunu muhafaza ettiğimiz takdirde geleceğin güzel olacağını söyleyebiliriz. (Zaman, 29 Ocak 1997)
Yusuf Sağ (Süryani Katolik Patriği): İnanın, ne diyeceğimizi bilmiyorum. Burada o kadar güzel fikirler gündeme getirildi ki. Dört kutsal kitapta dile getirilen hep aynıdır. Amaç bir tek: kayıtsız ve şartsız bütün varlıkların yaratıcısı olan Allah'ın iradesini yeryüzünde uygulamaktır. Okuduğum kadarıyla, hiçbir dinin haksızlığa meydan verdiği görülmemiştir, görülemez. Bu inançla, hepinizin en küçüğünüz olan ben sizleri selamlıyorum. (a.y.)
Prof. Dr. Nur Vergin (Sosyolog-Siyaset Bilimci): Buradaki tablo gösteriyor ki biz, el ele vermeye başlamışız. 3 yıl önce yine böyle bir araya gelmiştik. Katedilen yollar gösteriyor ki, yarınlar da mutlu olacak. Hoşgörü adına önemli adımlar attık. Ancak hoşgörü bireye özgü bir şey. Sosyal barışı sağlamak için başka mekanizmalar geliştirmek, el ele vermek gerekiyor. (Zaman, 2 Ekim 1996)
Üzeyir Garih (İşadamı): Ulu Tanrı, insanı adeta bir biyolojik bilgisayar olarak yaratmış, içine bir psikolojik program yapmış; bu da saldırganlık, savunma, hırs ve bencillik esası üzerine kurulmuştur. Fakat bunu düzeltecek olan eğitim, din ve imandır. Öyle zannediyorum ki insan sevgisi, Allah sevgisi, insanın bu duygularını bir yerde yatıştıracak. Bu ancak eğitimle mümkün olabilir. Eğitime önem veren Sayın (Fethullah Gülen) hocama özellikle teşekkür etmek istiyorum. (a.y.)
Hasan Korkmazcan (TBMM Bşk. Vekili): Bu vakıf, geçen sene dikkatleri hoşgörüye çekmişti, bu yıl ise "Mutlu yarınlar"a çekmektedir. Her kavram, her inanç, her bilgi yarınları inşa etmek için bir vasıtadır. Dikkatleri yarınlara çekebilirsek, hoşgörüyle yaşama şansına sahip oluruz. Eğer her birimiz, içinde yaşadığımız toplumun ferdi olarak bütün dikkatimizi geçmiş veya bugüne yöneltirsek, ne hoşgörüyü yaşamak mümkün olur, ne mutlu olabiliriz. (Ergün, 248)
İsmail Kahraman (Kültür Eski Bakanı): Geçen sene 'Hoşgörü' adı altında ikinci yılını kutlayan vakıf, bu yıl, temel meselelerimizden biri olan "Mutlu yarınlar için el ele" diyerek toplumumuzun temel ihtiyacını yerine getirmiştir. Hukuk devletinde ana eksen insandır. İnsanı baskıya dayalı dogmatik değerlerle yönlendirmek ve istenilen istikamete doğru yöneltmek, gerek insanlığa gerekse hukuk devleti anlayışına terstir. (a.y.)
Prof. Dr. Toktamış Ateş (İst. Ün. Öğretim Üyesi): Bizler, bugün dünyamızın bütün köşelerinde elektrik direklerine asılı insanlar varken, dünyanın başka köşelerinde taşa karşı kurşunla karşılık verilirken, şu içinde yaşadığımız ortam için hem şükretmek, hem de bu ortamı hazırlayanları ciddi bir biçimde düşünmek zorundayız. Binlerce, hattâ on binlerce kimlik içinde hepimizde ortak olan bir kimlik var; buna üst kimliğimiz diyoruz. İşte bu kimliğimiz çerçevesinde kenetlenmiş el ele mutluluğu yakalayabilmek için şimdiye kadar olan gayretimizi daha da artırarak, mutlu yarınlara doğru gidiyoruz. (a.y.)
Orhan Gencebay (Ses Sanatçısı): Son kasetimdeki yeni bestemi, müsaadenizle okumak istiyorum: "Gelin birlik olalım, yarın çok geç olmadan/Gelin birlik bulalım, vazgeçin öç almadan./Nefreti yok edelim, gel sen de katıl bize/İntikam eşkıyası sevgiyle gelir dize/Yedi düvel önünden kim kurtardı bu yurdu/Mehmetçik değil miydi Lazı, Çerkezi, Kürdü/Hangimizin ecdadı feda olmadı yurda/Hangi bahçede bir gül solmadı bu uğurda/Asırlardır dinmedi bölücülüğün ninnisi/Aynı dinden değil mi Alevîsi, Sünnisi/Bin kere lanet olsun Yezid denen deliye/Muhabbet ile bağlıyız Muhammed'e, Ali'ye/Geçin o sınıfları geçin, barışta buluşalım mutlu Türkiye için/Düşmanı sevindirmenin ne alemi var şimdi/Milletçe kenetlenip, sarılmamız kâr şimdi." (Zaman, 2 Ekim 1996)
Jak Kamhi (İşadamı): Esasen ben Fethullah Hoca'dan başka bir şey beklemezdim. O, ecdatlarına yakışır güzel bir şekilde, onların yolunda. Türkler, asırlar boyunca bütün insanlara sevgi ve saygı göstermişlerdir. Ne din savaşı, ne baskı; gittikleri yerlerde tersine, insanları hürriyetlerine kavuşturmuşlar. Geçenlerde Macaristan'a gittim. Hep Türkleri methediyorlar. Romanya'ya gittim, yine aynı sevgiyle karşılıyorlar. Fethullah Gülen Hoca'nın "hoşgörü" girişimini epey zamandır izliyorum ve bunu alkışlıyorum. Bugün, toplumumuzun bu güzel değerlerini, dünyaya layık olduğu gibi tanıtabiliyoruz. Başka yerlerde yaşanmış büyük felâketler, Almanya'da olmuş olaylar, binlerce sene silinmeyecek. İkide bir gündeme geliyor. Tarihte hiçbir şey silinmez. Fethullah Gülen'nin hareketleri alkışlanabilecek bir girişimdir. İlave edeyim ki, eğer o hoşgörüyü ecdatlarım Osmanlı'dan ve Türkiye'den görmeseydi, bugün hayatta olmazdım. (Zaman, 11 Mart 1998)
Sünnî-Alevî Barışı ve Uzlaşması
Fethullah Gülen'in hoşgörü ve diyalog çağrısının bir diğer boyutunu, onun aynı gaye etrafında önde gelen Türk devlet adamları ve siyasî parti başkanları ile yaptığı görüşmeler oluştururken, bir başka boyutunu da, tarihî olumsuzlukların da beslediği Sünnî-Alevî gerginliğini giderme çabaları teşkil ediyordu.
Fethullah Gülen, önce problemi yumuşatmak için, Eyüp Can'ın kendisiyle yaptığı "Ufuk Turu"nda, "Bizim (Sünnîler olarak) yontulup, şekillendirilmesi gereken yanlarımız olduğu gibi, onların da (Alevîlerin) bazı yanlarının yontulması, şekillendirilmesi lazım. Alevîlik üzerinde hususî araştırma yapan tanıdığımız insanlar var. Onların mütalâalarına bakılınca, hakikaten Alevîlik ayrı bir zenginlik kaynağı oluşturuyor. Bence o kültür, Sünnîlik mülâhazasıyla kaldırıp bir kenara atılmamalı, değerlendirilmeli" diyor ve aksi halde, bilhassa yakın tarihimizde meydana gelen bazı olumsuzluklara dikkat çekiyordu. Artık geçmişi ve olumsuzlukları konuşmanın zamanı olmadığını vurgulayan Gülen, Sünnîlerin ve Alevîlerin birbirlerinin iç dünyalarına ve ruhî derinliklerine inmelerinin gereğinden bahsediyor, daha yakın, kalıcı ve sağlıklı bir temas ve anlaşma, uyuşma için de, daha çok sözlü kültüre dayanan Alevîliğin, kitabîleşip, ilmî bir sıfat ve kimlik kazanması, bunun için de cem evlerine, ayrıca halkın devam ettiği lokallere, okuma salonlarına, eğitim merkezlerine Hacı Bektaş gibi, Yunus Emre ve Niyazi Mısrî gibi, Alevîlerce önder kabul edilen, Sünnîlerin de bağırlarına bastığı zatların eserlerinin konması teklifinde bulunuyordu. Daha da öte giden Gülen, İzmir Narlıdere'den tanışıp görüştüğü bir Alevî dedesine birlikte okul açma ve ayrıca yanyana cami ve cem evi yapma teklifi götürüyordu.
Gülen, Alevîliği "Hz Ali'nin amel, davranış ve düşüncede arkasında olmak ve bunlara ilaveten Hz. Ali'nin diğer sahabeye nispeten üstün olan yanlarını öne çıkararak, ona iktida etmek" şeklinde tarif ederken, Anadolu'daki bir kısım Türk boylarının, Hz. Ali'nin kahramanlığına ve mertliğine "meftun" olmaları ile, "neşet ettikleri bölgelerin sosyo-kültürel şartlarının" onlarda Alevîliğe taraftar olma düşüncesini doğurduğunu ve konunun "psiko-sosyolojik yönüyle tahlil edildiğinde bu gerçeğin" ortaya çıkacağını söylüyordu.
"Hz. Ali ve Ehl-i Beyt etrafında hâleleşmiş Alevîlik anlayışıyla hiçbir Sünnînin problemi" olamayacağına dikkat çeken Gülen, İran'daki Şiiliğin Alevîlik olmadığını da vurguluyordu.
Fethullah Gülen, bazı ideolojik radikal grupların ve bunları yönlendirenlerin, sürekli Alevî-Sünnî çatışması peşinde olduğuna dikkat çekerek,
Türk Milleti'nin Sünnisiyle, Alevîsiyle birleşmiş bir toplum olduğunu vurguluyor, son zamanlarda şurada burada çıkarılan olayların altında bazı kışkırtmaların yattığını belirtiyordu. O, Alevîlik-Sünnîlik kışkırtmasıyla bir yere varmak isteyen güçlerin varlığına dikkat çekiyordu. "Denebilir ki, Türk Milleti, Hz. Ali ve Ehl-i Beyt sevgisini, başka her milletten daha çok öne çıkaran bir millettir ve Alevîliğin menşeinde de bu sevgi ve bağlılık yatıyorsa, bu takdirde, denebilir ki bütünüyle Alevîdir" diyen Gülen, "bizim inanmış her ferdimiz Müslümanlığa duyduğu alâka kadar, Raşid Halifelere ve bu arada Hz. Ali'ye karşı çok ciddi bir alâka duymaktadır. Bu açıdan, konuyu Hz Ali ile irtibatlandırınca bir Alevî-Sünnî çatışması mesnetsizdir" sözleriyle de meseleyi bağlıyordu.
1994 yılı içinde, daha çok Alevîlerin meskûn bulunduğu İstanbul Gaziosmanpaşa'da bir kahvehanenin taranmasını "şenî bir tecavüz olarak" niteleyen ve "nefretle karşıladığı"nı belirten Gülen, yine ülke ve toplum aleyhine tezgâhlanmaya çalışılan bir Sünnî-Alevî çatışmasına dikkat çekmekten kendini alamıyordu:
Ben şahsen Gaziosmanpaşa'da cereyan eden, Alevî vatandaşlara karşı yapılmış şeni tecavüzü nefretle karşılıyorum. Ben, Hz. Ali ve Ehl-i Beyt muhabbetiyle meşbû bir insanım. Kerbelâ için dünya kadar gözyaşı dökmüşümdür. Diyebilirim ki, hiçbir Alevî ocağında, cem evinde o kadar gözyaşı dökülmemiştir. Bu açıdan, böyle bir olaya nefret duymam tabiatımın gereğidir. Ve milletimin de benimle aynı duyguyu paylaştığını düşünüyorum.
Alevîlere karşı yapılan bu hareketler büyütülmeye müsait olması bakımından Sünnî-Alevi çatışması haline getirilmek isteniyor. Bu meseleyi aklı başında olan insanlar soğukkanlılıkla karşılayıp bağırlarında boğabilirler. Fakat kitle ruh haleti de göz ardı edilmemeli. Birtakım saf yığınlar, bu tür meselelere her zaman taraftar olarak teveccüh edebilirler.
Burada yapılacak şey, teröre terörle karşı koymamak ve anarşiye karşı anarşiyle hareket etmemektir. Yoksa herkes hakkını almak için silaha sarılır ve ihkak-ı hak edeceğim derse, bütün haklar çiğnenir. Güvenlik güçlerinin ve adliyenin bu işi çözeceğine inanmak lazım. Bu açıdan milletimize geçmiş olsun derken, diğer taraftan da soğukkanlı olmayı yeğliyoruz.
Gülen, Türkiye'deki Sünnî-Alevî ayırımının ve Alevîlere farklı davranıldığı imajının, Avrupa Birliği yolunda Türkiye'ye zarar vereceğinin de bilhassa altını çiziyordu:
Türkiye, bir yönüyle bazıları tenkit etseler bile, yarım ayak dahi olsa Avrupa'ya adım attı sayılır. Böyle bir süreç yaşandığı bir dönemde, Alevî vatandaşları eziyorsunuz, hem de emniyet güçleriyle eziyorsunuz imajı, Avrupa'da değişik parlamentolarda çok farklı algılanacaktır. Birtakım Avrupalı devletlerin, bunu, Türkiye'nin attığı yarım adımı ileriye götürmemesi için kullanacaklarını tahmin ediyorum. (Sönmez, 152-57)
Ümit ve Endişe
Fethullah Gülen, dalga dalga dünyaya yayılacağını ümit ettiği hoşgörü ve diyalog hareketini toplum çapında seslendirirken, şüphesiz bir takım gerçeklerin de farkındaydı. Türk toplumu içinde baştan beri kavgadan beslenen ve dolayısıyla hoşgörünün, diyalogun, sosyal barışın olmasını arzu etmeyen iç ve dış merkezlerin, menfaat gruplarının olduğunu biliyordu. Bu sebeple, söz konusu gecelerde yaptığı konuşmalarda bir yandan ümitlerini seslendirirken, bir yandan da endişelerini dile getiriyor ve âdeta katılımcıları ve bütün bir toplumu uyarıyordu.
Önümüzdeki yıllar, sevgi ve hoşgörü yılları olacak. Herkese sevgiyle bağrımızı açacak ve dünyanın çok muhtaç olduğu bir şeyi gerçekleştireceğiz. Fakat bir endişem var. Marjinal bir kesim, zaaflarını bağırarak, çağırarak, kendilerinde güç var olduğunu hissettirmeğe çalışarak, toplumun huzurunu bozmaya devam edecektir. Bundan sonra hoşgörüye pusu kuracaklar. Ve anlaşılıyor ki biz, bundan sonra çok daha ağır şeylerle imtihan olacağız. Milletimiz, birbirine katlanmak suretiyle bu ağır imtihana karşı koyacak; bu imtihanda dişimizi sıkacağız. "Gelse celâlinden cefa/Yahut cemalinden vefa/İkisi de cana safa/Lûtfun da hoş kahrın da hoş" diyecek; "dövene elsiz, sövede dilsiz" olacak ve her şeyi, gönül koymadan sevgiyle, şefkatle kucaklayacak, yarınlara birbirimizi severek yürüyeceğiz. (Ergün, 242)
Gülen, bir başka konuşmasında yine benzer duyguları dile getiriyordu:
Birbirimizle sürtüştük. Birbirimizi kendi içimizde kabullenemedik ve neticede kendi birliğimizi, kendi cennetimizi kaybettik. Ve, bugüne kadar kaybettiklerimizi elde etmemiz de, birbirimizi kabûl etmekte yatmaktadır. İnsanımızın bugün en çok ihtiyaç duyduğu şey budur.
3 yıldan beri gördük ki, toplumumuz gerçekten diyaloga, hoşgörüye açıktır. Hoşgörüye atılan adımlar bizi İlâhî ahlâka taşıdı. Allah, kendi ahlâkını anlatırken, "Kulum Bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak giderim" diyor. Bu diyalog içinde kime doğru adım attıysak, o koşa koşa geliyor. Hoşgörülü insanlar olarak, gönüllerimizde Hz. Yakub'un hasret ve hicranını, Kerbelâ şehidi Hz. Hüseyin'in hüznünü içinde duyan toplumumuzun, bütün kesimleriyle birbirini kucaklayacağı, medya ve aydınımızın buna rehberlik edeceği günleri; idarecilerimizin de üslûplarını bir defa daha gözden geçirerek, düşünce ve karşılıklı münasebetlerinde hoşgörüyü esas alacaklarını bekliyor ve gelecek adına "hoşgörüyle el ele" diyoruz. Diyoruz ki, geleceğimiz adına kanlı planlar yapıp, Türkiye'yi kan arenası haline getirmeyi düşünenler varsa, bu planların gerçekleşmesine meydan verilmemiş olsun. (Ergün, 250)
Gülen, bir diğer konuşmasında ise, hoşgörü ve diyalogun kökenlerinin İslâm'ın özünde yattığını belirtiyor ve şunları söylüyordu:
Hoşgörüyü, gerçek derinlikleriyle, buutlarıyla başka yerlerde aramak beyhudedir. Karakterimiz olan hoşgörü, Mevlâna'nın, Yunus Emre'nin düşüncesi... Eğer biz, İslâm dinindeki, Allah Rasûlü Habibullah'ın sözlerindeki espriyi kavrayabilirsek, dinimizin temelinin neden ibaret olduğunu anlayabiliriz. Öyle inanıyorum ki, şirazesinden çıkmış dünya, başını sağa sola vurduktan sonra gerçeği anlayacaktır. Önümüzdeki yılların kin, nefret, hiddet ve şiddet üzerine değil, sevgi ve hoşgörü üzerine bina edilmesini Allah'tan niyaz ediyorum. (Ergün, 254)
"Birleşme Noktaları"
Fethullah Gülen, hoşgörü ve diyalog çağrısında iki taraftan tepki gördü. Bunlardan biri, Türkiye'de iç barışı istemeyen ve ülkenin sürekli bir kavga ortamında olmasını menfaatleri, ikbal ve istikballeri açısından daha yararlı gören kesimdi. Çok küçük bir azınlık teşkil etse de, ülke içinde çok ciddi gücü bulunan bu oligarşiye, dışarıdan da destek gelmediği söylenemez. Bu kesim gibi, Gülen'in hoşgörü ve diyalog çağrısına 'sınıf' merceğiyle bakarak karşı çıkan daha bazıları ise, Fethullah Gülen'in İslâm içinde neşet etmiş ve cami imamlığından yetişmiş bir insan olmasını sindiremiyorlardı. Gülen'in çağrısına tepki gösteren ikinci kesim, hoşgörü ve diyalogun Müslümanlara gösterilmediğini ve Müslüman olmayanlara da bu yolla taviz verildiğini ileri süren, marjinal sayılabilecek bazı Müslüman gruplardı. Oysa Fethullah Gülen, yıllarca bu gruplar tarafından en azından belli ölçülerde tanınmış olmakla birlikte, daha sonra onu eleştirenlerin zaten önceden de çok sempatisini çekememişti. Hiçbir zaman siyasî kesin bir eğilim göstermemiş ve İslâm ile siyaseti bir arada götürmeye çalışanlara siyasî sahada destek vermemiş olması, ayrıca, din, ülke ve insanlık hizmetinde, Allah Rasûlü'nün Sünneti'ne uygun gördüğü bir çizgide gidip, bazılarının çizgisini paylaşmaması, bu sempatisizliğin en önemli sebebi idi. Söz konusu tepkide, kıskançlık gibi daha başka nefsanî faktörlerin olup olmadığını bilecek ve bu konuda hükmünü verecek olan ise yalnızca Allah'tır.
Fethullah Gülen, baştan beri herhangi bir Müslüman grubun, özellikle doğrudan İslâm'a yönelik hizmetleri konusunda aleyhlerine olabilecek bir teşebbüsün içinde de olmadı. Müslüman gruplar arasındaki diyalog, barış ve kardeşlik konusunda görüşlerini zaman zaman açık-kapalı dile getirdiği gibi, bu konudaki bütün düşüncelerini, yıllarca önce, 1979 yılında İbrahim Canan'ın Sulh Çizgisi adlı kitabına yazdığı "Birleşme Noktaları" adlı önsözde ortaya koymuş bulunuyordu.
Söz konusu yazısının başlarında, "Doğrusu ittifak ve iftirak mevzuu, günümüzde ehemmiyetini koruyan en aktüel konulardan biridir. O, her devirde ehemmiyetini korusa bile, yeni bir dünyaya göre hazırlanmanın gerekli, hem çok gerekli olduğu bir dönemde, ciddiyeti giderek artan ve bütün içtimâî meselelerin önüne geçen bir mevzu haline gelmiştir. Asırlardan beri faturasını milletin ödediği anlamsız bir ihtilâf ve iftirak, hissîliğin ön aldığı günümüzde endişe verici buutlara ulaşmıştır. Çok rahatlıkla söylemeliyim ki, dirilişimiz için bundan daha büyük bir tehlike tasavvur etmek mümkün değildir" diyerek, toplumda birliğin önemine, ayrılıkların zararına dikkat çeken Fethullah Gülen, özelde Müslümanlar ve Müslüman gruplar arasındaki, genelde ise ülke içindeki ayrılıkların sebepleri olarak şunları zikretmektedir:
Toplumun ilmî ve fikrî yapısı itibarıyla olabildiğine sığ, kalbî ve ruhî hayatı itibarıyla oldukça fakir, lider ve rehberleri itibarıyla sahipsiz ve acınacak bir halde olması;
Bu ortamın doğurup beslediği bağnazlık;
Nefse muhabbetin, hattâ tapınmanın ifadesi olan ben-merkezcilik; vesileleri, hedef ve maksatların yerine oturtma gibi bir gizli şirk;
"Benim elimle olmadıktan sonra, başkalarının getireceği hayrı da, o hayrın vesilelerini de istemem" türünde bir hakbilmezlik;
Doğruluğu kendine tâbi olmada görüp, tâbi olmayan herkesi küfre, dalâlete ve günahkârlığa havale gibi hoyratlık ve bağnazlık;
Bazı büyük zevâtın maddî-manevî hubb-u câh hissinin işlettirilip, karşı gruplarla rekabete itilmesi;
İslâm adına ortaya konan gayretlerde, mukabil hizmet gruplarını "yıkma" esasıyla hareket edilmesi;
İlim ve fazilet semerelerinin elde edileceği yer ve zaman daha çok uzak istikbal sayılan Âhiret olduğu hâlde, bunların her küçük sa'y ve gayret arkasında ve hemen burada beklenilmesi;
Millete hizmet edenlerin kendi mesleklerinin muhabbetiyle yaşamaları bir esas iken, bunun yerine, başkalarına düşmanlıkla meşgul ve meşbû bulunup, tevfik-i ilâhînin önemli bir vesilesinin yitirilmesi...
Gülen, bu 'nefsanî' faktörlerden başka, Müslümanlar arasında ayrılığa yol açan daha başka faktörlere de dikkat çekmekte ve bunları şöyle sıralamaktadır:
Uzun zaman dinî hizmetlerin ortada kalması, sonra da bu vazifenin birbirinden ayrı fert ve cemaatler tarafından yürütülmesi ve hele bu fert ve cemaatlere sözünü geçirecek bir lider ve yol göstericinin bulunmayışı, neticede her grubun ayrı bir yol tutup gitmesi;
Bu gruplardan her birerlerinin, kendilerine ışık tutan rehber ve öncülerine müceddit nazarıyla bakmaları. "Müslümanların vicdanında müceddit telâkkisi olduğu müddetçe dine karşı kötülüklerin arttığı devirlerde, ilmî ve amelî yönleriyle ön plana çıkacak kimseler ve bunlara tâbi olanlar her zaman bulunacaktır" tesbitinde bulunan Gülen, her Müslüman grubun kendi liderine müceddit nazarıyla bakmasını bir bakıma tabiî görmekle birlikte, düşünce ve değerlendirmeleri zayıf kişilerin elinde bu hususun bir ayrılık sebebi teşkil ettiği ve edeceği görüşündedir.
"Âhir zaman fitnesi karşısında fert için de, toplum için de bir kurtarıcı simit gibi" olan Mehdilik inancı. İtikadî bağların zaafa uğradığı, amelin terk edildiği, muamelâtın tamamen gözden çıkarıldığı bir dönemde böyle kurtarıcı bir zatın beklenmesini de yadırganacak bir husus olarak görmeyen Gülen, fert olarak Mehdi'de hayal edilen büyüklüğün ve liderini Mehdi tanıyan cemaattaki asabiyetin ayrılık sebebi olacağı düşüncesindedir.
İhtilâfların dıştan ve gruplar içine sızan unsurlarca körüklenmesi; dış mihrakların en çok müracaat noktaları olarak, yerinde mezhep anlayışının değerlendirilmesi, yerinde meşrep ve mizaçların işlettirilmesi ve yerinde etnik havanın kurcalanması;
Çekici ve sürükleyici bir hizmet kadrosunun tesirini kırmak için, ona karşı yeni bir grup çıkarmak ve bu yeni alternatifle, dâhilî sürtüşmeler meydana getirilerek, iç ayrılık ve parçalanmalarla o topluluğun eritilip, tüketilmesi;
Bunlara ilâve olarak, insanımızın tatmin edilememesi, bir kalp ve ruh boşluğuna maruz kalması, kitlelerin bir kısım fantastik düşünce ve sistemlere takılıp, büyük ölçüde kalbî ve ruhî hayattan uzaklaştırılması.
Fethullah Gülen, bilhassa Müslüman hizmet grupları arasındaki birliğin önemini, hem İslâm adına, hem de Türkiye'nin dirliği adına olmazsa olmaz bir şart olarak görmekle birlikte, birleştirme havarisi gibi, uğranılan her şahsa "gelin, birleşelim" demenin münasebetsiz bir teklif olacağını da belirtir. Özellikle bu teklif, kendi anlayışına davet edası içinde ifade ediliyorsa, bunun bütün bütün bir saygısızlık olduğunu hatırlatan Gülen, böyle bir tutumun, en hakperest insanlarda bile grup hamiyetini tahrik etmekten başka bir işe yaramadığını ve yaramayacağını bilhassa vurgular. Bunun gibi, "belli bir grup karşısındaki toplanmalar ya da düşmanlık duygularıyla bir araya gelmeler, saldırmış veya saldırılmış olma ruh hâleti içindeki derlenmeler, hissî birleşmelerin gelip geçici dalgalanmalarından ibarettir" diyen Gülen, günümüzde daha çok hissî birlik ve kardeşliğin söz konusu edildiğini belirtir ve anlaşmanın, uzlaşmanın her şeyden evvel bir akıl ve mantık işi olduğunu vurgular.
Gülen'e göre, gruplaşma hissi insanın fıtratında vardır ve farklı düşünce ve anlayış, farklı yaratılmış olmanın neticesidir. Yaratan böyle dilemiştir ve bunda da rahmet ve hikmet söz konusudur. Ancak şeriat-ı fıtriyedeki, yani yaratılıştaki ve kâinattaki âhenk ve intizamı, beşer kendi iradesiyle temin etme mecburiyetindedir. Makro âlemde cebrîlik, insanlık âleminde ise "şart-ı âdi" çerçevesinde irâdîlik hükümfermâdır. İlk varoluş bir ihsan ise de, sonraki her ihsan bir sebebe dayanmaktadır. Bu bakımdan, içtimaî birlik ve beraberlik adına ilk şart, vicdanların içtimaîleşmesi ve gönüllerde mürüvvet ve insanlık sevgisinin mayalanmasıdır. Bu da, ilim ve irfanın, hoşgörü ve müsamahanın yaygınlaşmasıyla mümkün olabilir.
Gülen, bu ilk şarttan sonra, sağlıklı bir birlik adına şu noktalara dikkat çeker:
Her şeyden evvel, temel esaslarla alâkalı olmayan farklı düşünceler normal kabul edilmeli ve millet fertleri, farklı gruplar ve toplumun farklı katmanları arasında, en azından bir yabancıya karşı takınılan sunî nezaket kadar olsun bir nezaket ve saygı gelişmelidir.
Başkalarını küfür ve dalâlet içinde görmek ya da günahkâr saymak, hem faydasız, hem de tehlikeli bir anlayıştır. Herkes kendi çizgisini anlatma, tanıtma ve tavsiye ile meşgul olmalı ve onun muhabbetiyle yaşamalıdır. Bu yol, aklın ve mantığın yolu olduğu gibi, iman ve Kur'ân'ın da gereğidir. Bu yolda, "herkes kendi mesleğinin sevgisiyle hareket eder, diğer gruplara husumet beslemez. Onlara yönelteceği tenkitler, yıkıcı, kırıcı ve küstürücü değildir. Kendi grubunun itibar kazanmasını öbürünün iptal ve tezlilinde aramaz. Onu da bir kardeş bilir ve kusurlarını araştırmaz. Fazilet ve başarılarını gördüğü zaman takdir eder ve sevinir."
Gönüllerle Konuşmak ve Çatlayan Rüya
Fethullah Gülen, 1994 ortalarından itibaren toplumda oluşmaya başlayan uzlaşma, hoşgörü ve diyalog havasından son derece memnun ve ülkenin geleceği adına ümitliydi. Ne var ki o, yukarıda geçtiği gibi, ülke içinde bu havadan rahatsız olanların bulunabileceğini de hatırından çıkarmıyordu. Nitekim, ülkenin daha sonra içine sürüklendiği kaos sürecinde bu hava neredeyse bütünüyle kaybolduğu gibi, geçmişleri ve sicilleri itibariyle devlet ve rejim düşmanlığından başka bir şöhretleri olmayan, çok ciddi yolsuzluk ve yurt dışı bağlantısı zanlısı, İslâm'ın her türlü tezahürüne karşı bazı kesimlerle, çıkarlarını, geleceklerini ve ikballerini ülkenin sürekli kavga ortamında bulunmasında arayan bir takım merkezlerin, bir kısım medya desteğini de yanlarına alarak tezgâhladığı, mahiyet ve niteliğine önceden kısaca temas ettiğimiz bir kaset operasyonuyla da Fethullah Gülen, eli-kolu bağlı hale getirilmek istendi. O, bütün samimiyetiyle başlattığı ve dünyanın, özellikle Türkiye'nin ekmek, su ve havadan daha fazla ihtiyaç duyduğu toplumsal uzlaşma ve sosyal barışın dinamitlenmesini "çatlayan rüya" olarak niteledi ve bu konuda duyup yaşadığı hicranı, daha sonra satırlara dökme yolunu seçti:
Milletçe birbirimize karşı saygının, sevginin, insanî münasebetlerin yeniden canlandığı yakın geçmişteki o kısa dönemde, bir baştan bir başa bütün ülkede her şey daha bir farklı görünüyor ve daha bir sıcak hissediliyordu. Ara sıra bir kısım münasebetsiz ve can sıkıcı sesler duyulsa da, toplum hemen her kesimiyle âdeta bir nevruz heyecanı yaşıyor ve upuzun yaz rüyaları görüyordu.
Hemen hepimiz, hatıralardaki altın günlerimizi, bugünler içindeki kendi şive ve kendi edamızı yeniden bulmuş gibi pürneşe, birbirimizle kucaklaşıyor, koklaşıyor; birbirimizden haberdar olmanın, birbirimize kavuşmanın, hattâ birbirimizi bir kere daha keşfetmenin inşirahlarıyla hep sevgi türküleri söylüyorduk. Hülya ve rüyalarımızda her gün biraz daha derinleşen sevenler ve sevilenler dünyasından pırıl pırıl renkli fotoğraflar, her yerde teneffüs edilen sımsıcak hava, her yanda tüllenen derin bir şefkat ve merhamet, yürüyorduk kinin, nefretin bulunmadığı-bulunamayacağı günlere. Yakın geçmişimiz itibarıyla, milletçe bir türlü gerçekleştiremediğimiz sevgiyi sevme, nefretten nefret etme ve sinelerimizdeki düşmanlık duygusuna karşı tavır alma istikametinde ümitle, iştiyakla durmadan koşuyor ve kendimiz olmaya çalışıyorduk.
Yakın geçmişimiz itibarıyla biz, işte böyle bir diyalog vetiresi içinde hep günlerin bahara kaydığını görür gibi oluyor; yeşeren ümitlerimizle kendimizden geçiyor ve bu ince, nazlı, yumuşak havanın, toplumun hemen bütün kesimlerince benimsenip yaşanabileceği hülyalarıyla oturup kalkıyor; her hamleyi az ilerideki sevgi günlerinin şafak emareleri gibi değerlendiriyor ve âdeta bir "şeb-i arûs"a hazırlanıyormuşçasına seviniyor, heyecanlanıyor, ümitlerimizin ufkuna doğru kanat çırpıyor ve gönüllerimizin zarını yırtacak seviyedeki bir neşe ve cûşişle yitirdiğimiz saatlerin, günlerin bize iade edildiğini/edileceğini duyar gibi oluyorduk.
Keşke böyle bir vetireyi ümit, hayal ve beklentilerimizdeki enginlik ve zenginliğiyle devam ettirebilseydik.! Aslında ettirilmemesi için zahiren hiçbir sebep de yoktu. Yoktu ama, doğrusu biz bu konuda ümit ve hayallerimizin çok çok gerisinde kalmıştık; kalmış ve her şeyi iyimserlik, hoşgörü ve hüsnüzanna bağlı değerlendirerek pusuda fırsat kollayan kini, nefreti, gayzı, öfkeyi, bağnazlığı, yobazlığı bütün bütün düşünemez olmuştuk; mâzur da sayılabilirdik; zira bizler medenî bir dünyada, aydınlar arasında tarihten kalma bu melûn düşüncelerin bütünüyle ölüp gömüldüğünü; iyiliklerin, güzelliklerin, faziletlerin ve evrensel değerlerin peşi peşine "ba'sü ba'de'l-mevt"lerinin yaşandığı bir dönemde bunların bir daha da hortlatılamayacaklarını sanıyorduk... Keşke yanılmamış olsaydık!. Ne var ki biz, insanlara saygıya ve hüsnüzanna takılarak yanılmıştık...
Bir daha dirilmez sandığımız bütün kötü duygular, kötü tutkular yeniden hortlamış ve birer gulyabâni gibi her köşe başını tutmuştu; işte bu duygu ve tutku sergerdanları, bir Karmatî hezeyanıyla her şeye saldırıyor, bir Haricî mantığıyla her şeyi ve herkesi kesip-biçiyor; bir anarşist tavrıyla her şeye tecavüz ediyor; kinin, nefretin, gayzın, öfkenin güdümünde vahşetten vahşete koşuyor; sevgiye, hoşgörüye uzanan köprüleri yıkıyor, yolları harap edip yürünmez hale getiriyor, seven ruhları sindiriyor, sevgiyle çarpan sinelere şiddet, hiddet aşılıyor; çevresine şefkatle bakan çehrelerdeki tebessümleri karartıyor ve değişik çevre ve kesimlerin birbirleriyle olan iltisak noktalarını kırıyor, yıkıyor; onlar arasındaki birlik ruhunu kesiyor, biçiyor, parçalıyor ve ulaşabildiği bütün gönüllere düşmanlık tohumları saçıyorlardı..
Evet, bunlar, önce, toplumu teşkil eden fertlerin birbirlerine karşı güvenlerini sarsıyor; milletin değişik kesimleri arasına sûizan ve kuşku tohumları saçıyor; sonra da hoşgörü temsilcileri hakkında akla-hayale gelmedik iftira ve tezvirlerle, onların en samimî davranışlarını dahi evirip-çevirip hiç olmayacak bir kısım gayelere, hedeflere bağlayarak bütün hayırlı işleri âdeta kundaklıyorlardı. En olumlu gayretler etrafında şüpheler uyarıyor; diyalog adına ortaya atılan tekliflerde başka maksatlar arıyor; en yararlı sözleri, beyanları sağa-sola çekiyor, bölüyor, parçalıyor, montajlarla farklı kalıplara ifrağ ediyor ve tahribin en utandırıcı örneklerini sergiliyorlardı.
İşte bu şeytanî gayretler, millet çoğunluğu üzerinde müessir olmasa da, öteden beri hayatını şiddete, hiddete, kine, nefrete bağlamış ve düşmanlıktan başka bir şey düşünmeyen marjinal bir kesimi ayaklandırmaya yetmişti. Ayaklandılar ve "hoşgörü", "diyalog", "sevgi", "herkesi kendi konumunda kabul etme" ve "kavgasız bir dünya".. gibi kavramlara karşı âdeta savaş ilân ettiler. Yüreklerdeki ümitleri sarstı, insanların birbirine karşı güven ve itimadını yıktı, toplumun değişik kesimlerini birbirine bağlayan esasları parçaladı, dağıttı ve yerle bir ettiler.
Herkesi aldatamadıkları, her sineye giremedikleri, her dimağda şüphe uyaramadıkları ve çoğunluğu iğfal edemedikleri muhakkaktı; ancak bu kesme-biçme, bölme-parçalama ve her şeyi hurdahaş etme gayretleri tamamen de neticesiz kalmamıştı. Eski kavgalı günlerden henüz sıyrılmış bulunan ve fakat durduğu yerde biraz da iğreti duran pek çok kimse, yeniden sarsılmış ve bunların hoşgörü çağrılarıyla alâkalı bütün duyguları, düşünceleri alt-üst olmuştu. Bu da, yıllardan beri kardeşlik, dostluk ve diyalog adına ortaya konan gayretlerin heba olması ve bu çizgide gayretlerle gerçekleştirilmesi muhtemel diyalog ve barışa giden yolların muvakkaten de olsa yürünmez hale gelmesi demekti...
Şimdilerde ben, bugüne kadar yapılan onca güzel iş ve gayretin baltalanmasını ve onca olumlu gelişmenin tahrip edilmesini ruhumda olsun duymamak için, olup bitenler ne zaman aklıma gelse, hayalimin yüzünü başka tarafa çeviriyor ve realitelerden kaçarak hafakanlarımı bastırmaya çalışıyorum. Doğrusu şu anda, kalbimde sıkışmalar hasıl eden, tansiyonumu yükselten, vücudumda tavattun etmeye karar vermiş hastalıklara taarruz gedikleri açan böyle öldürücü hayallere karşı yapacak başka bir şey de düşünemiyorum. Ne var ki, ben onlardan ne kadar uzak durmaya çalışsam da, yine de olup bitenler, herhangi bir boşluktan sızıp düşünce dünyamın içine giriyor, bazen bir zehirli ok gibi kalbime saplanıyor; istemediğim halde zihnime akan bu meşum bilgilerle inliyor, kıvranıyor ve kim bilir günde kaç defa Rabbime el kaldırıyor, "Rabbenâ feracen ve mahracen!" deyip sızlanıyorum...
Kardeşlik ve dostluğa açık o sımsıcak günlerin, şimdilerde uçmuş renklerini, gönüllerde soldurulmuş nakışlarını, karartılmış ufuklarını her tasavvur ve tahayyül edişimde, ölüme yürüyen bir insanın çehresini ya da inkıraza yüz tutmuş mâil-i inhidam bir binanın halini temaşa ediyor gibi oluyor ve hiçbir şey yapamamanın çaresizliği içinde sadece inleyerek tepkimi ortaya koyuyor ve gönlümü bununla serinletmeye çalışıyorum.
İddialar mesnetsiz olsa da, taarruz insafsız, koparılan gürültü korkunç, kampanya planlı, komplo şeytanî ve bütün bu hareketlerin hedefi de dostluk, kardeşlik ve sevgiydi. Toplum ne kadar sağduyulu hareket etse de, gönüllerden birçok şey kopup gitmiş ve değişik kesimlerin birbirlerine karşı güveni büyük ölçüde sarsılmıştı. Bu korkunç gürültü ve yaygaradan sonra artık, insanlar eskisi gibi birbirini sevemeyecek, birbirine güvenemeyecek, gönül rahatlığı içinde bir araya gelemeyecek, gelseler bile birbirlerini yürekten kucaklayamayacaklardı. Otel lobileri ya da değişik toplantı salonları artık tebessüm alış verişi göremeyecek, insanlar gönülden birbirlerinin elini sıkamayacak, sineler şefkatle çarpamayacak ve o sımsıcak günler bir garip Şubat soğuğuna yenik düşecekti. Demek ki, artık gönül kapıları o eski sıcaklığıyla herkese aralanamayacak, gözler tebessüm cimriliğine gidecek, dudaklar da sevgi mırıldanmayacaktı.
Sanki, gelecek adına görülen rüyalar bitmiş, birlik-beraberlik hülyaları yıkılmış, sinelerdeki ümit ışıkları sönmüş, emniyet soluklayan nefesler susmuş/susturulmuş, her şey endişe verici bir sükûta teslim olmuş gibiydi... Ben her gün birkaç kere hayalimle bu ürperten resimleri seyrediyor ve kırılıp dökülen, parçalanıp sağa-sola saçılan sevgi, beşerî münasebetler, hoşgörü, diyalog ve birbirimizi anlama... gibi kazanılmış güzelliklerin horlanıp hakir görülmesi karşısında iki büklüm oluyor ve inliyorum: iki büklüm olup inliyorum çok ciddi gayretlerle elde edilen başarıların altının oyulmasına; o sevgi atmosferinin delinip yırtılmasına, toplumun değişik kesimleri arasında yeniden kavgaya start verilmesine; kinin, nefretin mergup bir meta gibi gelip baş köşeye oturmasına; sevginin, merhametin, şefkatin ve bunlara bağlı olarak da gelecek adına ümitlerimizin kapı kapı kovulmasına; sinelerde uykuya yatmış düşmanlıkların bir kere daha hortlatılmasına... Evet, bütün bunlar karşısında kaddim bükülüyor; kendimi âdeta öldürülmüş bir sürü güzel şeyin mezarı başında tahayyül ediyor, acıyla kıvranıyor ve ürperiyorum. (Sızıntı, Nisan 2001)
Fethullah Gülen, girdiği süreçte ümitlerini insanın gerçek, yani insanî yanına bağlamış, Müslümanlığı sebebiyle herkesi iyi ve güzel görme 'hata'sına (!) düşmüştü; bununla birlikte o, yine aynı şekilde davranacağını, kimse ile şahsî bir meselesinin olmadığını, ölümü gülerek karşılayacağını, celâlden gelen cefayı, cemalden gelen vefa ile bir bileceğini, Allah'a ait hukuka ve Allah'ın insanlara muamele şekline tabiî ki karışamasa da, kendisine ait hiçbir haktan dolayı kimseden davacı olmayacağını, hem de söz vererek tekrarlıyordu:
Biz, bir sürü garip, yıllardan beri insanları bir kısım farklı sâiklere bağlı dış yüzlerindeki hırçınlıkları ile değil, iç âlemlerindeki o lâhûtî genişlikleri, o canlı sükûnetleri, o aktif âhenkleri ve her zaman iyileşmeye açık yanları ile görmek, kabul etmek istedik. Daha başka türlü düşünmemiz de mümkün değildi; zira Müslümanlığın âmir hükümleri de bunun böyle olmasını gerektiriyordu ki, bu, aynı zamanda onun evrenselliğinin ifadesiydi. Biz de, her zaman onu böyle duymaya, böyle hissetmeye ve bütün mülâhazalarımızı onun bu esprisine bağlamaya çalıştık. Öyle ki, bir yandan kendi dinimize, kendi hayat felsefemize sımsıkı sarılırken; diğer yandan da başka dinî telâkkilerin, felsefî görüşlerin mevcudiyetini birer realite olarak görüp, "herkesi kendi konumunda kabul ve herkese saygı" sloganıyla sürekli beraber yaşamanın yollarını araştırdık. Bu temel felsefeye bağlılık sayesinde de hiç kimseyi, din, iman, mezhep ve düşünce farklılığı gibi hususlardan ötürü hor görmedik, incitmedik. Onca tecavüze uğradığımız, ısırıldığımız, tahkire, tezyife maruz kaldığımız halde mukabelede bulunmadık; hem de bir hayli mukabele sebebi olmasına rağmen mukabelede bulunmadık; bulunmadık ve her türlü şetme, şamataya "eyvallah" deyip, "mukabele-i bilmisil"e zalimce bir kaide nazarıyla bakarak, insanlardaki daimî keramet ve şerefi, onların muvakkat kin, nefret, gayz ve vahşetlerine feda etmeyi hiç mi hiç düşünmedik. Bu duygu, bu düşünce ve bu anlayışımızı herhangi bir iltibasa meydan vermeyecek şekilde ifade edebilmek için, yer yer başlarımızı, kaldırım taşları gibi, insanî duygular taşıdığına inandığımız hemen herkesin ayaklarının altına koyduk. Böyle bir tavır hazm-ı nefis adına olması tevazu ve mahviyettir; ve bu şekilde davranırken, şayet dinimiz adına zillet gösterip, bilmeyerek günahlara girmişsek, onu da Allah affetsin! "İnsana saygı" deyip inledik ve kimse varlığımıza takılıp tereddüt yaşamasın diye de, hep hüma kuşu gibi sadece gölgemizle varolma yolunu seçtik. Gönüllerini hoş tutmaya çalıştığımız, düşüncelerini saygıyla karşıladığımız ve her fırsatta yüzlerine tebessümler yağdırdığımız kimselerden de, insanca davranmalarını ümit etmenin ötesinde herhangi bir beklentiye girmedik.
Yıllar ve yıllar boyu hep bu derûnî hislerle sevgi kurnalarımızı sonuna kadar açık tutarak, belli bir zaman dilimi itibarıyla kinle, nefretle, düşmanlıkla, gayzla, komplo duygusuyla kirlenmiş bir zeminde muhabbet fidelerinin çoğalıp, gelişip her yanı saracağı hülyalarına kapıldık. Aynı hülyaları bizimle paylaşan toplumun büyük çoğunluğu da, bu gönülden çığlıklara ses verdi ve milyonlar, bu masmavi mefkûrenin büyüsüne kapılarak, her yerde sevgi mırıldanmaya başladı. Öyle ki, bu sevgi sağanağı zarûret ölçüsünde bir beklentiye bağlandığından, başlangıçta küçük bir iki sızıntıdan ibaretken, zamanla bir çağlayana dönüştü; dönüştü ve hemen her kesimin ümit dünyasında yepyeni bir dirilişin remzi olarak anılır oldu.
Kendi kendimize seviniyor ve çok yakın bir gelecekte, halâ insaniyetinin şuurunda olan kimselerin, gönüllerine Cibril'in kanatlarından tüyler takarak, meleklerin uçuşup durdukları iklimlere ulaşacaklarını ve dünyaya ruhtan, manâdan bestelenmiş yepyeni bir ses duyuracaklarını bekliyor ve sabırsızlanıyorduk; içinde kavga hırıltıları olmayan, yalana, iftiraya, tezvire, karalamaya bütün bütün kapalı, göklerin en üst tabakalarından yepyeni bir ses...
Ama ne acıdır ki, tabiatları düşmanlığa, tecavüze, anarşiye, iftiraya kilitlenmiş marjinal bir kesim, güçleri ve tesirlerindeki fevkalâdelikleri tahrip yanlısı olmalarında ve çığırtkanlıklarında marjinal bir kesim, gulyabanîler gibi yolları tuttu ve kendi aklıyla hareket etmeyen bir kısım mütehayyir ve müteredditleri de yanlarına alarak, kendi yaptırdıkları anket neticelerine göre toplumun 100'de 85, hattâ 90'ının çok olumlu bulduğu bu mübarek süreci kundaklamaya kalktılar. Onunla da yetinmeyip, bu bir fırsattır diyerek dine hücum etti ve bütün dindarları karaladılar. Hemen herkesi bir ideolojinin insanı gibi göstererek, kimini dinci - o da ne demekse - adı altında, kimini de bir tarikat mensubu gibi göstererek irtica çığırtkanlığıyla her yerde fitne ateşleri yaktılar. Tutup tutmaması ayrı bir konu:
Zalimin zulmü varsa, mazlumun da Allah'ı var;
Bugün halka cevretmek kolay, yarın Hakk'ın divanı var.
Sükûtumuz, üslûbumuza emanet; misliyle mukabele, bizim kitabımızda zalimce bir kaide; dövene elsiz, sövene dilsiz davranma, vicdanlarımızla aramızdaki mukavelenin gereği... Ne yapalım, Allah, ısırmak için bir diş, parçalamak için de vahşî bir pençe vermemiş, elimizden bir şey gelmez ki...! Ayrıca, herkes kendi karakterinin gereğini sergiler; karakterimize rağmen farklı bir tavır takınmayı kendimize karşı saygısızlık saydık ve böyle bir saygısızlığı irtikap etmemek için, gürül gürül konuşacağımız yerde sadece yutkunmakla iktifa ettik.
Aslında, bizim şuna-buna mukabelede bulunmamıza da ihtiyaç kalmamıştı; zira onca yaygaraya rağmen, toplumun 100'de 80 küsuru, yapılanları birer çığırtkanlık olarak görmüş ve soylu bir millete yakışan o muhteşem tavrını bir kere daha ortaya koymuştu; koymuş ve bizi üslûbumuza aykırı hareket etme mecburiyetinde bırakmamıştı. Biz de, son bir kez daha "cebrî lûtfî", kendi afv u safh çerçevemizde kalarak, herkesi sevgiyle kucaklama ahd ü peymanımızı bozmamış oluyorduk.
Evet, son bir kere daha bazıları, kendi ruh atlaslarını ortaya koymuş, biz de, kendi ledünniyatımızı ifade edebilme fırsatını bulmuştuk. Bundan sonra da hep böyle davranacak ve karakterimize saygılı olmaya çalışacağız. Üç beş günlük bir dünya için baş yarmayacak, göz çıkarmayacak, kem söz söylemeyecek, gönül kırmayacak ve Yunus edasıyla herkese sevgi çağrısında bulunacağız; bulunacak ve milletimize karşı münasebetlerimizde hep şu sözlere bağlı kalacağız: "Senelerden beri çektiğim bütün ezâ ve cefâlar, maruz kaldığım işkenceler, katlandığım musîbetler, hepsi de helâl olsun!. 80 küsur senelik hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, memleket hapishanelerinde geçti. Aylarca ihtilâttan men edildim. Divan-ı Harplerde bir câni gibi muamele gördüm. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlere ve zindanlarda bana yer hazırlayanlara hakkımı helâl ettim." Evet, ben de bir mü'min olarak, bu duyguları paylaşacağıma söz veriyorum. Kimseye küsüp darılmayacağıma söz veriyorum; ölümü gülerek karşılayacağıma söz veriyorum; celâlden gelen cefayı, cemalden gelen vefa ile bir bileceğime söz veriyorum. Allah'a ait hukuka karışamam ama, bana ait hiçbir haktan dolayı kimseden davacı olmayacağıma söz veriyorum. (Sızıntı, Ekim 1999)
Bütün olup bitenlere rağmen, Fethullah Gülen, toplumsal uzlaşma ve sosyal barıştan gelecek adına yine de ümidini kesmiş değildir:
Ne var ki, olup biten bunca kemlik, bunca kötülük ve bunca vefasızlığa rağmen halâ o günlerin avdet edeceğini gösteren ve onları bize geri veriyor gibi görünen saatlerin emareleri de başımızın üstünde. Yarısı uçurulmuş bir bina veya eksik kalmış bir mısra gibi imara azmi şahlandıracak, kalemi bir kere daha coşturacak bir hayli ışık var geçtiğimiz yollarda. Yıkılıp giden, sökülüp atılan o ümit dünyasından geriye kalan her parça bize, "Allah'a dayan, sa'ye sarıl, hikmete râm ol.../Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol." (Âkif) diyor gibi. Gerçi mevcut durum, bir yıkık rüyaya benzeyen haliyle bana oldukça dokunuyor ve yapılanlar çok gücüme gidiyor; ama yürüdüğümüz yol millet yolu olduğuna göre, neye maruz kalırsak kalalım, başımıza gelen her şeyi sabırla, tevekkülle karşılamaya kararlıyız. Gönül gözlerimizle milletimizin mutlu yarınlarını süzerek, yaşatma zevkiyle hasret ve hicranlarımızı tadil edip, yolda bulunmanın hakkını vermeye çalışacağız.
Bir kısım yobazca düşünceler, yürüdüğümüz yolları yürünmez birer patika haline getirse de, halâ her tarafta salınıp duran yeşillikler, gönüllerimizde yol yürüme heyecanı uyaran yol arkadaşları, insanî duygularıyla diyaloga açık sineler, el sıkışmasını, kucaklaşmasını ve etrafına tebessümler yağdırmasını devam ettiren gönül insanları, günahını bilen vicdanlar, hatalarına pişmanlık duyan ruhlar, geleceği mantık ve muhakeme üzerine bina etmek isteyen dimağlar mevcudiyetlerini devam ettirdikleri sürece, ruhumuzun sarsılan sistemlerini yeniden derleyip toparlayacak ve "yeni baştan" deyip herkesi sevmeye devam edeceğiz.
Şimdilerde hemen her yanda duyulan o sunî ağıtların, solgun nefeslerin pörsüttüğü duygular, düşünceler, mevsimi gelince yeniden canlanacak ve her yanda bir kere daha bahar nârâları duyulacaktır.
Ben bunca yıkılış, kırılış ve dökülüş karşısında imanımın gereği olarak bir gadr u efgânı, bir azim ve diriliş duygusunu dile getirmeye çalıştım. Beklentilerimin, Hz. Kâdiyü'l-Hâcât dergâhında birer dua yerine geçeceği ümidini besliyorum. (Sızıntı, Nisan 2001)
Ali Ünal, Bir Portre Denemesi, Nil Yayınları, İstanbul, 2002
Ergün, Abdullah, Medya Aynasında Fethullah Gülen, Merkür Yayınları, İstanbul 1999
Sönmez, İ. Adil, Fethullah Gülen Gerçeği, Kaynak A.Ş. İzmir 1998
- tarihinde hazırlandı.