Fethullah Gülen'in Aksiyonunda Temel İlkeler
Fethullah Gülen, aşağıda ayrı başlıklar halinde ele alınacağı gibi, ister eğitim alanında, ister hoşgörü-diyalog alanında, isterse zihnî ve kalbî eğitim alanında olsun, aksiyon adına bir takım temel ilkelerin üzerinde önemle durur. Bunları, belli başlıklar altında şu şekilde özetleyebiliriz:
Hedefe Sadece Allah'ın Rızasını Yerleştirme: İhlâs
'İnanan insanlar, her şeylerini Allah'ın rızasını kazanma etrafında bir dantela gibi işlemelidirler. Kaldı ki, zaten aksi düşünce, (haşa) Allah ile pazarlık manâsına gelir. Yani 'ben bu şekilde çalışırsam, idarî sistem de böyle böyle olur ve olmalı..' gibi, kulluk anlayışına olabildiğince ters, yakışıksız şeyler içine girilir. Ve tabii ki, bir kere böyle bir fasid daireye giren insanın da artık ondan kurtulması çok zordur' (Prizma 1, 84-5) diyen Fethullah Gülen'e göre insan, yaptığı her işte Allah'ın rızasını kazanmayı hedef almalı; yani her yaptığını Allah için yapmalı, ondan dünya adına en küçük bir çıkar, tanınıp-bilinme, kendisinden bahsedilme gibi gayeler beklememelidir. Bunun adı, İslâmî literatürde ihlâstır. Eğer, özellikle din adına yapılan bir işte ihlâs yoksa, yani o işte sadece Allah'ın rızası gözetilmiyorsa, o işle beklenen gayeye ulaşılamayacağı gibi, o işte başarılı bile olma, kişiye âhireti adına hiçbir şey kazandırmayacaktır. Gülen, bu konuda şöyle der:
Hedefte Allah'ın rızasının olması, her mü'min için bir kemal meselesidir. Ve bu konuda ölçü şudur: İnsan, yaptığı her şeyi emredildiği için yapmalı, her işinde Allah'ın hoşnutluğunu hedeflemeli ve yapılan işlerin neticesini de burada değil, ötede beklemelidir. İşte halis kulluk!. Bütün mesele de bu kulluğu yakalamaktır. Böyle bir kulluk için halis niyet şarttır. Niyet, yani belli bir düşünceye programlanmak, bazen amelden de öte tesirli bir iksirdir. Mükemmel niyet, mükemmel insanların şiarı; avam için ise zorlardan da zor bir gaye. Elbet insan kendini zorlamalı.. olabildiğince zorlamalı ki, niyetle aynı çizgide, hattâ ondan da öte imana ermek ve bu imanla rıza makamını elde etmek mümkün olabilsin. Şahsî çıkarlardan arınmak, menfaat düşüncelerini kafadan çıkarıp atmak, tenperverlikten (rahat düşkünlüğü) sıyrılmak ve daima ruhu kanatlandırıcı ideallerle meşgul olmak.. ve bunlardan da önce, Allah'ı bilip tanımada her an ayrı bir marifet peteği örmekle meşgul oluyor gibi fikrî, ruhî ameliyede bulunmak, işte rızaya ulaştıracak vesilelerden sadece birkaçı.! Rıza, makamların en büyüğüdür ve Peygamberâne bir azim ister. Yani bütün mülahazaları kafadan çıkarıp atma ve hayatı Cenâb-ı Hakk'ın hoşnutluğuna göre planlama, dizayn etme. İşte rıza ve işte rızadan gaye..! (Fasıldan Fasıla 2, 30-31)
Görevi Yapıp, Neticeyi Allah'a Bırakma
Fethullah Gülen, insana düşenin, neyi yapması gerekiyorsa hâlis niyetle onu yapması ve neticeyi Allah'a bırakması olduğu üzerinde de hassasiyetle durur. Ona göre, yapılan işlere şahsî kaprisler ve arzular karışmamalı, yapılması gereken ne ise ve nasıl yapılması gerekiyorsa, o iş o şekilde yapılmalıdır. Eğer insan, işe kendi arzu ve kaprislerini karıştırırsa, hataya düşebilir, niyetindeki duruluk bozulabilir ve neticede ortaya bir kaos çıkar.
İkinci olarak, başkalarına hidayet verme, onların düşünce, davranış, inanç ve yaşayışlarını değiştirme insanın elinde değildir. Kalpler, Allah'ın 'Eli'ndedir; hidayet eden, insanları doğruya yönelten O'dur. Fakat burada insana düşen bir görev vardır ki, o, cihad ve tebliğ konusunda üzerinde durulduğu gibi, doğru olan mesajı başkalarına götürmek için meşru olan her yolu kullanmalıdır. Bundan sonrası Allah'a kalmıştır: O, dilerse, karşıdakilerin kabiliyeti varsa, mesajı onlara kabûl ettirir, dilemezse, karşıdakilerin kabiliyeti, o konuda bir iç yönelişi yoksa, kabûl ettirmez. Kur'ân-ı Kerim'de, bu konuda Peygamber Efendimiz'e bile, 'Sen, sevdiğine hidayet veremez, onu doğruya iletemezsin; fakat Allah, dilediğine hidayet verir' (Kasas/28: 56) buyurulur. Gülen'e göre, nice peygamberler, mantık ve muhakeme, ilham ve vâridat (kalbe doğuş) insanları gelip-geçmiştir ki, arkalarından bir-iki kişi ya gitmiş ya da gitmemiştir; 'zira iman, kulun kalbinde Allah'ın yaktığı bir ışıktır ve bunu yakmak da sadece ve sadece O'na aittir.. evet onu ancak O yakar. Kimse, başka türlü düşüncelerle, vehimlerle ve ileriye dönük beklentilerle bu işi bulandırmamalıdır.'
Evet, insan kendine düşeni yapmalı, Cenab-ı Hakk'ın işine karışmamalıdır. Toprağa tohum atmak insan görevi, ona güneşin ısı ve ışığını gönderme, ona neşv ü nema verme ise Cenab-ı Hakk'ın işidir. (Fasıldan Fasıla 1, 102).
Gaye ve Vasıtayı Çok İyi Belirleme
Fethullah Gülen, her işte ve hamlede, önce hedef ve maksadın çok iyi belirlenmesi gerektiğini belirtir. Yukarıda ifade edildiği gibi, her insanın hedefinde, öncelikle Yüce Yaratıcı ve O'nun hoşnutluğu olmalıdır. Yoksa, araya çeşitli putların girmesine, batılın hak görünmesine, heva ve hevesin fikir suretine bürünmesine ve gaza namıyla cinayetler işlenmesine gidilebilir...
Hakk'ın hoşnutluğu istikametinde yapılan işlerin zerresi güneş, katresi derya ve bir ânı ebedler kıymetindedir. Vesile ve vasıtaların kıymeti, maksada ulaştırıcılığı ve ulaştırmadaki arızasızlığı ölçüsündedir.
İslâm, gayeye giden her yolu meşru görmez; gaye meşru olduğu gibi, ona giden yol da meşru olmalıdır. Gayr-ı meşru yol, insanı hedefin aksine götürür. Dolayısıyla, bir Müslüman, hedefe varacağım diye her yolu deneyemez. Önemli olan, gerekeni gerektiği şekilde ve meşru çerçevede yapmaktır. Vasıta, meşru olmanın da ötesinde, hakka saygıyı ve hakikat düşüncesini geliştirici özellikte olmalıdır. Ayrıca, zamanla gayenin unutulup, vasıtalarda boğulma da söz konusu olabilir ki, bu, yolda yürüme adına büyük bir tehlikedir. Bir mimarî şaheseri olarak bir mabet yapılabilir; fakat bu, kubbesi altında bir araya gelen cemaatte sonsuzluk düşüncesini mayalamıyorsa, değeri ancak maddî yapısı ve malzemesi kadardır. Bir okul, öğrencilerini ümit ve inançla şahlandırmıyor, bilgi ile kanatlandırmıyorsa, o, ancak insanın yolunu kesen bir tuzak olabilir. Büyük küçük her müessese kurucusu, o müessesenin kuruluş gayesini, varoluş hikmetini sık sık hatırlamalıdır ki, iş hedefinden saptırılmasın ve semereli olsun. Hedef ve kuruluş gayesi unutulmuş mabetler, yuvalar, okullar, tıpkı yaratılış gayesini unutan bir insan gibi, kendi zararına ve ters bir çizgide işler durur.
Gülen'in üzerinde önemle durduğu bir diğer nokta, insan, düşünce tekelciliği ile, doğruyu yalnızca kendinde ve kendisiyle aynı düşüncede olanlarda görmemeli, başka düşüncelere de hayat hakkı tanıyıp, onları da mutlaka nazara almalıdır. Özellikle, aynı inanç, aynı duygu ve düşünceyi paylaşan insanlara karşı duyulan kin ve nefretler, hedef ve gaye düşüncesinden mahrumiyetten başka bir anlam ifade etmez. Kâinatın çarkının kendi bozuk hendesesine göre dönmesini düşünenler, nefsin âzat kabul etmez kölelerinden başka bir şey değildirler. (Ölçü ve Yoldaki Işıklar, 193-94)
Müsbet Hareket ve Reaksiyoner Değil, Aksiyoner Oma
Yukarıda da değinildiği gibi, Fethullah Gülen, reaksiyonerliğe, yani tepkiciliğe şiddetle karşıdır. Ona göre, reaksiyoner hareketler, karşı tarafın nefretiyle oturup-kalkmaya, buğz ve kinle hareket etmeye sebep olur. Bu hareketler, birer gayr-ı memnunlar hareketi olup, arkada ancak hasret, hicran ve enkaz bırakır.
Gülen, 'bu milletin bugünü ve yarını adına ne yapılırsa yapılsın, tahrip hesabına olmamalıdır ve ne olursa olsun, bu ülkenin birlik ve dirliğine zarar vermemelidir. Yani yapalım derken, nesiller boyu tamir edilemeyecek yıkmaların içine girilmemelidir. Aksi takdirde, hem maksadımızın aksiyle tokat yer, hem gelecek nesillerin lânet ve nefretine uğrar, hem de ukba adına çok şeyleri kaybedebiliriz' uyarısında bulunur.
Reaksiyoner veya tepkici değil aksiyoner olmanın, bir başka ifade ile, yapılması gerekeni yapma, inşa ve tamir ile meşgul olup, asla tahriple uğraşmamanın adı 'müsbet hareket'tir. İşte bu esas, Gülen'in aksiyonunun en önemli özelliklerinden biridir. O, sık sık, 'Ey iman edenler! Size düşen, kendinize bakmanız, ne yaptığınızı, ne ile meşgul ve ne durumda olduğunuzu kontrol etmenizdir. Siz, doğru çizgide olduğunuz sürece, sapıp gidenlerin sapması size zarar vermez' anlamındaki Maide Suresi 105'inci âyeti okuyarak, müsbet davranışı hatırlatır ve 'Önemli olan ve yapılması gereken, karanlığa sövmek değil, bir mum yakmaktır' der. (Prizma 1, 83-4; Ruhumuzun Heykelini Dikerken, 33)
Kolektif Şuur ve Meşveret (Danışma)
Fethullah Gülen için, kolektif şuur ve meşveret (danışma), herhangi müsbet bir hareket için vazgeçilmez öneme sahiptir. O, kolektif şuuru, şahsî çıkarları yerine toplumun menfaatlerini düşünen, toplumun bugünü ve yarınıyla bütünleşmiş; ümit, vefa, ihlâs ve samimiyet üzere yürüyen; şöhret yerine mahviyet, tevazu ve hacaleti (kusurları ve yapamadıklarından dolayı sürekli utanç duyma) ve kendini düşünme yerine başkalarını düşünmeyi esas alan görev ve ideal insanlarının ortak aklı olarak değerlendirir. Bu akıl, her işinde Allah'a dayanmakla beraber, giriştiği her işte tedbir hatası yapmayan ve gerekli bütün sebepleri yerine getiren, çevresinde olup bitenler karşısında son derce duyarlı, ne dünyevî ne de âhiretle alâkalı işlerde duygusal davranmayan, hamle ve hareketlerini Allah'ın hoşnutluğu terazisinde tartan, eşya ve hadiselerle zıtlaşmayan, hayat ve kâinatla ilgili, bilimlerin konusu olan İlâhî kanunlara uygun hareket eden bir akıldır (Yeşeren Düşünceler, 99-102).
Meşvereti 'en hayâtî bir vasıf, en esaslı bir kural' olarak gören Gülen'e göre danışma, herhangi bir hususta verilecek kararların isabetli olabilmesinin ilk şartıdır. 'İyiden iyiye düşünülmeden, başkalarının fikir ve tenkitleri alınmadan fert ve toplumla alâkalı verilen kararlar, çok defa hüsran ve fiyasko ile neticelendiği görülmüştür' diyen Gülen, kendi düşüncelerine kapalı ve başkalarının fikirlerine de saygılı olmayan birinin, üstün bir fıtrat, seviyeli bir dimağ, hatta dâhi bile olsa, her düşüncesini meşverete sunan sıradan ve düz bir insana göre daha çok yanılmalara maruz kalacağı görüşündedir. O, en akıllı insanın, meşverete en çok saygılı ve başkalarının düşüncelerinden de en çok yararlanan insan olduğunu savunur. Gülen, daha da öte gider ve 'iş ve planlarında kendi fikirleriyle yetinen, hattâ onları zorla diğer insanlara da kabul ettirmeye çalışanlar, önemli bir dinamizmi elden kaçırdıkları gibi, çevrelerinden de sürekli nefret ve istiskal görürler. Evet, bir insanın teşebbüs ettiği herhangi bir işinde en güzel neticelere ulaşmasının ilk şartı meşveret olduğu gibi; onun kendi gücünün kat kat üstünde önemli bir kuvvet kaynağına sahip olmasının yolu da başka değil yine meşverettir. Evet, herhangi bir işe teşebbüs etmeden evvel, her türlü danışma ve araştırma yapılmak sûretiyle, sebepler bazında ve tedbir planında kusur edilmemelidir ki, neticede kaderi tenkit ve çevreyi suçlama gibi, musîbeti ikileştiren zararlı davranışlara girilmesin' der (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 154-55; Ruhumuzun Heykelini Dikerken, 38-9).
Bazıları, Fethullah Gülen'in çevresinde bir hiyerarşinin olduğunu ve bu hiyerarşide ferdî düşüncelere yer olmadığını iddia etmektedirler. Oysa bu, doğru değildir. Danışmayı sürekli vurgulayan Gülen, dönemin, ferdî dehalar değil, kolektif şuur dönemi olduğu üzerinde hassasiyetle durur. O, kendisiyle ilgili meselelerde bile, etrafına, bilgi ve samimiyetine güvendiği kişilere mutlaka danışır. Hiçbir şeyi, hiçbir işi empoze etmez; ancak kişilere mal olmuş, zihinlere ve kalplere yerleşmiş düşünce ve niyetlerin uygulanabileceğine inanır. Dolayısıyla, fikri olan herkes, onun karşısında fikrini söyleyebilir. Bu bakımdan, Gülen ve onun düşüncelerine yakınlık duyan insanlar arasında herhangi bir hiyerarşiden bahsetmek mümkün değildir. Nitekim, adı bu insanlarla birlikte anılan kurumlarda bazı bayan öğretmenlerle birebir görüşme ve röportaj yapan Elisabeth Özdalga da aynı sonuca varmaktadır:
'Gülen cemaati'nin bir parçası olmak, bireylerin otoriter bir liderliğin elinde pasif aletler olduğu anlamına gelmiyor. Gülen'e atfedilen yapı içinde totaliterliğe yer yok. Kendileriyle görüştüğüm Zeynep, Ayşe ve Hatice, bireysel inisiyatif ve otonomiye sahipler. Her biri, çalıştıkları kurumda, kendine güven içinde ve bağımsız bireyler gibi davranıyorlar. (Following in the footsteps of Fethullah Gülen: Three woman teachers tell their stories: Georgetown Üniversitesi'nde yapılan sempozyuma sunulan tebliğ.)
Bu tesbiti yapan Özdalga, sadece ahlâkî bir hiyerarşiden bahsediyor ki, bu da, yerinde bir tesbittir. İslâm, kişiler arasındaki üstünlüğü takvaya, yani bilgi, iman ve ahlâktaki mertebeye bağlar ve kişileri hayırlarda yarışmaya çağırır. Dolayısıyla bu prensip, İslâm toplumlarında, bilhassa Müslüman-Türk toplumunda aile ve toplum düzeninde olağanüstü güzellikte karşılıklı sevgi, saygı ve yardımlaşmayı doğurmuştur ki, eğer Gülen'in düşüncelerini şu veya bu şekilde ve ölçüde benimseyen insanlar arasında böyle bir sevgi, saygı görülüyor ve bu bir hiyerarşi olarak algılanıyorsa, hiç kuşkusuz bu, ahlâkî hiyerarşidir; yoksa, iddia edildiği gibi cemaat veya teşkilat hiyerarşisi değildir. Kaldı ki, Gülen'i en çok rahatsız eden hususlardan biri, hiyerarşi düşüncesi, kişilerin başkalarından üstün oldukları vehmi, 'önde veya abi olma' duygusudur.
Bazıları bir hiyerarşiden söz ederken, Fethullah Gülen, kendisi ve düşüncelerine saygı ile, tavsiye ve teşviklerine önem veren insanlar hakkında 'cemaat' kelimesinin kullanılmasını bile kabul etmemektedir. Ona göre, benzer fikirler taşıyan, bilhassa aynı dine inanan insanların tabiî olarak bir araya gelmesi ve kanunlar çerçevesinde olmak kaydıyla, birlikte bir takım faaliyetlerde bulunması gayet tabiîdir. Meselâ, bayram namazı vacip bir namazdır ve ancak cemaatle kılınabildiğinden, Müslümanlar, bu namazı kılmak için camide kendiliklerinden bir araya gelir ve bir cemaat oluştururlar. Cuma namazı farzdır ve yine ancak cemaatle kılındığından, Müslümanlar Cuma günleri kendiliklerinden camide bu namazı eda ederler. Hacc'a gücü yetenler ve gitmek isteyenler, hiçbir teşkilat veya zorlama olmadan, Hacc'a gider ve milyonlarca Müslüman Hacc'da bir araya gelir. Hıristiyanlar pazar günü kilisede, Yahudiler ibadetleri için sinagogda toplanırlar. (Aksiyon, 6-12 Haziran 1998)
Peygamberimiz (sav), bir hadis-i şeriflerinde, 'Bir yolculukta üç kişi olduğunuz zaman, aranızdan birini imam seçin' buyuruyor. İmam, rehber demektir; İslâm'da cemaat halinde bulunmak ve namazları cemaatle kılmanın büyük değeri vardır. Bu bakımdan, Müslümanların bir arada olması, yine bir hadis-i şerifte ifade edildiği gibi, bir vücudun organları şeklinde birbirlerine destek verip, birbirlerinin dertleriyle dertlenmeleri çok tabiî ve İslâm'ın özünden kaynaklanan bir olgu olup, kastedilen anlamda bir cemaat oluşumu demek değildir.
Doğru ve Güvenilir Olma
Fethullah Gülen, 'doğruluk, peygamberliğin mihveridir' der. Peygamberlik, doğruluk yörüngesi üzerinde hareket eder. Peygamberler, gerçek dışı hiçbir söz söylemedikleri gibi, aldatma, kandırma gibi bayağı huy ve davranışlar da onların semtine uğramaz. Dolayısıyla, doğru olma, doğrularla beraber olma, aksiyonun en önemli ve aslî temellerinden biridir.
Doğruluk gibi, emanette emin ve emniyet insanı olma da, hem İslâmî-insanî bir haslet, hem de aksiyonda temel prensiplerden biri olarak, yine çok büyük öneme sahiptir. Fethullah Gülen'in düşüncesinde ve gerçekte mü'min, inanan ve emniyet telkin eden insan demektir. Kur'ân-ı Kerim, peygamberleri birer emniyet insanları olarak ön plana çıkarır ve onların emniyet insanı olmalarını birinci vasıfları olarak anar (Şuarâ/26: 107, 125, 143...) Bu bakımdan, mü'min, tam bir güven kaynağıdır. O, kimseyi çekiştirmez, eliyle ve diliyle kimseye zarar vermez; kimsenin gıybet ve dedikodusunu yapmaz; kimsenin malına, ırzına ve namusuna göz dikmez. Güvenilir olma, peygamberlerin en önemli sıfatı olduğu gibi, Kur'ân-ı Kerim'e Peygamber Efendimiz'e getiren Hz. Cebrail'in de en önemli sıfatıdır. Gerçek bir aksiyon da, dolayısıyla emniyet üzerine kurulmalı, onda yalan ve aldatma, kısaca emniyeti suistimal edecek en küçük bir söz ve davranış yer almamalıdır. (Sonsuz Nur 1, 99-101; 174-76)
Fetanet
Fetanet, peygamberliğin en önemli sıfatlarından biri olduğu gibi, bir aksiyon için de vazgeçilmez sıfatlardandır. Fetanet, kuru akıl ve mantığa takılı kalmama, aklı vahyin ışığında kullanıp, kuru akıl ve mantığı vahye dayalı akılla aşma demektir. Bu akılda ruh, kalp, his ve bütün zihnî melekeler (fakülteler: mantık, muhakeme, tefekkür, düşünce vb.) bir arada ve bir bütünlük halindedir. Bu aklın en önemli bir boyutu hikmettir, daha doğrusu hikmet, yani eşya ve hadiselerin nedenini, niçinini kavrama, her durumda doğru düşünüp doğru karar verebilme gücü, bir bakıma bu akılla özdeştir veya onun bir başka adıdır.
Evet, fetanet, kuru akıl ve mantık olmadığı için, İslâm'ı kuru akıl ve mantığa hapsetme anlamında, 'İslâm akıl dinidir' iddiası boş bir iddiadan ibarettir. İslâm, öncelikle vahye dayanır, fakat akla hitap eder ve kendisini, yukarıda sözünü ettiğimiz akla kabul ettirir. Onun bu akla ters gelen hiçbir kuralı, hiçbir hükmü yoktur. Fakat bu, her akıl, onu tam olarak anlayabilir ve onu yargılayabilir demek değildir. Aklı öncelikle yönlendiren, ona yol gösteren, ışık tutan ve onu kalp, his ve bütün zihnî melekelerle bütünlük içinde dinamik bir güç haline getiren İslâm'dır. İşte bu potada erimiş akıldır ki, İslâm'ı gerçek manâda anlayabilir ve ona itiraz edecek hiçbir nokta bulamaz. Yine eşya ve hadiseleri gerçek yörüngesinde değerlendirebilen, onlardaki manâları çıkarabilen, kâinatı gerçek mesajı okuyabilen de, ancak bu akıldır. İşte, 'fetanet' dediğimiz ve peygamberliğin de önemli bir sıfatı olan bu akıl, aksiyonun da en önemli temellerindendir. (Sonsuz Nur 1, 253-54)
Günahlardan Uzak Durma ve Tevbe
Fethullah Gülen, pek çok yazı ve sohbetlerinde günah ve tevbe, tevbenin ötesinde inabe ve evbeden söz eder. Tevbede duygu, düşünce ve davranışlarda, İlâhî emirlere muhalefetten onlara uymaya, onlara karşı durmadan onlara uygun hareket etmeye yöneliş söz konusu olmasına mukabil, inabede, insanın bu uyma ve uygun hareket etmesini bile sorgulaması, en iyi davranışlarında bile bir kusurun, ihlâssızlığın olabileceği endişesiyle burkuntu duyup Allah'a yönelmesi; evbede ise, günahların neticesinde ceza görme korkusuyla Allah'a sığınma, manevî makam ve dereceleri koruma gayretiyle Allah'ta fani olmanın ötesinde, Allah'tan başka her şeye, her mülâhazaya kapanma söz konusudur (Kalbin Zümrüt Tepeleri 1, 22).
'Günah bir iç çöküntü, bir terslik ve fıtratla zıdlaşmadır. Günah, iradenin yüzüne atılmış bir tükrük ve rûha içirilmiş bir zakkumdur. Günah, insana bahşedilen bilumum istidat ve yüce duyguları söndüren bir fırtına ve kalbî hayatı çepeçevre saran zehirli bir dumandır' diyen Gülen, 'günaha giren kimse, kendini, vicdânî azaplara ve kalbî sıkıntılara bırakmış bir talihsiz ve bütün rûhî meleke ve kabiliyetlerini şeytana teslim etmiş bir zavallı ve talihsizdir. Bir de o günahı işlemeye devam ederse, bütün bütün ipi elden kaçırır ve artık, ne bir irade, ne bir direnme, ne de kendini yenilemeye mecâli kalmaz' ikazında bulunur. İnsanın ebediyet yolculuğunda önünü adım başı kobra gibi günahların kesebileceğini belirten Fethullah Gülen, bir hadis-i şeriften hareketle, Yaratıcı'ya eş ve ortak koşmayı, haksız yere cana kıymayı, anne ve babanın hukukunu çiğnemeyi, yalan yere şahitlikte bulunmayı, cepheden kaçmayı, iffetlilerin iffetiyle oynamayı en büyük günahlar olarak sayar. Bununla birlikte o, vatanın sağa-sola peşkeş çekilmesini, ormanların ve bağların bozulup çöle çevrilmesini, Müslüman bir milletin kendi özünden uzaklaştırılıp, ruhuna yabancı düşüncelerle mihrabının yıkılması ve minberinin yerinin değiştirilmesini, nesilleri, inançtan, düşünceden, hak ölçüsünden ve istikametten mahrum hedefsiz, idealsiz birer yığını haline getirip, milletin nefsine, nesline, dinine ve malına saldırtmayı, sonra da bunları cezalandırma adına sehpalar kurmayı da, tarih karşısında ve Hakk Divanı'nda bağışlanmayacak günahlar arasında zikreder. Ardından da, 'bütün bunlardan daha büyük bir günah vardır ki, o da, ortalığı yangına ve sele veren bu büyük mücrimlerin, edip eylediklerini günah bilmemeleridir. Evet, Allah ve tarih karşısında affı kabil olmayan tek günah varsa, işte o da budur: Günahın günah olduğunu bilmeme, günahtan ürpermeme günahı' der ve bu en büyük günah sezilip, muhasebenin demir pençesine teslim edileceği âna kadar, toplumun kendini yenilemesi, hattâ ayakta kalmasının zor olduğu ikazında bulunur. (Çağ ve Nesil, 125-28)
Fethullah Gülen, günahlar karşısında tevbe adına da şu şartlardan bahseder:
Gönülden pişmanlık duymak,
Eski hataları ürperti ile hatırlamak,
Haksızlıkları gidermek, hakkı tutup kaldırmak,
Sorumlulukları yeniden gözden geçirip, ihmal edilen mükellefiyetleri yerine getirmek,
Hata ve inhiraflarla ruhta meydana gelen boşlukları ibadet ü taat ve gecelerdeki yakarışlarla doldurmak,
Boşa geçen zamanlar için âh u enin edip ağlamak; duygu ve düşüncelere kasdî olarak Allah'tan başka gaye ve yönelişler bulaşmış olabileceği endişesiyle sarsılıp inlemek. (Kalbin Zümrüt Tepeleri 1, 20)
Aksiyonun Mayası Aşk
'Gönlünü Allah'a iman ve O'nun marifetiyle onarmış, donatmış bir insan, derecesine göre bütün insanlara, hattâ bütün varlığa karşı derin bir muhabbet ve engin bir aşk duyar; duyar da bütün ömrünü, topyekün varlığı kucaklayan aşkların, vecdlerin, cezbelerin, incizapların ve ruhanî zevklerin gel-gitleri arasında yaşar' diyen Gülen'e göre, aşk olmadan, neticesi itibariyle kalıcı hiçbir hamle ve hareketi gerçekleştirmek mümkün değildir. Özellikle ukba (âhiret) ve öteler boyutlu hareketler, mayasında aşk olmadan istenilen sonuca ulaşamaz. 'Allah karşısında var eden ve var olan münasebetler içinde yerimizi belirlemek, varlığımız O'nun varlığının, ziyasının gölgesi olması itibariyle yaratılmış olmanın hazlarını duymak, O'nun hoşnutluğunu yaratılışın gayesi kabul edip, hep o hoşnutluğu avlamaya çalışmak çerçevesiyle sunacağımız İlâhî aşk, sınırsız ve sırlı bir güç kaynağıdır.' Aksiyon insanları bu kaynağı ihmal etmemeli, onu köpürte köpürte yaşamalıdırlar.
Gülen'e göre Batı, aşkı, maddede ve filozofların arkasında felsefenin sisli-dumanlı ikliminde tanımış, tatmış ve yol boyu şüphe ve tereddütler yaşamıştır. Oysa, varlığın kaynağına Kitap ve Sünnet adesesiyle bakarak, Yaratan'a karşı gönüllerde tutuşturulan sevgi, aşk ve humma, O'nun sevgisiyle bütün varlığı sevme, bütün varlığa alâka duyma manâsında metafizik bir olgudur. İnsan, bu aşkla kalpte ve duyguda temizliğe ve saflığa erer, bu aşkla derinlik kazanır ve heyecan ve şevk ikliminde tam bir imanla aksiyonunu yerine getirir. (Fasıldan Fasıla 2, 127)
Düşüncede Bütünlük ve Davranışta Disiplin
Fetanetin bir diğer boyutu veya Gülen'in aksiyonunda ayrı bir aksiyon dinamiği ya da malzemesi, kafa-kalp bütünlüğüne ulaşma, zihni, gerçek yörüngesine oturmuş bilimlerle, Allah'ın eşya ve hadiselerdeki icraatını kavrayarak aydınlatma, kalbi dinî ilimlerle ve saffet, samimiyet, ihlâs ve günahlardan uzak durma ile temiz tutma, bu şekilde komple insan olup, küllî düşünebilmedir. İslâm anlayışını tahlil ederken üzerinde durulduğu üzere, bu bütünlüğü veya küllî düşünebilmeyi medrese-mektep-tekye üçlüsüyle sembolize eden veya müşahhaslaştıran Fethullah Gülen, askiyonda bu üçlüye bir de disiplini ilâve eder ve bunu da 'kışla' ile sembolize eder. Çünkü, disiplin denince akla öncelikle kışla gelir. Benzetme sanatında, kendisine benzetilenin, benzetme yönünde cinsleri içinde en üstün vasfa sahip olması, benzetmeye ayrı bir kuvvet katar. Dolayısıyla, disiplinin en iyi uygulandığı yer kışla ve askerlik mesleği olması dolayısıyla, Gülen disiplini kışla ile sembolize eder. Fakat bu, Gülen'ın, bütün aksiyonunda veya kurumlarda askerliğin ve kuvvetin hakim olmasını anlamına gelmez. Gülen için hak kuvvette değil, kuvvet haktadır ve o, hakka ve kanuna tâbi ve hikmetin emrinde bir kuvvetten yanadır. Ona göre, hakka ve kanuna tâbi olmayan, başıboş ve dilediğini yapan kuvvet çılgındır ve ancak tahrip sebebidir:
Kuvvet, hakkın elinde, mantık ve muhakeme rehberliğinde bir kısım proplemleri çözebilecek potansiyel bir güç sayılsa da, his yörüngeli kaba düşüncenin elinde her zaman bir tahrip aleti olagelmiştir. Evet, İskender'in başını döndürüp bakışlarını bulandıran, Napolyon'un dehasını delik-deşik eden, Hitler'i çağın deli tekesi haline getiren, işte bu kuvvet çılgınlığıdır. Ne acıdır ki, günümüzde hak da, mantık da, muhakeme de bu çılgın kuvvet karşısında beraber yenik ve âdeta bir esaret yaşamakta. (Sızıntı, Aralık 1995)
Şüphesiz uzmanlaşmayı reddetmeyen, fakat ona, ancak bütünden kopmadan ve bütün çerçevesinde, bütünün parçaları hakkında daha öte bilgi ve tecrübe sahibi olmak şeklinde değer veren küllî düşünme, ne yazık ki günümüz dünyasında, modern düşüncede görülen en büyük eksiklik ve hatalardan biridir. Modern düşünce, kâinatı, insanı ve hayatı parça parça ele almakta ve dolayısıyla parçalar arasında bütünlük de kuramadığı için, parçalar üzerinde nicelik yönünden, yani bilgi yığını itibariyle çok ileri gitse de, kalite ve nitelikte alabildiğine sığ kalmaktadır. Oysa, komple insan, küllî düşünebilen, eşya ve hadiseleri, insanı ve kâinatı bütünlüğü içinde kavrayıp, parçalara bu bütünlük içinde yer veren ve aralarındaki bağı görebilen insandır. İşte ancak böyle insanlardır ki, istenen manâda gerçek aksiyonun yönlendiricisi olabilirler. İslâm dünyası, son asırlarda bu bütünlükten, kafa-kalp birlikteliğinden uzaklaştığı, medreseden bilimleri uzaklaştırıp, okula din ve maneviyatı sokmadığı, kuvveti de hak, hikmet, mantık ve muhakeme yörüngesine alamadığı için, yıkılmaktan kurtulamadığı gibi, istenen anlamda bir dirilişi de gerçekleştirememiştir. İşte Gülen'e göre, gerçek bir diriliş ve kalkınma için, bu bütünlüğün sağlanması şarttır. (Fasıldan Fasıla 3, 121; Prizma 1, 126-27, 190)
İhtiyat, Tedbir ve Sebeplere Riayet
Fethullah Gülen'in aksiyon adına üzerinde durduğu hususlardan biri de tedbir, ihtiyat ve sebeplere riayettir. Ona göre, dünyada hiçbir hareket, hiçbir iş, hiçbir hedef mucizelere, Allah'ın yardımları beklentisine bina edilmez. Allah, karşılıklı-karşılıksız yardım edebilir; umulmadık kapılar açabilir. Fakat dünya hikmetler yurdudur; burada sebepler geçerlidir ve Allah burada, her işi, her başarıyı bir sebebe bağlamıştır. O bakımdan, her işe kendi sebepleriye yürünür ve bu sebepleri eksiksiz yerine getirmek, sonra da neticenin beklentisi içinde Allah'a tevekkül etmek, her işte şarttır ve başarının kaynağıdır. Gülen, sık sık, 'dünyada sebeplere o kadar sarılmalı ki, görenler, 'bunlar birer esbapperest (yani bütün bütün sebeplere bağlı)' demeli; sebepleri yerine getirdikten sonra da Allah'a o kadar tevekkül etmeli ki, görenler bu defa, 'bunlar tevekkülden başka bir şey bilmiyor' demeli' hatırlatmasında bulunur.
Gülen'in, bazı dar görüşlüleri uyarma adına söylediği, esasen tarihî ve sosyolojik bir gerçeği de ifade eden, 'Dengeli bir hizmet eri, söyleyeceği şeyleri hemen söylemez. O bilir ki, söylenmesi gereken her şeyi şimdi söylerse, kendisine hayat hakkı tanımayanlar çıkabilir. Şartlar aleyhine ağırlaştırılabilir, dolayısıyla da sıkıntılı bir atmosfere düşebilir.' (Fasıldan Fasıla 1, 119) sözleri, onun aksiyonunda siyasî gaye arayanlar tarafından farklı yorumlanmış ve Gülen'e 'takıyye' isnadında bulunulmuştur. Oysa, bu sözün anlamı açıktır. Her sözün her yerde söylenmeyeceği, konuşurken yerin, zamanın, şartların, muhatabın dikkate alınması gerektiği, bir sözün anlamı üzerinde düşünürken, 'onu kimin, ne için veya hangi maksatla, kime, hangi şartlarda' söylendiğinin mutlaka nazara alınması gerektiği, herkesin bildiği kurallardandır. Gülen, bununla, muhataplara doğruların nasıl anlatılması gerektiği konusunda bir hatırlatmada bulunmakta ve her doğruyu, her yerde, herkese ve uluorta söylemek o doğruya ihanet olduğu gibi, beklenen tesirin tersini de yapabileceğini ifade etmiş olmaktadır. Tarih boyu yeni bir inançla gelen veya toplumun o ana kadar kabullerinin dışında tezler ortaya atan, hattâ yaratılış ve 'tabiî' olaylarla ilgili, insana bağlı olmayan ve insanların kabul veya reddiyle değişmeyecek sabit gerçekleri ifade eden bilim adamlarının karşılaştıkları, kimsenin meçhulü değildir. Sokrat, Galile, Bruno zehirle idam edilir, hapse atılır ve yakılırken, buna sebep, herhalde siyasî bir gaye peşinde olmaları değildi. Hz. İsa'yı çarmıha, Hz. Zekeriya'yı testere ile biçmeye, Hz. Yahya'yı ağaç kavuğunda ölüme mahkûm edenler de, herhalde bu peygamberler devlet kurma peşinde koştular diye onlara böyle davranmadılar.
Gülen, aksiyonun sıhhati adına ihtiyat konusunda şu görüşleri ileri sürer:
İhtiyat, bir iş ve bir hamlede zarar ihtimallerine karşı ve maruz kalınan musibetler neticesinde âh u vâha düşmemek için ehemmiyetli bir davranıştır. Sebep ve vasıtalara sarılmada gerektiği gibi hazırlanamamış nice müteşebbis vardır ki, neticede ya dizini döver veya kadere taş atar. Evet onlar, önce tedbirde kusur ederler, sonra da kaderi tenkitle hataya düşerler.
Bir insanın, umduklarını elde etmesinde, tedbir ve ihtiyat büyük bir sermayedir. Bu hususta gösterilecek küçük bir gevşeklik veya ihmal ise, neticede suçlamalara sebebiyet verecek büyük hatalardandır. Akıllı insan, meydana gelmesi muhtemel mazarratlar daha ortaya çıkmadan, onları bertaraf etmek için çareler bulmuş ve yerli yerine yerleştirmiş olan insandır.
İnsan, her işi bir ön plan ve tedbirle ele almalıdır. Netice itibariyle de maddî-manevî bir fayda ve fazilet vadetmeyen şeylerden katiyen sakınmalıdır. Böyle bir ilk tedbirle ele alınmayan her teşebbüs bir abes ve abesle iştigal ise, kişinin aklının noksanlığına ve çocukluğunu yaşamasına delâlet eder.
Teşebbüsler gibi tedbirler de, Hakk'ın inayetine arz edilmiş birer davetiyedir. Ve aynı zamanda bunlar, bir hakikatın iki yüzünden ibarettir. Bunlardan birinde meydana gelecek kusur, çok defa inayetin kesilmesine ve dolayısıyla da muvaffakiyetsizliğe sebebiyet verecektir. Arızasız yol ve yürüyüş ise, her lâhza basiret üzere olmakla kabildir. Ne mutlu bunu idrak edenlere..! (Ölçü veya Yoldaki Işıklar, 196)
Ali Ünal, Bir Portre Denemesi, Nil Yayınları, İstanbul, 2002
- tarihinde hazırlandı.