Hatalı Yaklaşımlar ve Yapılması Gerekenler

İnsana düşen, egonun gerçek mahiyetini tanıyarak, zâtında âciz ve fakir bir varlık olduğunu idrakle, hakîkî kudret ve servet sahibine yönelmek ve her şeyin O'nun tasarrufu altında olduğuna inanmaktır. Fakat, gerek eğitim sistemimizle, gerekse depremden sonra yapılan yayınlarla, kalblere tam bir tabiatperestlik (natüralizm) aşıladık. Depremi, sadece bir tabiat hadisesi olarak görüp, fayların kırılmasına bağladık. Oysaki Allah, hikmetinin gereği, dünyevî icraatine bazı sebepleri perde yapar. Fakat bu sebepler ince birer perde olmaktan çıkarılıp, hadisenin müsebbibi, yaratanı haline getirilirse, artık bu hadiseler karşısında insanın yapacağı hiçbir şey kalmaz.

Çünkü, meselâ depremi, kesin bir ilmî gerçek olmamakla birlikte, fay hatlarındaki kırılmaya bağlayarak, tamamen tabiî bir hadise olarak izaha kalkıştığımızda, insanın deprem ânında yapacağı hiçbir şey olmayacak; o anda her şeyin bittiği vehmi içinde bir boşluğa yuvarlanan böyle biri, depremden sağ çıksa bile, artık her an deprem olabileceği korku ve endişesi içinde, düştüğü bu boşluktan bir daha çıkamayacaktır.

Oysa, insanı hayata bağlayan, her türlü felâket karşısında ümit ve azminden hiçbir şey eksiltmeyen, onun rûhunda hissettiği nokta-i istinad ve nokta-i istimdad (dayanma ve yardım isteme merkezi) kaynağı olarak Allah inancıdır. Geldiği zaman karşısında hiç bir şey yapılamayacak herhangi bir felâket ânında, yani bütün sebeplerin, bütün çarelerin tükendiği noktada insanın yöneleceği işte bu kaynaktır ki, ondaki korkuyu alıp götürecektir. Evet, hakîkî imanı elde eden insan, yeryüzü bir bomba olup patlasa hiçbir endişe duymaz; aksine onu, bir icraat-ı İlâhiye olarak hayranlıkla seyreder.

İnsan, böyle bir felâket karşısında hayatını kaybedecek bile olsa, bu onda bir korku meydana getirmeyecektir; getirmeyecektir çünkü, bu hayat, ebedî hayatın sadece bir tarlası ve onu kazanma yeridir. Sonsuz değildir ki, bizatihî gaye olsun. O, ister bir hastalık, ister bir felâket, musibet, isterse bir başka sebeple mutlaka bitecektir ve onun bitme zamanı da, insan daha hayata gelmeden kararlaştırılmıştır. İnsan için, bu dünya hayatına gelişi gibi, buradan ayrılış tarihi de önceden takdir edilmiştir ve asla değişmez.

Asıl hayat, Âhiret hayatıdır. İşte, bu inançtaki bir insan, dünyada başına gelen musibetleri, günahlarıma keffarettir veya derecemi artıracaktır" diyerek, sabrın ötesinde hattâ şükürle karşılar ve: "Ecelim seninle ise, Âhiret'e gidiş biletim sen isen, hoş geldin; benim şehid olarak gitmeme ve dolayısıyla ebedî saadeti kazanmama vesile olacaksın; yoksa, sen benim canımı alamazsın" diyerek, kalb huzurunu seslendirir.

Hakikat bu olduğu halde, ateist bir güruh, yayınları ve meseleye yaklaşımlarıyla, zaten "inançları" gereği Allah'ı hiç gündeme getirmezken, inananların pek çoğu da, tamamen tabiatperestlik düşüncesine bağlı olarak Allah'ı, sanki kâinatı yaratıp bırakmış, ona hiç müdahalesi olmayan, hattâ sözü geçmeyen, fay hatlarının mahkûmu bir ilâh gibi takdim etti. Halbuki, kâinatta yeryüzü sadece bir zerreden ibarettir. Dün "atom" derken, bugün "zerre (partikül)" diyoruz. Yarın, belki esirin ispatıyla, ölçülemeyecek, laboratuvara sokulamayacak maddelere, anti-maddelere inecek ve Allah'ın İlmi, Kudreti ve icraatı önünde hayret ve hayranlıkla iki-büklüm olacağız. İşte, Allah'ın Kudreti karşısında, kâinatta, kâinatın büyüklüğüne nisbetle âdeta görünmez bir zerrecik olan yeryüzü nedir ki!? O, onda dilediği gibi tasarruf eder; fay hatlarını kırar, tekrar oluşturur, yeryüzünü bir başka şekle çevirir.. İşte, her varlığın, her hâdisenin O'nun tasarrufunda olduğuna inanan insan, bilhassa felâketler karşısında, tecelli-i Ehadiyet'i duyacak ve daha bir içtenlikle O'na yönelecektir. Bu ölçüdeki bir Allah ve Âhiret inancının kalblerde yıkılması, insanımızı ister istemez ümitsizliğe, yarınlarından endişeye ve hayatı manâsız görmeye sevk etmektedir. Öyle ise, kalblerde Allah ve Âhiret inancını yerleştirmeye ve bir yakîn haline getirmeye ihtiyaç vardır ve bu mutlaka yapılmalıdır.

Bir yanda bu hatalar işlenirken, diğer yanda daha başka hatalar yapıldı. Hz. Musa (as), bir kuraklık zamanında, kavmiyle yağmur duasına çıkar, fakat yağmur gelmez. Bunun üzerine, Allah'a yönelir ve bunun sebebini sorar. Cenab-ı Allah (cc), "Ya Musa, içinizde bir günahkâr var, o yüzden yağmur vermedim" der. Hz. Musa, onun kim olduğunu sorunca da, "Ben Settâr'ım, günahları örter, günahkârı açığa vurmam. Hepiniz tevbe edin" buyurur.

Umûmî gelen musibetler, umumun günahı ve ihmali üzerine gelir. Bu ihmal ve günah, dinde olabileceği gibi, şeriat-ı tekviniye dediğimiz, hayat kanunlarında da olur. Hakikat bu iken, günahkârı biliyormuşçasına, günahı bazılarına yüklemek ve nefsimizi temize çıkarmak, günahı ikileştirmek demektir. Felâkete uğramış bir insana, o anda, "Bu, günahlarından dolayı oldu" demek, çok defa onu tamamen küfre itmekle aynı manâya gelebilir. Efendimiz (sav), birinde bir hata gördüğünde, onu, onun yüzüne söylemek yerine, umuma konuşurlardı. Kaldı ki, arz edildiği üzere, umûmî felâketler, umumun günahları üzerine geldiğinden, herkes, bilhassa mü'minler, Hz. Ömer tavrıyla, "Bu, benim hatalarımdan dolayı oldu" demeli ve kimseyi suçlama cihetine gitmeden, tevbeye yönelmeli ve davranışlarımız bir ıslah gayesi taşımalıdır. Hem dînî sahada, hem de şeriat-ı tekviniye sahasında ıslah hareketine girişmek, ferd ferd muhasebede bulunarak, hatalarımızı tamir etmek, bu türden musibetlerin önünü alabileceği gibi, onları istismar etmek isteyenlere de fırsat vermeyecek ve toplumumuzda daha başka yaralar ve ayrılıklar açmak yerine, açılmış bulunan yaraların ve ayrılıkların kapanmasına hizmet edecektir."

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.