Devlet ve Şeriat

Devlete İnanırım, Devletçi Değilim [1]

Benim 'Dadaş ruhu' olarak tanımladığım 'sınır İslamı'na özgü, devlet eksenli İslam anlayışının sizin ve Mehmed Kırkıncı Hoca'nın öncülüğünde günümüze taşındığı düşüncesi doğru mu? 'Devlet ve millet bütünleşmeli' diyorsunuz (Hürriyet, 25 Ocak 1995). Bütünleştirici köprü İslam mı?

'Dadaş ruhu'ndan kastınız, bilhassa tarihten ve tarihi dinamiklerden güç alan milliyetçilik temeline dayanan ve kahramanlık öykü ve duygularıyla beslenmiş bir İslam anlayışı ise, bu ruh, yalnızca Dadaşlar'da değil, şu veya bu ölçekte milletimizin tamamında vardır dersek, herhalde yanlış bir tespitte bulunmuş olmayız.

Gerçekten de, Selçukluların ve bilhassa Osmanlılar'ın kendi milli karakterleri veya Orta Asya Türk idare gelenekleriyle birleştirdikleri ve bir devlet dini haline getirdikleri İslam anlayışı, malumunuz olduğu üzere, milletimizin en azından önemli bir kesiminde 'şanlı tarih' örgüsünün en önemli atkılarından birini oluşturmaktadır.

Bir şairimiz, 'Aziz-i vakt idik, a'da zelil etti bizi' der. İzzet ve ihtişam asırlarından sonra zillet, veya Cemil Meriç'in ifadesiyle, 'bozgun akşamları'na duçar oluşumuz, tabii olarak kendisini en fazla serhat illerinde hissettirmiştir. Fakat, nispeten bir serhat şehri olarak da bakabileceğimiz Dadaşlar diyarının havasını teneffüs etmenin bilhassa yetişme dönemlerinde yaptığı tesiri inkar etmemekle birlikte, bunun gerek fakir, gerekse Mehmet Kırkıncı Hocaefendi tarafından İslam'a yamanmış katı bir devletçilik ve devlet eksenli İslam şeklinde günümüze taşındığı sonucuna varmak, biraz, tabii bilimler gibi, sadece zahiri gözlemlere dayalı, kısmen sübjektif ve modern 'sosyolojik' bir tespit olmaktan öte fazla bir mana ifade etmediğini arzetmek isterim

İslam'ın temelinde, yeryüzünde fitne ve fesadın olmaması, insanın hür iradesiyle, fakat ilahi düsturlar çerçevesinde tasarrufuna bırakılmış olan yeryüzünün, tam bir nizam, denge ve ahengin hüküm sürdüğü kainatın diğer yöreleriyle aynı nizam ve ahenk içinde bütünleştirilmesi hedefi yatar.

Şu halde İslam, her zaman güvenlik, esenlik, sulh, barış ve dolayısıyla istikrardan yanadır. Bunun sağlanması, en azından devamında devlet örgütünün ne kadar önemli olduğu inkar edilemez. Ama, bu devlet örgütünün katı bir bürokratik yapıda olması, modern tabirlerle 'faşist' veya 'komünist' devlet örgütlenmelerindeki gibi, bir yumruk veya bir duvar manzarası arzetmesi, tabii ki çok farklı şeydir. Böyle bir devlet veya devletçilikle alakam olmadığını da belirtmem gerekiyor.

Kendinizi Bediüzzaman'ın öğrencisi (talebesi) olarak mı, yoksa Bediüzzaman'dan etkilenen bir alim - aydın olarak mı görüyorsunuz?

Bir tevazu gösterisi olarak değil, fakat kalbimin ve ruhumun bir sesi olarak ifade etmem gerekirse, kendimi, bazılarının mutlaka insanları bir yere koymak için yaptıkları sınıflama çerçevesi içinde ne bir 'aydın-alim' olarak gördüm, ne de daha başka bir ad, ünvan veya fonksiyonun sahibi olarak telakki ettim.

Esasen bu türden değerlendirmeler, insanı her şeyden önce kalbi, ruhu, duyguları ve daha iç fakülteleriyle sarıp sarmalayan ve bir tatma, yaşama, tecrübe etme meselesi olan İslam'ı, dini, ana özelliği gereği daha çok görüntüleriyle ele alan ve ilahi bir vahiy olmaktan çok, insan ürünü bir sistem olarak gören modern sosyolojik kalıplara dayanmaktadır. Evet, kendimi herhangi bir ad, ünvan ve fonksiyonun insanı olarak görmediğim gibi, Bediüzzaman'a talebe olabilmeyi, o şerefi elde edebilmeyi cana minnet bildiğimi de arzetmek isterim.

Bediüzzaman, benim değerlendirip kabul etmem bir mana ifade edecekse, çağın en büyük mütefekkiri, İslam'ın ve insanlığın dertleriyle muzdarip çilekeş bir aksiyon insanı, hayatını gayesine adamış bir ilim, mana, iffet, istiğna ve hizmet kahramanıdır.

Fikirleri, hizmet metodu, yaşayışı, hemen herkes gibi, beni de derinden etkilemiştir. Bu etkilenme içinde, dinime ve milletime yararlı bir şeyler ortaya koyabilme niyet ve gayreti dışında bir sermayemin olduğunu söyleyemem.

Eğer zat-ı aliniz veya daha başkaları bunu Bediüzzaman'a talebe olmak gibi çok yüksek bir paye ile ifade edecekseniz, bunu sadece bir hüsn-ü zannın verdiği en büyük bir makam olarak kabul ederim.

'Aklın Nuru Bilim, Kalbin Ziyası Din'

Bu hizmetin temel dinamiklerini ve hangi çerçevede cereyan etmesi gerektiğini, yine Bediüzzaman çok güzel tespit etmiştir. O, bir yerde, 'Bizim düşmanımız cehalet, fakirlik ve iftiraktır. Bu üç düşmana karşı ilim, sa'y-servet ve ittihad silahlarıyla mücadele edeceğiz' der.

Bir başka yerde, 'çeşit çeşit istibdad, ahlaksızlık; iç ve dış durumumuzda, işlerimizde ve içtimai hayatımızda karışıklık, düzensizlik ve hareketsizliğe sebebiyet veren ye's ve İslam ile fenler - tabii ilimler arasında var olduğu zannedilen çelişki İslamiyet'in zamanımızda küsüfuna sebep olmuştur' açıklamasında bulunur.

'Gelecek bir saadet sarayı olacaktır ve bu sarayın tahtı gerçeklerden ve maariften, ilim ve eğitimden oluşacaktır' diyerek, çareyi ortaya koyar. Eğitimden ne anladığını, 'Aklın nuru fünun-u medeniyedir. Kalbin ziyası ulum- u diniyyedir. İkisinin birleşmesiyle hakikat ortaya çıkar ve talebenin himmeti kanatlanır. Birinin -fenlerin- yokluğundan taassup ve taklit, diğerinin yokluğundan inkar ve şüphe doğar' sözüyle ifade eder.

Kısaca, dertlerimizin çaresi, Batı'da olduğu gibi, sadece zihni veya akli değil. Şark'ta olduğu gibi, sadece kalbi - ruhi de değil... Hem akli-zihni, hem de ruhi-kalbi aydınlanmaya dayalı eğitimde, işbölümüne dayalı çalışmada ve ayrılıklar yerine, birliktedir.

Ayrıca o, 'medenilere galebe ikna iledir' der. Çağımız, medeniyet, ilim ve bürhan çağıdır. Bu çağda, ikna, ilim ve müspet harekat hükmeder. Bilhassa haberleşme ve ulaşım vasıtalarının alabildiğine gelişmesinin neticesinde dünya bir köy halini almış bulunmaktadır. Böyle bir dünyada düşmanlıklara ve çatışmalara yer olmamalı, insanlar insan olma ve aynı dünyayı, aynı hava ve atmosferi paylaşma gibi asgari müştereklerde birleşerek ve bu asgari müştereklerini artırarak barış içinde bir arada yaşamanın yollarını bulmalı, bunun için de bir hoşgörü ve diyalog ortamı meydana gelmelidir. Çatışma, savaş, kirlenme ve acımasız rekabetten yorgun yaşlı dünyamızın -eğer ömrü tamamlanmamışsa- bu çizgiye geleceğine inanç ve ümidim tamdır.

Fethullah Gülen Hocaefendi öncülüğündeki hareket bir 'kimlik' hareketi mi? Amaçlanan kimliğin ('Türkiye Müslümanlığı') ana unsurları neler? Bu kimliğin işlenmesini amaçlayan eğitim seferberliğiniz hedefine uygun mu?

'Neo - Nurcu öğreti' veya 'hareket' gibi ifadeler, yine her şeyi sadece kendi ölçülerinde bir kalıp içinde değerlendirmeye dayalı modern sosyolojik tanımlamalar olmaktadır. Bunların mutlak yanlış olduğunu iddia etmemekle birlikte, meseleyi tam ifade edemeyecek ve zihinlerde başka çağrışımlar yapması, dolayısıyla yanlış anlama ve tanımlara kapı açması pekala mümkün ve muhtemel tanımlamalar olduğunu da belirtmem gerekiyor.

Yapmaya çalıştığımız, Türkiye Müslümanlığı şeklinde bir kimlik arayışı da değildir. Sadece, bugünkü şartlarda, Allah'ın rızasını kazanma istikametinde, tabii ki önce kendi milletimize ve sonra bütün insanlığa hizmet götürme hedefi güden bir çalışma içinde olduğumuz söylenebilir. Söz konusu olan, bir hareket, bir örgüt çalışması değil, aynı hizmet çizgisini benimsemiş insanların gönüllü katıldığı bir 'rıza pazarı', dokusu son derece gevşek ve fertlerin iradelerini serbestçe kullanmalarına dayalı bir biraradalıktır.

İslam'ın mesajı evrensel olduğu gibi, dili de evrenseldir. Bilhassa 19'uncu asırdaki bütün anlayış ve felsefeler düz çizgili bir ilerleme ve mutlak değişim esnasına dayalı olduğu ve bu anlayış büyük ölçüde hala hakim bulunduğu için İslamı değerlendirmede de aynı hatalara düşülmektedir. Halbuki, her Peygamberin ve dolayısıyla Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV)'in getirdiği dinin de ana mesajı, yani iman, ibadet ve ahlak esasları ayrıdır.

Bunlar, hiçbir zaman değişmeyen evrensel doğrular ve ölçülerdir, dolayısıyla bütün bu değişmez ölçüler çerçevesinde olmalıdır. İşte, bu temel prensip ve ölçülere dayalı olarak, hiç şüphesiz milletimizin kendine has dinamik, örf ve karakterini de nazara alarak, günümüz şartlarında nasıl bir hizmet yapılabilir anlayışı, takip etmeye çalıştığımız çizginin ana vasfını oluşturmaktadır.

Belli kelime ve akım isimlerine dayalı değerlendirme ve adlandırmalar birer ayırım ifade ettiği ve dolayısıyla 'biz ve onlar veya başkaları' şeklinde farklılaşmalara sebep olacak şekilde duvarlar ve perdeler inşasına yol açtığı gibi, içinde bulunduğumuz hizmet ve faaliyet çizgisini de yanlış tanımalara sebep olmaktadır.

Öze dönmek (Sızıntı, 1985) düşüncesini biraz açar mısınız? Öz olarak tanımlanan noktada İslam, Osmanlılık ve Türklük mü var? Türklükle Müslümanlık arasındaki bağ nasıl olmalı?

Öze dönmek, Sızıntı'da bu adı taşıyan yazının yanı sıra, ondan önce yayınlanmış 'Yabancılaşma' yazısında da ifade edilmeye çalışıldığı üzere, bir 'Osmanlılık, Türklük ve Müslümanlık'tan ziyade, içinde yaşadığımız çağda ve gelecek çağlarda hayatiyetini ve devletler - milletler dengesindeki yerini muhafaza edebilecek bir millet olmanın dinamiklerini ifade etmektedir.

Bugün bir küreselleşmeden tabii olarak bahsediyorsak da, bu milletlerin her bakımdan aralarındaki farklılıkları atarak aynı inanç, aynı düşünce, aynı örf ve aynı anlayış etrafında birleşecekleri manasına değildir. Belki tam tersine, fertlerin bile kendi konum ve düşüncelerini, inançlarını koruyarak, bütün milletlerin ortak paydalarda, fakat kavga değil, barış içinde bir arada yaşamak üzere birleşmelerini öngören bir anlayıştır.

Küreselleşme sürecinde fertler gibi, milletler de yok olmayacaktır. Çünkü, fertler arasındaki mizaç, mezak, karakter farklılıklarını ortadan kaldırmak mümkün olmadığı gibi, dünya üzerindeki anlayışları, dünya görüşlerini, düşünce ve hayat şekillerini bile icra etmek de asla mümkün değildir. İşte bu noktada, herkesin ve her ferdin varlığını koruması, başkalarıyla iradi ve tabii olarak paylaştığı ortak noktaların yanı sıra, kendi olarak kalmasını da gerektirmektedir.

Cemil Meriç, 'Medeniyetlerin birbirine istihale edemeyeceği, Danilevsky'den beri bir kaziyye-i muhkemedir' der. Medeniyetlerin temelinde kültür yatıyor, kültür de belli bir inanç, dünya görüşü, hayat anlayışı, hatta dil ve tarihi birikim ve dinamiklerden oluşuyor. O kadar ki, bunda coğrafyanın, iklimin, tabiatın ve bir dereceye kadar ırki farklılıkların bile tesiri oluyorsa, bu takdirde bir milli özden bahsetmek her zaman mümkündür.

Buna karşılık, bir iki asırdır bu gerçeğe zıt olarak, suni ve taklide dayalı bir başkası olma yarışına girdiğimiz ve bunun neticesinde, adeta hiçbir şey olamadığımız da bir vakıadır. Bugün ülkemizde yaşanan çatışmanın ve halk - aydın farklılaşmasının temelinde de, esasen bu 'bir şey olamama', 'kekliğin yürüyüşünü taklit edelim derken, kendi yürüyüşümüzü unutma' garabeti yatmaktadır.

Kısaca, değişmeyen kültür ve millet dokumuzun üzerinde, çağın ve şartların gerektirdiği değişen unsurların inşasıyla, bir başka şekilde ifade edecek olursak, doku uyuşmazlığı sebebiyle ölüme mani olamayacak bir 'organ transplantasyonu' yoluyla değil, kendi DNA'sına sahip temel hücrelerimiz üzerine yeni, 'çağdaş' beslenme kaynaklarından gelecek hücreler inşasıyla oluşacak bünyemizdeki ana unsur, yani ana hücreler bizim özümüzü teşkil etmektedir.

Tarikat Değil Hakikat

Bu söylemle Nakşilik ve Bediüzzaman arasındaki düşünsel bağı nasıl tarif edersiniz? Yoksa, kendinizi günün koşulları içinde 'yeni ve farklı' bir söylemin sesi olarak mı anlıyorsunuz? Örneğin, Şerif Mardin, Bediüzzaman'ı Nakşi düşüncenin devamı olarak ele alıyor. Siz bu düşünceyi paylaşırsanız, kendinizi Nakşiliğin bir başka versiyonu olarak görebilir misiniz?

Nakşiliğin de, Bediüzzaman'ın düşüncelerinin de temel kaynağı İslam olduğu için, aralarında şüphesiz paralellikler bulmak mümkün olmakla birlikte, meslek ve meşrebi itibariyle Bediüzzaman, Nakşi olmadığı gibi, onun hizmet çizgisinin de Nakşilikle doğrudan bir alakası yoktur. Bilindiği gibi Nakşilik, bilhassa Türkler arasında daha çok yayılmış Sünni bir tarikattır.

Tarikatların Osmanlı toplumunda kaynaştırıcı, birleştirici bir fonksiyonu, hatta Osmanlı iktisadi hayatında belli tesirleri olmuşsa da, esasen tarikatın bir insanın yetişmesinde en önemli unsurlarından biri olan nefis terbiyesini esas alması hasebiyle, bu tesirin tabi ve normal olduğu kabul edilmelidir.

Fakat, Bediüzzaman tarikatlar karşısındaki tavrını açıkça belirtmiştir. Tarikatlarda nefis terbiyesinin esas olmasına mukabil, 'Gelecekte akıl ve ilim hükmedecektir. Dolayısıyla, bütün meselelerini akla ve ilme tasdik ettiren Kur'an hükmedecektir' diyen ve öncelikle pozitivist ve materyalist anlayışa dayalı eğitimden, Batı'da büyük ölçüde dine karşı gelişen fen ve felsefeden kaynaklanan inkar karşısında iman esaslarını müdafaaya birinci derecede önem veren, dolayısıyla her şeyden önce zihindeki şüpheleri silerek, aklın aydınlanmasına çalışan Bediüzzaman'ı tarikatla bir arada değerlendirmek doğru bir hareket olmasa gerektir.

İkinci olarak, şüphesiz Bediüzzaman'ın çizgisinde terbiyesi ve ruhi - manevi tekamülün de önemli bir yeri vardır. Fakat burada bile Bediüzzaman tarikatlardan, bilhassa Nakşilikten ayrılır. Bir yerde, 'Nakşibendi yolunda dört şeyi terketmek esastır; dünyayı terk, ukbayı terk, benliği terk ve terk düşüncesini terk. Benim, insanın aczini itirafına dayalı yolumda ise, dört şey lazımdır. İnsanın Allah karşısında mutlak yoksunluk ve yoksulluğunun, mutlak aczinin idraki. O'nun servet ve kudretine dayanarak şevkle hizmet edip, bütün muvaffakiyetleri O'ndan bilerek tam bir şükür içinde olması, ayrıca tefekkür,' der.

Kaldı ki, 'Zamanımız tarikat değil, doğrudan hakikati bulma zamanıdır' diyen de odur. Aynı şekilde, tarikatlarda mürşidler silsilesi, bir mürşidin ölmeden önce bir başkasına 'hilafet' vermesi esastır, fakat Bediüzzaman'ın çizgisinde böyle bir şey yoktur. Sonra, Bediüzzaman'ın hayat, İslami anlayış ve hizmet yolunun sosyolojik bir tetkiki bile, onunla Nakşiliğin içtimai hizmet çizgisi arasında dahi, birbirinin devamı sayılabilecek paralellikler bulmanın ne kadar zor olduğunu ortaya koyacaktır.

Farklılaşma Yoksa, Hayat Olmaz

Neo Nurcu öğreti bir kimliğin veya toplumsal hafızanın yeni Anadolu burjuvazisi, yetişen 'organik' aydınlar ve demokrasi içinde üretilmesiyle bu şuurun (kimliğin) dışarıya yansıtılma yöntemleri, siyaset mi, ekonomi mi yoksa sanat mı olmalıdır?

Önce, meseleye, daha önceki sorularda olduğu gibi, bu soruda da tanım için kullanılan ifadelerin ışığında değil, kendi karakteri çerçevesinde yaklaşmak gerektiği kanaatindeyim. Çünkü bu karakterde ne bir 'neo' düşünce akımı, ne de, kelimenin ifade ettiği asıl anlam içinde bir burjuvazi söz konusu değildir. Dolayısıyla, bu karakterin kendini ifadesinde siyaset, ekonomi, sanat gibi ayırımlara gitmek de, anlamayı zorlaştırabilecek özelliktedir.

Bugün, yukarıdaki sorularda ifadesine çalışılan hizmet çizgisi içinde yer alan 'himmet' sahipleri, bilinen manada bir burjuvazi değil, sadece izafi planda bazılarından biraz daha zengin, inanmış Türkiye - Anadolu - Trakya insanıdır. Şüphesiz belli temellere dayanmakla birlikte, yapabileceğini yapmaktadır. Hizmetin temelinde yatan, ferdi planda imanın kurtarılması ve bilhassa Allah'ın rızasını kazanma yoluyla Ahiret saadetinin ve dünya saadeti de büyük ölçüde burada yattığı için, gerçek saadetin emniyete alınmasıdır.

Bu emniyete alma, eğitimi, dolayısıyla zihni ve kalbi aydınlanmayı, insanlar arası münasebetlerde ise adalet, şefkat, merhamet ve hatta bunların da ötesinde başkalarını kendimize tercih, yaşatmak için yaşama sevdasından vazgeçme, lezzeti başkalarının lezzetinde bulma manasında diğergamlığı getirmekte. Şüphesiz bu münasebetlerin tesisi ve hizmetin idamesinde ekonominin sadece araç olarak bir yeri olduğu gibi, insanın her yanıyla kendisini adeta kendiliğinden ifadesi manasında sanatın da yeri olacaktır. Bunları ayrı ayrı ele almak çok doğru olmasa gerektir.

Bu çerçevede ferde yapılan hizmet aynı zamanda ülke ve millet hizmeti, ülkeye ve millete yapılan hizmet de ferde yapılan hizmet olmaktadır. Nasıl bütün bedenin beslenmesi tek tek hücrelerin beslenmesiyle aynı anda ve aynı paralelde oluyorsa, nasıl hücreler beslenmekle beden de besleniyorsa, bu hizmeti bu çerçevede ele almak lazımdır. Tabii bunları derken, dar manada bir dini hizmet veya dar manada dine dayalı bir hizmeti kastetmiyorum. Bir hücre veya bedenin beslenmesinde nelere ihtiyaç duyuluyorsa, ferdin ve milletin beslenme ve bekasında da gerekli her şeyin kendi ölçüsünde ifade ettiği bir değer ve önemi, ona göre de hizmet içinde yeri vardır.

Günümüz siyasi düşüncelerinin odağındaki temel soru şu: Hem ekonomik faktörlerin öncülüğünde gelişen globalleşmenin (AB, NAFTA, ASEAN, vb) hem de yerel dini - milliyetçi akımların 20. yüzyılın ürünü olan ulus - devleti üstten ve alttan saldırı altında tuttukları bu ortamda, yeni bir 'siyasi' örgütlenme anlayışına ihtiyaç var mıdır? Sizce, ulus - devlet yerine nasıl bir yapı düşünülebilir?

Şahsen, milli devletlerin tamamıyla ortadan kalkacağını sanmıyorum. Bununla birlikte, medeni bir varlık olarak insan hemcinsleriyle bir arada yaşama mecburiyeti hisseder ve en azından ürünlerinin mübadelesi, karşılıklı yardımlaşma ve başkalarına muhtaç olma açısından, 'Komşu komşunun külüne muhtaçtır' atasözümüzde ifadesini bulduğu üzere, komşuluk münasebetlerine ihtiyaç duyar.

Bugün bu münasebetler bütün dünyayı içine almış bulunmaktadır. Yani, artık dünyanın batısındaki ve doğusundaki insanlar birbirine adeta kapı - komşusu konumundadır ve bu yakınlaşma artarak devam edecektir. Sözünü ettiğiniz kuruluşlar, daha çok bu yakınlaşmanın ve karşılıklı ihtiyacın, ayrıca en azından belli ölçülerde büyük güçler karşısında eriyip gitmeden milli varlığı sürdürme gayesinin örünü olarak ortaya çıkmışlardır.

En fazla, bir milletler konfederasyonundan bahsedebileceğimiz bir zaman gelir mi gelmez mi tartışılabilir ama, herhalde yine de milletler ve milli devletler belli ölçülerde varlıklarını sürdüreceklerdir. Bu çerçevede insanları ve milletleri bir arada olmaya mecbur ve mahkum edecek ortak paydalar artacak, fakat, farklılıkları bütün bütün ortadan kaldırmaya yetmeyecektir.

Kaldı ki, farklılaşmanın olmadığı yerde hayat da olmaz. Bu çerçevede siyasi yapılanma, içte daha çok demokrat, daha özgürlükçü, daha gevşek, yani daha az bürokratik, ferdi haklara ve ferdi teşebbüse daha çok saygılı, bununla birlikte kendi DNA'sındaki farklılıkları kısmen koruyucu, milletlerarası münasebetlerde ise daha esnek, hemen her ülkeyle münasebete açık, insiyatif almaya her zaman hazır, fakat kendi içinde kavgasız ve çatışmasız özellikte olmayı gerektirebilir.

'Güç Peşinde Olmadım'

'Eğitim - Şuur - Aksiyon - Güç' olarak tanımlanan yeni Nurcu öğretinin bölgesel bir imparatorluk' olarak tanımlanması veya 'neo Osmanlıcılığın' oluşumu olarak görülmesi sağlıklı bir bakış açısı mı? Yoksa Bediüzzaman'ın 'iman, hayat ve şeriat' hedefinin ikinci aşaması mı? '

Daha başka bazılarının da iddia ettiği gibi, hiçbir zaman güç peşinde olmadım ve 'eğitim - şuur - aksiyon - güç' veya 'iman - hayat - şeriat' şeklinde birkaç basamaklı bir çizgiden de söz edilemez. Bir defa, eğitim ve aksiyon olduğu gibi, şuur da bütün insan faaliyetlerinin tabii bir unsurudur. İnsani olmaktan kaynaklanan ruhudur.

Bediüzzaman'ın 'iman - hayat - şeriat' şeklindeki sözleri de yanlış tefsir edilmektedir.

Bunu, onun düşünce yapısının bütünlüğü içinde değerlendirmek gerekir. O, bir başka yerde, 'İman, taklide dayalı olarak yalnızca 'inandım' demekten ibaret değildir. Bir ağacın çekirdeğinden meyvelerine kadar ve güneşin eldeki aynada görülen aksinden, deniz yüzündeki aksine ve ta bizzat kendisine kadar temsil ve tecelli mertebeleri olduğu gibi, imanın da o derece çok hakikatleri, Allah'ın bin bir ismi ve diğer iman esaslarının kainatla bağlantılı hakikatleriyle alakalı o kadar çok hakikati vardır ki, bütün ilimlerin ve marifetlerin ve insani kemalatın en büyüğü imandır ve araştırmaya, bürhana dayalı imandan gelen Allah bilgisi, 'Allah hakkında duyulup, yaşanan, tecrübe edilen vicdan kültürü'dür' şeklindeki ifadeleriyle, İslam'ın tamamını adeta imanın tahsili olarak görüyor, hatta İslam - iman anlayışını ortaya koyuyor.

Yine bir başka yerde, 'Katiyyen bil ki, yaratılışın en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, Allah'a imandır. Ve, insaniyetin en yüce mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, Allah'a iman içindeki marifetullah - Allah'ı vicdanda duyma ve O'nunla ilgili olarak bir 'vicdan kültürü' edinmedir. Cin ve insanın en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullah - Allah aşkı - dır. Ve, beşer ruhu için en halis sürur ve insan kalbi için en safi sevinç, o muhabetullah içindeki ruhani lezzettir' diyerek, her şeyi adeta imanda düğümlüyor.

Bu takdirde, onun 'iman - hayat - şeriat' şeklindeki ifadelerini, merhalelerden çok, fertlerle başlayan iman hizmetinin herkese götürülmesi ve imanın hayatı yönlendiren bir ışık olması gerektiği şeklinde anlamak daha doğru olacaktır. O, bunun dışındaki hedefleri, 'Allah'ın vazifesi'ne veya 'şe'n-i Rububiyet'e karışmak olarak değerlendirir ve fakirin de yıllardır söylediği hep bu olmuştur.

Onun 'şeriat'tan kastettiği de, bugün bazılarının iddia ettiği gibi, teokratik bir devlet özlemi değildir. Çünkü, 'İslam'ın yüzde 95'i iman, ibadet ve ahlaka mütealliktir, ancak yüzde 5'i idareye bakar, onu da idarecilerimiz düşünsün' diyen de odur ve bu sözü tek parti döneminde söylemiştir.

O, 'şeriat'ı dinle aynı manada, İslam'ın itikad, ibadet ve ahlakla alakalı yanlarını ifade için kullanmıştır. Ayrıca, mesela, yatarken Peygamber Efendimizin okuduğu duaları okuma gibi, davranışlarımızda Peygamberimizi örnek almanın her günkü basit hareketlerimizi bile ibadete dönüştüreceğini söyleyerek, günlük hayatımızı da sünnet yoluyla imanın, İslam'ın çizgisinde sürdürmeyi de şeriat kavramıyla ifade etmektedir.

Başka türlü değerlendirme ve hele hele yapılan hizmetleri güç elde etmeye vasıta olarak görme, menfaati, iktidar olmayı ve maddeyi hayatın merkezine yerleştiren modern anlayışları mutlak hakem yapma demek olur ki, büyük bir yanlış ve çok büyük bir yanılgıdır.

Devlete İtaat Eleştirisi [2]

Milliyet'te Dr. Hakan Yavuz, sizi Said Nursi'nin 'düşünen, sorgulayan, eleştirel birey özlemini' terk ederek, kendinize ve devlete itaat eden, kutsayan, milliyetçi, 'girintili çıkıntılı' düşünemeyen bir arı kovanı üretmekle eleştirdi. Bunu nasıl karşılıyorsunuz?

-Herkes kendine göre milliyetçidir yani. Milletini sevmek başka... Milliyetçilik deyince biz, Turancılık, ırkçılık gibi anlarız, uzağız biz ondan. Bugün Misak-ı Milli sınırları ile belirlenmiş, Allah başka yollarla bir araya getirirse şayet, başkalarını da kucaklayabilecek bir anlayışımız var.

Bediüzzaman eserler yazdığı dönemde, kafatasçılığa, kana, damara dayanan aşırı ırkçılığın, Almanya'da Nazizm'in yaşandığı dönemdir. Bence o başkadır, insanın kendi milletini sevmesi ayrı meseledir. 'Dinin yerine konmuş milliyetçilik' şeklinde görmek o meseleyi, çok ciddi bir yanılgıdır. Ben şahsen (Hakan Yavuz'un) onu düzelteceğini tahmin ederim.

İkinci mesele, devletçilik başkadır, devletin karşısında olmak başkadır. Hep şunu söylemişimdir. Hükümetlerin aleyhinde olurken, neşteri biraz sertçe vurabiliriz ve devleti temelden sarsabiliriz. Devletin yıkılması, devletin sarsıntıya maruz kalması millet içi felaket olur. Böyle bir yaklaşımı 'devletçilik' şeklinde ele alıyorlarsa, yine yanılıyorlar. Ben hür düşüncenin, hür teşebbüsün, ferdi kazancın belli bir ölçüde liberalizmin yanındayım. Bir ölçüde, halihazırdaki ifratkar tavırlarını tenkit edebilirim.

Ben Asya'daki okulları ne gittim, ne gördüm. Oturup, temelde bu meselenin yapılması gerektiği hususunu konuştuk. Bana düşen şey sadece, eğer arkadaşlarım saygılarının esiri olarak bana bazı şeyler sordularsa, doğru bildiğim şeyleri söyledim ben. Bunda da şahsen ben bir mahzur görmüyorum. Hatta diyorum, keşke milletin başındakiler kendilerini dinletmeye milleti zorlamasalar da, millet onları dinlemeye fayda olduğuna inanarak, kendini mecbur hissederek onları dinlese. Ben de böyle bir dinlemeye karşı çıkamam, yani... Arkadaşlara güvenim sonsuz. Hem de ben kim oluyorum.. Hepimiz faniyiz. Bir gün çekilip gideceğiz. Böyle baki hakikatler bazı şahıslara mal edilemez. Bu açıdan Hakan Yavuz Bey, bu hususu da çok kavrayamamış. Aslında değişik bölgelerde çalışan kolektif bir şuur var. Bunu tespit edememiş.

Devletçi İddiasına Cevap [3]

Bazıları tarafından cemiyeti ön planda tutmakla, neredeyse devletçi olmakla, biraz fazla milliyetçi olmakla itham ediliyorsunuz.

Bazı şeyleri olduğu gibi kavrayamama var. Herkes bir ölçüde milliyetçidir. Milletini sevmek, insanını sevmek... Milliyetçilik deyince biz hemen Turancılık, ırkçılık gibi anlarız. Uzağız biz ondan. Ve bugün Misak-ı Milli'yle sınırları belirlenmiş. Allah başka yollarla bir araya getirirse şayet, başkalarını da kucaklayabilecek bir anlayışımız var.

Anadolu'da Saf Irkçılık Olmaz

Anadolu'da yaşayan insanları saf ırkçılığa irca etmek zaten mümkün değildir. Bediüzzaman'ın yaklaşımı da budur. Diyor ki 'Alem-i misalde perde açılması lazım ki esas kimin ne olduğu ortaya çıksın.' (Bediüzzaman, İslamcı falan deniyor da, o tabiri tasvip etmiyorum aslında) Bediüzzaman bugün bu olmasın denemez diyor belki; ama o inanca, İslamiyet'e kalkan olmalı, sur olmalı, onun yerine geçmemeli, diyor. Bugün buna yok diyemezsiniz.

Milletler ne manada o bir aradalığı değerlendiriyorsa, işte ona milliyetçilik denecekse, terk edilemeyecek bir şeydir. Biz kendimize Türk diyoruz, Türkiyeli diyoruz. Ne derseniz deyiniz. Bunu terk etmek, bundan uzaklaşmak mümkün değildir. Fakat bir iltibas var, burada bir karıştırma var. Ve burada Bediüzzaman'la arkasından gelen insanların anlayışları arasında fark yoktur. O aşırı ırkçılık, deme-damara dayanan, kana dayanan, kafatasına dayanan, o kaba üslubunun, hususiyle eserleri yazdığı dönem de Almanya'da Nazizm'in yaşandığı bir dönemdir, bu mülahazalarını ortaya koymuş, sadece o değil Ahmet Naim Bey, Filibeli Ahmet de koymuş. Sonra bunları bir araya getiren Ertuğrul Düzdağ Bey bir kitap yazmış.

Bence o farklıdır, insanın kendi milletini sevmesi ayrı bir meseledir. Bu meseleyi 'milliyetçilik dinin yerine konulmuş' şeklinde görme çok ciddi bir yanılgıdır. Ben şahsen bunun düzeltileceğini umuyorum.

Nereye Kadar Devletçi?

İkinci mesele, devletçilik başkadır, devletin karşısında olma başkadır. Devletçi deyince genelde, dünyadaki devletçi idareler kendileri nasıl hareket ediyorlar, ferdin ferdi hürriyeti düşüncesi, hukuku nasıl kaale alınmıyor. Milletin veya devletin bekasının mevzubahis olduğu yerde ferdin bekasından söz edilemez mülahazaları içinde bir devletçilik, menfur bir devletçiliktir. Biz ondan mağrip-maşrik arası uzağız.

Ama her milletin bir devleti vardır. O milleti idare eder bu devlet. Amerika devletinin kendine göre politikaları vardır. Ve devlet, hükümetlerin gelip onun üzerinde milleti idare ettiği esastır, bir projedir. 'Devletçiyim' dediğimi hatırlamıyorum. Fakat hep şunu demişimdir: 'Hükümetlerin aleyhinde olurken elimizdeki neşteri biraz sertçe vurabiliriz ve bu devlete raci olabilir. Devleti temelden sarsabilir. Devletin yıkılması, devletin bir sarsıntıya maruz kalması, bu millet için bir felaket olur.' Böyle bir yaklaşımı bir devletçilik şeklinde ele alıyorlarsa yine yanılıyorlar demektir.

Ben, hür düşüncenin, hür teşebbüsün, ferdi kazancın, belli bir ölçüde liberalizmin, bir ölçüde bunların da halihazırdaki sosyal tavırlarını tenkit edebilirim. İnsanlığın iftihar tablosunda misaller vererek arz etmişimdir. Allah Rasulü, çarşıda, pazarda ticaret yapmış bir insandır. Siz ondan bin dört yüz sene sonra pazar ekonomisi, piyasa ekonomisi falan diyorsunuz. Ve kendi insanına öğretmiş bunu. Kaynuka Çarşısı'nda, Nadr Çarşısı'nda, Kureyza Çarşısı'nda Museviler gibi hayata çok erken uyanmış, çok akıllı, dünyayı idare eden insanların hakim oldukları bu pazarlarda Müslümanları öne çıkarmıştır. Onlara o imkanı vermiştir.

Tabandan Tavana Devlet [4]

Sizin, hoşgörü ve barış tablosu çizerek devletin ileri gelenlerini etkilediğiniz ve bunun Türkiye için büyük bir tehlike olduğu söyleniyor?

- Ancak kafalarındaki şablonlarına veya heveslerine esir, ya da kendilerine aşık insanlardır ki, kendilerinden başkasının yaptığı hiçbir müspet hareketi kabûllenemez. Bu ülkede 60 milyon insan yaşıyor. Bir ülkede olup bitenden artık bütün dünya haberdar oluyor. Kendilerinden başkalarına hayat hakkı tanımak istemeyen ve 'ülke için ne gerekiyorsa biz yapmalıyız' felsefesindeki insanlardan başka hiç kimse, hoşgörü ve barış faaliyetlerine karşı çıkamaz ve çıkmamaktadır.

- Ulusal uzlaşma ödülleri verilmesini teşvik etmekle kendinizi belli bir statüde göstermeyi mi hedeflediniz?

- Düz ve insanlardan bir insan olduğumu, devletimin, ülkemin ve bütün insanların hizmetine koşmayı en büyük bir şeref telâkki ettiğimi defalarca dile getirdim. Sözlerimdeki samimiyeti göstermek için, art niyetli garazkârlara kalbimi de çıkarıp gösteremem ki! Göstersem bile, inanmak istemeyenler bu defa başka bahaneler uyduracaklardır. Sonra, Türkiye'de ve dünyada pek çok kuruluş değişik ödüller dağıtıyor. Niye aynı iddia bunlar için ileri sürülmüyor da, herkesin ittifak ettiği üzere, yıllardır iç kavga, anarşi, terör, ekonomik dengesizlik gibi faktörlerle parça parça olmuş ve Alevî-Sünnî, Kürt-Türk gibi etnik ve inanç temelinde daha tehlikeli şekilde parçalanmasına çalışılan ülkemizde uzlaşma ve hoşgörüyü teşvik ederek bu parçalanmaları gidermeye çalışanlar için böylesi bir isnatta bulunuluyor? Yoksa bu isnadı yapanlar, ülkenin parça parça olmasından ve daha da parçalanmasından menfaat uman çevreler midir?

- Yaptığınız/teşvik ettiğiniz çalışmalar, devleti tabandan tepeye doğru kuşatma hareketi olarak telakki ediliyor.

- Devleti ele geçirme, bir yerleri kuşatma gibi işlerle hiç ilgim olmadığı gibi, bu hususlarda hiçbir hevesim de olmadı. Teokratik devlet kurma çalışmaları yaptığım iddiasında bulunanlar gibi, bu konudaki isnatları da haklı çıkaracak tek bir müşahhas delil ortaya koysunlar, çok sevdiğim bu ülkeyi terk etmeye ve hayatımın gayesi bildiğim ülkeme ve milletime hizmeti bırakmaya hazırım. Ama, ellerinde hiç bir müşahhas delil olmadan böylesi isnatları yapanları ve yayanları, tarihin en büyük müfterîler arasında zikredeceği bilinmelidir.

- Bir de, biraz önceki sorumun zıddı bir iddia var; devleti zirveden ele geçirmeye çalıştığınız şeklinde.

- Önceki isnatta 'tabandan tepeyi' deniyordu; burada ise devleti zirveden ele geçirmeye çalışma iddiası var. Cevabım, yukarıdaki iftiranın cevabından farklı olmayacaktır Yalnız şunu ilave edebilirim: 40 yıldır yazan, konuşan ve karınca kaderince bir şeyler yapmaya çalışan bir insanım. Eğer böyle bir niyetim ve bu yönde bir çalışmam olsaydı, şimdiye kadar tek bir müşahhas delil ortaya çıkmaz mıydı? En azından birkaç cümle, birkaç kelime veya birkaç davranışımla olsun, kendimi ele vermez miydim? Bu konuda, tamamen çarpıtma, yanıltma ve kasıtlı yorum ve iktibasta bulunmaya dayalı birkaç iddiadan başka, gerçek ve müşahhas bir delil ortaya konabilmiş midir? O halde, böylesi isnatları haklı çıkaracak tek bir vak'ası olmayan bir insanla uğraşmak boşunadır, beyhudedir.

- Aslında sizin politik yolla iktidara gelmeye uğraştığınız fakat şimdilik ortamı müsait görmediğiniz doğru mu?

Böyle bir şey söz konusu olmuş olsaydı, 60 yıllık hayatımda bir defa olsun politik teşebbüsüm görülürdü. Bundan sonra da, politik bir yol takip etmek veya değil devleti ele geçirme, politika yoluyla ülkeme hizmet verme gibi bir düşünce yine aklımın köşesinden bile geçmeyecektir. Hizmet adına milletvekili olmak isteyen birkaç dostumu yanımdan kovduğuma çokları şahittir.

Söz konusu iddialardaki hiyerarşik teşkilatlanma ile devlet örgütüne alternatif bir örgüt kurduğunuz söylendi.

- Böyle bir teşkilat veya teşkilatlanmanın hayal mahsulü olduğunu söyledim. Çokları da beni devlete çok bağlı olmakla suçluyor. Mevcut devlete alternatif bir örgüt teşkili bir fitnecilik, bozgunculuk demektir. Böylesi bozgunculuk ve fitneden en çok kaçınan ve istikrarı en fazla müdafaa eden birisi olduğumu, beni uzaktan ve yakından tanıyan herkes bilir.

- Türkiye'de İslamcılığı kullanmak isteyen dış mihrakların ilgi alanına girdiğinizden veya girebileceğinizden bahsedildi.

- İslamcılık gibi -eğer varsa böyle bir ekol veya hareket- bir ekol veya hareketle hiç münasebetim olmadı. Hiçbir dış mihrakla da alâkam yok ve olamaz. Herkes dış mihrakların ilgi alanına girebilir ama, onların ağına düşenler, ikbal, iktidar ve daha başka dünyevî menfaatler peşinde koşanlardır. Böylesi süflî şeylerle alâkamın olmadığını ve olamayacağını vicdanı olan herkes çok iyi bilmektedir.

Şeriat Devleti Çalışmaları İddiası

- Yurtdışında okul açılmasını teşvikteki gayenizi öğrenebilir miyiz? Bu konuda da, menfaat temin etme, böylece şeriat devleti çalışmalarına dış destek sağlama gibi iddialar ortaya atılıyor.

- Maddî menfaat peşinde olan insanlar, herhalde gidip yurtdışında büyük fedakârlıklarla okul açmaktan çok daha tatlı iş sahalarına pekalâ girebilirler. İkinci iddianın ise çürüklüğü ve mesnetsizliğini bu okullarda verilen eğitim, okulların bulunduğu ülkelerin lâiklik konusundaki Türkiye'den daha az olmayan hassasiyetleri ve şu ana kadar iddia edildiği istikamette hiçbir faaliyetimin tespit edilememiş olması apaçık göstermektedir. Okulların açılmasındaki maksat da, fakirle yapılan ve yayınlanan mülâkatlarda defalarca dile getirilmiş ve pek çok insan tarafından da yazılmıştır.

Ülkemizden iki cumhurbaşkanı, başbakanlar, bakanlar, milletvekilleri, ilim adamları, yüksek rütbeli emekli askerler, gazeteciler ve daha başka her görüşten, her seviyeden binlerce insan bu okullara gitti, gezdi, gördü ve döndüler. Okulların bulunduğu ülkelerden ve Türkiye'den gidip bu okulları görenlerden, iddia edildiği şekilde tek bir şikâyet gelmiyor, aksine istisnasız hepsi bu okullardan övgü ile bahsederken, masa başında bu türden iddiaları ortaya atanların asıl maksatlarını anlamakta güçlük çektiğimi söylemeliyim. Her bakımdan ülkemizin faydasına olduğu apaçık bu okullar hakkında böylesine mesnetsiz ve düşmanca hisler beslemenin vatanperverlikle münasebetini bulamıyorum.

- İmam-Hatip okullarının orta kısımlarının kapatılmasından sonra, sizin açtırdığınız okullara özellikle irticacı kesimden akın olduğu dile getirildi.

- Bu okulların devlet ve halk işbirliğiyle açıldığını defalarca ifade ettim. Şimdi, bu okullarla alâkalı bir istatistik mi yapılmış veya bu okullara geçtiğimiz eğitim-öğretim yılında kayıt yaptıran öğrencilerin envanteri mi tutulmuş da, hem buralara daha fazla akın olduğundan, hem de bu akımın irticacı kesimden geldiği iddia ediliyor. Yapılacak ufak bir araştırma, sanırım, bu iddianın gerçekle hiç alâkasının olmadığını ortaya çıkarmaya yetecektir.

Şeriat Devleti Nerede?

- Bütün faaliyetlerinizin bir şeriat devleti kurmaya yönelik olduğu iddialarına ne diyorsunuz?

- En iptidaî toplumlarda bile insanlar sözleri ve yaptıklarıyla yargılanır ve bunlara bakılarak haklarında hüküm verilir. 60 yaşındayım ve her yaptığım tam 40 yıldır halkın ve hükümetlerin gözü önünde cereyan ettiği gibi, yazdıklarım da ortada ve bilhassa neredeyse bütün söyledikleri kayda geçmiş belki tek kişiyim. Bu konudaki bütün iddialar tamamen vehimlere ve muhtemellere dayanmaktadır ki, böyle bir mantık veya mantıksızlıkla, her solcuyu totaliter komünist idare özlemcisi, her ülkücü milliyetçiyi ırkçı, şovenist, hatta faşist veya nazist idare taraflısı olmakla suçlamak icap eder. Böyle bir paranoyaya ise deliler bile güler..

Evrim ve Devrim [5]

- Efendim, iddialar bu şekilde devam edip gidiyor. Şu anda evrim aşamasında olup, henüz devrim aşamasına gelmediğiniz; korkutma, sindirme gibi yollara başvurduğunuz, vakti gelince devleti ele geçirmek üzere harekete geçeceğiniz gibi şimdiye kadar tekrarlanmış iddialar var....

Bunların hepsine cevaplar verilmişti. Öyle inanıyorum ki, bizzat bu iddiaları ortaya atanlar da, onlara can simidi gibi sarılanlar da, esasen, bu iddialarda hiç bir gerçek payı olmadığını bilmekte, sadece onlardan kendi adlarına nasıl istifade edebiliriz düşüncesini taşımaktadırlar. Bunlar, kamu vicdanının tiksintiyle reddedeceği boş sözlerdir. Bir millet böyle şeylerle uğraştırılarak, bu milletin ve bu devletin önemli mevkilerinde bulunanlar böyle şeylerle meşgul olarak enerjileri boşa harcanmakta, zaman akıp gitmekte ve olan yine bu millete, bu devlete olmaktadır. Türkiye, tarihinin en kritik döneminde.

Dünya yeni bir asra girerken milleti ile birlikte sıçrama rampasında bulunan devletimizin; coğrafyası, tarihi ve kültürünün kendisine cömertçe sunduğu fırsatları değerlendirerek dünyada boşluğu hissedilen bir denge unsuru olmayı seçmek yerine iç çekişmelerle meşgul olması, bu millete ve bu vatanı kanları pahasına bize emanet eden şanlı ecdadımıza yapılmış en büyük haksızlıktır.

Ben, sorumlularımızın ve yetkililerimizin böylesi gülünç iddialara iltifat etmeyeceklerine inanıyorum. Bir ülke, o ülke evladlarının güzel hizmetleri, bir-kaç kişinin menfaat kavgasına alet edilmemeli ve bu kabil kavgalarla vakit öldürülmemelidir. Bir zaman başlamış bulunan hoşgörü ve diyalog çerçevesi içinde, iyi niyetle, birbirine saygı duyan ve herkesi kendi konumunda kabullenen toplum kesimleri olarak el ele yarınlara yürümenin yollarını araştırmalıyız. Bu günler de geçer; geçer ama, inşaallah bu günlerden ileriye esefler gönderilmesin; yarınlarda da bugünler adına 'eyvah' denmesin!

Din ve Şeriat Tartışması [6]

Son zamanlarda din şeriattir, yok değildir tartışması çıktı. Bu tartışmada kadınların şeriata karşı yürümesiyle alevlendi. Arkasından Ankara DGM bir karar verdi ve karar da dedi ki, 'şeriat din olarak değil din esaslarına dayalı devlet rejimi ve hukuk düzenidir' dedi. 'Din esaslarına dayalı devlet düzenidir' dedi. Şeriat nedir? Şeriat din midir? Sizce nedir?

- Şimdi şeriat, din ve İslamiyet bunlar eskilerin ifadeleriyle müteradif lafızlardır. Nüansları vardır aralarında. Mesela şeriat dediğimiz zaman Kur'an-ı Kerim'de bir yerde şeriat tabiri geçer bir yol bir sistem, bir şehrahtır, İslam Allah'a teslim olmuşluğun Allah'ın emirlerini dinlemenin, işini 0'na tevdi etmenin adıdır. Din kelimesi de bir yanı ahirete de raci olur, din, o da bir yoldur, bir yöntemdir, neticesi gidip ahirete dayanan ki, Fatiha'da bunu ifade ediyoruz. 'Maliki yevmid din' din gününün sahibidir diyoruz ki, dünyada bir sistemdir, fakat ahiretle neticelenen bir sistemdir. insanın ebede uzanan arzularını da tatmin edecek ebedden ve ebedi Zat'tan başka bir şeyle tatmin olmayacak insanı tatmin .edecek bir kanunlar mecmuasıdır. Bunların bütününü de din adı altında tarif ederken de derler ki uzun bir Arapça'sı vardır. Kur'an'dan ve Sünnet'ten çıkararak tarif etmişlerdir. Fakat ben iki cümleyle sadece Türkçe'sini arz edeceğim, insanları kendi ihtiyarlarıyla netice itibarıyla sevimli, mahmuden b?zat diyorlar, kendi ihtiyarlarıyla o hedefe götüren kanunlar mecmuası deniyor. Bu tarif şeriat için de İslam için de söz konusudur. Bu meselenin bir yanı. Ancak şeriat dediğimiz zaman eskiler, usulcüler derlerdi ki, mutlak zikir kemaline masruftur. Yani bir şeyi mücerret kayıtlardan, soyutlayarak ifade ederseniz temelde kemali neyi ifade ediyorsa, tastamam olması neyi ifade ediyorsa o anlaşılır, o akla gelir. Şimdi böyle bir kayıtta şeriat dediğimiz zaman onun hukuka müteallik yanları, bir kısım ahkama müteallik yanları, medeni ve cezai kanunlarla alakalı ihtiva ettiği müeyyideler falan bunlar da içine aldığından dolayı zannediyorum şeriat dediğimizde bazıları onu umumi manasıyla almıyor da sadece bu hususlara bakan hususi manasıyla alıyorlar.

- Yani ibadetle ilgili muamelatla ilgili...

- Müsaade buyurursanız arz edeceğim. Yani itikat dediğimiz şeylerde esas, bu şeriatın parçasıdır, dinin bir parçasıdır, imanın bir parçasıdır. Hepsinin içine girer inandığımız imanın_ esasları onun içine girer. Hatta iman esasları adına kainatın bir kitap gibi okunması, bir mahşer gibi temaşa edilmesi onun içine girer. Namazımız, orucumuz, haccımız, zekatımız onun içine girer. Bizim ferdi ve ailevi bazı muamelelerimiz onun içine girer. Onun içine giren yani dinin, İslam'ın ve şeriatın % 95'leri aşar. % 95, Allah'ın insana yüklediği bu şeyleri yapması için insanı zorlayan herhangi bir mani yoktur, insan herhangi bir mania ile karşı karşıya kalmaz. % 5'i idareyle alakalı, bazıları hukuk sistemiyle alakalı % 4, % 5 nispetinde bir yanı vardır ki, o teker teker fertleri alakadar etmez, idare edenleri alakadar eder.

- Yeniden sormamı bağışlayın. Ben şeriat istiyorum diyen gerçekte neyi istiyor?

- Belki çokları neyi istediklerinin farkında değillerdir yani.

- Aslında neyi kastediyor?

- Ben onu bilemeyeceğim. Belki % 95'in yaşandığının farkında değildir de. Belki onu istiyordur yani yaşadığı şeyi istiyordur belki.

- Peki belli bir çevrenin şeriata karşı yürüyüşe duyduğu tepki o zaman ne?

- Onlar da biraz evvel arzettiğim gibi temelde işte o % 5'i taammüd ederek sanki onun bütünüymüş gibi hatta orda hassas bir husus da var. Ecevit Bey ifade ettiler, hani şeriat diye yürüyüş yapıp sesini yükseltmek, beri tarafta laikliğe küfrederek demokrasiye küfrederek yürümek kadar bence saygısızlıktır bu da. Çünkü onca hissiyat rencide edilmiş olur. Çünkü kimse onun ne demek olduğunu bilmiyor. Birileri bu işin arkasında şayet onu din olarak tanıyorsa, İslam olarak tanıyorsa ki, Kur'an-ı Kerim'de yüzlerce yerde geçiyor, o mübarek kelimeler. Bir yerde şeriat geçiyor bir yerde de onun fiil mazi kipi geçiyor. Şimdi dünya kadar insan rencide edilebilir. Oysa ki böyle bir uzlaşma döneminde, sath-ı mailinde insanları rencide etmişçe, onları küstürmeme de çok önemlidir. Bağışlayın sapı samanı birbirinden ayırmak lazım. Efendimizin burada çok önemli bir mesajı vardır. Ebu Cehil herkesin bildiği bir insandır. Amr ibnül Hişam malüm. Bu düşmanlıkla yaşamış Efendimize karşı hayatını düşmanlık içinde geçirmiş ve korkunç bir düşmanlığı temsil ettiği bir yerde de ölmüştür. Bir gün onun oğlu ihtida etmiş, Allah Resulü'nün huzurunda otururken, Ebu Cehil için yakışıksız bir şeyler söyleniyor. Allah Rasulü kaşlarını çatıyor, ikaz ediyor, diyor ki, ölmüş gitmiş insanlar aleyhinde bazı şeyler konuşarak hayatta olanları rencide etmiş olursunuz. Bazen konuşacağımız şeyler ve davranışlarımız eğer başkalarını rencide ediyorsa, bu laikliğin aleyhinde olan, demokrasinin aleyhinde olan için de söz konusudur, şeriatın aleyhinde olan için de söz konusudur. Çünkü kitleler bu meseleleri sapı samandan ayıracak şekilde tefrik edecek, temyiz edecek her şeyi net ortaya koyacak durumda değildir. Bu bir toplum saygısıdır yani, toplum bu saygıyı, bence ortaya koymalı, cimrilik yapmamalı.

Devleti Ele Geçirme Meselesi [7]

Medyada, bazı kasetlerinize dayanılarak ileri sürülen iddialara göre, devleti ele geçirmeyi düşünüyormuşsunuz ve bu maksatla devlet kurumlarında gizli bir örgütlenme içindeymişsiniz?

Devleti ele geçirmek için gizli bir örgütlenme kurduğum iddiaları mahkemeler tarafından reddedilmiştir. Böyle bir şey söz konusu olsaydı, istihbarat tespit ederdi.

Kasete alınmış bazı konuşmalarımdan bir araya getirilmiş sözlere dayanılarak, hakkımda ileri sürülen bu kabil iddiaları kabul etmem mümkün değildir. Müsaadenizle bu konuda bir-iki hususa açıklık getirmek istiyorum.

Eğer devleti ele geçirme adına devlet içinde gizli bir örgütlenme içinde isem, bir defa, şimdiye kadar bu konuda ileri sürülen bütün iddialar mahkemelere intikal etmiş ve bu iddialar mahkemeler tarafından reddedilmiş, hatta, savcılar genellikle takipsizlik kararı vererek, mahkeme açılmasına gerek bile duymamışlardır.

İkinci olarak, eğer böyle bir örgütlenme söz konusu olmuş olsa idi, devletin istihbarat birimleri, şimdiye kadar bunu çoktan tespit ederlerdi.

Üçüncü olarak, bana atfedilen veya benimle münasebeti olduğu söylenen bütün faaliyetlerin hepsi göz önünde ve kanunlara uygun olarak cereyan etmiştir. Devleti ele geçirme gibi bir niyetim asla olmamakla beraber, eğer böyle bir niyet taşıdığım düşünülüyorsa, insanlar, niyetlerine göre değil, faaliyetlerine göre yargılanır. Bu, önemli bir hukuk kaidesidir.

Dördüncü olarak, devlet içindeki mevhum ve sözde örgütlendiğim iddiasına dayanak yapılan ve bilhassa bazı kısımları verilen konuşmalar, hatırladığım kadarıyla, ziyaretime gelen ve düşüncelerime saygı duyan bazı kişilerin, bilhassa Adalet Bakanlığı'nda yapılan bir örgütlenmeyi veya bazı çete, baskıcı grupları gündeme getirmeleri üzerine verilen cevaplardan ibarettir. Bu örgütlenme, onu yapan adalet bakanlarından biri tarafından, hem de parti kongresinde açıkça ve savunularak itiraf edilmiştir. Dert yanan bu mağdur insanlara mafya, çete veya ideolojik yapılanmalar karşısında meslekten bizar olmuşlara dini, milli hisleriyle onları rahatsız etmemelerini söyledim. Bugün, konuşmalarım içinden, pek çoğunun başı ve sonu kesilerek ve televizyonlarda verilişinde araya girilen yazılı metinlerle yönlendirmede bulunularak devlet içinde örgütlendiğim iddiasıyla bir linç ve yargısız infaz hareketine tabi tutuluyorum. Pekala, aynı tavır, elde tutulan hükümet gücüyle bazı kanunlar değiştirilerek yapılan bu örgütlenme ve örgütlendiğini bizzat itiraf edenler hakkında gösterilmiş midir? Gösterilmemişse, demek ki maksat, mevhum bir örgütlenmeyi ortaya çıkarmak değil, tamamen başka hesaplara dayanmaktadır. Nitekim, medya organları ve bazı yazarlar bunu itiraf etmiş, ortaya koymuşlardır. Bir düğmeye basıldığından söz edilmektedir. Düğmeye basanlar kimlerdir? Niçin ve ne adına basmışlardır? Yoksa bunlar devlet üzerinde bir güç olma peşinde midirler; yoksa bazı kimseler bu karanlık senaryolarla rejimin her zaman yumuşak karnı olmuş yeni bir 'irtica' gündemiyle hedeflerine varmak mı istemektedirler?

Burada, çok önemli bir noktaya daha parmak basmak istiyorum. Türkiye'deki genel ortamdan ve bilhassa irtica ve dincilik adı altında İslam'a saldırılmasından dolayı, hemen her Müslüman infiale kapılabilmekte ve aşırı düşüncelere yönelebilmektedirler. Bu tür yönelişleri önlemek için bazı konuşmalarda bir gerçeğin yere, zamana ve kişiye göre farklı cepheleriyle takdim edilmesi farklılık arz eder.

Tarihte hemen hiçbir gerçek gizli kalmamıştır. Şu andaki kampanyanın arkasındaki gerçek de elbette bir gün ortaya çıkacak ve kimin gerçekten suçlu, kimin masum olduğu mutlaka açıklığa çıkacaktır.

Burada bir hususu daha hatırlatmak istiyorum: Bir insan hakkında bir-iki sözüne dayanarak hüküm verilmez. Yapılan konuşmaların ne zaman, niçin ve hangi maksatla yapıldığının göz önüne alınması gerekir. Şu ana kadar yayınlanmış bir hayli kitabım, vaazlarım ve kasetlere alınmış başka konuşmalarım da vardır. Bunların tamamı göz önüne alınarak bir sonuca varılmalıdır. Pek çok konuşmamda bir müminin devlet, hükümet, devlette mevki alma gibi sevdalar taşımaması gerektiğini, Allah rızasının her şeyin üstünde olduğunu, imana ve Kur'an'a hizmetin kazandıracağı makamın üstünde bir başka makamın bulunamayacağını da defalarca ifade ettim. Birkaç yüz kere desem mübalağa etmiş olmam. Dindar, gönüllere girmeli, Allah'ı sevdirmeli, kalbi ve ruhi hayat adına herkesi inançla güçlendirmeli ve ümitlendirmelidir. Fakat, ortada bir yargısız infaz ve başka hesaplar olduğu için, bu konudaki konuşmalarım da, mevcut iddialar çerçevesinde kesilerek verilmekte ve maksadın tam tersi yorumlara tabi tutulmaktadır. Mesela, bir Tv kanalında, 'Ne zaman, bu iman ve Kur'an hizmeti adına mülkiyemiz olsa, adliyemiz olsa, dinamik güçlerimiz olsa gibi düşünceler zihnimden bir an bile geçse, hemen tokat yerim.' ifadelerinin manası bir mümin için iman ve gönül adamı olmanın dışında bir şey düşünmemenin esas olduğunu anlatmaktır. Yani bu türden bütün beklentilerin, düşüncelerin iman ve Kur'an hizmetinde asla yerinin olmadığını ve böylesi düşüncelerin asla taşınmaması gerektiğini hatırlatmak için söylenmiş sözlerdendir. Her zaman yaptığım bu ikazlarım da, diğerleri gibi çarpıtılarak verilmektedir. Demek ki, maksat farklıdır ve bu maksada yürümek için her yol mubah görülmektedir. Her hal u karda konu mahkemeye intikal etmiştir. Mahkemelerin vereceği karara saygım vardır.

Bir defa, kasette geçen bu sözlerin öncesi ve sonrasıyla dinlenip, ele alınması gerekir. İkinci olarak, hayatımda daima devleti, devletçilikle suçlanacak derecede ön planda tutmuş, her türlü anarşinin, terörün, kargaşanın karşısında olmuş, istikrarı ve iç barışı desteklemiş bir insan olarak, Türkiye'nin bir iç savaşa sürüklenmesinden hep endişe etmişimdir. Bazı örnekleri geçmişte yaşanmış isyan tipi hadiselerin patlak vermesinden hep endişe duymuşumdur.

Bir din adamı sıfatıyla, siyasete karışmam söz konusu olmadığı gibi, devlette devlete karşı bir örgütlenmem de söz konusu değildir.

BÇG Raporları ve Ak Şeriat

Hedef olarak, tekrar gündeme getirilen ve BÇG'ye atfedilen bazı raporlarda 'ak şeriat'tan bahsediliyor. Bu, ne manaya geliyor?

'Ak şeriat' diye bir şeyden bahsettiğimi hiçbir yerde hatırlamıyorum. Kaldı ki, böyle bir tabir İslam tarihinde de kullanılmamıştır. Eğer burada yine suç unsuru olarak ortaya şeriat sürülüyorsa, şimdiye kadar şeriatın ne demek olduğunu defalarca ifade ettim. İslam bir dindir. Şeriat, bu dinin sosyolojik ve ilmi tarifidir. Mesela tasavvufta bazı evliya kendi keşfine ve sezgilerine dayanarak bazı şeyler söyler. Bu şeylerin doğruluğunun ve yanlışlığının ölçüsü, şer-i şerifin kurallarıdır. Dolayısıyla, şeriat, din olan İslam'ın içtimai açıdan ve ilmi açıdan bir tarifidir ve çok defa bu manalarda kullanılır. Kur'an-ı Kerim'de de, 'Allah, sizin için dini bir şeriat kıldı' buyrulur. Bununla ideolojik bir sistem, dini bir düzen kastedenler olduğu gibi, şeriat adı altında İslam düşmanlığı yapan pek çok din düşmanları da vardır. Bana bu konuda saldıranlar, işte bu ikinci şıktakilerdir ve bunu kasten yapmaktadırlar.

Ben şimdiye kadar şeriat kelimesi yerine, daha kapsamlı bir kelime olarak din veya İslam kelimelerini tercih ettim. Şeriat kelimesini kullandığım zaman da, itikat, ibadet, ahlak ve beşeri münasebetlerin en kapsamlı adı olarak İslam'ı kastettim. Bu konuda, başımdan geçmiş bir hadise olarak, çok önemli bir noktayı arz edeceğim:

Allah'ın din olarak insanlara gönderdiği İslam'ın ilmi ve içtimai yanını ifade için kullanılan şeriattan başka, bir de şeriat-ı tekviniye denilen, Allah'ın, hayat ve kainatın işleyişi için koyduğu ve bugün tabiat kanunları olarak adlandırılıp, ilimlerin konusu olan bir şeriat daha vardır. Bir vaazımda bundan bahsettiğim ve dolayısıyla cemaati ilimlere teşvik ettiğimde, bir gazete 'Fethullah Hoca, bir sürü üniversite hocasının önünde şeriattan bahsetti' başlığı atmış ve suç duyurusunda bulunmuştu... Bugün maalesef bazı yazar-çizerler İslam konusunda çok az şey bilmekte, pek çok şeyi de yanlış bilmektedir. Buna bir de kasıt eklenince, dolayısıyla pek çok insan mağdur olmaktadır. Böylesi mağduriyetler karşısında her zaman temkinli olmaya çalıştığım gibi, başkalarına da temkin tavsiye etmem, yadırganacak ve suç unsuru sayılacak bir şey olmasa gerektir.

Ama efendim, neden gizlilikten bahsediyorsunuz? Sezdirmeden hareket etmekten bahsediyorsunuz?

Bundan daha tabii ne olabilir? Türkiye'nin bugününden şikayetçi olan ve yarınından endişe duyan yığınla insan var. Seçmen yaşının 18'e indirilmesi, üniversite öğrencilerine ve her türlü meslek grupları üyelerine bile siyaset yapma hürriyetinin tanınmasının teşvik edildiği ve herkesin Türkiye'nin bugünü ve yarını adına fikir beyan ettiği bir ülkede, bazıları nazarında doğru veya yanlış sahip olduğum krediyi, bu ülkenin insanları için kullanmışsam, bunun neresi yanlış? Türkiye, yıllardır bir çalkantı yaşamaktadır. Bu çalkantıdan istifade etmek isteyen pek çok baskı grupları vardır. Değişik hizmetlerde bulunan dindarlara tahammül edemeyen insanların sayısı hiç de az değildir. İçki veya kumar masasında beraber olmayı isteyen, yolsuzluklarına göz yumulmasını arzu eden pek çok din düşmanı ve menfaat grupları vardır. Bunlar, sayıca az da olsa, ellerindeki geniş imkanlarla önemli kesimleri etkileyebilmektedirler. Başlarında dindar, namuslu, çalmayan, çırpmayan birini görmek istemezler. Oysaki dindar validen, kaymakamdan, hakimden kim zarar görmüştür? Veya haram-helal bilen bir idarecinin icraatlarından kim şikayetçi olmuştur? Bu insanlar içinde kanunsuz fiilde bulunanlar olmuş mudur? Buna rağmen, eğer bazıları bu insanlara tahammül edemiyor, hatta belli merkezleri bu insanlar aleyhinde harekete geçirebiliyorsa, bu insanların değişik egemen güçlere karşı tedbirli davranmalarından, ihtiyata davet edilmelerinden daha tabii ne olabilir? Herkesin bildiği ve yaşadığı gerçekleri görmezlikten gelmekle şimdiye kadar ne kazandık ve ne kazanacağız?

Şeriat Devleti Peşinde Olmak

Emekli Orgeneral Kemal Yavuz, size hem KGB'nin, hem de ABD'nin desteği olduğunu söylüyor. Bu konuda ne dersiniz?

Bu türden asılsız ve mesnetsiz suçlamalara daha önceden cevaplar verdim. Hatta bunlar kitap haline getirildi ve 'İftiranın Değişmeyen Mantığı' adı altında yayınlandı. Eğer bu konuda iddialarını ispat edecek en küçük bir delil varsa, göstersin. Yoksa, ordumuza hizmet etmiş bir generalimiz de diğerleri gibi ben istemesem de müfteri durumuna düşmüş olur. Benim bir yandan şeriat devleti peşinde olduğum iddia ediliyor, bir yandan da Amerika ve KGB'nin desteğine sahip olduğum iddia ediliyor. Sovyet blokunun çözülmesinden sonra, İslam'ın bir kutup kabul edildiğini herkes biliyor. Daha başkaları da, Amerika'nın bir yeşil İslam kuşağı oluşturmak istediği ve bu maksatla beni kullandığı spekülasyonunu yapıyor. Aynı çevreler, Amerika'nın ılımlı İslam'ı desteklediğini de söylüyorlar. Pekala, benim güya hem şeriat devleti peşinde olmam, hem de ılımlı İslam kuşağı oluşturmak isteyen Amerika tarafından desteklenmem bir çelişki değil mi? KGB, ne zamandan beri İslam'ı destekliyormuş. Ayrıca, benim KGB ve Amerika tarafından desteklendiğimi söyleyenlerin ellerinde en küçük bir belge bulunması gerekmez miydi? Hem bu kadar güçlü istihbarat teşkilatımıza rağmen...Dolayısıyla, bana karşı yapılan bu tür suçlamalar, bazılarının nazarındaki saygımı ve kredimi yok etmek için uydurulmuş birer iftiradan başka bir şey değildir.

'Sözü Geçer Bir Türkiye Özlüyorum'

'Doğum Sancısı' örneklemesi ile neyi kastediyorsunuz?

Ben, yıllardır Türkiye'nin mutlu bir geleceğe yürüdüğüne, yürümesi gerektiğine inanıyorum. Büyük millet ve devlet oluşuna yakışır, dünya güçler dengesinde sözü geçer, görüşüne başvurulur bir Türkiye arzuluyorum. Bölgede ve dünyada barışın garantisi bir Türkiye arzusu ve sevdasıyla yaşıyorum. Komşularıyla iyi geçinen, fakat barış derken, ezilmeyen, onurundan taviz vermeyen bir Türkiye arzuluyorum. Ekonomik olarak her bakımdan kendine yeter, başka ülkelere el açmayan, alan değil veren el olan, iç barışını sağlamış, insanları birbirini seven, her bakımdan güçlü bir Türkiye arzuluyorum. Soygunculuğun, yolsuzluğun, çetelerin, mafyaların olmadığı, kanun hakimiyetinin tam tesis edildiği, adliyenin, mülkiyenin saat gibi çalıştığı, eğitim problemlerini halletmiş ve insanlarının zihinleri ilimlerle, kalpleri inançla aydın, ahlaki değerlerle bezenmiş bir Türkiye arzuluyorum. Ancak şimdilik, böyle bir Türkiye'nin önünde çok büyük engeller var. Harici düşmanların yanı sıra, onların içerdeki uzantıları birer engeldir. Böyle bir Türkiye için geçmişten gelen değerlerin önemine inanıyorum. Gel gör ki, Türkiye'de sesi bir hayli üst perdeden çıkan din, iman, milli mefkure düşmanları da az değildir. Bu itibarla böyle bir Türkiye sevdasının gerçekleşmesi de çok kolay olmayacaktır. Bütün tavsiye ve teşviklerim buna yöneliktir. İşte, 'doğum sancısı'ndan kastım, hülyalarıyla yaşadığım dünyadaki saygın yeriyle böyle büyük bir Türkiye'dir.

Yapılan Bütün Çalışmalar Devlet ve Millet Adınadır

Ülkede benim için en önemli olan istikrardır, kargaşanın olmamasıdır. Devletin ve ülkenin bekasıdır. Bu hedefe pek çok şey feda edilebilir. Aynı çerçeve içinde, benimle alâkalandırılan okulları da, isterlerse devlete teslim etmeleri konusunda, okulların sahibi şirket yetkililerine tavsiyede bulunabileceğimi açık olarak ifade ettim. Aynı şeyi bugün de söylüyorum. Yapılan bütün çalışmalar devlet ve millet adınadır. Devlete karşı değildir. Devlet bunlarda, yararlı gördüğü her türlü tasarrufu yapabilir ve yapmaktadır da.

İkinci olarak, imam-hatip liselerinin kapatılması söz konusu değildi. Alınan 8 yıllık temel eğitim kararına göre, orta kısımları kapanmış oldu. Ayrıca, imam-hatipler, din eğitiminin tek mercileri gibi görülüyordu. Din ve inanç noktasında böyle bir ayırım yanlıştı. Bu bakımdan, böyle bir ayırımın da yanlışlığını göstermek istedim.

Biz Devletin Ayrılmaz Bir Parçasıyız [8]

'Günlük meselelerle çok meşgul olursa insan, başka meselelere karşı gabileşir, yani anlayışı kıtlaşır' diyor bir düşünür. Birkaç yıl öncesine kadar Türkiye'nin bir Asya meselesi yoktu. Bazı şeylerin planı yapılıyordu ama bunu Atatürk çok önceleri söylemişti. Yani ABD Başkanı Mc Arthur'la Türkiye'de görüşürken 1935'lerde söylemişti. Demek ki, bizim politikacılarımız o noktaya bugün vardılarsa 63 sene geriden geliyorlar demektir. Ne olursa olsun son sözü söylemek lazım, o kader denk noktası geldiğinde. Ben dedim ki, Asya'ya açılırsak ne kaybederiz? Azerbaycan'ı Ruslar işgal ettiğinde arkadaşlarımız orada idiler, ben de onlara 'Kalın' dedim, 'Ezilseniz bile kalın!'. Onların mağdur olduğu bir dönemde orada olmamız, onlara yardım elini uzatmamız bir kredidir. Devletimiz gerçi bir yönüyle bunu düşünüyor, bir diğer yönüyle de devlet olarak hareket ederse başka devletleri karşısında bulur. Oysa bizimki sivil bir girişimdir, yani bağışlayın ne deve ne kuş. Bize derler, 'Devlet adına mı hareket ediyorsunuz?' Biz de, 'Nasıl telakki ederseniz'. 'Kendi kendinize mi hareket ediyorsunuz?' yine, 'Nasıl telakki ederseniz'.

Ama biz devletin ayrılmaz bir parçasıyız, yaptığımız her şey devletimiz adınadır. O açıdan, bazen böyle bir belirsizlik de bizim için güç kaynağı oluyor. Bu da çok önemli bir dinamik sayılabilir.

Devlet Geleneği

Sünni siyaset doktrinine göre, İslam'da devlet başkanı hiçbir salahiyetini Allah'tan devralmamıştır, hiçbir ilahi sıfat ve yetkiye sahip değildir.

Türkiye'de devletle din arasındaki ilişki Osmanlı'dan beri bir geleneğe sahiptir. Bu kendine özgü gelenek devletin egemenliğidir, dinin değil. Devletin işlerine meşruiyet kazandıran din adamları devlete bağlıdır Osmanlı'da.


[1] Milliyet, Hakan Yavuz, Fethullah Gülen'le Devletçilik Üzerine Röportaj, 11 Ağustos 1997
[2] Milliyet, Yasemin Çongar, 31 Ağustos 1997
[3] Zaman, Ali Aslan'ın Fethullah Gülen'le Röportajı, 3 Eylül 1997
[4] Aksiyon Dergisi, İddialara İlişkin Verdiği Cevaplardan, 6 Haziran 1998
[5] Aksiyon Dergisine İddialarla İlgili Verdiği Cevaptan, 19 Haziran 1999, Sayı 237
[6] Kanal D, Güncel Programında Yalçın Doğan'la, 16 Nisan 1997
[7] Show TV, Reha Muhtar'la Kaset Komplosu Üzerine Yapılan Telefon Röportajından, 22 Haziran 1999
[8] Nevval Sevindi İle New York Sohbeti, 20 Temmuz 1997

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.