İnsan Hakları

Günümüzde biz, 'hak' veya 'haklar' dediğimizde daha çok insan haklarını hatırlarız ki, zaten Müslümanlığa göre de insanlar analarından hür doğmuşlardır. Hak ve kıymet açısından hepsi birbirine eşittir. Düşünce hürriyeti, ifade hürriyeti, vicdan hürriyeti vazgeçilmez haklardandır.. ve yine Müslümanlığa göre ırk, cins, renk, dil, din ayrımı yapılmaksızın herkes aynı hak ve aynı imkânlara sahiptir. Ayrıca, bu haklar, insanın ruh ve beden gibi iki ayrı yanıyla alâkalı büyük-küçük bütün hukukunu ve bugün oluşmuş bulunan, yarınlarda oluşacak olan onun her çeşit haklarını da içine alır.

Bu hakların, insanlık tarihi boyunca -yeterli veya değil- hâlihazırdaki seviyeye ulaşabilmesi için çok uzun süreçlerden geçilmiş; uğrunda uzun mücadeleler verilmiş, defaatle ifratlara-tefritlere girilmiş; bilmem kaç kere değişik tipte yanlışlar yapılmış, mevcut hatalar düzeltilirken daha farklı yanlışlıklara girilmiş; neden sonra eksik veya tamam bazı esaslar belirlenerek şöyle-böyle bir çerçeve ortaya konabilmiş, ama ikmal, tashih ve rötuşlamalar hiçbir zaman durmamış -durmayacak gibi de görünüyor- düzeltmeler, açmalar, genişletmeler beraberlerinde bir kısım hatalar da getirmiş; çok defa hüsnüniyetler ve kıyasıya gayretler inkisarla neticelenmiş, ya bir süre her yanda ümitsizlik homurtuları duyulmaya başlamış veya 'sil yeni baştan' denip her şeye baştan başlanmıştır. Problemler hiçbir zaman bitmemiş, alternatif arayışlar sona ermemiş, bir sürü düşünce, teâruzların-tesâkutların ağında değersizliğe mahkûm edilerek çöpe atılmış; bu arada düşünce diye bir sürü fantezilere girilmiş ama hiçbir zaman boşluk doldurma humması dinmemiştir, dineceğe de benzemiyor.

Bizim dünyamızda insan hakları, İslâm'ın ilk zuhuruyla tafsilî bir surette ortaya konmuş; ilk dinlerde icmâle emanet veya içtihatla vuzuha kavuşacak mahiyette bir ima, bir işarette meknî bu haklar, Kur'ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha sayesinde herhangi bir farklı anlayışa meydan vermeyecek şekilde, hem de tavzih ve tasrih üslûbuyla âdeta yeniden bir kere daha vaz'edilmiştir.

Kur'ân-ı Kerim her konuda olduğu gibi bu hususta da ayrıntı ve detaylara inerek, kendine mahsus o özel üslûbuyla insan hakları diyeceğimiz konuların hemen hepsine temas etmiş ve bunların korunmasıyla alâkalı ciddi tahşidatta bulunmuş, hakların durumuna göre hususî müeyyideler vaz'etmiş; Hazreti Şâri, uygulamalarıyla her şeyi açık ve net olarak ortaya koymuş ve bunların aynı zamanda birer Allah hakkı olduğunu ihtar ederek bunlara mutlaka riayet edilmesi lâzım geldiğini ısrarla vurgulamıştır.

Aslında İslâmî terminolojide bütün haklar, temelde Allah'ın iradesinden gelen ve O'nun tarafından insanoğluna emanet edilen cebrî-lütfî birer ihsandır. Armağan türünden bu emanetler, daha insanın ilk yaratılışıyla ona bahşedilmiş, alınıp satılmaz, azaltılıp çoğaltılmaz, tebdil edilmez, bir mal karşılığı bedel olarak ödenmez, tayin ve takdiri hâkim güçlerin belirlemesine bırakılmaz ve kat'iyen emtia muamelesi görmez/göremez bir hususiyeti haizdir. Bunun en sağlam teminatı da toplumu teşkil eden fertlerin ve hususiyle bugüne kadar onlar arasındaki muteber ve karakterli yetkililerin bu hususu içlerine sindirerek tabiatlarının bir yanı hâline getirip canları gibi aziz bilmeleri ve koruyup kollama cehtleridir.

Bu da ancak, bu hakların Allah tarafından bahşedildiğini kabullenen, O'nun her lütfuna karşı saygılı davranan, hayatını fevkalâde bir titizlikle istikamet içinde geçiren, bugünkü her davranışının yarın bir hesaba dönüşerek karşısına çıkacağına inanan, hakkı tanıyan ve her zaman ona karşı hürmet hisleriyle oturup kalkan bir toplum içinde mümkün olabilir/olabilecektir. Aksine, Allah'a ve hesap gününe inanmayan, kitap bilmeyen, peygamber tanımayan yığınlar arasında ne insanî değerlerden ne de insan haklarından söz etmek mümkündür; zira böyleleri, hakkı tanımadıkları gibi hakikatlere karşı da saygısızdırlar. İnanmazlar inanılacak esaslara; kendilerine göre bir inançları var gibidir ama, bu da, kendilerine mahsus nefsâniyet eksenli bir inançtır. Onlar, hevâlarına uymayan imanı iman kabul etmez; heveslerine muvafık gelmeyen ilme ilim demez; kendilerinden olmayan âlimi âlim saymaz; hatta bütün bütün hezeyana girdiklerinde tereddüt etmeden herkesin cahil olduğunu haykırır, her inanana 'mürteci' der, kendileri gibi düşünmeyenleri çağ dışılıkla karalar ve sürekli toplumu böler-parçalar, ilerici-gerici kampları oluştururlar. Hiçbir düşünceleri mantıkî olmadığı gibi, hemen her davranışları da yobazcadır. Fikir adına ortaya attıkları, o kullanıla kullanıla partallaşmış ve aldatma gücünü yitirmiş şeytanî miras da diyalektiktir. Hakka karşı kuvveti harekete geçirme, düşünmeyen dimağlarının biraz da çaresizlikten uğursuz kara ürünü; fikren yenildiklerinde demagojiye veya diyalektiğe başvurmaları, her zamanki o eski mavzer tüfekleridir. Yeryüzünde diyalektik ve demagojiyi ilk kullanan, Âdem Nebi'ye karşı secde muammasında şeytan olmuştu. Bu itibarla diyalektiğin ilk mimarının şeytan olduğu söylenebilir. Daha sonraki taşeronlarsa, hak karşısında yenildiklerinde kuvvete başvuran haknâşinaslardır.

Müslümanlar, başta Işık Çağı olmak üzere bütün i'tilâ dönemlerinde, kılı kırk yararcasına insan haklarına riayet etmiş ve her zaman fevkalâde bir hakperestlik örneği sergilemişlerdir. Onlardaki Allah'a ve ahirete iman düşüncesi, ruhlarındaki hukukun üstünlüğü mülâhazası, konumlarının gereği her zaman müstakim (dosdoğru) olma inancı, yaptıkları her şeyi tabiatlarının solukları gibi ifa etmeyi gerektiriyordu. Her zaman Cenâb-ı Hak'la samimi bir kulluk münasebeti içinde bulunmaları onların tabiî hâlleri; konumlarının gereğini kemâl-i hassasiyetle yerine getirip sürekli sağlam bir duruşta bulunmaları ise, iç temayüllerini belirleyen ihsan şuurlarının neticesiydi. Yaptıklarını, emredildiği için yapıyorlardı ve emre itaatteki inceliğin de farkında idiler. Sahib-i Şeriat'ın her buyruk ve her tavsiyesi onlarca sorgulanmazlık seviyesindeydi. Tahşidat ihtiyacı söz konusu değildi; o dönemde muhalefet de münafıkların dar dünyasıyla sınırlıydı. Yere düşen söz yoktu; her beyan mutlaka hedefine ulaşıyordu ve her ifade behemehal kendi serhaddini aşıyordu.

Peygamber (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) hicretle Medine'yi şereflendirdiğinde, değişik inanç, değişik düşünce ve farklı etnik guruplarla yaptığı sözleşmeye (Medine Sözleşmesi) milimi milimine riayet edilmiş; dini, ırkı, sosyal seviyesi ne olursa olsun, fevkalâde bir hassasiyetle herkesin hukuku gözetilmiş ve uzak-yakın çevreye göre 'Medine-i Münevvere' bir 'dâru'l-emân' hâlini almıştı. O çağ bir altın çağdı -ruhumuz o çağın mimarına kurban olsun- ve Peygamber Köyü de Cennet bahçelerinden bir bağdı. O çağa yakın duranlar Hakk'a da halka da yakın oldular; heva ve heveslerine yenik düşüp yaşadıkları asırları karartanlar da serâb olup-türâb olup gittiler.

Aslında, ne bildiğimiz sözleşme sadece Medine Sözleşmesi'nden ibaretti, ne de olup bitenler bu dar çerçeveye sıkıştırılmış şu üç-beş örneğe münhasırdı. Sultanü'l-Enbiyâ (aleyhi ekmelü't-tehâyâ), hayat-ı seniyyeleri boyunca, sürekli insan hakları üzerinde durmuş; bunların büyüğünün önemini ihtar etmiş, küçüğünün de hakir görülmemesini hatırlatmıştı; O 'Küçük, küçük görüldüğü sürece küçük değildir.' diyor, büyüklerin çiğnenmesini de Allah mehafet ve mehabetinin serhatleriyle engellemeye çalışıyordu. O her zaman söylediklerini uyguladı, her zaman kararlı davrandı, her zaman aynı mezâyâ ve hassasiyetle bilindi, tanındı ve mü'min sinelerde sarsılmaz tahtlar kurdu.

Rabbine yürümeden az önce, menâsik-i hac esnasında, on binleri aşan kalabalıklara -estağfirullah ruhanileşmiş mübarek bir topluma-, veda edalı hutbeleriyle o güne kadar kendinden şerefsudûr olmuş bütün hususları son bir kere daha, dinleyenlerin şahsında kıyamete kadar gelecek ümmetine özetliyordu ki, aslında bu nuranî beyanların her biri başlı başına insan hakları adına önemli birer belge mahiyetindedir. Sözden anlayanlar için onun bu hutbelerinin özünde, muhtevasında birer kelime, birer cümle ile dahi olsa, O'nun bütün bir mesajı meknîydi. Muhatapları o anda dinledikleri o lâl ü güher dizilerini daha önce kim bilir kaç defa O'ndan duyup işitme şerefini yaşamışlardı. Dolayısıyla, o esnada dinledikleri şeylerin hiçbirine yabancı değillerdi; sadece ifade versiyonu ve üslûp farklıydı. Ne var ki Nebiler Sultanı (aleyhissalâtü vesselâm mil'el-ardi ve's-semâ) hakperestliğinin gereği, o güne kadar ifade lütfunda bulunduğu gerçekleri, son bir kere daha herkese ilan ediyor ve vefalı muhatapları da bu beyan cevherlerinin tek kelimesini dahi kaçırmadan hafızalarına alıyor, sindiriyor ve ardından da yaşayarak arkadan gelenlere örnek oluyorlardı.

Söz Sultanı o gün Allah haklarından aile hukukuna kadar her konuya temas etmiş ve âdeta risaletinin özünü, usâresini ortaya koymuştu. En büyük hak Allah hakkıydı; O da bununla başlıyor, sonra da derecesine göre hemen her hakka temas ediyor; hiç olmazsa bir ima, bir işaretle her şeyi seslendirmeye çalışıyordu. İlk sözü: 'Allah'tan korkun, O'na karşı gelmekten sakının!' oluyordu.. ve arkasından da O'na itaat etmelerini tavsiye ediyordu. Aslında, Allah'a iman, O'na itaat ve saygıda bulunmak bütün insanî haklara da saygılı olmanın bir teminatı ve müeyyidesiydi. Aksine, bu esaslar kabul edilmediği takdirde diğer haklara karşı saygılı olmak da oldukça zor, hatta imkânsızdı.

Sonra dönüp bütün samimiyet ve içtenliğiyle insanlara sesleniyor; eşlerin birbirlerine karşı vazife ve sorumluluklarını hatırlatıyor; kadınların birer emanet oldukları üzerinde ısrarla duruyor; toplumun bir rükn-ü rekîni olan aile ahengiyle alâkalı esasları Allah korkusuna bağlayarak bir kere daha ihtar ediyor ve yerleşik bütün cahiliye teâmüllerini ayakları altına alıyordu.

Malın, canın, aklın, dinin, neslin korunması etrafında son sözlerini söylüyor; bu hususlarda tahşidat üstüne tahşidatta bulunuyordu. Vâkıa, söylenenler önce de söylenmiş olmaları itibarıyla bilinen şeylerdi; ama sunma tarzı, sunulan yer ve sunmadaki veda üslûbu konulara ayrı bir renk, ayrı bir desen, ayrı bir şive kazandırıyordu ve O, yepyeni bir ses ve solukla hem farklı şeylerden bahsediyor hem de âdeta öbür âlemin kenarında durmuş da insanlara ötelerden sesleniyor gibi, gönüllerde o güne kadar duyulduğundan çok farklı bir mehafet ve ürperti hâsıl ediyordu. 'İnsanlar! Rabbiniz birdir, hepiniz Adem'densiniz, Adem de topraktandır.' sözleriyle sesini yükselttiğinde, çağımızın da problemi olan bir vebaya dikkatlerimizi çekiyor ve kadrini bilen basiret insanlarına da bu problemi çözmek için bir altın anahtar sunuyordu.

Bu hutbelerde, her söz, her beyan ötelere bağlanarak seslendiriliyor; herkesin bir ulu divanda iğneden ipliğe sorgulanacağı hatırlatılıyor ve herkes haklara saygılı olmaya çağrılıyordu.

Çağdaş dünya, insan haklarıyla alâkalı bir kısım konularda hâlâ emekleyedursun, İslâm, asırlarca evvel, suç ve ceza mevzuunda kanunîlik ilkesini vaz'ediyor; kesinleşmiş bir suç olmadığı takdirde kimsenin suçlu sayılamayacağını, maznunun da diğer insanlar gibi bir kısım haklarının bulunduğunu ve bunların kat'iyen onun elinden alınamayacağını; ihtimallere binaen insanların sorgulanamayacağını; kimseye işkence edilemeyeceğini; her hakkın muhterem olduğunu; insan haklarıyla alâkalı hiçbir şeyin küçümsenemeyeceğini; kuvvetin hakkın emrine tâbi olması lazım geldiğini ve hiçbir zaman hakkın kuvvete feda edilemeyeceğini kemal-i ciddiyetle hatırlatıyor, herkesi hakka saygılı olmaya çağırıyor, her zaman hakkın hâmîsi olduğunu bir kere daha gösteriyordu.

Bugüne kadar, içtimaî, iktisadî, idarî ve siyasî hayatta kuvvet çok defa hakkın hasmı gibi davranmıştır. Kuvveti esas alan kaba kuvvet temsilcileri her zaman menfaat yörüngeli hareket etmiş, hayatı bir mücadele ve bir boğuşma şeklinde yorumlamış; bu itibarla da güçleri yettiği ve imkânları elverdiği ölçüde başkalarının hukukunu hiç mi hiç önemsememiş, hatta yer yer pek çok insanî hakları çiğnemiş ve bir çılgın gibi kılıcını göklere doğru dikmiş 'Kuvvet bende!' diye haykırmıştır.

Buna karşılık hakkı esas kabul edip her şeyi ona bağlayanlar, ellerinden geldiğince, şahsî menfaati ve grup çıkarı yerine 'Hak rızası' ve 'fazilet' demiş yürümüş; Hak isminin değişik tecellileri sayarak bütün haklara karşı saygılı davranmış; bütün insanları kardeşleri gibi kucaklamış ve her zaman onların yardımına koşmuştur. Bunun yanında gücü yettiğince nefsânî arzularını frenlemiş ve hayatını tıpkı uhrevîler gibi duymuş ve zevk etmiş, duyup zevk etmeye çalışmış, ömrünü her zaman Cennet eksenli yaşamış ve bu sayede dünyasını da âdeta cennetlere çevirmiştir.

Dahası bu aydınlık insanlar, toplum içinde kendini güçsüz gören gayr-i müslim azınlıkların, işçilerin, çocukların, alîllerin, yolda kalmışların, işsizlerin görülüp gözetilmesi konusunda köklü ve kalıcı tedbirler almış, değişik yardım fonları oluşturmuş, bunlarla herkesin elinden tutmaya çalışmış ve günümüzde toplumun değişik kesimlerini kıvrandıran sefaletlerin pek çoğunu önleyivermişlerdir. Evet, İslâm dünyasında sadece haklara riayetle yetinilmemiş; Müslümanlara ait mal-mülk gibi şeylerde başkalarının da hakkı olduğu mülâhazasıyla hareket edilmiş, minnet ve başa kakma düşüncesine girilmeden bu haklardan bütün muhtaç ve muztarların istifade etmesi sağlanmıştır.

Biz, bize ait değerlerimizle ayakta olduğumuz sürece hep böyle inanmış, böyle yaşamış ve böyle davranmıştık. Gün gelip de, iman, islâm, ihsan gibi önemli irtibat noktalarında kırılmalar, çatlamalar olunca, hakkın yerini bâtıl almış; kuvvet, taassup ve temerrütlerini dayatmaya başlamış; haklar çiğnenmiş; zulüm başını alıp gitmiş, her yerde kaba kuvvetin hırıltıları duyulmaya başlamış; Allah da emaneten lütfettiği kardeşlik şuurunu, emniyet hissini, şefkat duygusunu, hak saygısını çekip elimizden almış. Bir daha verir mi-vermez mi bir şey diyemem ama, O, şimdiye kadar emanette emin, iman, islâm, sabır ve hak kahramanlarına her zaman bunları veregelmişti; vaade vefa ve hakka adanmışlık ruhuyla O'na teveccüh edenleri hiç yalnız bırakmamıştı. (Yeni Ümit, Ocak-Mart 2004, Sayı 63)

Hak Mefhumu Ve İslam'da Haklar

a) İslam ve Hak Anlayışı

İslam; sulh, selâmet ve huzur bulma, Allah ve Rasûlü'nün bildirdiklerine tâbi ve teslim olma, salim ve emin bir yola girerek selâmete yürüme, herkese hatta her şeye güven vaad etme ve hiç kimseye hiçbir şekilde rahatsızlık vermeme manalarına gelir.

Esasları Allah'ın mesajlarına dayanan ve Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından tebliğ ve temsil edilip yaşanan ve yaşatılan İslam semavî bir dindir.. ve bu dini inanarak hayatına hayat kılan da mü'min ve müslimdir. Onun özünde iman, iz'an ve teslim; zâhirinde de itaat, inkıyat ve sâlih amel vardır. Selef, bu dini, "insanları kendi irade ve ihtiyarlarıyla bizzat hayra sevk eden ilâhî kanunlar mecmuası" şeklinde tarif etmişlerdir ki, işte böyle dinamik bir sistem hayata hayat kılınıp temsil edildiği ölçüde onun dünyevî-uhrevî semerelerinden söz edilebilir.

Çok geniş kullanım alanı olan "hak" kelimesi ise, doğru, gerçek ve adalet manalarına gelmekle beraber insanın bir şey üzerindeki mâlikiyetini ve iktidarını da ifade etmektedir. Bâtılın zıddına hak dendiği gibi ferdî plânda herkesin nasip ve hissesine de hak adı verilmektedir. Mevzumuza esas teşkil eden yanı itibarıyla da hak, meşrû nizam tarafından şahıslara tanınan menfaatleri celb etme ve helal dairede nimetlerden faydalanma salâhiyeti ve maddî-manevî ihtiyaçları ve zaruretleri karşılayıp giderme yetkisidir.

Bu haklar, zâhiren fertlere veya tüzel kişilere aittir; ama aslında bütün hukukun hakiki sahibi Cenâb-ı Hak'tır. Ne var ki O, bu hakları, bir kısım yetkili makamlar vasıtasıyla bazı kimselere menfaat, bazılarına salâhiyet, bazılarına da o menfaatlerden yararlanma ve o salâhiyeti kullanma hakkı olarak bahşetmiştir. Kulluk vazifelerini ve âmme hukukunu da ihtiva eden "Allah hakları"; mülkiyeti, tasarrufu, nemalandırılması, menfaatleri fertlere ait olan "insan hakları" ve menfaat, fayda, çıkar, tasarruf bakımından hem ferdi hem de toplumu ilgilendiren "müşterek haklar" dediğimiz şeyler ise, bu hakların hükümleri itibarıyladır ve fıkıh alimleri arasında ıstılah olarak kullanılan birer tabirdir.

İslam dinine göre; insanlar hür doğmuşlardır. Hak ve kıymet açısından hepsi birbirine eşittir. Düşünce hürriyeti, ifade hürriyeti, vicdan hürriyeti vazgeçilmez haklardandır.. ve yine Müslümanlığa göre; ırk, cins, renk, dil, din ayrımı yapılmaksızın herkes aynı hak ve aynı imkânlara sahiptir. Ayrıca, bu haklar, insanın ruh ve beden gibi iki ayrı yanıyla alâkalı büyük-küçük her türlü hukukunu ve bugün oluşmuş bulunan, yarınlarda da oluşacak olan her çeşit haklarını içine alır.

Kur'ân-ı Kerim, kendine mahsus üslûbuyla insan hakları diyeceğimiz konuların hemen hepsine temas etmiş, bunların korunmasıyla alâkalı ciddi tahşidatta bulunmuş ve hakların durumuna göre hususî müeyyideler vaz' etmiştir; Allah Rasûlü de, uygulamalarıyla her şeyi açık ve net olarak ortaya koymuş ve bunların aynı zamanda birer Allah hakkı olduğunu ihtar ederek bunlara mutlaka riayet edilmesi lâzım geldiğini ısrarla vurgulamıştır.

Evet, İslamî terminolojide bütün haklar, temelde Allah'ın iradesinden gelen ve O'nun tarafından insanoğluna emanet edilen birer ihsandır. Armağan türünden bu emanetler, daha insanın ilk yaratılışıyla ona bahşedilmiş, alınıp satılmaz, azaltılıp çoğaltılmaz, tebdil edilmez, bir mal karşılığı bedel olarak ödenmez, tayin ve takdiri hâkim güçlerin belirlemesine bırakılmaz ve kat'iyen emtia (ticari mal) muamelesi görmez/göremez bir hususiyeti haizdir. Bunun en sağlam teminatı da toplumu teşkil eden fertlerin ve hususiyle bugüne kadar onlar arasındaki muteber ve karakterli yetkililerin bu hususu içlerine sindirerek tabiatlarının bir yanı hâline getirip canları gibi aziz bilmeleri ve koruyup kollama cehtleridir.

b) Allah Rasûlü'nün İnsan Hakları Konusundaki Hassasiyeti

Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) hicretle Medine'yi şereflendirdiğinde, değişik inanç, çeşitli düşünce ve farklı etnik guruplarla yaptığı sözleşmeye (Medine Vesikası) milimi milimine riayet edilmiş; dini, ırkı, sosyal seviyesi ne olursa olsun, fevkalâde bir hassasiyetle herkesin hukuku gözetilmiş ve uzak-yakın çevreye göre "Medine-i Münevvere" bir "dârü'l-emân" hâlini almıştı.

Aslında, ne bildiğimiz sözleşme yalnızca Medine Sözleşmesi'nden ibaretti, ne de olup bitenler sadece üç-beş örneğe münhasırdı. Allah Rasûlü (aleyhi ekmelü't-tehâyâ), hayat-ı seniyyeleri boyunca, sürekli insan hakları üzerinde durmuş; bunların büyüğünün önemini ihtar etmiş, küçüğünün de hakir görülmemesini hatırlatmıştı; O "Küçük, küçük görüldüğü sürece küçük değildir." diyor, büyüklerin çiğnenmesini de Allah mehafet ve mehabetinin serhatleriyle engellemeye çalışıyordu.

Rabbine yürümeden az önce, menâsik-i hac esnasında, on binleri aşan ruhanîleşmiş mübarek bir topluma, veda edalı hutbeleriyle o güne kadar kendinden şerefsudûr olmuş bütün hususları son bir kere daha, dinleyenlerin şahsında kıyamete kadar gelecek ümmetine özetliyordu ki, aslında bu nuranî beyanların her biri başlı başına insan hakları adına önemli birer belge mahiyetindeydi.

Söz Sultanı o gün Allah haklarından aile hukukuna kadar her konuya temas etmiş ve adeta risaletinin özünü, usâresini ortaya koymuştu. En büyük hak Allah hakkıydı; O da bununla başlıyor, sonra da derecesine göre hemen her hakka temas ediyor; hiç olmazsa bir îma, bir işaretle her hususu seslendirmeye çalışıyordu. İlk sözü: "Allah'tan korkun, O'na karşı gelmekten sakının!" oluyordu.. ve arkasından da O'na itaat etmelerini tavsiye ediyordu. Aslında, Allah'a iman, O'na itaat ve saygıda bulunmak bütün insanî haklara da saygılı olmanın bir teminatı ve müeyyidesiydi. Aksine, bu esaslar kabul edilmediği takdirde diğer haklara karşı saygılı olmak da oldukça zor, hatta imkânsızdı.

Sonra dönüp bütün samimiyet ve içtenliğiyle, eşlerin birbirlerine karşı vazife ve sorumluluklarını hatırlatıyor; kadınların birer emanet oldukları üzerinde ısrarla duruyor; toplumun bir rükn-ü rekîni olan aile ahengiyle alâkalı esasları Allah korkusuna bağlayarak bir kere daha ihtar ediyor ve yerleşik bütün cahiliye teâmüllerini ayakları altına alıyordu.

Malın, canın, aklın, dinin ve neslin korunması etrafında son sözlerini söylüyor; bu hususlarda tahşidat üstüne tahşidatta bulunuyordu. Vâkıa, söylenenlerin bir kısmı daha önce de söylenmiş olmaları itibarıyla bilinen şeylerdi; ama sunma tarzı, sunulan yer ve sunmadaki veda üslûbu konulara ayrı bir renk, ayrı bir desen, ayrı bir şive kazandırıyor ve gönüllerde o güne kadar duyulduğundan çok farklı bir mehafet ve ürperti hâsıl ediyordu. "İnsanlar! Rabbiniz birdir, hepiniz Adem'densiniz, Adem de topraktandır." sözleriyle sesini yükselttiğinde, çağımızın da problemi olan bir vebaya dikkatlerimizi çekiyor ve kadrini bilen basiret insanlarına da bu problemi çözmek için bir altın anahtar sunuyordu.

Çağdaş dünyanın büyük bir bölümü, insan haklarıyla alâkalı bir kısım konularda hâlâ emekleyedursun, İslam, asırlarca evvel, suç ve ceza mevzuunda kanunîlik ilkesini vaz'ediyor; kesinleşmiş bir suç olmadığı takdirde kimsenin suçlu sayılamayacağını, maznunun da diğer insanlar gibi bir kısım haklarının bulunduğunu ve bunların kat'iyen onun elinden alınamayacağını; ihtimallere binaen insanların cezalandırılamayacağını; kimseye işkence edilemeyeceğini; her hakkın muhterem olduğunu; insan haklarıyla alâkalı hiçbir şeyin küçümsenemeyeceğini; kuvvetin hakkın emrine tâbi olması lazım geldiğini ve hiçbir zaman hakkın kuvvete feda edilemeyeceğini kemal-i ciddiyetle hatırlatıyor, herkesi hakka saygılı olmaya çağırıyor, her zaman hakkın hâmîsi olduğunu bir kere daha gösteriyordu. (Diriliş Çağrısı, s. 173-176)

İslâm'da İnsan Hakları

Soru: İslâm'ın insan hakları konusundaki değer hükümlerini anlatır mısınız?

İslâm, insan hakları konusunda olabildiğince dengeli, engin ve evrensel bir dindir. O kadar ki, Kur'ân-ı Kerim, haksız yere bir insanı öldürmeyi, Bütün insanlara karşı cinayet işleme.' şeklinde değerlendirmiştir. (Mâide, 5/32) Bu değerlendirme, hiçbir din ve modern sistemde olmadığı gibi, insan haklarıyla alâkalı hiçbir komisyon ve kuruluşta da insana bu seviyede değer verilmemiştir.

Evet İslâm, bir insanın öldürülmesini bütün insanların öldürülmesi olarak kabul etmiştir. Zira bir insanın öldürülmesi, herhangi bir insanın öldürülebileceği fikrini vermektedir. Yeryüzünde ilk kan akıtan kişi, Hz. Âdem'in çocuklarından Kabil'dir. Kur'ân ve Sünnet kaynaklarında isimleri açıkça geçmese de, Kütüb-ü salifede isimlerinin Habil ve Kabil olduğunu öğrendiğimiz iki kardeş arasında bir meseleden dolayı anlaşmazlık çıkar ve neticede Kabil, kardeşi Habil'i kıskançlıkla, haksız yere öldürür.. ve kan dökme çığırını açar. Bundan dolayıdır ki, Allah Resûlü (s.a.s) bir hadis-i şeriflerinde:

'Yeryüzünde haksız yere öldürülen hiçbir insan yoktur ki, onun katilinin günahının bir misli de Hz. Âdem'in ilk oğluna (Kabil) yazılmış olmasın. Çünkü o, insanoğluna haksız öldürme yolunu açan ilk insandır.' (Buhârî, Diyât 2, Enbiya 1 Müslim, Kasâme 27) buyurmuşlardır.

Bu ibret verici hâdise, Kur'ân-ı Kerim'de şu ifadelerle anlatılır:

'Onlara, Âdem'in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de, birisinden kabul edilmiş, diğerinden kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen kardeş, kıskançlık yüzünden), 'Andolsun seni öldüreceğim' dedi. Diğeri de 'Allah ancak takvâ sahiplerinden kabul eder.' dedi (ve ekledi:) 'Andolsun ki sen, öldürmek için bana elini uzatsan dahi, öldürmek için ben sana elimi uzatacak değilim. Ben, Âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım.'

Kıssanın devamında şu hüküm getirilir:

'İşte bu yüzdendir ki, İsrailoğullarına şöyle yazmıştık: Kim, bir cana kıyma veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim de bir canı kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur...' (Mâide, 5/27-32)

Kur'ân-ı Kerim'de bir başka âyette ise şöyle buyurulur:

'Kim bir mü'mini kasden öldürürse cezası, içinde hâlidîn olarak kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.' (Nisa, 4/93)

Âyette geçen 'Hâlidîn' kelimesine dikkatleri bizzat çektim. Zira mânâ itibarıyla 'Hâlidîn', 'ebedî' demek değildir. Kur'ân'da 'ebedî' mânâsı, 'ebeden' kelimesiyle ifade edilirken, burada ise 'Hâlidîn' tabiri kullanılmıştır. Bununla birlikte, İbn Abbas ve Tabiîn imamlarından onun talebesi olanlar, bu âyeti, 'Allah'ı inkâr edenler ebedi bir azaba düçar olacakları gibi kasdî ve iradî olarak -ki, o mevzu da çok su götürür- insan öldüren kişi de, ebedî bir azaba müstahak olur.' şeklinde tefsir etmişlerdir ki, bence böyle bir tehdit insanı ürpertecek mahiyettedir.

Efendimiz (s.a.s), başka bir hadislerinde ise, 'Kim malını müdafaa sırasında öldürülürse şehittir. Kim kanını müdafaa sırasında öldürülürse şehittir. Kim dinini müdafaa sırasında öldürülürse şehittir. Kim ailesini müdafaa sırasında öldürülürse o da şehittir.' buyurmuşlardır ki, dünyadaki bütün hukuk sistemlerinde, hadiste geçen değerler birer esas olarak korunmaya alınmıştır. Bu hususlar, bizim hukuka esas teşkil eden usûl kitaplarımızda 'zaruriyat' diye önemle üzerlerinde durulur. Bu açıdan din, can, nesil, akıl ve mal, herkesin korumakla mükellef, yani yükümlü olduğu temel esaslardır. Evet bir diğer taraftan da İslâm, insan haklarına işte bu temel prensipler açısından yaklaşır.

Zaten insan, başka hiçbir sistem veya dinde değil, sadece İslâm dininde 'Allah'ın halifesi' unvanıyla payelendirilmiş ve yeryüzünün halifesi olduğu vurgulanmıştır. Bununla da kalınmamış, aynı zamanda ona eşyaya müdahale etme imkânı verilerek, çalışma ve teşebbüs hürriyeti gibi hürriyetlerle de serfiraz kılınmıştır. İnsana bu derece ehemmiyet veren bir dinin insan haklarını ihmal etmesi nasıl mümkün olur ki..? (Fasıldan Fasıla – 4, s. 114-116)

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.