Kalbimiz Dünyanın Her Yeri İçin Atıyor
Gazetelere de yansıdı, odanızda büyük bir Osmanlı haritası vardı. Duyduğuma göre 'Ufkumu sınırlıyor bu harita' diyerek kaldırtmış ve yerine dünya haritası astırmışsınız...
Osmanlı haritası da aslında geniştir. O gün için ulaşılmış en geniş sınırlara ulaşılmış. Dünyanın belli bir kesiminin alfasını, betasını, gamasını göstermiştir.
Ben bütününü değişik çizgilerle içine alacak şekilde ifade etmiştim. O harita sadece Osmanlı sınırları ile muhattı. Bu haritanın üzerine ben kendi çizgilerimi 'Vesayat'ı ve Mahzun ülkeleri' ekledim.
Bu ülkeleri hâlâ mahzun mu görüyorsunuz?
Ben de 'Mahzun Ülkeler' tabirini silip, 'Ümitli Ülkeler' demeyi düşünüyordum. Çünkü bir ümit sürecine girdi o ülkeler. Bu açıdan da denebilir ki, o eski harita, aslında ümidi yıkılmış, yeis içinde hiç bir şey yapamaz düşüncesine mahkum edilmiş, belli paradoksların cenderesine itilmiş ve buna kendisi de inandırılmış insanımız için, bir ümit kaynağıdır. Nitekim bunlar bize de inandırılmıştı. Doğrusu son zamanlarda katıldığımız Bilim Olimpiyatı, başkalarından çok, esas benim için bazı şeylerin yıkılmasına sebep olmuştur. Nasıl sevindim bilemezsiniz...
Nelerin yıkılmasına sebep oldu?
Türk insanının bir şey yapamayacağına ben de inandırılmıştım. Türk insanı NASA'da çalışamaz, Türk insanı bir araştırma merkezi kuramaz... Bizi geriye çekip, arka sıralara güzelce yerleştirenler, yerimizi pekiştirmek için, sık sık Türk insanın barbar , tarihte yaptığı şeylerin kaba kuvvet olduğunu vurguladılar. İnsanlığa vadettiği, armağan ettiği, ne bir kültür, ne de bir medeniyetten bahsedilemeyeceğini, Jirinovski'nin şimdilerde söylediği gibi söyleyip durdular. Bu yüzden olimpiyatlara katılan arkadaşlarımız, sadece birincilik almakla kalmadılar, esasen bu kapkaranlık çeperi yıktılar. Ve bu milletin mana kökünde, 7-8 asır evvel gerçekleşen, dikey terakkiyi, itilayı yepyeni ufuklarında işaretini vererek yeniden gösterdiler...
Osmanlı haritası yerine, dünya haritası astırmanız bu 'yepyeni ufkun' tezahürü mü?
Bunlar bahis mevzu tabii. O dönemde meseleye nüve şekliyle bakıyorduk. Eğer meseleye bu şekilde yaklaşırsak, diğerini de şöyle izah edebiliriz. Osmanlı'yı bir tavus kuşu yumurtası şeklinde görelim. O gün için hayallerimizde, terakki semalarımızda, o muhteşem haliyle, rengarenk tüyleri ile pervaz edeceği mülahazası vardı. Ama ne yaparsınız ki, o gün için, bazen sulh, bazen kıstırılma, bazen de bazı paradigmalar mülahazasıyla ile biz, sadece tavus yumurtasını görüyor, hayallerimizde ona destan kesiyor, acaba günün birinde bu yumurtanın içinde bir civciv çıkar mı diyorduk? Civciv gagasını yumurtaya vurup, hafif bir delik açınca, o menfezden harici alemi seyre koyulunca, bunun ötesinde bir alem de varmış dedik ve bu defa sınırları aştık. Dedik ki Hz. Adem'in iki oğlu vardı, biri Kabil, biri Habil. Kabil haksızlık yaptığından, zulmettiğinden dolayı, kuvveti hakkın yerine koyduğundan dolayı, bütün haklarını yitirmişti. Habil olma ise, aynı zamanda bütün haklara sahip olma demektir. Yeryüzü, Yeryüzü Mirasçıları'nındır...
Bunun ölçüsü nedir?
Kimsenin toprağında, ülkesinde, hakimiyetinde gözümüz yok. Fakat Allah'ın bize ihsan ettiği şeyleri her yere götürme, herkesin ruhuna üfleme, ruhumuzun ilhamlarını başkalarının sinelerine boşaltma manasında dünyanın her yerinde gözümüz var, kalbimiz var. Kalbim bütün dünya için atıyor. Hiç bir yer, bu noktayı nazardan, gözümüzün taalluk sahası dışında kalmayacaktır. Bu, Efendimiz'in (sav) İslam adına idealize ettiği düşünceninde dışında kalmaz. Buyuruyor ki: 'Benim mesajım güneşin doğup-battığı her yere ulaşacaktır.' Güneşin doğup-battığı her yere, güneşlere güç kaynağı olan İslamiyet'in ulaşacağı müjdesini veriyor. Burada bizlere düşen; bu mesajı götürme, dünyanın iktisadî, siyasî, kültürel hayatına katkıda bulunmaktır. Bunalımında derdine deva olup, yatağa düştüğünde oksijen olmalıyız. Ruhlarına girip, ölecekleri zaman suni dahi olsa, yaşamalarını temin etmeliyiz. Ölülerin bile belli bir dönemde ölüme hayat rengi katarak yaşatılacağına inanıyoruz. Ve yaşamaya mazhariyet sağlama mülahazasıyla, bütün dünyaya talibiz. Aksine talip olmayı da ben dun-himmetlik sayıyorum...
Bu mülahaza mevcut bakışlarla, aranızda bir farklılık ortaya çıkarmıyor mu?
Bu noktayı nazardan birileriyle aramızda farklılık ortaya çıkabilir. İstanbul'un fethine talip olanlar var mesela. Gönlünü, ruhunu ve hayatını Resullulah'ın işaret buyurduğu anlayışa kaptıranlar için, İstanbul bir köy fethi gibi küçük kalır. Fatih ali himmetti. Yaptığı işlerle değil, hayalinde kurduğu işlerle onun büyüklüğünü ölçmek lazım. Hayalindeki şeyler onun için ütopya değildi, çünkü gerçekleştirdiği şeylere bakıldığında, eğer Allah ömrünü uzatsaydı, planladığı şeyleri de gerçekleştirirdi.
Biz, Fatih'in hayal dünyasındaki dünya ile münasebetlerine bakıyoruz ve ona dil besteyiz. Gerçekleştirdiği şeyleri küçük görüyoruz. Onlar bizim için bir adımlık meseledir Allah'ın izni ve keremiyle.
Bu sözlerinizle tarih konusunda yeni bir paradigma ortaya koyuyorsunuz. Sizin için tarih sübjektif taraflarıyla mı, objektif taraflarıyla mı ön planda?
Tarihe belki objektif unsurlar daha hakim görülür. Fakat bir yönüyle objektif prensipler, çok farklı bir şey söyleyeceğim; paradigmadan doğan enigma gibi, biraz da o sübjelerin bağrında büyür gelişir. Hususiyle bu mevzuda o türlü fikirleri geliştiren, sistemleştiren, onları kurmasını bilen insanların düşüncelerinde doğar evvela. Hatta denebilir ki dünyaya, tarihi düşünce, tarihsellik bir tahayyül halinde adımını atar. Bir tasavvur halinde çocukluk dönemini idrak eder. Bir tahakkul halinde delikanlılaşır ve sonrada tatbik edilebilen bir plan, bir proje halinde de olgunluk dönemini idrak eder. Tamamen meseleleri böyle objektivizme incirâr ettirmek suretiyle de daraltmamak lazım. Birbirinden ayrı gibi görünen bu düşünce tarzının, mebde, münteha olma itibariyle birbiriyle alakaları vardır. Bu birarada ele alma yaklaşımını, tasavvuf düşüncemizde, İslam'ın ruhî hayatında çok görürüz . Enfüs-afak, alem-i emir-alem-i halk meselesi. Seyr ü süluku ruhanide bunlar çok önem arz ederler. Bu meselenin daha birçok yönü var. Bu açıdan çok kestirme bir şey demeye cesarat edemiyorum. Burada idraksizlik veya meseleyi çok kavramamış olmamıza da hamledilebilir.
'Dün, bugün, yarın' üçlü sacayağına çok vurgu yapıyorsunuz, tarihi anlamda bu çıkış olabilir mi?
Olabilir ama bu bana ait bir mülahaza değil. Dünü kalbiyle ve ruhuyla benimseyenler oldu. Sadece kalbiyle, sadece aklıyla benimseyenler oldu. Son dönem itibariyle Türk entelijansiyasını, bu üç kategoride mütalaa etmek de mümkündür. Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal gibi yazarlar bunları hep nesirlerinde, nazımlarında işlediler. Bunu konuda Yahya Kemal'in o meşhur mısraları akla geliyor; 'Ne harabi, ne harabatiyim/Kökü mazide olan atiyim' halin değerlendirmesi de çok önemlidir.
Yani geçmişle gelecek arasına sıkışılmış değil mi diyorsunuz?
Elbette. Biz, geçmişe ve geleceğe bakıp, hali değerlendirmiyor değiliz. Geçmiş çok önemli bir kaynak, hal onun ırmağı ve gelecek de onun engin bir ummanı haline gelecektir. Bunların hepsi kendi çerçevesinde çok iyi, rantabl değerlendirilmeli. Bir kısım materyalistler gibi yaklaşmayız meseleye. Mesela Ömer Hayyam :'Bir geçmiş gün için beyhude feryad etme/Bir gelecek günü boşuna yad etme/Geçmiş gelecek masal hep/Eğlenmene bak, ömrünü berbad etme' bu dar çerçevede, bir fanus içine girme, bir bunalmışlığın ifadesidir. Günümüzün insanı bu fanusu kırmıştır. Onların içinde, materyalistler bile artık, hali hazırdaki durumun insanı tatmin etmediğini görür hale gelmişler. Kimisi geçmişe, kimisi geleceğe sığınma ihtiyacı hissetmiş. Daha engin düşünenler artık geçmişi bir mezar olarak görmüyorlar. Bu işin pirlerinden, 'Pir-i Mugan' Hz. Üstad, halihazırı da; zevkimizi, sefamızı yaşayabileceğimiz, bir şehrayin, bir karnaval olarak görmüyor. Ve geleceği de karanlıkta görmüyor. Geçmiş ecdadımızın pay-i tahtı. Halihazır, o ruh ve mana kökünde sürgünler halinde yaşanan, ama korunarak, ama geçmişi geçmiş yapan dinamiklere saygılı olarak yaşanan bir vetire... Gelecek de inşaalah, yeniden Söğüt'te göğeren, büyüyen, bütün dünyayı kaplayan, Osman Gazi'nin bağrından çıkıyor gibi dünyayı vesayeti altına alan bir ağaç gibidir. Ve hepsine kendi çerçevesinde saygı duyuyoruz.
Hangi anlamda bir saygı bu?
Nazari bir saygı duyma değil. Değer atfediyoruz, onları koruma altına almak istiyoruz. Bir etnografik müze olarak bakmıyoruz. Geçmişi her şeyiyle çok canlı görüyoruz. Bizim için konuşan, bizim gibi düşünen, bize bir şeyler fısıldayan, çayıyla, ırmağıyla, deniziyle, tepesiyle, yaylasıyla bize bir şeyler anlatan, Tanpınar'ın üslubuyla, bir alem görüyoruz. Ve gelecek gerçekten peşipeşine fırsatların sünu ettiği bir alem... Gelecekten de çok ümitliyiz. 'Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılabatı içinde en yüksek ve gür sada İslam'ın sadası olacaktır' diyoruz. Ye'si mani-i her kemal kabul ediyoruz. Yaşayanların hep ümitle yaşayacağına inanıyoruz, Akif'in anlayışı içinde, meyus olanın ruhunu, vicdanını bağlayacağına inanıyoruz. Ve sesleniyoruz: 'Ey dipdiri meyyit! İki el bir baş içindir, davransana el de senin, baş da senindir. Kurtarmaya azmin ne için böyle süreksiz? sen mi yoksa ümidin mi yüreksiz?' O cevabını almış mıydı, almamış mıydı bilemiyoruz. Biz cevap veriyoruz: 'Bizde ümitliyiz, yüreklerimiz de ümitli, Sen yerinde huzur ve itminanla yat inşaallah.' Gerçek çelengini ve buketini başına getirip fatihalarla ruhuna duyuracağımız vakit yakındır. 'Doğacaktır, sana vadettiği günler hakkın/Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın' kendi mısralarıyla kendisine hitap edeceğiz...
Anadolu'nun İslamlaşması sürecinde rol oynayanlar için Fuat Köprülü'nün 'Kolonizatör dervişler' tabiri var. Şimdi aynı yöntemle Anadolu mu Asya'yı İslâmlaştırıyor?
Fakat iki süreç birbirinden farklı, evvela bunu tespit edelim. Kolonizatör tabiri de, emperyal tabiri gibi tashihe, tavzihe ihtiyac duyuyor. İslam'ın ila-i kelimetullah mülahazasına bağlı olarak bir şey yapma, mükemmel bulunan bir duygunun, bir düşüncenin mükemmel insana giden bir yolun gösterilmesi farklıdır. Sorunun içerisindeki kelimeyle anlatılmak istenen şey de biraz da dünyevî çıkarlar, menfaatler bahismevzuu. İnsanlık mesajı götürmüşler o alperen, dervişler. Adeta daha önce gidecekleri yerlerde yaşayan toplumların damarlarına girmiş, kanlarının içinde dolaşmış, kılcallarında hareket etmiş, önce ne yapılacaksa onu yapmışlar. Onun tersini tam istişrak yaptı, doğuya yaptı. O bizden gördüğü, bizden aldığı şeyleri kendi sevimsizliğine boyadıktan sonra bize karşı kullandı. Uzun zaman yani Selçuklular Anadolu'ya gelmeden, Anadolu'nun fethi gerçekleşmeden dünya kadar insan, bunları biz şimdilerde destanlaştırıyoruz, Gazi Hasan'lar, Gazi Hüseyin'ler, Battal Gazi'ler, hatta denebilir ki Arap seyyahları da çok eski dönemde ta İstanbul'a kadar gelmişler. Anadolu'da karış karış gezmişler. Bunlar adeta Hızır'ın seccadesini sermesi gibi değişik yerlere seccadelerini sermiş, duygularını, düşüncelerini dökmüş, oraların yeşermesini sağlamışlar. Bizim Batı'ya doğru ve defaatle Köstence'den geçerek Avrupa'nın içlerine doğru, Tuna üzerinden gerçekleştirdiğimiz bu türlü seyahatlar var, ikametler var. Bizans Anadolu'da varken, aynı zamanda dünya kadar Müslüman Türk de var. O zaman tamamen Hıristiyanlığa karşı, varsa Yahudiliğe karşı, varsa eski dönemden kalma, Hititler, Hunlar döneminden kalma değişik din taşıyanlara karşı, İslam mesajının ulaştırılması, Türklük ruhunun, İslam anlayışının vadettiği şeylerin taşınması söz konusu buralara. Anadolu'nun Asya'ya vefa borcu ve diğer faktörlerle yeniden burada oluşan anlayışın faydalarından bahsettik. Türkiye için faydalarından, Asya için faydalarından sözaçtık. Mütekabiliyet esası var. Fakat Asya tamamen ateist olmadı, tamamen şamanist değil...
O anlamda sormadım. Yeniden diriliş anlamında soruyorum...
Doğru... Belli bir dönemlerde belli şeylerden mütessir oldular, değişimler yaşandı. Böyle bir gadr, efgan döneminde, mahkumiyet, mağduriyet döneminde, onların kaptıkları şeyleri aşmalarına yardımcı olma mülahazasıyla yapılıyor ki, tam bir İslamlaştırma, Müslümanlığı götürmeye denemez buna. Zaten açıktan açığa böyle bir şey yapılmadığı da meydanda. Hatta böyle birşeyin müzakeresi bile onları rahatsız eder, tedirgin eder zannediyorum. Daha evvelki mülahazalarımız çerçevesinde; hem onların, hem de bizim menfaatlerimiz var. Bir yönüyle şimdilerde çok kullanılıyor, çağı yakalamamız için birbirimize destek olmamız lazım. Çağla hesaplaşmamız için birbirimize destek olmamız lazım. Bu arada demokratik bir anlayışla isteyen insan Müslüman olur, isteyen şamanist kalır, isteyen sizin duygu ve düşüncenizi tercih eder, isteyen başkasını tercih eder... Bazıları bu mülahazamı yadırgayabilir ama ben kanaati acizanemce bu düşünceleri ortaya atmada, beis görmüyorum... Ve bu türlü bir yaklaşıma dünyanın çok da olumsuz bakmadığını düşünüyorum...
Zannedersem tekke ve medrese eğitimi gördünüz. Bir anlamda geleneksel eğitim kurumları olarak nitelendirilebilecek bu kurumlardan yetişmiş biri olarak modern eğitim kurumlarının yurtiçi ve yurtdışında öncülüğünü yapmanız nasıl oldu?
Belki çocukluk döneminde, tesirinde yetiştiğimiz sistemin dışında bir şey düşünememiş olabiliriz. Bir mektebin bir çocuğa verdikleri, sistemle hesaplaşmasını söz konusu edebilir mi, bilemiyeceğim. Kaldı ki benim yetiştiğim dönemde, o ibtidai mektepler, fikirlerde değişiklik yapacak kadar da güçlü, oturmuş değildi. Bana göre daha doğarken, daha işin başlangıcında yaşlanmıştı. Acuze-i şemta haline gelmişti, çok fazla bir şey vadetmiyordu. Mektep sistemini gözden geçirme, onu sorgulama meselesi beni aşar. Gelecekteki nesillerin, dünü, bugünü ve yarını sorgulamaları her zaman sözkonusu olabilir. Muallim Naci'nin enfes bir kitabı vardır bu mevzuda. Mekteple, medreseyi karşılaştırır, sorgular, bazı yönleriyle o fersudeleşmiş, çok eskimiş, çok yaşlanmış medresenin bazı yönleriyle hâlâ bugünkü mekteplerden ileri olduğunu iddia eder, mektebin iyi yanları olmakla beraber... Bir toplum içinde yaşıyoruz. Bazı şeylerimizin eksik olduğunu görmek mümkün. Medreselerdeki eksikliğe mi dikkat çekiyorsunuz?
Evet, mesela bir misal arzedeyim. Bizim gibi klasik yollardan geçmiş arkadaşlarımız, hocalarımız alınabilirler de. Belağat prensipleri, disiplinleri adına o medreselerde okutulan şeylerin büyük ölçüde neye yaradığını ben henüz anlamış değilim. O zaman da telkin edilir, okutulurdu. Arap edebiyatındaki süslü şeyler, bugün bile hayretle karşılarım. Aristoles mantığı okunurdu... Yine aynı temel esaslardan hareketle telif edilmiş Şemsiye gibi şeyler... Dünya kadar şey okutulurdu.
Bunlar diyalektik için okutulmaz mıydı?
Belki diyalektik yapma adına malzeme olarak bir şeye yarardı ama, İslam ilimleri adına bir şey ifade etmediği gibi, modern bir mantık oluşturmaya da yaramazdı. Modern düşünme, riyazi düşünme, hiç olmazsa Bacon'ın anlayışına göre bir mantık olmayışı, çok erken dönemlerde dikkatimi çekmişti. Üstad Bediüzzaman'la tanıştıktan sonra da bu düşüncelerim iyice pekişti. Çünkü görüyoruz ki, bir tatbiki mantık düşüncesini, Kızılicaz, ortaya atıyor. Bu oldukça ileridir. Riyazi mantığı, B. Rausell ortaya atmıştır. İleri bir düşünce tarzıdır. Mektepte okutulan derslerin okutulma sistemi mevzuunda farklı teklifleri olmuştur. Hatta onu takip eden talebeler, klasik sistem içinde ders vermediğini görünce ayrılmayı bile düşünmüşlerdir. Ben Hamid Efendi'den dinlemiştim bu meseleyi. Farklı şeyler okutuyor, farklı şeyler anlatıyor. O yaklaşım farklılığı sistemleştirilememiş. Müfredat program haline getirilememiş. Medreslere sunulamamış. İnsanlar kabul ederler miydi, etmezler miydi bilemiyeceğim. Çünkü Muhakemat'ı yazıp da farklı şeyler ortaya sürünce İstanbul uleması o zaman, hem de Hamdi Yazır, Ahmed Naim, Ferid Kam gibi allamelerin, 'Bir kitap yazdı içimize ihtilaf attı' dedikoduları yapılmaya başlanmış. Fakat Üstad zannediyorum o yönüyle de hassasiyetle ele alınsa, yazdığı, çizdiği, anlattığı şeylere eskilerin ifadesiyle iman-ı nazar edilse, mektep ve mektebin önündeki şeyleri insanın anlaması mümkündür. Bir ikinci mesele; öteden beri hep Üstad kalbin ziyası, aklın nuru deyip duruyor. Fünun-u medeniye, pozitif ilimler günümüzde, bir manada, bizim anladığımız manada, bunlar aklın ziyası ise, ulum-u diniye kalbin nuru oluyor. Hep bu ikisinin imtizacını nazara veriyor. Demek ki bunlar birbirinden iftirak etmiş, ayrılmışlar. İmtizac demek; yeniden bunları birleştirme, bütünleştirme, bunları kaynaştırma demektir.
- tarihinde hazırlandı.