Anlaşılmayı Beklemek

Araplar "El-intizar eşeddü mine'n-nar" derler. Manası "Beklemek ateşten şiddetlidir." Ateş yerine azap da diyebilirsiniz. Dinden edebiyata, ekonomiden sanata, düşünce veya aksiyonları ile insanlık tarihine mal olmuş niceleri vardır ki onlar yaşadıkları zaman ve mekân diliminde çağdaşları tarafından anlaşılamamışlardır.

Kendisinin idraki içinde olan vizyon-misyon birlikteliği içinde, her şeye rağmen hayatlarına yol arkadaşları ile birlikte devam etmişlerdir bu devasa şahsiyetler. Bana göre vizyon ve misyon birlikteliği, ilgili şahsiyetin yapıp-ettiklerine dair sorulan "ne, nerede, ne zaman, nasıl, neden ve kime karşı?" sorularına net ve emin cevaplar verebilmesi demektir. Nitekim bu cevaplar tatmin edici ölçülerde verilmese/verilemese ne kendisi fikrî ve amelî istikametini koruyabilir; ne de dile getirilen fikirler etrafında toplanan kişiler.

Fakat ne gariptir ki böylesi kişiler büyük çoğunluğu itibarıyla kaderin sevkiyle çevresinden toplanan en yakın daireden hizmet götürdüğü en uzak dairede yerini alan insanlar tarafından anlaşılamamıştır. Bu manzara karşısında onlara düşen de hep anlaşılmayı beklemek olmuştur. İşte bu gerçeği onlara bakan veçhesi ile ifade etmek için yukarıda okuduğunuz Arap atasözünü aktardım. Öyle inanıyorum ki onlar için anlaşılmayı beklemek azaptan bir parçadır.

Kim veya kimlerden bahsediyorum? Yaşadığımız sıcak gündemlerde doğru-yanlış ayırt etme ihtiyacı duymadan, her meselede ismi öne sürülen Fethullah Gülen Hocaefendi'den. Öyle bir hal aldı ki bu mesele, kervan geçmez bir köyde çalınan keçiden bile neredeyse Hocaefendi sorumlu. İnanmıyorsanız günlük matbuata bakın. Gazete haberleri, köşe yazıları, TV programları bunu ispat edecektir.

Yanılıyorlar bu insanlar ama yanıldıklarını kabullenmiyorlar maalesef. Kendileri aleyhine olan hemen her gelişmeyi Hocaefendi merkezli izahları ve bu izahlardaki ısrarlı yayınları bunu gösteriyor.

Yanılıyorlar ama yanılıp-yanılmadıklarını sorgulama ihtiyacı da hissetmiyorlar. Yaptıklarını mesleğin ne genel ne de ahlakî ilkeleri ile telif etmek mümkündür. Demek düşmanca hisleri akıl, mantık ve muhakemelerine galip geliyor.

Yanılıyorlar ama yanıldıkları kendilerine delillerle gösterildiğinde kabullenmiyorlar. Demek iyiyi, güzeli, doğruyu bulma gibi dertleri yok. Olsaydı mevcut gerçekler karşısında farklı davranırlardı. Geri adım atarlardı, özür dilerlerdi. Demek o insanî hasletlerini de kaybetmişler.

Hayır; statükolarını kaybetmek istemiyorlar, ideolojik kamplaşma dönemi düşüncelerini bir kenara atamıyorlar gibi herkesin söylediği türden yorumları gündeme getirmeyeceğim. Bu kabil izahlar doğru olmakla beraber, ben bunu da anlamakta zorlanıyorum. Çünkü dünyayı sadece Türkçe ile değil, İngilizce, Almanca vb. yabancı dillerle takip ediyorlar. Dünya gündemine damgasını vuran haberleri, eserleri anında okuyorlar. İnternetleri artık cep telefonları vasıtasıyla her an avuçlarının içinde. Bilgiye ulaşma gibi bir problemleri yok demek bunun manası. Meslekleri gereği ellerinde pasaport "o ülke, bu ülke" demeden geziyor, konferans, panel, sempozyumlara katılıyor, resmî-gayri resmî gezilerle siyaset, ekonomi, kültür her sahada hayatın içindeler. Bütün bu imkânlara rağmen dünyanın gidişatını göremediklerine de ihtimal vermiyorum.

Genelden özele geçelim: Türkiye gibi gündem zengini bir ülkede 71 yıllık hayat serüvenine sahip birisinden bahsediyoruz. Osmanlı'dan Cumhuriyet Türkiye'sine geçişin en sancılı dönemlerinde Erzurum gibi muhafazakâr bir vilayette, dinî değerlerine sahip bir aile içinde doğmuş, büyümüş; Osmanlı medresesi ulemalarından talim ve terbiye görmüş; Kur'an kurslarında talebe yetiştirmeden, cami kürsülerinde halka rehberlik etmeye uzanan hayata sahip birisinden. Çocukluğundan beri Doğu ve Doğu'nun ilmî ve kültürel mirasına vâkıf olduğu kadar Batı'yı da ilgi alanı içine alan ve kaderin sevkiyle ömrünün bir kısmını bizzat Batı dünyası içinde yaşayan bir kişi o. Beri taraftan 60, 71, 80 ihtilallerini müşahede etmiş, 28 Şubat gibi post-modern, 27 Nisan gibi muhtıra dönemlerini yaşamış. Bu dönemlerin mazlumu olmuş, mağduru olmuş. Böylesine fırtınalı ve çalkantılı bir zeminde yaşadığı halde istikametini hiç kaybetmemiş birisi ama. Doğu-Batı sentezi içinde dile getirdiği düşünceler, o düşünceler etrafında halelenen kişilere yapageldiği tavsiyeler, hayata geçirilen dünya çapındaki projeler bunları göstermiyor mu?

Şimdi böyle bir kişinin temel esaslar kategorisi içine girmeyen bazı meselelerde farklı dönemlerde farklı düşünce ve yorumlara sahip olması kadar tabii bir şey olamaz. Çünkü insan, tasavvufî tabirle zamanının çocuğudur. Zaten eşyanın tabiatı bunu gerektirir. Aksi bir durum taassup üretir. Bu hakikate karşı gözü kapatıp mesela Hocaefendi'nin Kur'an'daki bazı Hıristiyan ve Yahudilerin menfi vasıflarına yer veren ayetleri genellemeci bir yaklaşımla izah etmesini gündeme getirip "İşte Fethullah Hoca'nın gerçek yüzü" demenin ne ilim ve ilmî düşünceyle, ne insaf ve adaletle bağdaşan bir yanı vardır.

Bakın şu sözler bizzat Hocaefendiye ait: "Bizim inancımıza göre insan, takdis edilecek varlıktır. Bizim tavrımız, temerrüde, tecavüze, zulme, bağye karşıdır. Yani vasıflarıdır. Bazı şahıslar bu vasıflarla ittisaf ettiğinden dolayı şahsa karşı tavır almış olabiliriz." Bir öz eleştiridir aslında bu. Bunu görmemek kadirnaşinaslıktır. "O, ne derse desin önyargılar, mevcut şartlanmışlıklar içinde bakmaya devam" demektir.

Dücane Cündioğlu, Cemil Meriç'i anlatırken "40'lı, 50'li yılların Cemil Meriç'i, 60, 70, 80'li yılların Cemil Meriç'inden farklıdır. Bugün Cemil Meriç dendiğinde akla gelen 70 ve 80'li yılların Cemil Meriç'idir. 60'lı yılların Cemil Meriç'i keşfedilmeyi bekliyor." der. Buradan hareketle, eğer meselemiz bir tek örneğini sunduğumuz yorumlar etrafında Hocaefendi'yi anlamak ise, 70 ve 80'li yılların ateşin hatibi Hocaefendi keşfedilmeyi ve anlaşılmayı bekliyor diyebiliriz.

Cemil Meriç'ten bahsettik, onunla bağlayalım. O "Bir çağın vicdanı olmak isterdim. Bir çağın, daha doğrusu bir ülkenin, idrakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları yok etmek isterdim. Muhteşem bir maziyi, daha muhteşem bir istikbale bağlayacak köprü olmak isterdim, kelimeden, sevgiden bir köprü" der. Merhum Meriç'in ideal, hülya olarak ortaya koyduğu çağın vicdanı olma, Türk'ü Türk'ten ayıran duvarları yok etme, maziyi istikbale bağlayacak köprü olmayı gerçekleştirme yolunda dev adımlar atan birisine karşı daha insaflı yaklaşmamız gerek diye düşünüyorum. Hatta Hocaefendi, merhum Meriç'in idealini de aşarak sadece Türk insanını Türk insanından değil, bütün insanlığı birbirinden ayıran duvarları yıkma süreci içindedir.

Sözün kısası; ilmî temellere ve metodolojilere bağlı bilgi üretip yorumlar yapmalıyız. İlmin namusunu ön plana çıkartarak hakikat avcılığında bulunmalıyız. Aksi halde halk tabiriyle kilometrelerce yol gitsek de dolap beygiri gibi kendi etrafımız etrafında döner durur ve bir arpa boyu mesafe katedemeyiz.

Son söz yine Merhum Meriç'in olsun: "Sanat düşüncenin, düşünce mukaddeslerin emrinde olmalı. Hakikat, mukaddeslerin mukaddesi. Hakikat ve sevgi..." This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.