Batı ve Ötekiler Arasında Türkiye
Günümüzden bir iki asır sonra tarihçiler, yaşadığımız zamanlara dönüp bakacak ve hem insanların hem fikirlerin sürekli hareket ettiği küreselleşme devrinde "Ötekilere karşı Batı" (West versus the Rest) gibi soyut düşüncelerin nasıl olup da tutunduğunu araştıracaklar. "Ötekilere karşı Batı" temasının Soğuk Savaş'tan sonra 1990'ların başında ön plana çıktığını ve süper güçlerin evvelki stratejik kutuplaşmalarını, kültürel ve dini bloklaşmaya dönüştürdüğünü yazacaklar. Bu kavramsallaştırma, Yine Soğuk Savaş sonrasında geliştirilmiş olan rakip 'ideolojinin sonu' (end of ideology) tezine göre daha doyurucudur. Hepimiz, politik ve stratejik düşüncelerin oluşumunda ideolojinin önemini koruduğunu şimdi daha iyi görüyoruz.
Olumlu yönden bakılacak olursa, "Ötekilere karşı Batı" tezi, uluslararası siyaset ve strateji düşünce alanına din ve kültürü yeniden taşıdı. İşin negatif yanı ise, bunların önemini ve gücünü olduğundan fazla göstermesiydi. Mesela Müslümanların çoğunlukta olduğu dünyanın tek tip (monolithic) bir blok gibi telakki edilmesine vesile oldu. Siyah–beyaz kalıplarla düşünmek, birbirine yaklaşma noktalarının ve gri alanların göz ardı edilmesine sebebiyet verir. Eğer Müslüman dünyası konusunda sırf kutupsal zıtlıklar cinsinden düşünmenin kusurlarına tek bir delil aranıyorsa, işte o da Türklerin Batı ile olan tecrübesidir.
Türkiye, daha Osmanlı'nın ilk kuruluş yıllarından itibaren kendisini sürekli olarak Batı'ya yöneltmiştir. Osmanlı yönetimi, neredeyse altı asır boyunca üç kıtada –Avrupa, Asya ve Afrika– farklı inanç ve kültürleri bir araya getirirken, onlara Avrupalı muasırlarından çok daha ileri derecede farklılıklarını koruma imkanı vermiştir. Batı hakimiyetinin artması Osmanlı/Türklerin Avrupa'ya benzeme arzusunu daha da hızlandırmıştır. Osmanlı reformcuları 19'uncu yüzyıldan başlayarak şuurlu olarak hem Batılı hem Müslüman olma arayışına girmişlerdir.
1920'lerdeki Kemalist devrimi, Türkiye'nin kendini Batı'yla özdeşleştirme sürecini hızlandırırken, Osmanlı İmparatorluğu'na resmen son verdi. Bu süreç, sırf Türkiye'nin siyasi liderleri vesilesiyle değil, sade vatandaşlarının da eylem ve destekleriyle gerçekleşti. Özellikle yirminci asrın son yarısında hızla yükselen eğitim düzeyi, işgücü göçü ve giderek artan derecede geniş ve ulaşılabilir iletişim imkanları, fikirlerin ve insanların dolaşımını çok yoğunlaştırdı. Bunun sonucunda, Türk toplumunun dönüşümü hızlandı ve kamuoyunda Türkiye'nin kimliği ile ilgili tartışma ön plana çıktı.
Türkiye'nin siyasi ve kültürel elitleri, Türkiye'yi haklı olarak hem Batı hem de İslam ülkesi olarak takdim ediyorlar. Ne var ki, Batı'nın tek tip olarak anlaşılması, en az İslam'ın tek tip olarak anlaşılması kadar riskli. Bundan dolayı, Jakobin laiklik anlayışı Türkiye için tek model olmamalıdır. Tüm diğer dinler gibi İslam da, ne ifade biçiminde ne de uygulamada tek tip değildir. Halka açık müzakere ve tartışma, İslam'ın temel unsurlarındandır. Bazı radikaller –başka dinlerde olduğu gibi, İslam'ın da kendi aşırıcıları vardır– muhaliflerini zorla susturmak isterler. Ancak Müslümanların büyük çoğunluğu, gerçek manasıyla anlaşılan bir İslam'ın, başkalarının görüşlerini anlama ve farklılığa müsamaha etme yönünde istekliliği ve diyaloğu emrettiğini söyler. Böyle bir diyalog –gerek Müslümanlar içinde, gerekse Müslümanlarla diğerleri arasında– adaptasyona ve dini anlayışların medeni çerçevede sürekli yenilenmesine vesile olur. Medenilik ve tolerans, modern dünyada İslam'ın ana özelliklerindendir. Başarılı bir laiklik pratiğinin özünde de bu toplumsal faziletler yatar.
Avrupa tarihinde siyasal laikliğin en güçlü savunucularının bir kısmı imanlarından ilham almıştı. 19. yüzyıldan önce Almanya'nın bir kesimi ve İskandinavya için de durum buydu. Daha yakın zamanlara gelecek olursak; Polonya'daki Dayanışma Hareketi dinî temele dayanıyordu. Amacı, laik demokrasi prensibini kaldırmak değil, sivil toplumu güçlendirmekti. Polonya halihazırda son derece dindar bir ülke olarak hayatiyetini sürdürmektedir; ama aynı zamanda son derecede laiktir.
Amerika laik bir devlet olmakla gurur duyar, fakat –Hollywood'un ülkemizle ilgili sunduğu imajların aksine– aynı zamanda oldukça da dindar bir ülkedir; ve din ile devlet çoğu zaman ince bir çizgiyle birbirinden ayrılır. Bugün Kongre'nin her oturumu Hıristiyan, Musevi ve Müslüman din adamlarının okuduğu dualarla açılmaktadır ve başkanlarımızın kriz zamanlarında ruhani önderlere danıştığı görülür. Seçilmişlerimiz, seçmen tabanlarının dini hassasiyetlerini daima göz önünde bulundururlar.
Türkiye ve Amerika mühim bir ortak özelliğe sahip. İki ülke de anayasaları ve pratikleri ile güçlü şekilde laiktir. İkisi de oldukça dindardır. Her iki ülkedeki dinî liderlerin cumhuru, laik idarenin faziletlerini tasdik etmekte ve başka bir şey istememektedir. Haddizatında, mesela Suriye'den Muhammed Şahrur, Arap Körfezi'nden Sadık Cevad Süleyman ve Türkiye'den Fethullah Gülen gibi bazı Müslüman düşünürler, İslam ve demokrasinin tamamen birbiriyle örtüştüğünü ve İslam'ın herhangi bir idare biçimi tayin etmediğini savunur.
SSCB'nin yıkılışından sonra yeni kurulan Türki devletlerin çoğu Türkiye'yi kendisine bir model olarak tahayyül etti. Özellikle 11 Eylül sonrasında Türkiye, diğer Müslüman çoğunluğa sahip toplumlara, hatta başka birçok ülkeye model olma fırsatını şimdiye kadar nasip olmadık ölçüde yakaladı. Lakin Türkiye, ancak devlet ile dinin birbirine hasım olarak görülmediği ve giderek güçlenen bir sivil toplum oluşturmak suretiyle dünyaya Batılı demokratik değerlerle İslam'ı buluşturan bir örnek sunabilir. Zira ne 'Batılı' ne de 'Müslüman' toplumlarda, militan laik radikalizmine de, militan dindar radikalizmine de yer yoktur.
Demokrasi, sabit bir netice değil, bir süreçtir. Diğer tüm demokratik ülkeler gibi Amerika'da da demokrasi bir gecede kurulmamıştır; çantada keklik ise hiç değildir. Kendi toplumunun tüm unsurlarını sisteme entegre etmek, Amerika'nın yaklaşık iki asrını almıştır. Türkiye düşe kalka kendi demokrasi pratiğini geliştirmeye çalıştı, ve hâlâ dindar seslerin ve değerlerin rejimi zayıflatmaktan ziyade laik düzeni nasıl güçlendirebileceğini araştırıyor. İyi haber şu ki, Türkiye'deki bu tartışmalar giderek daha da fazla kamuoyuna açık yapılıyor. Şeffaflığın artması, Türkiye'nin laik idare nosyonuna tamamen uyan bir Müslüman demokrasi olarak zuhuru yönünde hayra alamet.
- tarihinde hazırlandı.