Postacı Ahmet Amca ve...
1990'ın başları, kışın tam ortası... Uzun, çok uzun zaman sonra İzmir'e kar düşmüştü. Dondurucu bir hava vardı dışarıda. Soba kömürüyle ısınmış bir evin bizi beklediğini biliyor, öylece yokuş yukarı çıkıyorduk. Sabahın bu erken vaktinde Postacı Ahmet Amca'ya kahvaltıya gidiyorduk. Biraz sonra varmıştık eve.
Postacı Ahmet Amca, ahh...
"Zamanın hepsini değil, ânları hatırlarız." demişti romancı. Ki bu ânlar, kalbin ışıdığı vakitlerdir; çok zaman geçse de izi kaybolmayan 'şey'ler... İnsan bir istasyon gibidir; hayatına girip çıkanların haddi-hesabı yok. Her bir şeyi değil, unutamadıklarımızı hatırlarız; kalbimizin mukimi şey ve isimleri... Postacı Ahmet Amca unutamadığım, kalbimin mukimi bir isimdir. Hâlâ romanı yazılmamış şahsiyetlerden biri...
Onu İzmir'in Bayraklı ilçesinde tanıdığımda çoktan emekli olmuştu. Yaşı, yüzü ve içinde oturduğu hâller katmanlı hikâyesine barınaktı. Bir 'postacı'ydı o; hayatı, uzaklardan geleni yakınlaştırmakla geçmişti. Vazifesi, 'uzak'tan bekleneni/geleni 'adres'ine ulaştırmak olmuştu. İzmir'deki Risale-i Nur hizmetine omuz veren ve sonrasında Hocaefendi'nin yanında yerini alan ilklerdendi. Zâhirdeki mektupçuluğu hakikate inkılâp ettirebilmiş biriydi. Eskimeyen bir haberle yaşıyor; dili ve hâliyle, içinde kurulduğu bu haberi yayıyordu.
Hizmet'in içinden geçen bir hayat ve hizmetin içinden geçtiği bir hikâye... Risale-i Nurları ne güzel okurdu; dahası, ne güzel ve ne iyi bakardı gelip karşısına oturana... Postacı Ahmet Amca'dan dinlediğim Risale derslerini unutamıyorum. Gözümün önünden gitmeyen fotoğrafı şöyle: Hep dizüstü, elleri birbirine kavuşmuş hâlde... Bir okumadan, bir dinlemeden veya bir hizmetten sonrası... Müşfik ve şefkatli... İrfan kesilmiş bir dil... Bayraklı'nın, kendisini tanıyan ve bilenlerin ağabeyi... Haftanın yedi günü, yedi akşamı hizmete açık yaşlı iki insan ve bir ev; hep taze, hep diri bir karşılanış...
Uzun zaman sonra düşen karda kendisine kahvaltıya giderken hissettiğimiz heyecan boşuna değildi. Postacı Ahmet Amca'nın kahvaltı sofrasına oturacak, hizmetin yurtdışı yolculuğunun ilk haberlerini konuşacaktık. Hafızam yanıltmıyorsa, yurtdışına çıkan ilklerden biri de olacaktı kahvaltıda. Vardığımız evde Ahmet Amca'yı bulmuş, tenimizde sobanın sıcaklığı dolaşmış ve kalbimiz başka türlü bir yolculuğa çıkmıştı. Hizmetin yurtdışına çıkışından sonra gelen haberlerin heyecanıyla sofraya oturmuştuk. Dışarıda kar soğuğu, sofrada Hacı Anne'nin tarhana çorbası ve yurtdışından gelip kalbimizi çelen haberler... O gün bu türlü 'gitmek' üzerine düşünmüşlüğüm sathiydi. Bir şekilde yaşananın içindeydim; 'kenar'a veya 'dışarı'ya çıkıp olup bitene bakma durumum yoktu. Ne Nurettin Topçu'nun hareket felsefesini, ne de Hocaefendi'nin 'pratikten sonra teori'ye işaretlerini açabiliyordum.
Uzun bir zaman geçti. Hizmet, Anadolu'ya mahsus olmaktan çıkıp dünyanın bir hakikati oldu. Çok şey yaşandı ve şimdi söylenen çok şey var. Hizmetin yurtdışı veçhi üzerine yapılan her konuşma ve değerlendirme, Postacı Ahmet Amca'yı ve evinde yaptığımız o sabah kahvaltısını hatırlatır. Kar soğuğuna kapanmış bir evin soba sıcaklığını... Derginin bu sayısında Kitaplık'a konu olan Harun Tokak imzalı 'önden gidenler' serisi de bu tesiri yaptı. O karlı sabaha, o hizmete açık duran sıcak eve, dahası içimden düşmeyen Postacı Ahmet Amca'ya gittim. Oradan kök alan bir kalble 'önden gidenler'i düşündüm, onların 'gitmek' fillerine yoğunlaştım.
Harun Tokak'ın kalemini ayırdığı ve şimdilik dört kitabı bulan serinin 'konusu'na dâir bir hususa dikkat çekmek isterim. Evet, şüphesiz bu 'gitme' de İslâm Medeniyeti'nin annesi olan 'hicret'ten kök alıyor. Fakat ilk bakışta görüleceği gibi, onunla benzer değildir. Değildir çünkü Anadolu, 'önden gidenler' için yaşanmaz bir yer değildi, aksine kalsalardı, onları daha rahat bir hayat bekliyor olacaktı. Gittiler yine de; rahatı değil, zahmeti tercih ettiler.
Niçin ve nasıl oldu bu?
Gitmek, yola çıkış üzerine düşünen Filozof Nancy şöyle der: "Gitmek dâima âşina olanın (bir) parçasını; yabancı olunan, âşina olunmayan ve önceden kesinlikle bilmediğimiz bir şey, bir yer ve hayatın bir parçası için terk etmesidir. Gitmek söz konusu olduğunda bizi bekleyenin ne olduğunu asla bilemeyiz." Önden gidenler, doğdukları topraklara âşinaydılar. Burada kurulmuş, burada yaşıyorlardı. İyi okullarda okumuş, silueti belirmiş bir gelecek vardı önlerinde. Durum böyleyken 'gitme'ye yazıldılar; âşina oldukları 'bura'dan ayrılmaya, asla bilmediklere 'ora'ya varmaya... Haddizatında olan bir 'yırtılma'ydı; giden, bir parçasını burada bırakıp yarım hâliyle oraya vardı. Ne yaşandıysa, bura ile ora arasında bölünmüşün paha biçilmez fedakârlığıyla mümkün olabildi. Belki dile getirilmesi ve yazılması kolay, ama yaşanması zor bir kendinden vazgeçişle... Bilinmeyen yer için bilinen yeri terk ediş, başkası için kendinden geçişle... Almak için değil, vermek için gidişle...
O günün anne ve babalarından dinlemek lâzım, evlâdı uzaklara/bilinmeyene göndermek nedir diye... Kardeşlere sormak lâzım, ağabeyden uzaklığa katlanmak nasıl bir şeydir diye... Eşlere/nişanlılara kulak vermek lâzım, yarım yaşamanın insanı nasıl da kör-topal bıraktığını öğrenmek için... Hayır, böyle yapmakla yapılan hizmete nakısa getirmiş olmayız, aksine o fedakârlığın muhteşemliğini görmüş oluruz. Harun Tokak, 'önden gidenler' serisiyle bunu yapıyor. Elimizden tutup bizi o günlere götürüyor. Anne ve babaların, kardeşlerin, eş ve nişanlıların, dahası 'önden gidenler'in karşısında buluyoruz kendimizi.
- tarihinde hazırlandı.