• Anasayfa
  • Kırık Testi - Fethullah Gülen Web Sitesi

Son Damla

Soru: Bazı bölgelerde yaygınca kullanılan "Bahane Tanrısı" ifadesi ne manaya gelmektedir? Bu tabir hangi mülahazaları çağrıştırmaktadır?

Kökü eski Türk lehçelerindeki "tengri" sözcüğüne dayandırılan "tanrı" ifadesi mâbut demektir ve bazı inanç sistemlerinde insan üstü bir güce sahip bulunduklarına inanılan varlıklardan herbiri için kullanılan bir unvandır. Gerçi, ister müslümanlığı kabul eden Türkler isterse de yüzlerce yıldan beri dinî eserler yazan müellifler tanrı tabirini Allah manasına da kullanmışlardır. Fakat, esas itibarıyla tanrı ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın zatî ismi olan "Allah" kelimesinin karşılığı değildir.

Allah İsmi Yerine Tanrı Kelimesi

Çünkü, Allah dendiği an, bütün kâinatta tecellî eden isimleriyle o Zât-ı Ecell-i A'lâ (yüce ve büyük Zât) akla gelir. Yani, Allah ism-i şerifi değişik delâlet çeşitleriyle, Mâbud-u Mutlak (ibadet edilmeye lâyık yegâne Zât), Hâlık-ı Mutlak (tek yaratıcı), Maksûd-u Mutlak (Kendisine yönelinecek eşsiz ilâh), Rezzâk-ı Mutlak (her türlü rızkı bol bol ihsan eden biricik rızık sahibi), Bâri-i Mutlak (her şeyi örneği kendisine ait bir şekilde takdir edip varlık sahasına çıkaran benzersiz rab) ve Cemîl-i Mutlak (topyekün güzel sıfatları zatında toplayan ve güzellikleri vareden)... gibi bütün ilâhî isimleri câmi'dir; Cenâb-ı Hakk'ın güzel isimlerinin hepsini ihtiva eden bir unvan-ı mübecceldir.

Bu itibarla da, Allah adı, Cenâb-ı Hakk'ın özel ismidir ve onun ifade ettiği manayı başka bir tabirle dile getirmek de mümkün değildir. Dolayısıyla, tanrı kelimesi, Arapça'daki "ilâh", Fransızca'daki "dieu", İngilizce'deki "god" ve Farsça'daki "hudâ" tabirlerinin karşılığı olarak kullanılabilir ama asla "Allah" ism-i şerifinin yerini dolduramaz.

"Bahane" sözüne gelince; bu kelime vesile ve sebep demektir; bir şeyin asıl sebebi yerine ileri sürülen sözde sebep manasına gelmektedir. İhtimal, ecdad, "gerçekle ilgisi olmayan bir mazeret" anlamını içerdiğinden dolayı, bu kelimeyi Zat-ı Uluhiyete nisbet etmekten kaçınmış ve bahane sözü ile Allah ism-i şerifini beraberce kullanmaktan çekinerek çok latif bir mazmunu, ince bir mefhumu "bahane tanrısı" terkibiyle ifade etmişlerdir. Bu açıdan da, bahane sözcüğünü Zat-ı Uluhiyete nisbet etmemek için "Allah" ismi yerine tanrı kelimesini kullanmaları Anadolu insanının Mevlâ-yı Müteâl'e karşı saygısını ve terbiyesini gösteren bir davranıştır.

Bahane Tanrısı

Evet, "bahane tanrısı" tabiri Erzurum başta olmak üzere, bazı bölgelerde çok yaygınca kullanılmaktadır. Bu söz, kullarını affetmek için onlara sürekli tevbe etme fırsatları, günahlardan arınma imkanları yaratan Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinin enginliğini nazara vermekte ve insanları, o rahmete mazhar olabilmek için Allah'ın rızasına uygun güzel vesileler edinmeye çağırmaktadır.

Nitekim, Kur'an-ı Hakîm, "Ey iman edenler! Allah'ın hukukunu gözetin, O'nun hukukunu ihlâl etmekten sakının; O'na yaklaşmaya vesile arayın ve O'nun yolunda mücâhede edin ki korktuğunuzdan kurtulup umduğunuza kavuşasınız." (Mâide, 5/35) buyurmaktadır. Merhum Elmalılı Hamdi Yazır gibi müfessirler, "vesile" kelimesini, kendisiyle bir gayeye ulaşılan sebep, yaklaşma vasıtası şeklinde tefsir etmişlerdir. Demek ki, mü'minler, Mahbûb-u Hakikî'ye yaklaşmak için daima vesileler aramalı, kendi uzaklıklarını aşma yolunda her fırsattan istifade etmeli, farzlar ve vacipler haricinde daha başka güzel işler ve rıza-yı ilahiye uygun ameller yaparak kendilerini Allah Teâlâ'ya sevdirmeye çalışmalıdırlar. Samimi bir niyetle sürekli kurbet sebepleri araştırmalı, güzel ahlak ve salih amel gibi Cenâb-ı Hakk'ın rızasına uygun vesilelere tutunmalıdırlar.

İşte, "bahane tanrısı" sözü, kullarının en küçük iyiliklerini bile zayi etmeyen, onların güzel bir niyetle ortaya koydukları zerre kadar bir hayrı dahi karşılıksız bırakmayan, birleri binlerle mükafatlandırıp herkesi küçük bir vesile ile bağışlayabilen Rahmeti Sonsuz'un merhametine işaret etmektedir. Evet, Allah (Celle Celâlühû), bazılarını tevbeleri sebebiyle affeder; bazı kullarını bir hataya düşmüşlerse bile hemen bir iyilik yaparak tekrar çizgilerini bulma cehdi göstermelerinden dolayı bağışlar. Bazen gönülden yapılan bir duayı, bazen vicdandan yükselen bir pişmanlık âhını, bazen samimiyetle dökülen birkaç damla gözyaşını, bazen az bir sadakayı, bazen pek küçük bir hayrı ve bazen de çok emek gerektirmese bile hâlis bir niyetle ortaya konan hasenâtı mağfirete ermeye, Cennet'e girmeye, Cemalullah'ı görmeye ve rıdvana erişmeye vesile kılar.

Aslında, bütün hayr ü hasenât o güzelliklere nâil olabilmek için âdi birer sebeptir, insanlara bakan yönüyle birer bahanedir. Zira, hiç kimse Cennet'e ameliyle gidemez; Cennet ve ötesindeki nimetler ancak Allah'ın rahmetiyle ve lütfuyla elde edilebilir. Ne var ki, sonsuz merhamet sahibi Rabbimiz, kullarının en küçük iyiliklerini dahi değerlendirir; onları birer kurbet ve vuslat vesilesi olarak kabul eder. Bu itibarla, -her ne kadar tanrı kelimesi çok hoşumuza gitmese bile- "bahane tanrısı" ifadesi çok derin bir manayı içermektedir.

Bir Zerre İhlaslı Amel ve Zübeyde Hatun

Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz, "Kardeşini güler yüzle karşılamaktan ibâret de olsa hiçbir iyiliği hor görme!" buyurmuştur. Evet, Allah'ın rızası gözetilerek yapılan en küçük iş dahi dergah-ı ilahîde çok kıymetlidir. Bir zerre ihlaslı amel, Cenâb-ı Hak nezdinde tonlarla ifade edilemeyecek bir ağırlığa ve değere ulaşır. Allah (azze ve celle), samimi olarak yapılan iyiliklere bazen on, bazen yüz, bazen yediyüz, bazen yüzbin, bazen bir milyon ve bazen de sayısını ancak kendisinin bileceği kadar mükafat verir. İnsan, o ameline karşılık kendisine nasıl bir mükafât yazıldığını bilemez ama ahirette onun karşılığını tasavvurlar üstü bir sürpriz olarak önünde buluverir. Öyleyse, hiçbir iyilik küçük görülmemelidir. Hangi amelin ötede nasıl bir kıymete ulaşacağı burada bilinemediğine göre, insan her güzel işe kıymet vermeli ve önüne çıkan her hayırlı fırsatı öteler hesabına değerlendirme gayreti içinde olmalıdır.

Mevzuyla alakalı şöyle bir menkıbe anlatılır: Harun Reşid'in hanımı Zübeyde Hatun çok saliha bir kadındır. Mekke-i Mükerreme'den Arafat'a kadar su kanalları döşetmiş, o mukaddes beldeyi çeşmelerle donatmış ve Rahman'ın misafirlerinin su ihtiyacını karşılamak için yüzbin altın harcamıştır. Osmanlıların tamir edip yeniden kullanıma hazır hale getirdiği o kanallar ve çeşmeler yakın zamana kadar da milyonlarca insanın ihtiyaçlarını gidermiştir. Zübeyde Hatun, hicaz su yolunun yanı sıra han, hamam, imarethane ve şifahane gibi daha pek çok hayır müessesesi yaptırmıştır.

Bütün hayatı hayır ve hasenât peşinde geçen bu mualla kadıncağız vefat ettikten sonra, birisi onu rüyasında görmüş ve ona demiş ki, "Dünyada Allah için bu kadar büyük hayırlar yaptın, kim bilir Hak Teâlâ sana Cennet'te ne yüksek bir makam bahşetti!" Zübeyde Hatun'un cevabı şöyle olmuş: "Evet doğru, Rabb-i Rahîm bana gerçekten de yüce bir makam ihsan eyledi; fakat, bu yüce makamı yaptırmış olduğum hayır müesseseleri nedeniyle vermedi. Bir gün, bulunduğum mecliste ilahiler okunuyor, kasideler söyleniyordu. Sâzendelerin sazlarına vurdukları bir sırada minarelerden ezan-ı Muhammedînin yükseldiğini duymuştum. Hemen "Susun, ezanı dinleyelim!" deyip oradaki herkesi susturmuştum. İşte, sorgu-sual anında, amellerim birer birer sayılıp döküldü. Arafat'a kadar su kanalları döşeme de vardı onlar içinde. Fakat bana denildi ki, "Seni ezana karşı göstermiş olduğun o saygından dolayı bağışladık."

Onca amel arasında, ezana saygı gibi zâhiren küçük bir iyilik rahmet deryasının coşmasına vesile oluyor. İşte bahane tanrısı ifadesi de bunu anlatıyor. Cenâb-ı Hak, küçük bir hayrı kulunun kurtuluşuna vesile kılıyor. Bazen müslümanlığın alameti sayılan ezan gibi Allah'ın değer verdiği bir şeye değer vermesinden dolayı, bazen de O'ndan ötürü mahlukattan birine karşı şefkat göstermesi sebebiyle kulunu yüce makamlara yükseltiyor.

Hazreti Ömer'in Hesabı

Siyer kitaplarında anlatıldığına göre, Hazreti Ömer efendimiz vefat ettikten sonra Hazreti Abbas (radiyallahu anhüma) onu rüyada görmek için adeta can atıyor. Fakat, hemen her zaman o arzuyla gözlerini yummasına rağmen tam altı ay boyunca onu hiç göremiyor. Nihayet altı ayın sonunda Hazreti Ömer'i rüyasına misafir ediyor. Bu beklemenin sebebini soracak olunca Hazreti Ömer "İşin içinden ancak sıyrılabildim; hesabım yeni bitti!" diyor.

Rüyanın devamını anlatmadan önce, bu altı aylık muhasebe üzerinde durmak gerektiğini zannediyorum. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz'in "yerdeki iki vezirimden biri" diyerek kendisini gösterdiği ve "Benden sonra Peygamber gelecek olsaydı, Ömer olurdu!" buyurarak büyüklüğünü nazara verdiği, Hulefa-yı Raşidîn'in ikincisi olan Hazreti Ömer'in "Hesabım altı ayda ancak bitti" demesi bize bir şey ifade etmeli!.. Ümitsizliğe düşürecek mülahazalara girmeden, bize her şeyin hesabını vereceğimizi ve her nimetten dolayı sorgulanacağımızı düşündürmeli. Evet, bütün nimetlerden hesaba çekileceğimiz bir gün var önümüzde. O gün Cenâb-ı Hak, "Size el-ayak, göz-kulak, dil-dudak verdim. Sizi zâhir ve bâtın latifelerle donattım. Maddî ve manevî bütün ihtiyaçlarınızı karşılayacak nimetleri önünüze serdim. Peki, siz bunlarla ne yaptınız? Bunlar size ne ifade etti? Bu nimetleri nasıl değerlendirdiniz? Kulluğunuzun ve imtihan dünyasında bulunduğunuzun farkında olabildiniz mi? Hayatınızın hesabını vereceğiniz şuuruyla vazifeden terhis olduğunuz ana kadar bir kula yakışır eda ile yaşadınız mı?" türünden sorular soracak. İşte, Hazreti Ömer'in "Hesaptan ancak altı ayda sıyrılabildim!" sözü, bize benzer sorulara karşı vereceğimiz cevapları düşündürmeli ve bizi öteler için azık hazırlamaya teşvik etmeli..

Bu arada, yarım senede de olsa, demek ki Hazreti Ömer sonunda bütün hayatının hesabını verebilmiş. Demek ki, altı ayın akabinde onun için hesabı verilmedik hiçbir husus kalmamış. Bu yönüyle, üzerinde durduğumuz mesele her ne kadar bir rüya olsa da, bir sahabiye ait o rüyada Hazreti Ömer'in bize verdiği bir mesaj vardır. Ayrıca, onun sözü, mukarrebîne göre bir ufka ait ses ve soluktur. Ondan kendi seviyesine göre bir tavır ve davranış beklenmiştir, hesabı da yine kendi seviyesine göre olmuştur. Yoksa, sıradan bir kul onun yaptığı şeyleri yapsa, ihtimal ötede mükâfat görür.

Rüyanın devamında, Hazreti Abbas soruyor, "Ya Ömer, Cenâb-ı Hak seni ne ile affetti, hangi amelinden dolayı bağışladı?" diyor. Hazreti Ömer Efendimiz şu cevabı veriyor: "Bir gün sokağa çıkıp bakmıştım ki, bir çocuk bir kuşu yakalamış, elinde hırpalıyor. Hemen onun yanına koşmuş; cebimden üç-beş kuruş çıkarıp o çocuğa vermiştim. Böylece kuşu satın alıp âzâd etmiştim. Mizanda işte o amelimden dolayı kurtulduğumu söylediler."

Şefkatle Gelen Kurtuluş Fermanı

Evet, yerine göre bir hayvana karşı şefkatli davranma insanın ateşten âzad olmasına ve Cennet'e girmesine vesilelik ediyor. Cenâb-ı Hak, mahlukata karşı merhametli olmayı kendi mührünü taşıyan sanat eserlerine ve dolayısıyla Zâtına karşı saygılı davranma şeklinde kabul ediyor ve o kadarcık bir saygıyı bile mükafâtsız bırakmıyor. Onu kulunun kurtuluşuna bir bahane sayıyor.

Buhari ve Müslim gibi en muteber kaynaklarda da bu hususu te'yit eden hadis-i şerifler mevcuttur. Mesela, Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelüt't-tehâyâ) kendini fuhşa salmış ve benliğini bohemce yaşamaya kaptırmış bir kadının kurtuluşunu anlatırken buyurur ki: "Bir gün çok susamıştı. Dili damağı birbirine yapışmış bir vaziyetteyken bir kuyuya rastladı. Kuyuya inip kana kana içti ve susuzluğunu giderdi. Yukarı çıkınca kuyunun kenarında zor güç nefes alan, susuzluktan dili sarkmış, toprağı yalayan bir köpek gördü. "Bu da benim gibi çok susamış!" deyip tekrar kuyuya indi, çarığını su ile doldurup onu dişleri arasında tutarak dışarı çıktı ve köpeği suladı. Allah Teâlâ bu davranışından dolayı onun günahlarını affetti."

Evet, bu bir bahane değildir de ya nedir Allah aşkına? Rahmeti Sonsuz, mahlukâta şefkatle yaklaşma neticesinde bir köpeğe su içirmeyi bile Cennet'e girmeye vesile kılmaktadır. Bu itibarla da, hiçbir iyilik hor görülmemeli ve küçümsenmemelidir. Bazen, küçük gibi görülen bir iyilik, rahmeti coşturacak bir düğmeye dokunma ya da diğer hayır ve hasenâtın kâfiyesini koyma gibi olmaktadır.

Tasavvuf büyüklerinden İmam-ı Şibli'nin bir menkıbesi de bu hakikate işaret etmektedir. Vefatından sonra bir dostu rüyada görür ve ona halini sorar. Cevaben der ki: "Allah beni huzuruna kabul etti ve hangi amelimle bağışlanmayı umduğumu sordu. Ben de bir sürü amelimi sayıp döktüm. Cenâb-ı Hak, ‘Hayır, hiçbiri değil! Seni, soğuk bir gecede bulduğun ve cübbenin altına sokarak ısıtmak suretiyle merhamet ettiğin o kediden dolayı bağışladım!' buyurdu. "

Allah (Tebâreke ve Teâlâ), Kur'an-ı Kerim'de, "Zerre ağırlığınca hayır yapan onun mükafatını alır, zerre kadar şer işleyen de onun cezasını görür." (Zilzâl, 99/7–8) buyurarak, en küçük bir hayr veya şerrin Hak nezdinde kaybolmayacağını ve mutlaka karşılık bulacağını beyan etmiştir. Her iyiliğin bir ağırlığı ve değeri vardır. Onun için onlardan gafil olmamalı, en küçük bir iyilik fırsatı bile zayi edilmemelidir. Aynı husus kötülükler için de geçerlidir. Bazen küçük gibi görülen bir kötülük de insanın hüsrana uğramasına sebebiyet verebilir. Bu hususa da dikkat çeken ve ümmetini ikaz eden Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz, "Bir kadın, ölünceye kadar hapsettiği bir kedi yüzünden azâba uğradı. Hayvanı eve hapsetmiş, ona bir şey yedirmemiş, içirmemiş, yerdeki haşereleri yemesine bile izin ve imkan vermemişti. İşte bu sebeple Cehenneme girdi." buyurmuştur.

Şifreyi Çözen Amel

Öyleyse, insan iyilik adına yapılan hiçbir şeyi hor görmemesi gerektiği gibi, münker (kötülük) sayılan hiçbir tavır ve davranışı da hafife almamalıdır. Göz ucuyla da olsa harama bakmayı, kulağını harama tevcih etmeyi, dudaklarından Allah'ın sevmediği bir şeyin sâdır olmasını ve iffetsizliğin en küçüğünü bile büyük bir cürüm kabul etmeli; bunlardan biri sebebiyle yuvarlanıp gitmekten korkmalıdır.

İyilik­lerin, küçüğünün bile terkedilmemesi hususunda Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem), "Bir yarım hurma ile, bir güzel sözle olsun, ateşten korun­maya çalışın." buyurmuştur. Bu nasihat üzerine Hazeti Aişe (radiyallahu anha) bir gün, bir üzüm ta­nesini sadaka olarak vermiş, "Bunda bile nice zerre ağırlığı vardır!" diyerek, Zilzâl suresinin son ayetlerine işaret etmiş ve o kadarcık bir hayrın bile mutlaka mükafât göreceğini hatırlatmıştır.

Evet, Cuma gününde "vakt-i icâbe" (duaların umumiyetle kabul olacağı saat), insanlar arasında velî kullar, Ramazan ayında Kadir Gecesi, Esmâ-i Hüsnâ arasında da İsm-i A'zam gizlendiği gibi bütün tâat ve ibadetler içerisinde de rıza-yı ilâhîye hangisinin vesile olacağı gizli tutulmuştur. Böylece, inananların sürekli uyanık ve dikkatli olmaları, devamlı ibadet ü tâat içerisinde bulunmaları ve hiçbir iyilik fırsatını kaçırmamaları tembih edilmiştir.

Bundan dolayıdır ki, maruf (hayır, iyilik) sayılan hiçbir şeyi küçük görmemelisiniz. Sizin kurtuluşunuzun hangi amele bağlı olduğunu bilemediğiniz için elinize geçen her fırsatı bir beraat fermanı gibi kabul etmeli ve onu değerlendirmeye çalışmalısınız. Birine tebessüm etmişsiniz, diğerine selam verip gönlünü almışınız, bir başkasına insan diye değer atfederek bağrınızı açmışınız ya da bir su havzında boğulmak üzere olan bir karıncayı kurtarmışsınız... bunlar, bu dünyada küçük işler gibi görünebilir size. Fakat, bütün bu ameller nezd-i uluhiyette birer değer hanesine yerleştirilir ve sizin hesabınıza değerlendirilir. Kim bilir, belki de ötede onların en küçüğü gösterilir ve size "Bundan dolayı bağışlandın!" denilir. Bunlardan biriyle siz de kanatlanır, eskilerin "uçmak" dedikleri, Cennet'e uçarsınız. Madem ki, sizin için rahmetin taşmasına vesilelik edecek son damla, kilidin şifresini çözecek son rakam ve sevap kefesinin ağır basmasını sağlayacak tek zerre mesabesindeki amelin hangisi olduğunu bilmiyorsunuz, öyleyse her hayırlı işe "Acaba bu mu?" şeklinde yaklaşmalısınız.

Aslında, insanın havf ve recâ (korku ve ümit) arası bir yol tutup hayatını dengede sürdürmesi esas olmakla beraber, kalbin her zaman korku ve haşyetle atması daha emin bir yoldur. Şu kadar var ki, şayet insan hata ve kusurlarından dolayı ümitsizliğe düşmek üzere ise ve şeytan ona yeis tuzağı ile yaklaşıyorsa, işte o zaman muvakkaten de olsa "bahane tanrısı" ifadesinin tedayi ettirdiği mülahazalara sığınabilir.

Hasılı, Cennet'in sonsuz nimetlerine kavuşabilmek birkaç yıllık amel ile değil, hâlis bir niyetle ve güç yettiğince iyilik yapma düşüncesiyle mümkün olur. Öyleyse, insan dinin iyi ve güzel kabul ettiği hemen her şeyi yapmaya çalışmalı ve yaptığı her şeyde de kurtuluşuna vesile aramalıdır. Zira o, kendisini hangi amelin kurtaracağını bilemediğinden dolayı, önüne gelen hiçbir iyiliği kaçırmamalı ve yaptığı bütün amelleri ahirete bir sürpriz paketi olarak göndermelidir. Bir gün, bu paketler mutlaka onun önünde bir bir açılacak ve ona gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, insan havsalasının almadığı ne sürprizler ne sürprizler yaşatacaktır.

Sosyal çalkantılar ve alternatif düşünce

Sosyal çalkantılar insanlarda alternatif düşünme melekesini geliştirir, beyin fırtınalarına müsait zemin, fikrî bir dinamizmin ateşleyicisi olur. Bu dinamizm doğurgandır. Yani rönesansın gölgesi veya gerçek bir rönesans bu tip dönemlerde ortaya çıkar. Mesela bizim tedvin dönemimiz, asırlarca bizi ayakta tutacak -ki hâlâ geçerliliklerini sürdürüyorlar- Kelâm ve Fıkıh başta olmak üzere düşünce akımlarının doğduğu bir dönemdir. Bu dönemin en büyük özelliği toplumda sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel çalkantıların yaşanıyor oluşudur.

Sosyal hareketler ve tabiî süreçler

Bütün bir toplumu ve belki de gelişme seyrine paralel olarak bütün insanlığı kucaklayan, onlara hizmet götüren hareketlerde birbirini izleyen, izlemesi gereken tabiî süreçler vardır. Bu tabiî süreçlerin başında hiç şüphesiz iman, ardından da icmalî ve tafsilî ilim gelir. Herhangi bir düşüncede eğer ilim önemli bir konuma gelmiş ise bu demek değildir ki iman ihmal edilebilir. Hayır. Bu çok ciddî bir yanılmışlık ve aldanmışlık olur. Bu, o düşünceyi sosyal oluşumların tabiî seyrine bırakmak anlamına gelir. Onun için toplum içinde fikrî önderlik yapanlar iman mevzuunda sürekli canlı tutacak esaslar bulmak, metodlar ve sistemler üretmek zorundadır. Bu yönlendirme olmazsa rehavet devreye girer; “Allah’a şükür, yıllardır başarıdan başarıya koştuk, artık zaman rahata erme zamanıdır” demeler söz konusu olur. Bu safhadan sonra o düşünce adına yaşama, hayatını onun gereklerine göre düzenleme bir tarafa, insan Rabb’ine karşı yapmakla mükellef olduğu ibadetleri bile kültürel bir aktivite olarak görmeye başlar. Artık bu tip kimseler için dün aşk, vecd ve heyecanla yapılan, gözyaşları ile süslenen ibadetler kültürel bir aktivitedir. Cuma da, bayram da, hac da bir kültürün dışa yansımasından ibarettir.

Fakat iman kendi kıvamında, kendi tazeliği içinde ve ilk dönemdeki orijiniyle korunabilse bu türlü vartalar içine girilmez. Onun için iman, hiç ara verilmeden sürekli insanlara telkin edilmeli, ısrarla onun üzerinde durulmalı. Onu insanların gönlünde, kalbinde, kafasında sürekli canlı tutacak sistemler icad edilmeli ve gerekirse insanlar bu mevzuda zorlanmalı. Aksi halde karbonlaşma başlar orada. Bediüzzaman Hazretleri bu sebeple iman üzerinde ısrarla durur.

Evet, aksiyonda süreklilik inancını, insanların gönlüne, kafasına, ruhuna ve vicdanına duyurmalıyız. Şahsen ben insanların kalblerinde sürekli ve hiç doyma bilmeyen oburlukla “Müslümanlığı âleme duyurma” his ve heyacanını uyarmak gerektiği kanaatindeyim. Bunun havarilerini yetiştirmeliyiz. Her insanı bu ufkun potansiyel havarisi görmeliyiz. Kâmil insan yetiştirme, milletine hizmeti gaye edinenlerin hareket yörüngesi olmalı. Bu arada yetiştirilmesi konusunda ihmal gösterilmiş ve yanlış yollara sapmış insanlarımızla da ciddî bir şekilde ilgilenilmeli. Onların aktif hale gelmesi için elden gelen her şey yapılmalı, her gayret ortaya konmalı. Öyle bir sistem ortaya konmalı ki tek ferdin bile zayi olmasına fırsat vermemeli. Şu anda toplumumuzda böyle bir sistemin ortaya konduğu söylenemez. “İşin tabiatı icabı” falan deyip işin içinden sıyrılmak isteyenler olabilir; ama bence böyle düşünmek yanlış. Biz Allah’a gönülden inanmış insanların canlılığına süreklilik kazandıracak, herkesin işin başındaymış gibi ciddî bir gönül iştiyakıyla, havariler misali hareket etmesine müsait zemini hazırlayamıyoruz. Kafalarımız yetmiyor o işe veya o mevzuda bir araya geldiğimizde ciddî beyin fırtınaları meydana getiremiyoruz. Ben, Üstad o meselenin inkisarı içinde ölmüştür diye düşünüyorum. Benim inkisarım ise beni öldürecek kadar değil, çünkü o bir gönül meselesi.

Evet, zorlamayla dahi olsa insanları o mevzuda yönlendirebilecek bir sistem kurulmalı, tıpkı fabrikada çalışan işçilerin sistemi gibi. Hani işini yapmayan birine sistem hemen müdahale eder; ama şefi, ama arkadaşı, ama ustabaşı... İşte öyle, herkes durduğu yerde, bulunduğu makamda mutlaka o sistemin genel işleyişinin hem bir parçası hem de kontrolcüsü olmalı. Anlatıldığı kadar kolay değil bu iş biliyorum. Çünkü her bir insan bu dünyada bambaşka bir âlem. Dolayısıyla her biri apayrı bir âlem olan insanların teker teker istihdamı göründüğü kadar kolay değil. Allah inayet ede.

İnayet dedim de, Cenâb-ı Hakk’ın fevkalâde inayeti başımızın tacı. Biz onun nihayetsiz inayetinin her zaman beklentisi içindeyiz. Fakat irademiz de var ve Allah bizi irademiz sebebiyle muhatap almış. Öyleyse bizim de bu meseleyi o zaviyeden ele almamız gerekir. Bir başka ifade ile onun fevkalâde inayetleri, ihsanları, lütufları ve keremlerini vesile-i şükür yapar ve onları artırması için Allah’a teveccühte bulunuruz. Ama dünyada kaldığımız süre içinde plânlarımızı, bize ait gibi gördüğümüz; ama aslında âriye olarak bize verilen benliğin, iradenin rükünlerini kullanarak yaparız, yapmaya çalışırız.

Evet, bir taraftan bilme, isabetli hareket etme; diğer taraftan heyecan ve helecanlarını sürekli koruyup azimli ve kararlı olma, küheylanlar gibi yerinde dururken bile sürekli hareket etme, yerinde oynayıp durma, bana çok önemli geliyor. Bunun çok kolay olduğunu zannetmiyorum. Fakat “yapılamaz” demek suretiyle de inkisar hâsıl etmek istemiyorum.

Hâlihazırdaki şartlar ve mevcud durum, aşk u heyecan adına önemli ve elverişli bir ortam sayılabilir. Şahsî kanatim, bugün yaşayanlar gelecekteki nesillerden daha avantajlı sayılırlar. Kendi canlılıkları, başkalarına hayat üflemeleri, iç kokuşmalara karşı siyanet içinde bulunmaları gibi hususlar adına daha şanslı, daha avantajlı sayılırlar. Fakat şu da unutulmamalı ki günümüzün nesilleri kendilerini ayakta tutacak esaslardan, dinamiklerden uzaklaşıyor, onları ihmal ediyor. Farkına varmadan, yavaş yavaş, aheste aheste gelen ve ruhunun içine yerleşen öldürücü faktörlerin farkına varmıyor. Hepsinden kötüsü bunları tabiî gelişmenin bir neticesi olarak kabulleniyor. “Bu bir vetire; dün öyleydi, bugün böyle, yarın başka türlü olacak” diyor. Tabiî görüyor mânâ adına, ruh adına çürümeyi, solmayı. Ve bu hepimiz için söz konusu. Gerçi Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine büyüklük bahşettiği insanlar hayatlarının her karesinde aşmışlar bu vartaları ve değişmemişler hiçbir zaman. Bakın o tabakat kitaplarına; niceleri bütün bir ömür boyu bir yere çardağını kurmuş, atını bir kenara bağlamış, zaman gelmiş sağda solda hadis-i şerif toplamış; zaman gelmiş “Savaş var” denildiğinde savaşa koşmuş; zaman gelmiş devlet “Sana şurada ihtiyaç var” deyince, çardağını söküp bineğinin sırtına bağlamış ve oraya gitmiş. İşte bir ömür boyu, değişmeden, bunu aynı çizgide devam ettirme çok önemli bir mesele; Allah’ın bir lütfu bu. Fakat bu aynı zamanda o hareketin ani’l-merkez gücünü de gösteriyor. Hatta o Havâric ve Nevâsıb hareketinde bile ben çok önemli bir dinamizm görüyorum. Sadece orada basiretli dimağlar meseleyi yönlendirmede kusur ettiklerinden dolayı, o çağlayanı zararlı hâle getiriyorlar. Aslında orada coşkun bir iman, müthiş bir heyecan, bir şeyler yapma azmi ve bâtıla baş kaldırma var. Ama dinlemeleri gerekli olan insanı veya insanları dinlememe kusuru onlara ait. Hz. Ali’yi dinleselerdi, birçok ciğersûz hâdise olmayabilirdi.

Bugün de olabilir bunlar. Doğruluk, iyilik, güzellik adına iyi şeyler yapmak için bir araya gelenler, gelecekte birbirini yiyebilirler. Siz bunları bugün sarmaş dolaş görebilirsiniz; fakat ferasetiniz varsa, o tipleri, dişlerinin yapısından, tırnaklarının uzunluğundan, pençelerinin vahşîce durmasından anlayabilirsiniz. Bu olumsuz dalgaları kırabilir miyiz? Elbette... Bu, bizim yerimizde sağlam durmamıza bağlı.

Hâsılı, zor şeylerden bahsettik. Benim ciddî endişelerim var. Başarının ve zaferin öldürücülüğü beni, yolda yürümeye devam ederken başarılı olacak mıyız, olmayacak mıyız düşüncesinden daha çok korkutuyor.

Sporda Şiddet ve İffetli Spor

Günümüzde spor müsabakalarının özellikle de futbolun kavga ve şiddete sebep olduğunu görüyoruz. Bu konuda inanan insanlara düşen vazifeler nelerdir?

Subjektif Mükellefiyet

"Subjektif mükellefiyet" ne demektir? Bu mükellefiyetin hududunu her insanın kendi vicdanı mı belirler?

Suizan ve haset

Soru: Suizan ve hasedin birer ruhî hastalık olduğu ifade ediliyor. Bu tür rahatsızlıkların oluşumuna sebebiyet veren hususlar nelerdir? Tedavisi adına neler yapılabilir?

Her ikisi de başlı başına birer büyük günah olan suizan ve haset arasında telâzum vardır. Yani birinin olması diğerinin olmasını netice verir; biri, diğerini gerektirir. Mesela çevresine suizan merceğiyle bakan kişi, suizan ettiği kişinin tavır ve davranışlarında hep bir kötülük düşündüğünden hiç farkına varmaksızın o insana karşı içten içe düşmanlık duyguları beslemeye başlar. Aynı şekilde kişi, haset ve düşmanlık beslediği insanın en masumane tavır ve davranışlarında bile suizanna girebilir. Mesela haset ettiği kişi hakikatte Allah rızası için koşturup duran bir insandır. Fakat hâsit adam, onu, kendini gösterme ve duyurma peşinde koşan biri olarak görür ve o şahıs hakkında hep bu tür zanlarda bulunur. Hâsılı, bazen suizan hasede, bazen de haset suizanna sebebiyet verir. Bu yönüyle neseb-i gayr-i sahih olan bu iki günahın her biri, insanı fasit bir daire içine sokar. Mü’min ise, fasit değil, salih dairenin peşinde olmalıdır. Yani mü’min, öyle işlere talip olmalıdır ki, yaptığı her iş, başka hayırlı işlerin referansı olsun. Böylece o, hayırlı bir işi bitirir bitirmez hemen başka bir hayrın peşine düşsün.

Kıvılcım ve yangın

Suizan ve haset, esasında mebdede, küçük bir inhiraf olarak başlar. Fakat iradenin hakkı verilip gerekli tedbirler alınmazsa bu meyiller zamanla ruhî birer hastalığa dönüşür. Başka bir ifadeyle, merkezdeki küçük bir inhiraf, muhit hattında kocaman bir açı meydana getirir. Mesela haset eden bir kimse, haset duyduğu kimsenin namaz, hac gibi tamamen ahirete müteveccih ibadetlerini dahi çekememeye başlar. Hatta zamanla iş öyle bir noktaya gelir ki, bu hastalıklı ruh hâli, küfür ölçüsünde bir çekememezliğe inkılâp eder; eder de hâsit, haset ettiği mü’min kardeşi hakkında: “Keşke onun ayağı kırılsa veya bindiği uçak düşse de hacca gidemese!” türünden imanla telifi zor sözler söylemeye başlar.

Bu açıdan kalbde çok küçük olarak beliren bu tür duygulara karşı insan, daha başta hayat hakkı tanımamalı ve onların daha büyük günahlara davetiye çıkarmasına fırsat vermemelidir. Zira insan küçükken bu tür günahların hakkından daha kolay gelebilir. Fakat bu marazlar, ilk başını çıkardığında tevbe ve istiğfarla temizlenmezse, temizlenmeyip büyümelerine fırsat verilirse, zamanla kalbin bütün bütün kararmasına veya onun mühürlenmesine sebebiyet verebilir. Hatırlayacağınız üzere Hz. Pîr, Lem’alar’da günahların bu hususiyetini şöyle ifade eder: “Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor.”

Resûl-i Ekrem Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hakikati bir hadis-i şeriflerinde şöyle dile getirir:

إِذَا أَخْطَأَ خَطِيئَةً نُكِتَتْ فِي قَلْبِهِ نُكْتَةٌ سَوْدَاءُ فَإِذَا هُوَ نَزَعَ وَاسْتَغْفَرَ وَتَابَ سُقِلَ قَلْبُهُ وَإِنْ عَادَ زِيدَ فِيهَا حَتَّى تَعْلُوَ قَلْبَهُ وَهُوَ الرَّانُ الَّذِي ذَكَرَ اللَّهُ كَلَّا بَلْ رَانَ عَلَى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ

“Kul bir günah işlediği vakit kalbine siyah bir nokta konulur. Şayet o günahtan vazgeçer, af diler, tevbe edip Allah’a dönerse kalbi yine parlar. Eğer bunları yapmaz günah ve hataya devam ederse siyah nokta artırılır ve neticede bütün kalbini kaplar. Yüce Allah’ın: “Yapmaya alıştıkları kötü işler, gitgide kalblerini paslandırdı.” (Mutaffifîn Sûresi, 83/14) ayetinde zikrettiği pas işte budur.” (Tirmizi, Tefsiru’l-Kur’an 75; İbn Mâce, Zühd 27)

Hadis-i şerifte de görüldüğü üzere işlenen her günah, sadrımızdaki kalbde değil, kalbî hayatımızda bir leke bırakır. Her bir leke ise, bir başka lekeye davetiye çıkarır. Nasıl ki dişinizin dibinde bir mikrop ortaya çıktığı zaman o, hemen diğer mikropları; “Gelin burası müsait bir zemin. Beraber bu dişin dibini oyalım ve diş etinde bir yara meydana getirelim.” diyerek çağırır. Aynen öyle de, kalbde oluşan bir leke, “Beni yalnız bırakmayın.” diyerek diğer lekelere çağrıda bulunur. Böylece bir lekeyi başka bir leke takip etmeye başlar. Bir leke, ardından başka bir leke, birbirini takip edip dururken, Kur’an-ı Kerim’deki:

كَلَّا بَلْ رَانَ عَلَى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ

“Yapmaya alıştıkları kötü işler, gitgide kalblerini paslandırdı.” hakikati tecelli eder. Bunun neticesinde kalbde, öyle simsiyah bir atmosfer oluşur ki, artık insanın böyle bir atmosferde doğruyu ‘doğru’ olarak, eğriyi de ‘eğri’ olarak görmesi mümkün değildir. Neyin doğru neyin eğri olduğunu tam kestiremediğinden dolayı da insan doğru zannettiği eğri yollarda yürür durur.

Sohbet-i Canan’dan Sohbet-i Canan’a koşmalı

Böyle bir tehlikeden kurtulmanın en önemli ve en etkili yolu ise, üç beş insanla da olsa her gün sürekli sohbet-i canan meclisleri oluşturarak imanı yenilemektir. Evet, bu tür hastalıklar ancak vicdanda her zaman ter u taze duyulabilen iman hakikatleriyle tedavi edilebilir. Bu sebeple insan, her gün imana başka bir zaviyeden bakabilmeli, her yeni güne girerken, “Allah’ım dün Seni böyle tanımamıştım. Meğer ben neleri fevt etmiş bir insanmışım. Bugün ise vicdanımda Seni, çok daha farklı duyuyor, çok daha farklı tanıyorum.” diyerek yepyeni bir iman ve marifet ufkuna uyanmalıdır.

Aynı mülahazalarla haşr u neşr akidesi üzerinde durulmalı, ahiret endişesi ve hesap korkusu tavır ve davranışlarımız üzerinde belirleyici rol oynamalıdır. Bizim ebedî saadet yurdu olan Cennet’e kavuşabilmemiz, kabirden, sırattan, mizandan sıyrılmamıza bağlıdır. Eğer sıyrılamazsak, -hafizanallah- akıbet çok kötü ve çok karanlık demektir. Bu açıdan ahirete iman mevzularını “elif-be”yi bildiğimiz gibi bilmemiz ve her gün yeni bir renk, yeni bir desen ve yeni bir şive ile onu ele alarak bir kere daha vicdanlarımızda duymaya çalışmamız gerekir.

Ahirete imanın yanında nübüvvete iman meselesi de öyle ele alınmalı ve öyle bir üslupla sunulmalıdır ki, İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) akıllara geldiği zaman insanların burunlarının kemikleri sızlamalı. Keza kadere öyle inanmalıyız ki, en büyük musibetlere maruz kaldığımızda bile,

الخَيْرُ فِيمَا قَدَّرَهُ اللهُ

“Hayır, Allah’ın takdir ettiğindedir.” Veya

الحَمْدُ لِلهِ عَلَي كُلِّ حَالٍ سِوَي الْكُفْرِ والضَّلَالِ

“Küfür ve dalâlet dışında her türlü halimiz için Allah'a hamd olsun.” diyebilmeliyiz. Bela ve musibetlerle, çetin imtihan ve zorluklarla karşılaştığımızda hemen doğrulup, “Vardır bunda da bir hayır. Demek ki Cenâb-ı Hak bizi ikaz ediyor.” mukabelesinde bulunabilmeliyiz.

İman hakikatleri üzerinde yoğunlaşmak çok önemli olduğu gibi, İslamî esasları, milimi milimine, arızasız kusursuz ve ciddî bir taabbudîlik ruhuyla yerine getirmek de çok önemlidir. Zira emre itaatteki inceliği kavramak, bin aklın bin muhakemesinden çok daha önemlidir. Şeytan muhteşem aklını kullanmış ve kaybetmiştir. Hz. Âdem (ala nebiyyinâ ve aleyhisselâm) ise bir yönüyle sürçtükten sonra emre itaatteki inceliği kavramış ve yeniden bir kavis çizerek amudî yükselişle meleklerin bile önüne geçmiştir.

Bütün bunların gerçekleştirilebilmesi adına, kafasında şöyle böyle malumatı bulunan ve dili dönen herkes seferber olmalı, bu işi hızlandırmalı, dersten derse koşmalı ve meseleleri hep sohbet-i canan etrafında ele almalıdır. Nasıl ki sonbahar döneminde insana musallat olan gribal enfeksiyonların önüne geçme adına mebdede bazı tedbirler alınıyor, cismanî ve bedenî marazlardan çok daha büyük olan ruhî hastalıkların önüne geçme adına da mutlaka tedbirler alınmalı, plan ve projeler geliştirilmelidir. Çünkü manevî hastalıklar, maddî hastalık ve musibetlerden kıyas kabul etmeyecek ölçüde çok daha büyük ve daha tehlikelidir. Bedenî hastalıklar insana biraz çektirir ve en fazla onun fani hayatına mal olur. Ruhî hastalıklara gelince, onlar bu dünyada kalbî ve ruhî hayatı öldürdükleri gibi, ötede de insanın ebedî hayatının mahvolmasına sebep olurlar. Bu açıdan problemin büyümesine fırsat verilmeksizin daha başlangıçta onun üzerine gidilip halledilmelidir.

Vakıa, mürşit konumunda bulunanlar haset, çekememezlik, kıskançlık gibi ruhî hastalıkların tedavisinde her zaman başarılı olabilirler mi olamazlar mı, bilemiyorum. Zira insanların kalbindeki, kirin, pasın, mührün silinmesi veya silinmemesi Allah’ın bileceği bir iştir. Fakat her halükarda,

وَأَنْ لَيْسَ لِلْإِنْسَانِ إِلَّا مَا سَعَى وَأَنَّ سَعْيَهُ سَوْفَ يُرَى

“İnsan için ancak çalıştığı vardır. Onun çalışmasının semeresi şüphesiz görülecektir.” (Necm Sûresi, 53/39-40) âyet-i kerimesi gereğince bize düşen sa’y etmektir. Evet, inanan bir gönül, fert ve toplum hayatında oluşan çatlakları tamir etmeye, yaralı insanları iyileştirmeye, sarsılan ve sendeleyen insanların elinden tutmaya, zihinlere hatta hayallere gelip çarparak tasavvurları kirleten olumsuz mülahazaları gidermeye çalışmalıdır. Mü’minden beklenen vefa, mü’minden beklenen insanlık işte budur. Aksi ise ciddi bir vefasızlık ve insanî duyarlılığın kaybedilişi demektir.

Sulhta Hayır Vardır

Soru: Günümüzde aileden toplumun farklı katmanlarına kadar çeşitli düzeylerde çatışmaların varlığını sürdürmesinde, Kur’an’da geçen “Muslihûn”un (arabulucu ve uzlaştırıcı kimseler) eksikliğinin etkisi var mıdır? Varsa bu eksiklik nasıl telafi edilebilir?

Cevap: Allah Teâlâ, وَالصُّلْحُ خَيْرٌ “Sulh hayırlıdır.” (Nisâ sûresi, 4/128) kavl-i kerimiyle bu konuda çok önemli bir disiplin vaz’ etmiştir. Aslında bu âyet-i kerime eşler arasındaki problemlerin çözümüyle ilgili nazil olmuştur. Burada Cenab-ı Hak aile içi problemlerin sulh yoluyla çözülmesini hedef göstermiştir. Fakat aynı zamanda âyet-i kerimenin toplumdaki bütün ayrışma ve çatışmalar için de umumî ve objektif bir disiplin vaz’ ettiğinde şüphe yoktur. Çünkü sebebin hususiliği, hükmün umumî olmasına mâni değildir. Yani her ne kadar bu âyet hususî bir mesele hakkında nazil olmuş olsa da âyetin ortaya koyduğu hüküm geneldir. Bu sebeple ister aile fertleri isterse toplumun farklı kesimleri arasında olumsuz bir kısım tavır ve davranışlar ortaya çıktığında Kur’ân’ın bize tavsiye etmiş olduğu çözüm yolu sulhtur, anlaşma ve uzlaşmadır.

Gerek devr-i risaletpenahide gerekse sonraki dönemlerde Müslümanlar, toplum huzurunun sağlanabilmesi adına sulha çok önem vermişler ve ellerinden geldiği kadar hem fertler hem de gruplar arasındaki anlaşmazlıkları sulh yoluyla çözmeye çalışmışlardır. Mesela Osmanlılar farklı ad ve ünvanlarla Kur’ân’ın bu disiplinini müesseseleştirmişlerdir. Yani bu meseleye bizzat devlet tarafından sahip çıkılmış ve toplumun her alanında yaygınlaştırılmıştır. Aralarında ihtilâf çıkan kişiler de problemlerini çözme adına hakem heyetlerine müracaat etmişlerdir.

Esasında günümüzde de bu meselenin devlet çapında ele alınması, kanun ve mevzuatlarla bir çerçeveye oturtulması çok etkili olacaktır. Bugünün Müslümanları olarak bize düşen vazife, Kur’ân’ın bu prensibini öncelikle kendi aramızda veya sözümüzün dinlendiği yerlerde hayata geçirmeye çalışmak olmalıdır.

Müjdelenen Gariplerin Özellikleri

Konuyla ilgili bir hadis-i şeriflerinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), İslâm’ın garip olarak başladığını, yani gariplerle temsil edildiğini ve bir gün, başladığı gibi yeniden bir gurbet dönemi yaşayacağını ifade etmiş ve arkasından da, طُوبٰى لِلْغُرَبَاءِ “Gariplere müjdeler olsun!” buyurmuştur. Sahabenin, gariplerin kim olduğunu sorması üzerine ise şu cevabı vermiştir: الَّذِينَ يُصْلِحُونَ إِذَا فَسَدَ النَّاسُ “Onlar, insanların bozulduğu bir dönemde ıslahçı olanlardır.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned 27/237)

Demek ki İslâm’ın yaşadığı bu gurbet döneminde insanlar arasında nifaklar, şikaklar, iftiraklar, ihtilaflar çoğalacaktır. Bu ayrılık ve çatışma, aile içi münasebetlerden toplum fertlerine, oradan yöneten ve yönetilen ilişkilerine kadar toplumun çok farklı kesimlerinde kendisini hissettirecektir. İşte böyle bir dönemde bir zümrenin bu tür çatışmalara dâhil olmaması, kendisini her türlü ihtilâf ve iftirakın dışında tutmaya çalışması, hep vifak ve ittifak peşinde koşması ve bu gayretleriyle tevfik-i ilahiye çağrıda bulunması çok önemlidir. Onlar, kendi sa’y ve gayretleriyle ıslah adına yapmaları gerekli olan işleri yaparlarsa Cenâb-ı Hak da tevfikat-ı sübhaniyesiyle onlara yardımda bulunacaktır. İşte hadiste müjdelenen garipler de bunlardır.

Biraz daha açacak olursak bu garipler, bozguncuların bozgunculuk yaptıkları ve her şeyin bozguna kurban gittiği bir dönemde hep sulhun yanında yer alacaklardır. Onlar her türlü vuruşmanın ve dövüşmenin karşısında olacak; hatta televizyonlarda veya gazete köşelerinde çokça örneği görülen polemiklerden ve kısır tartışmalardan bile uzak duracaklardır. Toplumun değişik kesimleri birbiriyle yaka paça olsa ve birbirini yese de onlar asla bu tür kavgalara alet olmayacak; bilakis ortaya çıkan kırık ve çatlakları tamir etmeye çalışacaklardır. Toplumda intikam alma, rövanş duygularıyla yaşama, kan davası gütme veya töre cinayeti işleme gibi canavarca tavır ve davranışlar bulunsa da onların lügatinde bunların hiçbirinin yeri yoktur.

Esasında bütün bunlar dinin temel prensiplerine de taban tabana zıt davranışlardır. Mesela bir cinayetin başına “töre” kelimesi eklenmekle o meşrulaştırılamaz. Haddizatında töre, Müslüman bir toplum içinde ortaya çıkan ve şer’i delillerle test edildikten veya onların filtresinden geçirildikten sonra da benimsenen ve yaygınlık kazanan bir kısım tavır ve davranışları ifade eder. Habuki bir insanı öldürmenin dinî naslarla telif edilebilir bir yanı yoktur. Dolayısıyla da bu tür davranışların hepsi hadiste geçen “fesat” kategorisine girer.

İşte bütün bu bozgunculuk ve ifsatlara karşı mutlaka bir ıslah topluluğu olmalıdır. Onlar hep barışın yanında olmalı, sürekli sulh soluklamalı, uzlaştırıcı ve barıştırıcı olmayı kendilerine misyon edinmelidirler. Çünkü toplumda ortaya çıkan bu tür şenaat ve denaetlerin sadece mevzuatla ve devletin kanunî müeyyideleriyle önlenmesi çok zordur. Asıl yapılması gereken, bu tür fısk u fücurun kötü olduğu ve bundan uzak durulması gerektiği noktasında akılları ikna etmek, kalb ve vicdanlara seslenmektir. Dahası toplum fertlerine insan sevgisini aşılamak, onlar arasında saygı ve hürmet hislerini geliştirmek ve onlara sulh ve uzlaşının faydalarını anlatmak gerekir.

Bir diğer yandan da insanlarda ahirete iman etme ve hesap verme duygusu güçlendirilmelidir. Zira ahiret düşüncesinin, Allah’a hesap verme duygusunun boşluğunu doldurabilecek başka bir şey yoktur. Bu boşluk ne ceza hukukuyla ne kanunî müeyyidelerle doldurulabilir. Nitekim günümüzde mevcut kanun ve müeyyidelere rağmen ne kapkaççının önü alınabiliyor, ne insanlar eşkıyalıktan alıkonabiliyor, ne de zulüm ve haksızlıklarla başa çıkılabiliyor. Hz. Pir’in yaklaşımıyla siz vicdanlara bir yasakçı yerleştireceğiniz âna kadar da bunlarla başa çıkamazsınız. En akıllıca, en sert müeyyideleri koysanız bile, suçlular bir şekilde onların içinden sıyrılmanın bir yolunu bulacak, şekavet adına akla hayale gelmedik stratejiler geliştireceklerdir.

Özellikle günümüzde olduğu gibi eğer bir toplum içinde çok ciddi bir çözülme ve dejenerasyon yaşanıyor ve toplumun her yanında korkunç bir ahlakî çöküntü gözleniyorsa, gönülleri, Allah’a ve ahirete iman duygusuyla mamur hâle getirmeden bu problemlerin üstesinden gelemezsiniz. Dolayısıyla insanlar arasında sulh ve salâhın sağlanmasının önemli yollarından birisi de imanın takviye edilmesi, insanlara tahkikî imana giden yolun gösterilmesidir.

Sulh ve Uzlaşıyla Çözülebilecek Problemler

Eğer şimdiye kadar bu yapılabilseydi mesela Türkiye için uzun yıllardan beri ciddi bir problem olarak varlığını devam ettiren terör problemi çoktan halledilmiş olurdu. Güç ve kuvvet kullanarak insanları bastırmaya ve ezmeye çalışmak yerine, şayet iyi yetişmiş adliye ve mülkiye amirleri ve memurları hatta emniyet teşkilatı, askerî personel, ilahiyat ve diyanet camiası problem olan bölgelere gönderilse ve onlar da sevgi, saygı ve hoşgörüyle o toplumu kucaklayabilselerdi şimdiye kadar çoktan Doğu ve Güneydoğu bölgeleri Türkiye için problem olmaktan çıkmış olurdu.

Her ne kadar devlet yetkilileri bu türlü tavsiyelere kulak tıkamış, böyle bir çalışma başlatmamış ve ısrarla kaba kuvvetten medet ummaya devam etmiş olsalar da; bir dönem Hizmet gönüllülerinin buralarda kurban eti dağıtma, muhtaçlara el uzatma, açılan okullarla ve etüt merkezleriyle genç nesillere sahip çıkmaya çalışma gibi bir kısım hayır ve eğitim faaliyetlerinin çok güzel semereleri olmuştur. Eğer yapılan bu güzel hizmetlere bir kısım zalim ve mütecavizler tarafından engel olunmasaydı, belki de uzun yıllardır birbirinden ayrı düşmüş/düşürülmüş insanlar arasında ciddi bir kaynaşma olacak, ülkenin birlik ve bütünlüğünün sağlanması adına çok önemli adımlar atılmış olacaktı.

Demek istediğim şu ki devlet yetkilileri veya toplumun farklı kesimleri ne düşünürse düşünsün ve ne yaparsa yapsın, kendilerini ıslaha adamış Hizmet gönüllülerinin, çıktıkları yolda yürümeye devam etmeleri gerekir. Onlar, sulh, hoşgörü, uzlaşı ve diyalog gibi insanî ve evrensel değerleri toplumda ve hatta bütün dünyada hâkim hâle getirme adına ellerinden geleni yapmalı ve bütün meşru yolları kullanmalıdırlar.

İnsanların sürekli birbiriyle didiştiği, birbirini hırpaladığı, kin, nefret ve düşmanlık duygularının köpürtüldüğü bir toplumda çok ciddi bir hezeyan yaşanıyor demektir. Bu tür hezeyanlar çok defa toplumsal bir şizofreniye sebebiyet verir. Bu ise toplumun geleceği, insanların huzur ve mutluluğu açısından göz ardı edilecek bir tehlike değildir. Dolayısıyla böyle bir şizofreninin yaşandığı bir topluma, her fırsat değerlendirilerek ve çok farklı alternatif yollar bulunarak mutlaka doğru müdahalelerde bulunulması gerekir. Eğer siz böyle bir istikamette yürürken birileri önünüzü kesecek, geçtiğiniz köprüleri yıkacak olursa hiç duraklamadan hemen başka bir yol kullanmalı ve hedefinize yürümeye devam etmelisiniz.

Allah Ahlâkıyla Ahlâklanma

Bir hadis-i şerifte Cenâb-ı Hakk’ın, ahirette iki mü’minin arasını bulacağından bahsedilir. Bunlardan birisi, Allah’ın huzurunda, mü’min kardeşinde olan bir hakkını talep eder. Allah Teâlâ’nın, kul hakkına giren kişinin hiç sevabı kalmadığını söylemesi üzerine alacaklı olan kişi, kendi günahlarının ona yüklenmesini ister. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak ona Cennet’ten bir kısım manzaralar gösterir. Onun bu Cennet nimetlerinin kime ait olduğunu sorması üzerine ise Allah, mü’min kardeşini affetmesi karşılığında bunları kendisine vereceğini söyler ve o da bu hakkından vazgeçer. Sonra da Allah, “Kardeşinin elinden tut ve onu da Cennet’e sok.” buyurur. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ahirete ait böyle bir tabloyu resmettikten sonra şöyle der: اتَّقُوا اللَّهَ وَأَصْلِحُوا ذَاتَ بَيْنِكُمْ فَإِنَّ اللَّهَ تَعَالَى يُصْلِحُ بَيْنَ الْمُسْلِمِينَ “Allah’tan korkun ve birbirinizle iyi geçinin. Muhakkak ki Allah Teâlâ mü’minlerin arasını ıslah eder.” (Hâkim, el-Müstedrek 4/620)

Hadis-i şerifin ibaresinden belki Cenâb-ı Hakk’a “Muslih” ismi/sıfatı nisbet edilebilir. Fakat ne meşhur doksan dokuz isim arasında ne Muhyiddin İbn Arabi Hazretleri’nin zikrettiği üç yüz isim arasında ne de Cevşen-i Kebir’de yer alan bin isim arasında böyle bir isme rastlamıyoruz. Esma-i Hüsna “tevkifîdir” yani Zat-ı Uluhiyet’e, Kur’an veya Sünnet’te geçmeyen bir isim izafe edemeyiz. Fakat bazı ulemanın yaklaşımıyla, belki, Kur’an ve Sünnet’te Rabbimiz’e izafe edilen fiillerden, onların ifade ettiği mana isimleştirilerek O’na nisbet edilebilir.

Öte yandan, -bir hadis-i şerifin ifadesiyle (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned 6/247)- Cenâb-ı Hakk’ın bütün isimlerini de bilmiyoruz. Biz sadece şahsî, ailevî veya içtimaî hayatımızla veya Cenâb-ı Hak’la irtibatımızla ilgili olan isimleri biliyoruz. Yani esma-i ilahiye içinde bizim bildiklerimiz, bizi doğrudan ilgilendirenler. Bunun dışında mesela fizikî âlemler var olacağı âna kadar tecelli eden isimleri bilmediğimiz gibi ahirette tecellî edecek isimlerin hepsini de bilmiyoruz. Dolayısıyla bu isimler arasında “Muslih” isminin de olması mümkündür.

Hâsılı, mü’minler için Allah ahlâkıyla ahlâklanma önemli bir hedef olduğuna göre, onlara düşen vazife ıslahçı olmaktır. Onlar, en yakın daireden en uzak daireye kadar, küskünlük ve kırgınlıkları gidererek, kavga ve çatışmaları yatıştırarak, farklı duygu ve düşüncedeki insanları bir araya getirerek… alakadar oldukları bütün alanlarda hep bir sulh atmosferi oluşturmaya çalışmalıdırlar.

Sulhta Hayır Vardır

Soru: “Sulhta hayır vardır.” âyeti, günümüzün küreselleşen dünyasında yaşayan Müslümanlara ne tür mesajlar vermektedir?

Cevap:Günümüzde ortaya çıkan çatışma ve kavgaların temelinde yatan ana faktör, kendine takılmışlıktır. Herkes kendine göre bir insan, aile, şehir, devlet ve dünya yapısı kurma peşinde koşuyor. Herkesin kendi yapısının, kendi modelinin arkasında koştuğu bir dünyada ise ortada buluşmak mümkün değildir. Her bir entelektüelin, her bir hareketin, her bir devletin kendine göre bir kısım fikir ve sistemler kurguladığı, bunları yegâne doğru kabul ettiği ve başkalarının da buna uymasını beklediği bir dünyada kim neye uyacaktır! Maalesef günümüzde yaşadığımız gerginliklerin, dağınıklık ve keşmekeşliğin arkasında böyle bir gerçeklik vardır.

Hoşgörü ve Müsamaha

Herkesin bağlı bulunduğu, mensup olduğu bir kısım meşrep, mezhep ve hizipler olduğu gibi; bunların her birinin de kendine göre bir kısım felsefeleri var. Her bir grup sahip olduğu felsefeye göre toplumu dizayn etmeye çalışıyor, bir dünya tasavvuru peşinde koşuyor. Kimse başkalarının da başka hissiyatlar taşıyabileceğini hesaba katmıyor. Herkes her şeyi kendi hissiyatına, kendi anlayışına göre şekillendirme ve organize etme hevesine düşüyor. Bu da insanlar arasında çok ciddi ihtilafların doğmasına, karışıklık ve dağınıklığın yaşanmasına sebep oluyor.

Zannediyorum yaşanan böyle bir problemi çözebilecek en önemli iksir; hoşgörü ve müsamaha vurgusudur. Farklı bir ifadeyle, söz konusu ihtilaf ve iftirakların halledilmesi, insanların hemen herkesle anlaşma ve uzlaşmaya açık bulunmalarına, başkalarıyla diyalog içinde olmalarına bağlıdır. Bunun için kendi kapris ve hırslarından, kendi duygu ve düşüncelerini yegâne doğru kabul etme hastalığından kurtulmalarına ihtiyaç vardır. Hiç şüphesiz bu da kişinin kendi enaniyetinden firar etmesine, “ben”i yıkmasına, nahnü (biz) aramgâhında bir miktar dinlenmesine ve ondan sonra da Hüve’ye (Allah’a) yolculuk yapmasına bağlıdır.

Enaniyetine, aidiyet mülâhazasına veya hizip sevdasına kapılan insanların sulha açık olmaları ve farklı fikirleri saygıyla karşılamaları çok zordur. Onlar, içinde bulundukları grubun çıkarlarını her şeyin üzerinde tuttukları ve tarafgirlikten kurtulamadıkları sürece, insanlığa huzur getirecek sulh stratejileri oluşturamazlar. Esasen bu tür insanların böyle bir hedeflerinin olduğunu söylemek de çok zordur. Belki de farklılıklara kapalı yaşadıklarından ötürü bu kabil şeyleri akıllarının köşesinden bile geçirmezler.

Hâlbuki günümüzün küreselleşen dünyasında insanlığın huzur içinde yaşayabilmesi için hoşgörü ve diyalogdan başka alternatif bulunmamaktadır. Hoşgörü kültürünün hâkim olması için ise gerek fertlerin gerekse toplumların kendilerini hakikatin mutlak temsilcisi gibi görmekten vazgeçmeleri; başkalarının düşünce ve yaklaşımlarının da doğru olabileceği ihtimalini her zaman göz önünde bulundurmaları gerekir. Farklı fikir ve düşünceler tamamıyla doğru olmasa bile en azından içinde bir doğruluk payının bulunabileceği unutulmamalıdır. Hazreti Pir’in, Mutezile ve Cebriye mezhepleri içinde birer dane-i hakikatin bulunduğu, fakat bu mezheplerin hakikati kendilerine münhasır gördükleri için hata ettikleri yönündeki değerlendirmeleri fevkalâde önemlidir. İşte farklı fikirlere bu gözle bakılır, onlardaki dane-i hakikatler alınırsa bir doğru üzerinde mutabakata varmak mümkün olur.

Günümüzde herkesin kendine göre bir doğrusu var. Birilerine göre doğru olan, başkaları açısından eğri görülüyor. Hatta bazen bir şeyin, sırf kendi mensup olduğu grubun dışından gelmesi eğri olarak görülmesi için yeterli oluyor. Farklı fikirlere karşı müdafaa silahı kullanıldığı ve önyargılı yaklaşıldığı için, çoğu zaman bunların doğru olup olmadıklarını tartışma adına uygun bir zemin bulmak dahi mümkün olmuyor. Bazen kendimiz bile inanmadığımız fikirleri demagojilerle savunmaya, sağlam argümanlara dayanan bir kısım fikirleri de yine demagojilerle reddetmeye çalışıyoruz. Fakat bazen söylediklerimize biz bile inanmıyoruz.

Ne var ki günümüzde farklı din ve kültürlere mensup olan insanların iç içe yaşamaya başladığı bir dünyada, bu tür tarz-ı telakkiler devam edip giderse, işin doğrusu ne ailede huzur kalır ne de toplumda. Böylesi bir durumda devletlerarası münasebetlerde ve insanlık çapındaki ilişkilerde de sağlıklı bir noktaya ulaşılamaz.

Sulh Ailede Başlar

Oysaki Kur’ân, وَالصُّلْحُ خَيْرٌ “Sulh, hayırlıdır.” (Nisâ Sûresi, 4/128) buyurmak suretiyle Müslümanları uzlaşma ve anlaşmaya, başkalarının söz ve fiillerinde de bir hakikat payı olabileceğini kabul etmeye çağırmıştır. Bilindiği üzere bu âyet-i kerime, toplumun en küçük molekülü olan aileyle ilgili nazil olmuştur. Cenâb-ı Hak, eşler arasında yaşanan geçimsizlik ve huzursuzluklar karşısında takip edilmesi gereken yolu göstermiş, hemen boşanmaya gidilmemesi, bunun yerine karşılıklı anlaşmayla, bir şekilde ailenin devam ettirilmesi gerektiğini ders vermiştir.

Şayet Kur’ân-ı Kerim, ailede yaşanan bir sarsıntı, çatlama ve kırılmanın sulh yoluyla çözüme kavuşturulmasını istiyorsa; kasaba, şehir, devlet veya cihan dairesinde yaşanan problemlere sulh ile yaklaşmak evleviyetle gerekli olacaktır. Eğer üç-beş kişiden oluşan küçük bir yapıda sulh hayırlı ise milyonların huzur ve güvenliğinin söz konusu olduğu bir dairede sulh evleviyetle hayırlı olacaktır.

Bu açıdan inananlara düşen vazife, hangi dairede olursa olsun sulhu temin etmenin, sulh vesilesiyle elde edilecek fayda ve hayırların peşinde olmaktır. Bu konuda insanların farklı dinlere, kültürlere, etnik kimliklere, dünya görüşlerine sahip olması bir engel olarak görülmemelidir. Farklı dinlere mensup olan veya hiçbir dine inanmayan insanlar arasında bile beraber yaşamanın mümkün olacağı gösterilmelidir. Farklı mezheplere, dinlere, ırklara, hiziplere mensup insanlar arasında oluşması muhtemel gerginlik ve çatışmaların önüne geçmenin, toplumda huzur ve sükûnu temin etmenin en iyi yolu budur.

Bu itibarladır ki böyle umumî bir sulhun sağlanması istikametinde projeler geliştirilmeli, makul stratejiler ortaya konulmalıdır. Zira bunun sağlanması sanıldığı kadar kolay değildir, çok ciddi ceht ve gayretlere vabestedir. Böyle mühim bir neticeye ulaşma yolunda bazen kan kusarsınız da izah sadedinde “Kızılcık şerbeti içmiştim.” demeniz iktiza edebilir. Aynı şekilde geçmişte yaşanmış bir kısım kavgaları unutmak, affetmeye ve yeri geldiğinde taviz vermeye hazır olmak gerekir. Kısaca, insanların sulh ve barış içinde birlikte yaşamalarını temin etme adına katlanılabilecek her şeye -millî onurun ayaklar altına alınmaması kaydıyla- katlanabilmek lazımdır.

Engeller Olgun İnsanlarla Aşılır

Ancak ruhta, gönülde, histe, duyguda ve düşüncede diri olan insanlardır ki toplumda birlik ruhu ve uzlaşı kültürü oluşturmaya muvaffak olacaklardır. Kalbî ve ruhî hayatları itibarıyla diri olmayanların, maddî ve toplumsal açıdan bir diriliş hâsıl etmeleri de çok zordur. Diriler insanlara dirilik aşılar. Mânevî açıdan ciddi bir doygunluğa, dolgunluğa ve itminana ulaşan insanlar açısından çok büyük problemler bile küçüktür. Bunlar, kocaman hendekleri bile küçücük çukurları atlama rahatlığında geçiverirler. Fakat benliğinden sıyrılamamış, cismaniyeti bırakamamış, heva ve hevesin yönlendiriciliğinden kurtulamamış, kısaca kalb ve ruhun hayat derecelerine yelken açamamış birinin insanlığın huzur ve saadeti adına ifade edeceği çok bir şey yoktur.

Günümüzde yaşanan kırılma ve çatlamaların, çatışma ve kavgaların önemli bir sebebi de budur. Yeterince pişmemiş, olgunlaşmamış kimseler, küçücük şeylere karşı bile alınganlık gösteriyor, rahatsız oluyorlar. Hamlıklarını atamadıklarından ötürü, arzu ettikleri bakışı göremediklerinde, bekledikleri tavırlarla karşılaşmadıklarında hemen kırılıyor, inciniyorlar. Birisi onları canlandırmak, ikaz etmek ve harekete geçirmek için iğnenin ucuyla azıcık kendilerine dokunacak olsa, bir mızrak saplanmış gibi tepki veriyorlar.

Bin tane güzel şeyle karşılaşsalar, onların içinden canlarını sıkan bir şeyi bulup çıkarıyor ve geri kalan bütün güzellikleri yokluğa mahkûm ediyorlar. Dinledikleri bir saatlik bir konuşma içerisinde şayet onları rahatsız eden bir iki kelime geçmişse, söylenilen bütün sözleri o bir iki kelimeye mahkûm ediyor ve sanki bütün konuşma bundan ibaretmiş gibi tavır alıyorlar. Bütün bunlar da algılanan her bir şeyin nefis ve benlik laboratuvarında değerlendirildiğini ve dolayısıyla da yanlış sonuçlara ulaşıldığını, bunun akıbeti olarak da yanlış mülâhazalara girildiğini gösteriyor.

Hâlbuki iman ve Kur’ân’a gönül veren, günde beş defa huzur-u Kibriya’da iki büklüm olan ehl-i imana düşen vazife, kırıcı, incitici hâl ve tavırlar karşısında bile kırılıp darılmamaktır. Hatta onlar, kötü davranışlar ortaya koyan kimseleri suçlamak ve onlar hakkında suizanna girmek yerine, Allah’a yönelip şöyle demelidirler: “Allah’ım, muhtemelen bizim salaha mazhar olamayışımızdan dolayı bunlara maruz kalıyoruz. Sen bizi de onları da ıslah eyle!” Zira bu ölçüde ince, nazik ve civanmert olmayan ve meselelere bu açıdan yaklaşamayanların, dış dünyada yaşanan problemleri çözebilmeleri mümkün değildir.

Kimseye karşı kırılmama ve gücenmeme konusunda çok kararlı olmalı. Eğer kırılma ve darılmalar bizi meşgul ederse, kırılmaya darılmaya tahammülü olmayan işler yolda kalır. Bırakın maruz kalınan bir kısım nahoş muameleler karşısında kırılmayı, eğer insanlığa hizmete kendimizi adadıysak başımızı başkalarının ayakları altına koymaya, icap ederse bu uğurda ölmeye hazır olmak lazım. Seyyid Nigari’nin ifadesiyle söyleyecek olursak;

“Canan dileyen dağdağa-i cana düşer mi?
Can isteyen endişe-i canana düşer mi?”

Zannediyorum iki büklüm olmuş insanlığın belini doğrultmasına vesile olacak düşünce budur. Bu düşünceyi taşıyan nesillerdir ki toplum çapındaki kırılma ve çatlamaları tamir edebilecek, insanlığın huzur ve barış içinde yaşamasına vesile olacaktır. Yoksa şundan alınan, buna kırılan ve kırılmalarla toplumu da kırıp geçiren insanların insanlığa vaat edeceği hiçbir şey yoktur.

Bilindiği üzere İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) Uhud savaşı öncesinde bir grup sahabeyi Okçular tepesine yerleştirmiş ve her ne olursa olsun orayı terk etmemeleri gerektiği konusunda sıkı sıkı tembihlemişti. Fakat okçuların, emre itaatteki inceliği henüz kavrayamamış büyük bir kısmı, düşmanın kaçtığını görünce vazifeleri bitti zannıyla mekânlarını terk etmişlerdi. İşte bundan sonradır ki müşriklerin yeni bir manevrasıyla arkadan kuşatılan İslâm ordusu çok ciddi yara almıştı. Öyle ki Efendimiz’in bile mübarek başı yarılmış, dişi kırılmıştı. Fakat O, hiçbir şey olmamış gibi yine ashabını toplamış ve onlarla istişare yapmıştı. Hatalarını yüzlerine vurmamış; onlara karşı en ufak bir serzenişte bulunmamıştı. Bu ne iltifat esintisidir böyle!

Kim bilir onlar yaptıkları içtihat hatasından ötürü ne kadar ezilmişlerdi! Allah Resûlü, atılacak yeni adımlarla ilgili yine onların fikirlerine müracaat etmek suretiyle, hatasının farkında olan ve bunun psikolojisi altında ezilen ashabın yanan gönüllerine su serpmişti. Ruhlarda kahramanlığı tetiklemenin, meydana gelen kırık ve çatlakları tamir etmenin yolu budur.

Hudeybiye Sulhu

Söz buraya gelince zannediyorum çoklarının aklına Hudeybiye anlaşması gelecektir. Zira İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mekkelilerle bu anlaşmayı yapma adına taviz üstüne taviz vermişti. Bazı maddelerin kabulü kendisine çok ağır gelmiş olsa da sırf uzlaşı sağlayabilme ve sulh atmosferi oluşturabilme adına buna katlanmıştı.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Medine’den ayrılırken ashabına Kâbe’yi ziyaret etme, umre yapma sözü vermişti. Bu sözü yerine getirme adına atın, devenin sırtında 400 küsur kilometrelik mesafeyi aşmışlar, Mekke’nin çok yakınlarına kadar gelmişlerdi. Hatta umre için ihrama girmişler ve yanlarına kurbanlarını da almışlardı. Fakat Hudeybiye’de Mekke müşrikleri karşılarına çıkmış, “Seni ne Mekke’ye sokarız ne de Kâbe’yi tavaf etmene izin veririz.” demişlerdi. Efendimiz’in gayretleriyle ve yüksek fetanetiyle müşrikler Hudeybiye sulhunu imzalamaya ikna edilmişti. Fakat onlar, anlaşma maddesi olarak umre yapmadan geriye dönme şartını dayatmışlardı. Böyle bir madde, sekiz yıldır Mekke’den ve Kâbe’den ayrılığın hasretini yaşayan sahabeye çok ağır gelmişti. Öyle ki Efendimiz’e, kendilerine verdiği sözü hatırlatmış, “Bu sene” demediği cevabını almış ama bir sonraki yıl umre yapacaklarına dair de yine O’ndan söz almışlardı. Fakat bütün bunların İnsanlığın İftihar Tablosu’nu ne kadar yaralayacağını kestirmek zor olmasa gerek.

O gün itibarıyla henüz gözü hakikate açılmamış olan Halid İbn Velid, atının üzerinde bir o tarafa bir bu tarafa gitmiş, bu tavrıyla âdeta Müslümanlara meydan okumuş ve hatta onları provoke etmeye çalışmıştı. Öte yandan, anlaşma maddesine “Allah Resûlü” ifadesinin yazılmasına, Kureyş tarafının temsilcisi Süheyl İbn Amr tarafından karşı çıkılmış, bunun yerine “Muhammed İbn Abdullah” yazılması şart koşulmuştu. Aynı Süheyl tarafından zincire vurularak hapsedilmiş olan Süheyl’in oğlu Ebu Cendel, bir yolunu bulup kurtulmuş ve ayağındaki zincirleri sürüye sürüye kan revan bir şekilde Hudeybiye’ye kadar gelmiş ve kendisini Allah Resûlü’nün kucağına atmıştı. Ne var ki anlaşma maddesi gereğince babası, oğlunun kendisine geri verilmesini talep etmiş ve Allah Resûlü sulhu bozmama adına istemeyerek de olsa bunu kabullenmek durumunda kalmıştı.

Bütün bunlar öyle kolaylıkla hazmedilebilecek şeyler değildir. Hususiyle de yüksek bir onura, izzet ve şerefe sahip olan İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) açısından. Zira yüce kametlerde öyle bir hassasiyet, öyle bir duyarlılık vardır ki bizim tahmin etmemiz mümkün değildir. Nitekim Kur’ân’ın, لَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ أَلَّا يَكُونُوا مُؤْمِنِينَ “Onlar iman etmiyorlar diye âdeta kendini helâk edeceksin.” (Şuarâ sûresi, 26/3) beyanı da onun bu yüksek duyarlılığının bir ifadesidir. Fakat Allah Resûlü fevkalâde bir temkinle bütün bunları sindirmeyi bilmiştir.

O, meleklerin arkasında saf tuttuğu, Cibril’in iki adım geriye çekilip arkasında temenna durduğu, Hz. Âdem’in, “O’nun hürmetine beni bağışla!” diye Allah’a dua ettiği, ümmet-i Muhammed’in her gün şefaatini talep ettiği bir Nebiyy-i Zişan’dır. O’na bakarken bu donanımıyla, bu güzide şahsiyetiyle, bu pırıl pırıl hâliyle bakmak lazım. Sonra da o gün itibarıyla şirkten kurtulamamış üç beş tane putperestin O’nun karşısına çıkıp, yaptıkları kabalıklara ve reva gördükleri küstahlıklara bakın. Efendimiz’in onur meselesi yapmadan bütün bunları nasıl sineye çektiğini anlamaya çalışın. Hiç şüphe yok ki O, kırıcı ve incitici bu tavırların hiçbirine aldırmadan problemleri çözmeye, gönülleri fethetmeye, yeni bir sulh atmosferi oluşturmaya çalışıyordu.

Bir yönüyle bu, hâdiselere bütüncül bakmak suretiyle sulh ve hoşgörünün gelecek adına vaat ettiği güzellikleri çok iyi görme ve doğru okuma demekti. İnsanlığın İftihar Tablosu, bu tavrıyla aynı zamanda Müslümanlara da belirli konular üzerinde inat etmeme, enaniyetleri adına iş yapmama, sathî ve günlük değerlendirmelerden uzak durma, uzak görüşlü olma, insanları kırıp geçirmeme, sertlik ve şiddetle gelecek adına problemler üretmeme dersi veriyordu. İç içe gailelerden ve problemler sarmalından uzak kalmanın yolu budur.  

“Biz Hudeybiye’yi Fetih Sayıyoruz!”

Evet, Hudeybiye sulhu bu ağır şartlar altında imzalanmıştı. Müslümanların izzet ve şerefleri rencide olmuştu. Fakat Kur’ân-ı Kerim, bu anlaşmanın açık bir fetih olduğunu müjdelemiş ve anlaşmanın neticeleri de bunu ispatlamıştı. Nitekim daha sonra sahabe-i kiram şöyle diyecektir: “Siz Mekke fethini fetih sayarsınız. Biz ise Hudeybiye’yi fetih sayıyoruz.” Çünkü Müslümanlar bu anlaşma sonrasında Arap yarımadasında rahatça dolaşma ve kendilerini anlatma imkânı bulmuşlardı. Kinlerin, nefretlerin, düşmanlıkların durulduğu bu süre içerisinde birçokları İslâm’ı daha yakından tanımış ve Müslüman olmuştu. Halid İbn Velid ve Amr İbn Âs gibi gelecekte İslâm’ı bayraklaştıracak askerî ve siyasi dâhiler bu süreçte daireye girmişler, Kur’ân’ın ifadesiyle insanlar fevç fevç İslâm’a girmeye başlamışlardı. (Nasr sûresi, 110/2)

Bu pratikten hareketle şunu diyebiliriz: Günümüz Müslümanları da ülke içinde ve dışında böyle bir sulh atmosferi oluşturmak istiyorlarsa, büyük fedakârlıklara katlanmasını bilmelidirler. Şayet kendilerine ters gelen bir kısım nahoş durumlara katlanamaz, sürekli onur ve gururlarını ön planda tutarlarsa, sulh vasıtasıyla elde edilecek büyük hayırlardan mahrum kalırlar.

Günümüz dünyasının şartlarına bakılacak olursa insanlığın, böyle bir anlaşma ve uzlaşmaya her zamankinden daha fazla ihtiyacının olduğu görülecektir. Zira kangren olmuş pek çok problemin çözülmesi, ülkelerin parçalanmaktan kurtulması, güzergâh emniyetinin sağlanması buna bağlıdır. Bu açıdan Hudeybiye sulhundaki mantık ve muhakemenin çok iyi anlaşılmasına ve tatbik edilmesine ihtiyaç vardır.

Eğer Devlet-i Âliye, uzun asırlar boyunca farklı milletleri idare edebilmişse bunu anlaşmayla, uzlaşmayla, müsamaha ve hoşgörüyle başarmıştır. Bunlar olmaksızın bir yapının bu kadar uzun süre problemsiz götürülebilmesi mümkün değildir. Son asırlarda yaşanan problemlerin temel sebebi de bu sulh felsefe ve düşüncesinin tam yaşatılamamasıdır. İnsanlar kendi tarz-ı telakkilerine göre bir hayat yaşama hususunda serbest bırakılmadıkları için problemler çıkmıştır. Kendilerine bir kısım hususlar dayatılmaya başlayınca, onlar da kaybettikleri desteği dışarıda aramış ve neticede koca bir devlet-i âliye tarih olmuştur.

Sünnetin arzu ve heveslere göre yorumlanması

Fethullah Gülen: Sünnetin arzu ve heveslere göre yorumlanması

Bazı kimseler, hoşlarına giden meselelerde, “Bugün Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) olsaydı, O da böyle yapardı.” diyorlar. Bazen de, hoşnut olmadıkları mevzularda, “Benim peygamberim böyle demez.” diyerek hemen o mevzuyla alakalı hüküm veriyorlar. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) hakkındaki bu tür yorumları nasıl değerlendiriyorsunuz? Şayet bu türlü sözler söylenebilirse, onu dile getirecek kimselerde hangi evsaf aranmalıdır?

Sürekli hatırlanması gereken şey: Günah

Allah, kelâm-ı ezelîsinde “Allah onların günahlarını hasenata tebdil eder” buyuruyor. Bu, günahkâr insanlar için aslında büyük bir beşarettir; fakat bu âyete mâsadak olabilmek için kulun da yapacağı şeyler vardır: Bir; günah insanî ilişkiler alanında cereyân etmişse, yani kul hakkı söz konusu ise, mutlaka karşı taraftan helâllik almak. İki; işlenen o günahı bir ömür boyu hatırlamak, onun ıstırabını sînesinde dâima canlı ve taze olarak hissetmek. Bu hususu bir başka yerde şöyle ifade etmiştik: “Günah çok kötü bir şeydir; ancak bir yerde iyi sayılabilir. O da kulun bir günaha girdikten sonra bir ömür boyu onun için âh u vâh etmesi halidir. Mesela, harama im’ân-ı nazar ederek (dikkatlice) bakan, fakat yıllar sonra bile onu hatırladıkça iki büklüm olup “Rahmet Kapısı”na yönelen bir kul için o günah pek çok hayırlara gebe olabilir.”

Bu iki şey yapılabilirse şayet, Allah o kulu ahirette rezil etmez. Ama günah işlenmiş ve unutulmuş ise, aynı neticeden bahsetmek oldukça zor olsa gerek. Evet, aslında unutulması gerekli olan şeyler iyilikler ve güzelliklerdir. Zannediyorum günümüzde çok Müslümanlar bu iki hususu birbirine karıştırıyor; unutulması gerekli olanları unutmuyor, unutulmaması gerekli olanları da unutuyorlar.

Bu meselenin bir diğer buudu ise şudur: İnsan olan herkesin ve hepimizin, Rabb’i ile olan irtibatı adına eksiklikleri, işlediği günahları vardır. Arzu ederiz ki Allah affetsin onları. Fakat aynı arzuyu başkalarının günah ve hataları adına da duymak gerekmez mi? Niçin o arzuyu izhar etmiyoruz biz? Allah hepimizin Allah’ı; o Raûf, o Rahîm ve o Kerim. “Rahmetî vesiat külle şey” buyuruyor, yani rahmeti her şeyi ihâta etmiş. Onun âdet-i sübhânîsi, çamurun içinde duran kimseleri hemen tutup çıkarması, yıkaması, üzerine gül suları serpiştirmesi ise şayet, bizim onları çamur içinde görmeye hakkımız yok ki. Dilerse affeder onları. Dolayısıyla yukarıda ifade etmeye çalıştığımız “günahları unutmama”yı herkes kendi adına yapmalı. Elli sene evvel de işlemiş olsa, onu yeni işlemiş gibi bütün inciticiliğiyle duymalı. Bu açıdan “Ben biliyorum ki, falan zât falan zamanda şunu yapmıştı; ama bu günahın hacâletini hiç de üzerinde görmüyorum” demeye hiç kimsenin hakkı yok. Nereden biliyorsun onun içinde boyundurukların dönmediğini, için için ıstırap çekmediğini?!

Süreklilik

Amelî hayatımızda önemli olan her işi Allah görüyor gibi ve hiç ara vermeden, kusursuz ve arızasız yapmadır. İman işin nazarî yanıdır ve nazarî iman, insanı bir yere kadar götürür. Bir insan kırk sabah namazını cemaatle kılarsa, Allah’ın onun kalbinde bir çerağ tutuşturacağını söyler tasavvuf erbabı; ama bu neticeyi elde etmek nazarî imanla değil, amelî imanla olur. Daha da önemlisi o amelî imanın “Allah görüyor” mülâhazasına bağlı olarak yerine getirilmesiyle olur.

Allah’a yönelmenin, yönelebilmenin, daimî huzurda olduğunu hissetmenin elbette çeşitleri ve dereceleri vardır. Bunların en büyüğü, sebepleri hiç nazara almadan, sebepler üstü bir teveccühle Allah’a yönelebilmektir. Bizler o ufka ulaşabilmenin sırlı anahtarını ne yapıp edip elde etmeliyiz, onu elde edebilmek için de ısrarlı olmalıyız. Bunun en kestirme yollarından biri namazlarımızı tadil-i erkânla, hakkını vererek kılmak ve arkasından kâmil mânâda tesbihatımızı yapıp elleri Rabb’e kaldırmaktır.

Yalnız burada niyetin çok önemli bir yeri vardır. Spor yapma amacıyla kılınan namazda “spor yapma” bir niyettir; ama bu niyet, namazı namaz olmaktan çıkarır; niyetteki gibi gerçekten spor yapar. Kahraman desinler, beni görsün ve alkışlasınlar diye yapılan amellerde bunlar niyettir; ama insan böyle bir niyetle cehenneme yuvarlanır. Gördüğünüz gibi kendini bir hiç bilme, sıfırlayabilme, her şeyi Cenâb-ı Hakk’a verme, sürekli mücadele istiyor. Evet, onun lütufları sağnak sağnak üzerimize yağıyor. Önemli olan bu lütuf ve ihsanları âriye görmek, emanetçi olduğunun şuurunda bulunabilmek ve her şeyi asıl sahibine verebilmektir.

Ayrıca, onun vaz’ettiği kurallara bağlılık ve teslimiyetin de ayrı bir yeri vardır. Bir insan çok koşturur ve çok yorulur; ama O’nun için değilse, O’nun koyduğu sınırlar içinde değilse, bütün koşuşturmalar ve uykusuz kalmalar bir yorgunluktan ibaret kalır. Her şeyi en iyi “Yaratan” bilir. “Yaratan”ın emirlerine riayet etmeli ki, bir yere varılabilsin.

Süt ve Fıtrat

Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in, Mirac'da kendisine ikram edilen içecekler arasından sütü tercih etmesine mukabil Hazreti Cebrâil'in (aleyhisselam) "Fıtratı seçtin!" demesi ne manaya gelmektedir? Fıtrat ile süt arasında nasıl bir münasebet vardır?

Şuurlu ayna

İnsan kâinatta şuurlu tek aynadır. Zât-ı Ulûhiyet’in bilinmesi, ancak insan gibi şuurlu bir ayna ile olur. İnsanlar içinde ekmel tecellîlere mazhar olan elbette Nebiler Serveri Hz. Muhammed’dir (salllahü aleyhi ve sellem).

Tahdîs-i Nimet ve Nankörlük

Soru: Tahdîs-i nimet ne demektir? Cenâb-ı Allah’ın lütuflarını başkalarına anlatırken dikkat etmemiz gereken hususlar nelerdir?

Nimet; iyilik, ihsan, lütuf ve rızık gibi manalara gelir. Bütün güzelliklerin kaynağı olan İslâm en büyük bir nimet olduğu gibi sıhhat, âfiyet ve dünyevî imkanlar da birer nimettir. Tahdîs, rivayet etmek, anlatmak ve birinden görülen iyiliği herkese söylemek demektir. Tahdîs-i nimet ise, Allah’ın nimetlerine karşı şükür duygusuyla dolmak ve O'nun lütuflarını ilan etmektir. Bir başka ifadeyle, tahdîs-i nimet, Allah tarafından aczimize, fakrımıza merhameten ve ihtiyaçlarımıza binâen, hem de karşılıksız olarak verilen nimetleri düşünmemiz neticesinde onları bahşeden Rabbimize karşı içimizde minnet hislerinin coşması ve bu hamd ü senâ duygusunun şükür nağmeleri olarak dudaklarımızdan dökülmesidir. Rızık, evlâd u ıyâl ve barınacak mekândan îmân, irfan ve rûhânî zevklere kadar pek çok nimet vardır ki, bunlar, Mün’îm-i Hakikî nazara verilerek ciddi bir minnet hissiyle ilan edilmelidir.

Leyl-i Yeldâdan Apaydın Bir Gündüze

Cenâb-ı Allah, güneşin yükselip en parlak halini aldığı kuşluk vaktine yemin ederek başladığı Duhâ sûresinin son ayetinde "Şimdi gel Rabbinin nimetini anlat da anlat!" buyurmuştur. Bir önceki Leyl sûresiyle Duhâ’nın peşpeşe gelmesi çok manidardır. Çünkü, Peygamber Efendimiz’in (aleyhi ekmelüttehâyâ) leylini yaşadığı ve etrafı karanlığın sardığı bir zaman diliminde Cenâb-ı Hakk bütün zamanı kaplayan bir geceden (leyl) bahsetmiş ama Leyl’den hemen sonra da güneşin kuşluk vaktindeki parlak hali ile ortalığa verdiği aydınlığa yemin ederek Duhâ’yı müjdelemiştir. Bu iki sûre arasında Besmele olmasa sanki aynı sûre devam ediyor gibidir. Artık gece, gündüze dönmüş; leyl, duhâ olmuştur. Allah Teâlâ, "Ey Rasûlüm! Rabbin seni terk etmedi, sana darılmadı da." diyerek, kısa bir süreliğine de olsa vahyin kesintiye uğramasının bir terkedilme emaresi olmadığını ifade etmiştir. Bu ayet, dünkü leyl-i yeldâyı bir duhâya çevirmiş ve aynı zamanda bitip tükenme bilmeyen apaydın bir gündüzü müjdelemiştir. Değişik dönemlerde o gündüzün çehresine zift çalmak isteyenler çıksa da, onların fırçaları ellerinde kalmış ve bütün komplocular sonunda büyük inkisarlar yaşamışlardır.

"Elbette senin için her zaman, işin sonu, başından daha hayırlıdır." ilahî beyanıyla, Peygamber Efendimiz’in bulunduğu ve bulunacağı her halin başlangıcına nazaran sonunun ve dünyaya nazaran âhiretin daha hayırlı olacağı, yani O’nun daimi bir yükseliş kaydedeceği belirtilmiştir. Zaten, hem dünya da hem de ahirette akıbetin hayır olması önemlidir. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz de bize, "Allahım, bütün işlerimizin neticesini hayırlı eyle; bizi dünyada perişan olmaktan ve ahirette azaba uğramaktan muhafaza buyur" duasını öğretmiştir. "Akıbet hayır ola!" şeklindeki Türk atasözü de sonucun hayırlı olmasının önemini vurgulamaktadır. Bugün hadiseler size tebessüm edebilir, imkanlar yüzünüze gülebilir. Fakat, sonuçta bir falso söz konusu ise, başlangıcın iyi olması inkisarınızı artırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Bundan dolayı, Efendimiz’in her anının ve her işinin öncesine nazaran daha hayırlı olacağı ifade edilmiş; verilen müjdeler bir perde daha yükseltilerek "Elbette Rabbin sana ileride öyle ihsan edecek, öyle bir veriş verecek ki, sen de O’ndan ve verdiğinden razı olacak ve sürekli rıza soluklayacaksın." mealindeki ayetle de Allah Rasûlü’nün dünyada dini yüceltme ve hakkı yayma vazifesinde muvaffak olacağı, âhirette ise Şefaat-ı Uzmâ’ya ve Makam-ı Mahmud’a ulaşacağı belirtilmiştir.

Duhâ sûresinin devamında, Cenâb-ı Allah, Rasûl-ü Ekrem’in ilahî rahmet ve inayetle çepeçevre kuşatıldığını misalleriyle anlatıp nimetlerinin büyüklüğünü nazara verme sadedinde, "Seni yetim bulup barındırmadı mı? Seni dinin hükümlerinden habersiz insanlar arasından kurtarıp cahiliye karanlığı senin üzerine hiç düşmeden dosdoğru yola koymadı mı? Seni muhtaç bulup ihtiyaçlarını gidermedi mi?" buyurmuş ve böylece sağanak sağanak yağdırdığı nimetlerini Peygamber Efendimiz'e tam duyurmak için meseleleri farklı fasıllar içinde sunmuştur. Eğer Allah Teâlâ, lütuflarını hissettirecek hatırlatmalarda bulunmasa ve sadece büyük nimetler verdiğini söylemekle iktifa etseydi, Allah Rasûlü yine inanırdı ama nimetleri duyması ve şükür duygusuyla dolması aynı enginlikte olmayabilirdi. Çünkü, sağlıklı bir insan sıhhatin nasıl bir nimet olduğunu bir hasta kadar bilemez. Gençlik guruba meyletmeden gençliğin ne büyük bir nimet olduğu hissedilemez. İnsan biraz yalnız ve sahipsiz kalmadan himaye edenlerin ve destek verenlerin kıymetini tam takdir edemez. Rızık konusunda hiç sıkıntı çekmeyen bir insanın "Elhamdulillah ya Rabbi, bize bu nimeti Sen verdin" demesiyle, çölde günlerce bir şey yemeden, bir yudum su içmeden dolaşmış bir insanın hiç beklemediği bir anda bulduğu yiyecek ve içecek karşısında "Elhamdulillah" demesi ve o nimeti duyması aynı değildir. Ancak nimetin yokluğunu tadan ya da şöyle böyle o yokluğu tasavvur edebilen insan onun kadrini kendine has derinlikleriyle bilebilir ve aynı zamanda Cenâb-ı Hakk'ın lütfunun enginliğini anlayabilir.

İşte, Allah (celle celâlühu), bir zamanlar yokluğunu biraz tattırdığı o büyük lütuflarını öyle fasıllar içinde sunmuştur ki, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in onları vicdanında çok derince duymasını sağlamış; O’nu nimetten in’ama, in’amdan da Mün’îm’e yürütmüş, O’nun hamd ü senâ duygularını coşturmuş ve sonunda "Öyle ise, Rabbinin nimetlerini anlat da anlat!" buyurmuştur.

Tahdîs-i Nimette Ölçü

Ayet-i kerimede "Fehaddis" denilmektedir ki, bu, "anlat, söyle, dile getir ve yâd et" demektir. Demek ki, nimetin farkında olmak ve onu dile getirmek esastır. Zaten, şükrün hakiki olanı, nimetin tam bilinmesiyle gerçekleşir; zira nimetin kaynağının bilinmesi ve onu verenin takdir edilmesi büyük ölçüde nimetin bilinmesine bağlıdır. Her şeyden önce nimetlerin birer lütuf olduğu derince duyulmalı; daha sonra da, yerinde ilan edilmeli yerinde de sineye gizlenmeli ve bir sırr-ı uluhiyet olarak saklanmalıdır.

Bediüzzaman Hazretleri, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği nimetleri ilân etmenin ve tahdîs-i nimette bulunmanın bazen gurura ve kibre dönüşebileceğini söyler. Bazen de, tevazu kastıyla o nimetleri ketmetmenin küfrân-ı nimet olabileceğini hatırlatır. Nimetleri ilan etme ya da gizleme hususunda ifrat ve tefritten kurtularak istikamet üzere olmak için, meziyet ve kemâlâtın varlığını kabul etmek fakat asla onlara sahip çıkmamak, kendine mal etmemek ve hepsinin Mün'îm-i Hakikî’nin lütufları olduğunu ikrar etmek gerektiğini vurgular. Meseleyi daha da açmak için bir misal verir: Bir insan sana çok güzel bir elbise giydirse ve o elbise sana çok yakışsa, insanlar da, "Maşaallah, çok güzelsin, çok güzelleştin." dese; eğer sen tevazukârâne, "Hâşâ, nerede güzellik nerede ben?" desen küfrân-ı nimette bulunmuş ve o güzel elbiseyi sana giydiren mahir san'atkâra karşı hürmetsizlik yapmış olursun. Eğer müftehirâne "Evet, ben çok güzelim. Benim gibi güzel nerede var?" desen, o vakit de, mağrurâne bir fahre girmiş olursun. İşte, hem gurur, kibir ve kendini beğenmişlikten hem de küfrân-ı nimetten kurtulmak için, "Evet, ben güzelleştim. Fakat güzellik elbisenindir ve dolayısıyla o elbiseyi bana giydirenindir; benim değildir." demelisin.

Evet, tahdîs-i nimetin gürül gürül seslendirileceği yerler de vardır, kelâm-ı nefsiye havale edilip bir duygu seli halinde kalbe hapsedilmesi gereken yerler de. Hadd-i zatında, kulluğumuzu yerine getirirken de bazı ibadetlerde hafî, bazılarında da cehrî olmamız icap eder. Mesela, cemaatle namaz kılarken, imam akşam ve yatsı namazlarının ilk iki rek'atında; sabah, cuma, bayram ve terâvih namazlarının da her rek'atında Fatiha ve zammı sûreyi cehrî, yani yüksek sesle okur. Sâir namazlarda ise, hafî, yani alçak sesle, içinden okur. Görülünce ve duyulunca Allah Teâlâ’yı hatırlatan "şeâir" dediğimiz şeyleri seslendirirken de adeta haykırırız. Bayram günlerinde tekbirlerimiz ve hacda bütün ovayı-obayı inleten "Lebbeyk, Allahümme lebbeyk" seslerimiz Rabbimizin azametini ve nimetlerini ilan keyfiyeti içinde gürül gürüldür. Şeytanları kaçıran ve bir manada melekleri ve ruhânîleri de celb eden ezanımız da en gür bir sadâ ile okunur. Biz ezan sayesinde, her vakit bir kere daha Allah’ın büyüklüğünü ilan eder ve O’nu bize tanıtan Zât’a karşı minnet duygumuzu seslendiririz. İşte, ibadetlerimizde sesimizi yükselttiğimiz ya da nefeslerimizi tuttuğumuz yerler olduğu gibi, tahdîs-i nimet mevzuunda da cehrîliği tercih edeceğimiz ya da hislerimizi sükûta havale edip hafîliği seçeceğimiz yerler vardır.

Şirk İhtimaline Karşı Yükselt Sesini!..

Mesela, dünyanın dörtbir yanına birer irfan meşalesi taşıyan eğitim gönüllülerinin fedakarlıklarını yad etmek ve başarılarını alkışlamak bir kadirşinaslıktır. Bununla beraber, eşyanın, hadiselerin ve her şeyin verasında Cenâb-ı Hakk’ı görmek bir esas olduğu gibi o başarıları da Allah’ın inayetine bağlamak lazımdır. Evet, kainattaki her şey O’nu anlatan bir dildir; her nimetin arkasında da O’nun rahmet ve inayetini müşahede etmek gerekir. Her nimette O’nu görmek, O’nu okumak ve O’nu temaşa etmek bir yönüyle vicdanî bir şükür olduğu gibi, ortaya konan hayırlı faaliyetlerin ve başarıların arkasında Cenâb-ı Hakk’ın inayetini görmek de kalbî bir şükürdür. Böyle bir şükür duygusunun sadece kalbde ve vicdanda duyulması kâfîdir; bu hususta kelâm-ı nefsîyle yetinmekte de bir beis yoktur. Fakat, öyle bir an gelir ki, güzel neticeler, muvaffakiyetler ve başarılar muhavere mevzuu olur, onlardan bahsedilir ama her cümlenin sonunda "yaptık, ettik" sözleri de duyulur. İşte o zaman kalbî ve vicdanî şükür yetmez; tahdîs-i nimeti kelâm-ı nefsîye havale etmek kâfî gelmez; orası Allah’ın nimetlerini gürül gürül ilan etme makamıdır; "Bunları bize lütfeden Allah’tır; bu hayırlı neticelerin ardında inâyet-i ilâhiye vardır." diye haykırma anıdır. Orada "fehaddis"i kelâm-ı nefsî değil de kelâm-ı lafzî ile seslendirmek esastır.

Cenâb-ı Hakk’ın ikramları ve hususi lütufları, insanların şevkini kamçılamak için umuma mal edilerek anlatılabilir. Mesela, "Allah’ın üzerimizde çok büyük lütufları var. İhsan-ı ilâhî olarak hizmet-i imaniye ve Kur’aniye omuzumuza yüklenmiş. Va’de vefada hulfetmezsek bu kudsî vazife bizim kurtuluş fermanımız olabilir" demek mahzurlu olmasa gerektir. Ayrıca, na’tların hemen her mısraında "Yâ Rasûlallah, yâ Rasûlallah" dendiği gibi, böyle bir hamd ü senâ hissi ifade edilirken de her cümlenin başında ya da sonunda "Allah’ın inâyetiyle oldu, bunların hepsi O’nun lütfu!.." denmeli ve iş asıl sahibine verilmelidir. Hadiseleri sahibinden tecrid ederek sacede birer vak’a olarak ifade etmek, onlardaki nuraniyeti alır götürür; o işlerin derinliğini sığlaştırır ve vicdanlarda da haşyet adına hiçbir şey hasıl etmez. Oysa, biz Allah’ın nimetlerini anlatırken hem Rabbimizi anlatmış olmalı hem de gönülllerde Allah’a karşı güven ve tevekkül duygusunu, aşk u şevk hislerini uyarmalıyız. Hasıl olan güzelliklerin bizim güç ve kuvvetimizle olmadığını, bütün planların bizi görüp gözeten bir Zât’ın inâyet ve keremiyle gerçekleştiğini ve sırtımızı bitip tükenme bilmeyen bir Cennet hazinesine dayadığımız için de sermayemizin asla sona ermeyeceğini öyle bir üslupla anlatmalıyız ki, hem bağrı yanık ehl-i iman kevser yudumlamış gibi olsun, hem ümitsiz insanlar rahmet kapısına yönelip yeisten kurtulsun ve hem de şahlanan azimler sayesinde inananların kuvve-i maneviyesi kuvvet bulsun.

Bu hususta küçük bir tavzihte daha bulunmak istiyorum: Aynı mülahazaları paylaşan ve aynı mesleğin temsilcileri olan insanlar kendi aralarında konuşurken, şevke medar olması için bazı ikram ve ihsanları seslendirebilirler. Fakat, böyle bir tahdîs-i nimette bulunurken de asla mübalağalara girmemeli; meseleyi aidiyet mülahazasına ve cemaat enaniyetine bağlamamaya da çok özen göstermelidirler. Aralarında az da olsa meslek, meşreb ve mezak farklılığı bulunan kimseler, kendi meşreplerini öne çıkarmak suretiyle diğerlerini gıptaya, hasede sürüklememeli ve kıskançlık damarlarını tahrik etmemelidirler. İnsanların şevkini arttırmak çok kıymetli olduğu kadar mü’minlerin kalblerini kazanmak, birlikte atmasını sağlamak, beraberce daha geniş dairede bir vifak ve ittifak ufkuna müteveccih olmak da çok önemlidir. Kimsenin gıpta damarını tahrik etmemek, kimseyi küstürmemek, hiçbir kalbi kırmamak, herkesin gönlünü kazanmak, her mü’minin duasını almaya çalışmak ve herkesin bir çeşit yakınlık hissetmesini sağlamak da tahdîs-i nimette bulunurken dikkat edilmesi gereken hususlardandır.

"Bu Uğursuz Gecenin Yok mu Sabâhı?"

Bazen de etrafımızda küfrân-ı nimete düşen ve nankörlüklere giren insanlar olur. Bunlar, Allah’ın lütuf ve inâyetlerini hiç görmez; yapılanları küçümser ve tam bir felaket çığırtkanı gibi davranırlar. Mesela, çok sevdiğimiz ve takdir ettiğimiz M. Akif’in, felaket günlerinde yazdığı şiiri dillerinden hiç düşürmez ve şöyle derler:

Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?
Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı!
Nûr istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun!
"Yandık!" diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun!

Esmezse eğer bir ezelî nefha, yakında,
Yâ Rab, o cehennemle bu tûfân arasında,
Toprak kesilip, kum kesilip âlem-i İslâm;
Hep fışkıracak yerlerin altındaki esnâm!

.........................

İslâm'ı elinden tutacak kaldıracak yok...
Nâ-hak yere feryâd ediyor. Âcize hak yok!
Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhî?
Ağzım kurusun... Yok musun ey adl-i İlâhî!

Bu sözler, bir milletin künde künde üstüne yıkıldığı bir dönemde o toplumla bütünleşmiş bir vicdanın sesi soluğudur. Bu çığlıklar, kırılmış bir kalbin feryadıdır. Dolayısıyla, onu o inkisarları içinde mazur görmek lazımdır. Fakat biz aynı sözleri söyleyemeyiz. Bunları biz söylersek nankörlük etmiş ve küfrân-ı nimete girmiş oluruz. Ben bu yanık mısraları çevirip "Allahım, nur istiyoruz, sağanak sağanak yağdırıyorsun. ‘Yandık’ diyoruz, melekleri ruhânîleri, ins u cinni, tulumbacılar olarak yangınımızı söndürmeye gönderiyorsun." diyorum. Başka türlü söyleyemeyiz ki!.. Bunca lütuf ve ihsanlarını görüyorken,

"Nûr istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun!/"Yandık!" diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun!" dememiz sezâ mı bizim; mü’min olarak bize yakışır mı bu şikayet? M. Akif’e bir şey demiyorum; az önce de ifade ettiğim gibi, onu inkisarları içinde mazur görüyor ve bu sözleri bir dertlinin yanık nağmeleri olarak kabul ediyorum. Fakat Allah’ın, komployu, tuzağı ve hileyi çok iyi bilen, aynı zamanda tahribin avantajlarını da değerlendiren o kadar hasım ruhlu şerir karşısında İslam’ı, Kur’an’ı, sizi, bizi muhafaza ettiğini gördükten sonra şükür hisleriyle dolmamamız ve hâlâ o yıkılış devrinin ağıtlarını seslendirmemiz müslümanca bir tavır olmasa gerektir. Evet, ortada inkar edilemez bir nimet vardır ve o nimeti falana-filana mal etmek şirktir. O, bütün kalbleri fetheden Hazreti Müfettihu’l-ebvâb’a aittir. İşte, öyle bir nankörlüğün, küfrân-ı nimetin ya da şirke düşme tehlikesinin olduğu yerde, insanlara düşünce selametini göstermek için, minarenin şerefesinde Hakk’ı ilan eden müezzin gibi tahdîs-i nimeti en gür sadâyla seslendirmek gerekir.

Sırlarınızı Koruyun!..

Ayrıca, bir insan, kendi şahsına özel bir kısım iltifatlara mazhar olabilir. Mesela, Cenâb-ı Hak birinin ufkunu açar, onu yarınlara ait plan ve projelerde isabetli kılar ve hep doğruya irşad buyurur. Bu bir mazhariyettir ve Allah’ın hususi bir lütfudur. O insan mazhar olduğu o ilâhî ihsanları tahdîs-i nimet olarak başkalarına söyleyebilir; ama eğer, onları diğer insanlarla paylaşırken kendi nefsine bir pay çıkarmayacağından ve caka yapmayacağından emin değilse, açığa vurmaya mecbur kalmadıkça onları sinesine gömmesi ve bir sır olarak saklaması daha uygun olur. Fakat o, kendisine bahşedilen ekstra lütuflar karşısında sessiz kalınca, bazı insanlar onun hakkında "Bu zat şuna da mazhar, buna da mazhar" gibi sözler söylüyor ve bir insan dimağının planlaması mümkün olmayan şeyleri ona mal ediyorlarsa, işte o zaman Allah’ın nimetlerini tek tek sayıp dökmesi ve onlara sahip çıkmanın –hâşâ– uluhiyet iddiasında bulunmak gibi bir şey olduğunu söylemesi gerekir. Orada nefsine pay çıkarmadan nimetleri anmalı ve nazarları Mün’îm-i Hakikî’ye tevcih etmelidir ki, insanlar ondan dolayı şirke düşmesin.

Keşke, Allah’ın sizinle olan hususi muamelelerini ve özel lütuflarını gizleseniz; mecbur kalmadıkça, onları ifşâ etmeseniz ve o ilâhî teveccühleri kendi derinlikleriyle bıraksanız. Çünkü onları orada burada anlatmak, rüyaları rastgele tevil ederek onları daraltmak gibidir. Nasıl ki, Cenâb-ı Hakk bir kısım rüyalar yoluyla bazı insanlara ihsanda bulunur ve çok engin şeyler adına ipuçları verir, sinyaller gönderir. Şayet o insan, o rüyayı ve sinyalleri kendi sınırlı havsalasıyla yorumlamaya kalkışırsa, çok engin manaları daraltmış olur. Hazreti Yusuf’un, hapishane arkadaşlarına hitaben "İşte yorumunu istediğiniz iş, böylece halledilip sonuçlandırılmıştır." (Yusuf, 12/41) dediği gibi onun rüyası da kendi dar tevilleri çerçevesinde hükme bağlanır. Fakat, o rüyayı Alîm u Hakîm’in engin ilmine havale etse, hüküm de o enginlik içinde cereyan eder. Aynen öyle de, Cenâb-ı Hakk’ın size bir kısım hususi teveccüh ve iltifatları varsa, sizin hissettiklerinizin, bir bütünün sadece kendi ihsaslarınıza dokunan kadarı olduğunu bilmelisiniz; alıcılarınıza çarpan teveccühlerin o küllün akıl, mantık ve hislerle algılanabilecek dalga boyundaki bir cüz’ü olduğunu düşünmelisiniz. Dolayısıyla, o iltifat ve teveccühleri herkese açmamalı, onlar hakkında bir hüküm vermemeli, onları Allah’ın takdirine havale etmeli ve tahdîs-i nimeti kelâm-ı nefsî ile seslendirmelisiniz.

Hasılı, başınıza gelen musibetlerden mücelletler dolusu ders ve ibretler çıkarmalı; bir damla nimet karşısında da yüz defa şükürle gürleyerek hep minnet hisleriyle oturup kalkmalısınız. Küfrân-ı nimetten kaçmalı; meziyet, kemâlât ve hususi iltifatların varlığını kabul etmekle beraber onlara sahip çıkmamalı, kendinize mal etmemeli ve hepsinin Allah’ın lütufları olduğunu gönlünüzde duymalısınız. Yerine ve şartlara göre, bazen onları gürül gürül ilan etmeli, bazen de hamd ü senâ hislerinizi kelâm-ı nefsîye emanet etmekle yetinmelisiniz.

Takdim

Fethullah Gülen Hocaefendi, sağlık sorunları nedeniyle gurbette, Amerika’da. Doktor kontrolünde sürdürdüğü çileli hayat, onu okumaktan, düşünmekten, düşüncelerini paylaşmaktan alıkoyamıyor. Onca meşakkate rağmen, kendini iyi hissettiği birkaç dakika içinde bile sorulara cevap veriyor. Önce internet sayfalarına yansıyan ve büyük ilgi gören bu bereketli sohbetler, “Kırık Testi” başlığı altında toplandı. Neden Kırık Testi? Hocaefendi, şiirlerini topladığı kitabına da “Kırık Mızrap” adını vermişti. Bu teşbihlerin özünde engin bir tevazu gizli, ilkin onu görmek gerekiyor; bir de ifadesi tam mümkün olmayan düşünce çilesini... Kırık bir mızrapla dile gelen sazın, kalbin en derin noktalarından derlenen nağmeleri bihakkın terennüm etmeye gücü yetebilir mi? Bunu en iyi o derin noktalarda çok boyutlu seyahat eden gönül fatihleri bilir...

Takdim ve değerlendirme

Kent, Cemaat ve Hocaefendi

19. yüzyılın Alman sosyoloğu Ferdinand Tönnies’in kuramına göre modern toplum cemaatlerden cemiyete doğru evreler geçirmektedir. Yani kan ve akrabalık bağına dayanan cemaatler yok olacak bunların yerini toplum projesi alacaktır. Dolayısıyla modernleşme geliştikçe yani endüstri toplumu ortaya çıktıkça demokrasi, iş bölümü, uzmanlaşma, sanayi devrimi tamamlandıkça cemaatler ortadan kalkacak ve yerini cemiyet toplum alacaktır. Ancak Tönnies teorisinin sonunda (İbn-i Haldun’dan büyük ölçüde mülhem alarak söylemiştir) diyordu ki cemaatten cemiyete doğru gidiş belli bir noktaya geldiğinde cemiyet tekrar cemaatlere bölünecektir.

İşte 21. yüzyılda Tönnies’in doktrinin bu ikinci bölümünün özellikle Türkiye’de gerçekleşmekte olduğunu görüyoruz. Türkiye ve İslam dünyası tekrar cemiyetten cemaate doğru bir evrim geçirmektedir. Türkiye çerçevesinden baktığım zaman Fethullah Gülen ve cemaatini diğer cemaatlerle mukayese etmeye çalıştığımda; Türkiye’de cemaat tipolojileri şu beş gruba ayrılıyor.

1. Politik cemaatler; bunların karakteristik özelliği politize ve doktrinel olmaları ve misyon sahibi olmalarıdır.

2. İktisadi faaliyet endeksli alan cemaatler; bunların karakteristik özellikleri ise pragmatik, uzlaşmacı ve rasyonel davranmalarıdır.

3. Lider eksenli cemaatler; kurtarıcı fikrine dayalı kültürü merkeze alırlar. Meselâ bir cemaatin lideri Mehdi olduğunu düşünüyorsa cemaat sayısını 300’ün üzerinde tutmuyor, çünkü hadiste belirtildiği gibi Mehdi’nin müntesipleri 300 kişiden ibarettir.

4. Türkiye’ye has cemaat tipi; bunun da karakteristik özelliği içe dönük, iddiasız olması. Gündelik hayata vurgu yaparken anti-modernist bir tarzı benimsemesi. Tamamen apolitiktir. Kendisi hakkında yazılan ve çizilenlerle dahi ilgilenmez.

5. Hocaefendi’nin cemaat tipolojisi; bu, fikir ve lider eksenli cemaattir. Bunu da ikiye ayırmak gerekir: Kitaba dayalı cemaat, bir de kitap ve lidere dayalı cemaat. Bununda karakteristik özelliği sosyal olması, millî olması ve küresel açılıma yatkın olarak organize olmasıdır.

Bu noktada şunu söylemek gerekir; cemaat tarikat değildir. Türkiye’de çoğu zaman böyle zannedilir. Oysa cemaat lideri şeyh değildir. Cemaatlerin örgütlenme modeli tarihseldir. Tarihsel olarak cemaat, tarikat mirasından muhakkak ki etkiler almıştır. Fakat tarikat değildirler. Meselâ Hocaefendi’nin tarihten aldığı en önemli miras; ahilik, fütüvvet ve alperenliktir. Meşruiyet çerçevesi değildir. Motivasyonu; kente uyumdur, modern hayata katılımdır, merkezde yer alma veya merkezi etkileme çabasıdır. Beşeri ve toplumsal bir tecrübedir şüphesiz. Artı ve eksileri, avantaj ve prestijleri vardır. Ama İslam dünyasının içte güçlenerek devam eden en önemli realitesidir. Post modern zamanın ruhuna uygun bir gelişme modeli söz konusudur. Cemaat, tamamıyla kente aittir.

Türkiye’de özellikle 1950, 1970 ve 1994 yıllarında 3 büyük göç dalgası yaşandı. Milyonlarca insan demografik bir hareketlilik gösterip bulundukları yerden ayrılarak büyük kentlere doğru aktılar. Ve burada siyaset, kültür ve iktisadi hayat adeta yeniden şekillendi ve yeni bir örgütlenme modeli ortaya çıktı: Cemaatleşme.

İşte bu anlamda cemaat; kentin içinde ortaya çıkan, dinden ve tarihten ilham alan fakat tarihi tekrar etmeyen yeni bir örgütlenme modelidir. Cemaat, modern sosyolojinin –ve bizim pozitivist aydınlarımızın– zannettiği gibi ataerkil değildir. Hiyerarşik bir örgütlenmeye de dayanmamaktadır. Tam aksine cemaat tam olarak sivil toplum sayılmasa bile gönüllüdür, özerktir, iradîdir. Ayrıca hükümet dışıdır. Zaten onu anlamlandıran ve mobilize kılan temel özellikler de bunlardır.

Hocaefendi, diğer cemaatler ve diğer gruplarla mukayese edildiğinde farklılığı ortaya çıkmaktadır. Benim kanaatime göre bu farklılık şu üç noktada toplanıyor:

Birincisi; Kur’an ve sünnete son derece bağlıdır. Önemli düşüncelerini ve fikirlerini İslâmî usûle göre yapmaktadır. Yani ilahiyatçılar gibi kullandığı üst dil, seküler bir dil değildir. Türkiye’de ilahiyatçılar dil olarak seküler bir dil kullanıyorlar. Bilgiyi elde ederken, fikri geliştirirken akademik yöntemi takip ediyorlar. Oysa Hocaefendi’nin dili dinin dilidir, İslam’ın dilidir. Kullandığı usûl İslâm’ın usûlüdür. Yani Serahsi’nin usûlüdür. Şatıbî’nin usûlüdür. İslam tarihinde kullanılan usuldür. Yani paradigmasına bağlıdır. Paradigması ise Kur’an ve sünnettir.

İkincisi; geleneğe uygun gelişme modelliği takip etmektedir. Bu son derece önemlidir. Geleneğe uygun gelişmeden kasıt yani hem bir gelişme modeli vardır, aynı zamanda da geleneğe bağlı olarak bunu sürdürmektedir. Dolayısıyla reformist veya modernist bir hareket değildir. Aksine 19. yüzyıldan bu yana tüm İslam dünyasında söz konusu olan tecrit veya bir ihya hareketidir.

Üçüncüsü Hocaefendi’nin genel yaklaşımından sevâd-ı a’zamla beraber yol aldığı görülür.

Hocaefendi’nin İslamî ilimlere vukûfiyeti var. Temel İslâmî ilimlerden tefsir, hadis, fıkıh, tasavvuf ve kelam’ı iyi biliyor. Ayrıca modern dünyaya vukûfiyeti var. Bu durum onu Bediüzzaman Hazretleri’nin anlattığı doğrultuda iki kanatlı yapıyor. En çok ihtiyaç hissettiğimiz liderlik profili de budur. Çünkü bizim geleneksel eski âlimlerimiz sadece metinleri nakledip, modern dünyayı da bilmezlerdi. Aydınlarımız ise İslamî ilimleri ve İslam kültür mirası konusunda okuma yazma bilmeyen ümmilerdir. Çünkü Arapça bilmiyorsanız, Farsçadan anlamıyorsanız, Osmanlıcaya yabancıysanız ne İslami ilimleri bilebilirsiniz ne de tarihten anlarsınız. Mesela Farsça bilmiyorsanız Selçuklular hakkında konuşamazsınız, çünkü bütün literatür Farsçadır. Maalesef bizim hem akademik çevrelerimiz, hem bilim adamlarımız, hem de aydınlarımız İslam ve İslami ilimler ve İslam tarihi konusunda bu anlamda ümmilerdir. Fakat Hocaefendi’nin çizdiği aydın ulema profili –İslam dünyasında da benzerleri vardır– her iki dünyayı, tarihi, bugünü ve geleceği potansiyel olarak algılama gücüne sahiptir.

İşte elinizdeki kitap bunun bir ürünü. “Ölümsüzlük İksiri”; onun hem İslamî ilimlere derin vukufiyetini hem de modern dünyayı iyi okuyuşunun bir örneği.

Ayrıca hislerini, duygularını ve ağlamalarını kitabı okurken zaten hissedebiliyorsunuz.

Takdim yerine

Mefkûre YolculuğuMefkûresi olmayanın ne kat edeceği bir yolu, ne kendisini harekete geçirecek bir enerjisi, ne de ulaşmak istediği bir hedefi vardır. O, iradesinin üstüne yatıp kendisini durgunluğa saldığı andan itibaren âdeta cansız varlıklar gibi kımıldayamayacak hâle gelmiş, heva ve hevesinin tasallutu altında boynu tasmalı, ayağı prangalı bir mahkûma dönüşüvermiştir. Bu ise kaçınılmaz olarak kokuşma, içten içe çürüme ve kadavralaşmayı netice verir. Esasında son birkaç asırdan beri yaşadığımız ferdî, ailevî, iktisadî ve idarî iç içe buhranların temelinde yüksek düşünce ve ulvî gayelerden mahrum böyle bir mefkûresizlik vardır.

O hâlde günümüz nesillerine yapılabilecek en büyük iyilik, insanı potansiyel insanlıktan hakiki insan olma seviyesine çıkaran böyle yüksek bir mefkûre düşüncesiyle onu yeniden buluşturmak olacaktır. Evet, böyle yüksek bir mefkûre, ideal nesilleri harekete geçiren bir marş, onların bitmeyen enerjilerini besleyen bir dinamo, aşk u heyecanları için de dupduru bir kaynak vazifesi görecektir. Düşünün ki, insanlığın karanlıklar içinde bocaladığı bir dönemde, çölün bağrından fışkırıp çıkan ve üç kıtada ümidin sesi-soluğu olup inleyen mefkûre muhacirlerinin en önemli güç kaynakları, imanları ve o imanla, her zaman gönüllerinde köpürüp duran ilhamları başkalarının sinelerine boşaltabilme idealleriydi. Asya steplerinden kalkıp Anadolu’ya yürüyen ve Allah’ın inayetiyle bir aşiretten koskoca bir cihan devleti çıkaran Osmanlı serencâmesinin arkasında da aynı dinamikler vardı; tabiî, Millî Mücadele’yi gerçekleştiren kahramanların dimağlarında da.

Bu itibarla denilebilir ki, bugün bizim şuna-buna değil, her şeyden evvel yaşama arzusunu dizginleyip yaşatma sevdasıyla yollara dökülmüş, engin vicdanlı karasevdalı mefkûre kahramanlarına ihtiyacımız var. Bu kahramanlar Allah’ın izni ve inayetiyle hiç durmadan soluk soluğa önce kendi milletleri, sonra da bütün bir insanlık için merhamet duygusuyla koşturup duracak ve ellerini Rabbilerine her kaldırışlarında öncelikle kendilerini değil, başkalarını dileyeceklerdir. Kimi zaman toprak gibi, başkalarının mutluluğu adına kendi ikbal ve geleceklerini ayaklar altına serecek, kimi zaman da başını taştan taşa vurup safileşen bir ırmak gibi sürekli ızdırap ve çileyle durulacak ve hep hasret ve hararetlerin üzerine bir hayat gibi akıp duracaktır. Evet, onlar yeri gelecek “Beni şehit eyle, milletimi aziz eyle.” deyip yüksek bir millî mefkûreyi seslendirecek; kimi zaman “Milletimin imanını selâmette görürsem Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım.” ifadeleriyle aşkın bir mefkûrenin peşinden koşacak; kimi zaman da hayatına kastedenlere karşı bile; “Allah’ım, ümmetimi bağışla, onlar beni bilmiyorlar.”[1] kelimeleriyle ifade edilen âlemşümul şefkatin izinde mesuliyet eksenli, merhamet derinlikli kuşatan bir mefkûreyi hayatlarına yansıtmaya çalışacaklardır.

İşte Mefkûre Yolculuğu adıyla elinizde tuttuğunuz bu eseri tetkik ettiğinizde, böyle yüksek bir mefkûrenin gönüllerde neşv ü nema bulması ve aynı zamanda kalblerde yeşeren o düşüncenin sürekli canlılığını koruyabilmesi adına Kur’ânî/Nebevî tebşir ve inzar üslubunun gölgesinde yapılan tavsiye, teşvik, tenvir, nasihat, irşad, tenbih, ikaz ve ihtarlara şahit olacaksınız.

Mesela “Fütüvvet Ruhunun Temsilcileri” adlı bölümde Muhterem Hocaefendi şunları ifade eder: “Fütüvvetin en önemli faktörlerinden biri de adanmışlık ruhuna sahip olmadır. Yani insanın kendisini gaye-i hayaline adaması ve onun dışındaki bütün mülâhazaları aradan çıkarmasıdır. Adanmış bir ruh demelidir ki, “Benim aslî vazifem ne yapıp edip yeryüzünde Nâm-ı Celîl-i Sübhânî’yi îlâ etmektir. Mefkûresine adanmış bir insan bütün duyguları, düşünceleri, yaptığı hamle ve hareketleriyle bu gaye peşinde koşmalı ve kendisini bu istikamette istikrara mazhar kılması için Cenâb-ı Hakk’a dua dua yalvarmalıdır. Öyle ki, insan, evinin yolunu ve çocuklarının çehresini bile unutacak kadar yaşatma arzusuyla dopdolu olmalıdır.”

“İmtihan Çeşitleri” adlı sohbette ise mefkûrenin büyüklüğü ölçüsünde insanın değişik imtihanlara müptela kılınacağına şu ifadelerle dikkat çeker Hocaefendi: “‘Mağnem’ ölçüsünde ‘mağrem’e maruz kalınması yani neticedeki mükâfat ve sevap nispetinde meşakkat ve zorluk çekilmesi önemli bir düstur olduğuna göre, insanın varacağı hedefin büyüklük ve kıymetine göre maruz kalınan imtihanın şiddeti de farklı olacaktır. Mesela şehit olup farklı bir hayat mertebesine uçma çok önemli bir mazhariyettir. Fakat böyle bir mazhariyetin elde edilmesi Allah yolunda savaşmaya, yaralanmaya ve O’nun yolunda canın feda edilmesine bağlıdır. Bu sebepledir ki, yüksek bir mefkûreye gönül veren ve bu yüksek mefkûrenin gereklerini yerine getirmeye çalışan bir insan, karşısına çıkan belâ ve musibet her ne olursa olsun, katlanmasını bilmeli, dişini sıkıp sabretmeli ve çok defa kendisine rağmen yaşayabilmelidir.”

Hakk’ın rızasını kazanmaya matuf bir “mefkûre yolculuğu” aslında sonsuzluk yolundaki bir ebediyet yolculuğudur. Bu itibarla da, uhrevî zevk televvünlü ve ümit vericidir. Ama aynı zamanda bu yolun, bir çok inişi, çıkışı; deresi, tepesi; insanın başını döndüren, bakışını bulandıran tuzakları vardır. Bu sebeple bu yolun yolcusu, nefsine hâkim, hakikate mahkûm, makama-mansıba karşı alâkasız ve şöhret, tama, tenperverlik, rahat tutkusu gibi şeyleri öldürücü birer zehir kabul etme esprisiyle gönlünün derinliklerinde sürekli bir mücadele içinde olmalıdır. “Dünyevî İmkânlar ve Geleceği Plânlamada Ölçü” adlı musahabesinde Hocaefendi bu hususa dikkat çekip hayatın mefkûre eksenli plânlanmasına dair şu önemli ölçüyü ifade eder: “Mü’min hiçbir zaman el âlemden “barekâllah, maaşallah” almak için ya da sadece dünyevî hesaplarla iş yapmaz/yapmamalıdır. O her zaman, kendi ruh ve mânâ köklerinden süzülüp gelen semavî değerleri başkalarına duyurma istikametinde koşturur durur ve bu değerlerin yeryüzü muvazenesinde söz sahibi olması için sürekli gayret içinde bulunur. Bu uğurda, kimi zaman zorluklarla karşılaşır, sancı üstüne sancı çeker ve ızdırapla iki büklüm olur. Ama o bilir ki, belli bir gaye-i hayal ekseninde hareket eden insanın yaşadığı sıkıntı ve meşakkatler ona öyle sevap kazandırır ki, seyr u sülûk-i ruhanîyle bile o seviye elde edilemez.”

Hayatını yeme-içme-ıtrahta bulunma gayesine bağlamış kişilerin ne böyle yüce ve yüksek bir mefkûreyi ne de o yolun yolcularını anlayabilmesi mümkün değildir. Bundan dolayıdır ki, fedakârlık nedir bilmez bencil ve bağnazlar menfaat ve çıkarlarına dokunabilecekleri vehmiyle bazen bu yolun yolcularına âdeta hayatı zindan eder, insafsızca saldırı ve karalamalarda bulunur, “harp hiledir” mülâhazasıyla entrikalar çevirir, komplodan komploya koşar, rakip ve düşman ilan ettiği kimseleri aldatmaya çalışır, yalan, gıybet, iftira gibi gayriinsanî her yola başvururlar. Bütün bunlar karşısında mefkûre yolcularına düşen ise “Allah Bize Yeter” deyip O’nun havl ve kuvvetine sığınmak; sığınıp her türlü tehdit ve baskıya rağmen, müfterinin iftirasına, kınayanın kınamasına aldırmadan, bildiği yolda hiç durmadan, hız kesmeden yürümeye devam etmektir. Zira mefkûre yolcuları, bütün bunları daha yolun başında kabul edip yola öyle çıkmışlardır. Dolayısıyla onlar yolun başında verdikleri şu söze yol boyu hep sadık kalırlar: “Hep yürüyeceğiz, günümüzde bütün bütün durgunlaşmış ve hantal yığınlar hâline gelmiş şimdilerin insanından, dünyaya yepyeni şeyler vaad eden aydınlık nesilleri bulup çıkarmaya doğru.. şunu-bunu karalamadan, kimseye çamur atmadan; daha çok düşüncelerimizi aksiyona göre plânlayarak, aksiyonlarımızı da cankurtaran ekiplerin üslûbuyla sürdürerek.. kansız-irinsiz, kinsiz-nefretsiz yolcuların da bulunduğunu göstermek için, yollara da, yollardaki tersliklere de takılmadan hep yürüyeceğiz…”

Sözün özü; “mefkûre yolculuğu” sonsuzluğa uzanan yolda kıvrım kıvrım bir çile ve ızdırap yoludur ama aynı zamanda o, mutluluğunu başkalarının mutluluğunda görme gibi engin bir vicdan, derin bir iç huzur ve saadet mesleğidir. Elinizdeki eserin bu ebedî mutluluk yolunda zâd u zahireniz olmasını umarken bu nimetin şükrünü müzakereli okumalarla edaya muvaffak kılmasını da Cenâb-ı Hakk’tan dilerim.

[1] Buhârî, enbiyâ 54; Müslim, cihâd 104-105.

Takıntı

İnsan çoğu zaman üzerinde durulmaması gereken, kâle alınmaması gereken şeylere takılıyor ve kaybediyor. Mesela, bir insan namaz, oruç, hac ve zekât ile yükseliyor, yükseliyor; fakat kendisini çileden çıkartan bir hâdise karşısında takılıyor ve bütün kinini, gayzını bir anda ortaya koyuyor. Hâlbuki o hâdise karşısında gayzını tutabilseydi, namaz, oruç, hac ve zekâtla elde ettiği yüksekliklerden daha yükseklere çıkabilirdi.

Evet, insan dişini sıkabilirse, kendindeki negatif enerjiyi pozitif yapabilirse, elde edeceği güçle füze sür’atinden daha aşkın bir hızla evc-i kemâle vâsıl olabilir. Aklı çok ileri bir diyalektiğe, cerbezeye sahip olan birisi, aklını arkadaşlarına galebe çalmak için değil de, hak ve hakikat adına kullanabilirse, kendisi için bir anlamda şerr-i cüz’î olan o aklını iradesiyle hayr-ı küllîye çevirmiş demektir.

İsterseniz, farz-ı muhal deyip bir misal vereyim sizlere: Allah “Seni hiçbir hâdise karşısında zaaf göstermeyecek şekilde yaratayım mı?” deseydi, ben Rabb’ime, “Rabb’im! Beni şu anda yarattığın gibi yarat” derdim. “Alabildiğine taşkınlıklarım olsun ama neticede sana, sadece sana râm olayım. Bana irade ver ki, o iradenin kemendi ile sana yükseleyim. Çünkü senin zaaftan uzak meleklerin var, ruhanî varlıkların var. Ama ben insan olmak istiyorum.”

Evet, insan olmanın gereği, içimde çok ciddî taşkınlıklar var, beni harab ediyor onlar. Ama ben bu harabiyet içinde iradenin gücüyle Allah’ın muradına varabiliyorsam, Cenâb-ı Hakk bu gücü bana vermişse, ben de bu fırsatı en güzel şekilde değerlendirmeliyim. Çünkü olandan daha güzeli yoktur. Cenâb-ı Hakk, olanın en güzelini yaratmıştır. Öyleyse şöyle düşünmeli insan: Allah’ın bana verdiği her şeye razı olmanın yanında, bana düşen, bütün negatif yönlerimi, zaaflarımı, günahlarımı aşarak, yanlış tavırların esiri olmadan Cenâb-ı Hakk’a tam mânâsıyla râm olabilmemdir. Melek gibi değil de insan olarak yaratmak suretiyle Allah benimle farklı bir espri ortaya koymuştur ve böylece benimle farklı bir şey yapmayı murad buyurmaktadır. Yeter ki ben zaaflarımın, boşluklarımın zebunu olmayıp onları aşmasını bileyim.

Takıntılar

Dinimiz adına problemlerin üst üste yığıldığı bir dönemde bazılarının küçük küçük meselelere takılıp olmayacak beklentilere girmelerine, bunların kavgalarını vermelerine bir türlü mânâ veremiyorum. Bence kâmil mü’min şöyle düşünmeli: “Karşımda öyle dehşetli bir yangın var ki bu felâket karşısında gerekirse eşimin adını bile unutmalıyım.”

Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.