• Anasayfa
  • Kırık Testi - Fethullah Gülen Web Sitesi

Ramazan'a Doğru

Ramazan'a Doğru

Bir hadis-i şerifte, "Her kim inanarak ve karşılığını sırf Allah'tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa, onun geçmiş günahları bağışlanır." buyurulurken "imanen ve'htisaben" kaydı konuluyor. Bu ifadeyi nasıl anlamalıyız?

Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) "Men sâme Ramadâne îmânen ve'htisâben gufira lehu ma tekaddeme min zenbihi" buyurmuş; Ramazan'la gelen berekete tam inanan, ihlas ve samimiyetle oruç tutup bu mübarek ayı ibadet ü taatle değerlendiren ve sevabını da yalnızca Allah'tan bekleyen mü'minlerin geçmişte işledikleri günahlarının affedileceğini müjdelemiştir.

"İmanen" kelimesi, inanılması gerekli olan her şeye ve oruçla alâkalı dinî hükümlere kalbden inanmayı; orucun farz olduğuna, karşılığında büyük mükafat bulunduğuna ve her şeyden öte rıza-yı ilahiye bir vesile teşkil ettiğine hiç tereddüde düşmeksizin iman etmeyi vurgulamaktadır.

Evet, biz Allah'ın kullarıyız; Allah da bizim ma'budumuzdur. Ubudiyet düşüncesiyle O'na karşı yaptığımız ibadetler ve salih ameller O'nun hakkı, bizim de vazife ve sorumluluğumuzdur. Oruç da, O'nun emri ve bizim görevimizdir. O, ibadetlerimizden her zaman haberdârdır ve yaptığımız her şeyi bilmektedir. Cenâb-ı Hakk'ın görüp bildiği o amellerimiz, mevsimi gelince nemalanmış olarak geriye dönecektir. Ayrıca, ellerimizi O'na kaldırdığımızda, bir kudsî hadiste dendiği gibi; "O eller boş olarak aşağıya düşmeyecektir."

Cenâb-ı Hakk'a karşı teveccüh ederken ve O'na yalvarıp yakarırken, her şeyden evvel O'nun kullarını gördüğüne, duaları işittiğine ve istekleri yerine getirecek güce sahip bulunduğuna tam inanmak lazımdır. Yoksa inanmadan el açmak, "Verirse verir, vermezse vermez" gibi bir manaya gelir ki, bunun bir saygısızlık olduğu ve öyle birinin çağrısına icâbet edilmeyeceği bellidir. O, lütfuyla, keremiyle, rahmetinin gazabının önünde olmasıyla ve merhametinin enginliğiyle öylelerine de verirse verir; biz "vermez" diye kestirip atamayız. Fakat, O'nun duaları kabul etmesinin vesilesi evvela O'na gönülden inanmaktır. İnanacaksın ki, samimiyetle ellerini kaldırdığın zaman Allah onları boş çevirmez, yüzünü kara çıkartmaz, seni mahcup etmez; aksine, o kapıya bir daha yönelmene vesile olacak şekilde lütuflarda bulunur. İşte, "imanen" kaydı böyle bir inanmayı ifade etmektedir.

"İhtisap" kelimesi de sevabın Allah'tan beklenmesi manasına gelmektedir; dünyevî beklentilere girmeme, sadece Allah'ın hoşnutluğunu gözetme ve mükâfâtı O'nun rahmetinden umma demektir. Hayır işlerinde ve ibadetlerde ihlas ve samimiyete aykırı hiçbir husus olmamalı; riya ve süm'alara girilmemelidir. Hiçbir amel insanların takdir ve teveccühlerine bina edilmemeli; her şey Allah için yapılmalı ve beklentiler de hep Allah'tan olmalıdır. O beklentilerde de yine himmet âlî tutulmalı; yani, yapılan işler dünyevî faydalara bağlanmamalıdır. Gerçi, Sahabe anlayışıyla, ayakkabımızın bağını bile kaybetsek biz onu da Allah'tan istemeliyiz.. arkasında olduğumuz her konuda gayret etmeli, iradenin hakkını vermeli ama neticede her şeyi Mevlâ-yı Müteâl'den dilemeliyiz. Ancak, kulluğumuzu Cenâb-ı Hakk'a sunarken, O'nun Ma'bud, bizim de kul olduğumuzu hiç hatırdan çıkarmamalı; ubudiyetimizi sadece O'nun hakkı olduğu için yalnızca O'na tahsis etmeliyiz. Dolayısıyla, ibadetlerimizi ihtiyaç ve isteklerimize bağlamamalı, onları vazifemiz olduğu mülahazasıyla eda etmeliyiz.

Haddizatında, Cenâb-ı Hak'tan bir şey isteme bizim zatî hakkımız değildir; O'nun lutfedip bize verdiği haklar türündendir. O öyle lütufkârdır ki, o hakları Kendisine karşı kullanmamıza müsaade etmiş ve kullandırmıştır. Mesela, bir manada, "Siz Bana kullukta bulunun, ibadet ü taatinizi yerine getirin –ki bu sizin vazifenizdir– Ben de, öbür âlemde nimetlerimle sizi sevindireyim" demiş ve bir mukavele yaparak bize bazı haklar vermiş; "Kulluğunuzu yaparsanız Benim üzerimde hakkınız olur" buyurmuştur. Demek ki, hakkı veren de, onu kullanma imkanı bahşeden de Allah'tır.

Yoksa, bizim mahiyetimizde ve rızık olarak bize verilen nimetlerde kaç paralık kendi sermayemiz var ki, herhangi bir hakkımız olsun! Evet, biz mebdeden müntehaya kadar her şeyimizle O'na aidiz ve O'nun verdiği haklarımız olsa da her şeyden önce birer kuluz. Öyleyse, bir kula yaraşır şekilde hareket etmeli ve sadece Hâlıkımızın, Râzıkımızın ve Rabbimizin hoşnutluğunu dilemeli, ibadetlerimizi de bu niyetle yerine getirmeliyiz. İşte, "ihtisap" tabiri de bu hakikatlere bağlı kalarak, sadece Allah için oruç tutmak gerektiğini ve mükâfâtı O'ndan beklemenin lüzumunu belirtmektedir.

Bazı hadis-i şeriflerde, Ramazan ayı gelince "merede-i şeyâtîn"in zincire vurulduğu ifade ediliyor? "Merede-i şeyâtîn" ne demektir; onların zincire vurulmalarının tezahürleri nelerdir?

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) "Ramazan ayı girince Cennet kapıları açılır, Cehennemin kapıları kapanır ve merede-i şeyâtîn zincire vurulur." buyurmuştur. "Merede", inatçılar, direnenler, saldırganlar demektir. Bu ifadeyle, şeytanların en azgınları, ipe-sapa gelmezleri, gözü dönmüşleri kastedilmektedir. Evet, bu mübarek ayda, "merede-i şeyâtîn" zincire vurulmaktadır.

Bununla beraber, Ramazan-ı şerifte de hatalar işlendiği, günahlara girildiği ve büyük yanlışlıklar yapıldığı bir gerçektir. Fakat, bu Kur'an ayında mü'minlerin elde ettiği büyük kâr düşünüldüğünde ve şeytanın buna razı olmayacağı, adeta hırsından deliye döneceği ve insanları günahlara çekmek için bütün hilelerini kullanacağı göz önünde bulundurulduğunda merede-i şeyâtînin elinin-kolunun bağlanmış olduğu anlaşılacaktır.

Şüphesiz, Ramazan'da yapılan ibadetler çok önemlidir. Cenâb-ı Allah oruç hakkında "Oruç Bana ait bir ibadettir; onu Nefsime izafe ediyorum. Mükâfatını da Ben vereceğim." buyurmaktadır. Bu itibarla da onun genişliğini, derinliğini ve Hak indindeki değerini kavramak, ona bir kıymet takdir etmek mümkün değildir. Dolayısıyla, onun mükâfâtını vermeye Cenâb-ı Hak'tan başka kimsenin gücü yetmez. Allah Teâlâ, oruç sevabını bizzat takdir etmiş ve onu öbür âlemde bir sürpriz olarak verme vaadinde bulunmuştur. Bu sürpriz mükâfâtın en önemli vesilesine de "Çünkü oruç tutan kulum, yemesini-içmesini Benim için terk ediyor" sözüyle işaret buyurmuştur.

Bu kutlu zaman diliminde mü'minler oruç ibadetiyle beraber, teravih namazı da kılarlar. "O Ramazan ayı ki insanlara bir rehber olan, onları doğru yola götüren ve hakkı bâtıldan ayıran en açık, en parlak delilleri ihtiva eden Kur'ân o ayda indirildi." (Bakara, 2/185) ilâhi beyanı gereğince Ramazan'ı tam bir Kur'an ayı olarak değerlendirir ve bol bol Kur'an okurlar. Aynı zamanda, gönülleri açılır, semahatle ve engin bir cömertlikle coşarlar; hayır ve hasenât hesabına bütün fırsatları değerlendirirler. Bir hadis-i şerifin ifadesiyle, "Rasûlullah insanların en cömerdi idi. Onun bu cömertliği Ramazan ayı girip de Cebrail aleyhisselamla buluştuğu zaman daha da artardı. Hazreti Cebrail Ramazan ayı çıkıncaya kadar her gece Peygamber Efendimiz'e gelip Kur'an'ı arz ederdi. O günlerde Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) insanlara rahmet getiren rüzgardan daha cömert olurdu." Mü'minler de, Rehber-i Ekmel'e ittiba ederek, o günlerde daha bir cömertleşir; zekat, sadaka ve fıtır sadakası adı altında sürekli ihsanda bulunurlar. Dahası, bazıları, Ramazan ayının son on gününde itikafa girer ve kendilerini bütün bütün ibadete verirler.

İşte, böyle bir hayır yarışı karşısında şeytanın çileden çıkması onun tabiatının gereğidir. Zira o, insanoğluna düşmanlığını ifade ederken, "Zâtına kasem olsun, hepsini şirâzeden çıkaracağım!" demiş ve sürekli, ayakları kaydırma yolları arayıp durmuştur. Öyleyse, Ramazan'ın bereketi çıldırtır şeytanı ve şeytanlaşan bir kısım habis ruhları. Bu büyük sevapları insanların ellerinden alabilmek için, onlar arasında çok hır-gür çıkarma hırsıyla kıvrandırır insî-cinnî şeytanları.

Ne ki, görüldüğü gibi, insanlar bu huzur ikliminde büyük ölçüde ramazanlaşıyor; daha dikkatli ve ahirete açık yaşıyorlar. Allah'ın izni ve inayetiyle, Ramazan'ı sükûnet içinde geçiriyor ve günahlardan biraz daha uzak kalıyorlar. Demek ki, merede-i şeyâtîn diyebileceğimiz o azgınlar gerçekten zincire vuruluyor. Bazı insî ve cinnî şeytanlar heva ve heves gibi yardımcıları vasıtasıyla tahribatlarına devam etmeye çalışsalar da, Cenâb-ı Hak, azgın şeytanların önünü tıkıyor ve onlara faaliyet izni vermiyor.

Buyurduğunuz gibi, Ramazan ayının önemli bir şiarı da teravih namazıdır. Teravih namazında nelere dikkat etmeliyiz?

Teravih, Arapça'daki "tervîha" kelimesinin cem'i (çoğulu) olup "teneffüs etmek, ruhu rahatlatmak, bedeni dinlendirmek" gibi manalara gelmektedir. Ramazan ayına mahsus olmak üzere yatsı namazından sonra kılınan sünnet namazın her dört rekâtının sonundaki oturuş, "tervîha" olarak adlandırılmış; sonradan bu kelimenin çoğulu olan "teravih" sözü, Ramazan gecelerinde kılınan bu nafile namazın ismi olmuştur. Teravih namazı, sünnet-i müekkededir; orucun değil Ramazan ayının ve vaktin sünnetidir. Onun için, hasta ve yolcu gibi oruç tutmak zorunda olmayanlar için de teravih namazını kılmak sünnettir.

Peygamber Efendimiz Ramazan'da birkaç gece teravih namazı kıldırmış; daha sonra, teravihte cemaat farz kılınır da müslümanlar onu edaya güç yetiremezler endişesiyle yalnız kılmayı tercih etmiş; fakat, "Kim Ramazan namazını (teravih) inanarak ve sevabını Allah'tan umarak kılarsa onun geçmiş günahları bağışlanır." diyerek ashabını bu namaza teşvik etmiştir.

Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalatu vesselâm) bir başka hadis-i şeriflerinde teravih namazı kılmanın önemini ve sünnet olduğunu şöyle ifade buyurmuştur; "Allah Ramazan ayında oruç tutmanızı farz kıldı. Ben de Ramazan gecelerinde kıyam etmenizi (teravih namazı kılmanızı) sünnetim olarak teşvik ettim. Kim inanarak ve sevabını Allah'tan bekleyerek ihlas ile oruç tutar ve kıyam ederse (teravih namazı kılarsa) günahlarından arınır, annesinden doğduğu günkü gibi tertemiz olur."

Teravih namazının cemaatle kılınması kifaî sünnettir; yani, bir yerleşim yerinde en az bir mecliste cemaatle teravih namazının kılınması gerekir. İki rekâtta bir selâm vererek ikâme etmek en faziletli olanıdır. Aralarda çeşitli salat u selâmlar, Esmâ-yı hüsnâ ile müzeyyen niyazlar, "hizbu'l-hasin" ve "hizbu'l-masun" gibi dualar okunabilir.

Günümüzde bazıları Hazreti Aişe validemizden rivayet edilen bir hadisi esas alarak teravih namazının sekiz rekat olduğu üzerinde ısrarla durmaktadırlar. Ne var ki, İbn Abbas (radıyallahu anh) Peygamber Efendimiz'in Ramazan'da yirmi rekât ve vitir kıldırdığını rivayet etmiştir. Dahası, bu hususta sahabe efendilerimizin fiilî icması vardır. Nitekim, teravih namazı Hanefî, Şafiî, Hanbelî mezheplerine göre yirmi rekâttır. Malikî mezhebinde ise yirmi ve otuz altı rekât olduğu şeklinde iki görüş vardır; yirmi rekât olduğu fikri daha yaygındır. Binaenaleyh, çok yaşlı ve hasta kimseler, sadece sekiz rekata güç yetirebiliyorlarsa, hiç olmazsa o kadarını eda etmeli; ama gücü ve kuvveti yerinde olan mü'minler teravih namazını mutlaka yirmi rekat olarak ikame etmelidirler.

Ulema, teravih namazını Kur'an-ı Kerîm'i en az bir kere hatmederek kılmanın sünnet, birden fazla hatimle ikame etmenin ise bir fazilet olduğunu belirtmişlerdir. Selef-i salihin, Ramazan boyunca teravihte Kur'an'ın hepsini okumuş veya okuyan birinin arkasında namaz kılmışlardır. Ne var ki, daha sonraki dönemlerde cemaatin durumu nazar-ı itibara alınarak, teravih namazını insanları camiden uzaklaştırmayacak bir şekilde kıldırmanın daha uygun olduğu görüşü ağırlık kazanmıştır.

Teravih namazı kılınırken, ister kısa sureler okunsun isterse de hatim takip edilsin, ayetlerin tertil üzere okunması ve namazın da ta'dîl-i erkana riayet edilerek kılınması/kıldırılması gerekir. Yoksa yarış yapar gibi çok süratli bir şekilde ayetleri okumak, rüku ve secdeleri verip veriştirmek kat'iyen doğru değildir. Maalesef, son senelerde halk arasında "jet imam" tabir edilen kimseler türemiştir; teravih namazının ciddiyetine ve sıhhatine dokunacak manzaralar sergilenmektedir. Mü'minler, bu hususta temkinli davranmalı; teravih namazında ayetlerin tertil üzere okunmasına ve ta'dîl-i erkanın gözetilmesine dikkat etmelidirler.

Kur'an ayında, Kur'an sayesinde yeniden hayat bulabilmemiz için neler tavsiye edersiniz?

Bütün bir sene Kur'an'dan uzak kalmış olanlar bile Ramazan'ın nûrefşân ikliminde ciddi bir susamışlık içinde Kelam-ı İlahi'den kevser yudumlamaya koşarlar. Çünkü, bu gufran ayında, yaygın olarak her yerde yapılan bir âdet de mukâbeledir.

Kur'an'ın Allah tarafından indirildiği şekilde korunması, âyet ve sûrelerin tertibinin doğru olarak tesbit edilmesi ve bunun kontrolü için Hazreti Cibril (aleyhisselam) her sene Ramazan ayında, bir rivayete göre Ramazan ayının her gecesinde, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz'e gelirdi. Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehaya) Kur'an âyetlerini Cibril Aleyhisselam'a okurdu ve sonra da onun okuyuşunu dinlerdi.

İşte, Kainatın İftihar Tablosu ile Cibril-i Emin'in Kur'an-ı Kerim'i bu şekilde karşılıklı olarak okumalarına "mukabele" denilmiştir. Hem o mukaddes hatıraya saygının bir tezahürü olarak hem de Kur'an'ın Ramazan'da nazil olması ve özellikle bu ayda Kur'an okumanın kat kat mükâfatlandırılacağının müjdelenmesi sebebiyle, mü'minler Ramazan boyunca camilerde ve evlerde "mukabele" okumayı ve hatimler yapmayı güzel bir adet haline getirmişlerdir.

Selef-i salihin efendilerimiz Kur'an'ı her ay bir defa hatmetmeyi ona karşı vefanın alt sınırı kabul etmiş; ayda bir kez onu okumayanın ona karşı vefalı davranmamış ve onu terketmiş sayılacağını belirtmişlerdir. Bu açıdan, Ramazan'ın mübarek günlerini değerlendirerek ayda en azından bir defa Kur'an'ı hatmetmeye kendimizi alıştırmalıyız ki, bu bizim için bir başlangıç sayılsın ve hiç değilse bundan sonra Kelam-ı ilahîye karşı vefalı olabilelim.

Aslında, bilmeyenler her zaman onu öğrenme ve anlama peşinde olmalı, bilenler de bütün idrak ve ihsas güçlerini onu doğru öğretip doğru ifade etmede kullanmalı ve onun okunup anlaşılmasını daha bir yaygınlaştırmalıdırlar. Zira o, anlaşılmak ve anlatılmak için Allah rahmetinin insan akl ü idrakine en büyük armağanıdır. Onu okumayı öğrenip, manasını anlamak hem bir vazife hem de bir kadirşinaslık; anlatmaksa onun nuruna muhtaç gönüllere saygı ve vefanın ifadesidir.

Bu itibarla, Kur'an okumayı bilmiyorsak, Ramazan-ı Şerif'i vesile yaparak, hemen öğrenme yolları aramalı; Kelâm-ı ilahîyi okuyabiliyor ama anlayamıyorsak, bazı ayetlerin şerhlerini de ihtiva eden bir meale başvurmalı ya da daha da güzeli, ciddi bir tefsir kitabı mütalaa etmeli ve bu bir ayı gerçekten bir Kur'an ayı olarak değerlendirmeliyiz. Selef-i salihin efendilerimize ittibâen, can ü gönülden Kur'an'a yönelmeli, Kelâm-ı ilahîye karşı kalb kapılarını sonuna kadar açmalı ve "Cenâb-ı Hakk'ın marziyâtını kelâmından anlama" hususunda Ramazan'ın kudsiyetine yaraşır bir cehd ortaya koymalıyız.

Birer disiplin insanı haline gelebilmemiz için Ramazan ayının ne gibi katkıları olabilir? Ramazan-ı Şerif bizde ne türlü alışkanlıklar hasıl etmelidir?

Disiplin, frenkçe bir kelimedir; intizamın te'mini için uyulması gereken emir ve yasaklar, dengeli bir insan olabilmek için lazım gelen zihnî, ahlâkî, ruhî terbiye ve "düzen ruhu" manalarına gelmektedir. Disiplin insanı ise, belli kaide ve prensipler çerçevesinde yaşayan, tertip ve düzen hususunda hassas davranan insan demektir.

Aslında, bir mü'minin hayatı her zaman çok ahenkli olmalıdır. O, ne zaman ne yapması gerektiğini, nelerle meşgul olması ve hangi işlerle uğraşması lazım geldiğini önceden bilmeli ve ona göre davranmalıdır. Onun, hangi işi önce yapacağını belirleme ve bir programa göre çalışma niyeti haricinde "Acaba şimdi ne yapsam?" şeklinde bir düşüncesi olmamalıdır. O, hem Cenâb-ı Hakk'a karşı kulluk vazifelerini hem diğer insanlarla alâkalı sorumluluklarını hem de kendi şahsî işlerini ve bunlardan hangisini ne zaman yapacağını mutlaka önceden tayin etmeli; her haliyle bir düzen ve intizam örneği sergilemelidir. Haddizatında, ibadetler iş tanzimi ve vakit taksimi için çok önemli birer köşe taşıdır ve inanan insan çoğu zaman işlerini o ibadet takvimine göre ayarlar: "Öğle namazından sonra; akşam namazından önce.." diyerek gününü belli dilimlere ayırır ve hiçbir anını boş geçirmemeye çalışır.

Zamanın kıymetini bilen ve ömrü, değerlendirilmesi gereken çok önemli bir nimet olarak gören kimseler, yeme içmeden yatıp-kalkmaya kadar her şeyi zabt u rabt altına alırlar; hiçbir meselelerini dağınıklık içinde ve sürüncemede bırakmazlar. Onlar bilirler ki, hem insanların hem de kurumların en verimli oldukları anlar, en düzenli oldukları zamanlardır.

İşte, Ramazan ayı, yemek-içmek-uyumak gibi nefsin arzu ettiği şeylere karşı tavır belirleyerek, bunları ihtiyaç ölçüsünde ve hamd ü şükür duyguları içerisinde gidermek suretiyle hayatı disipline etmeyi öğretir. Nefsanî isteklere karşı, kalb ve ruh atmosferine sığınarak, vicdanı harekete geçirip iradeyi güçlendirerek sürekli istikamet üzere olabilmeyi ders verir.

Ramazan-ı şerif, insanın en zayıf damarlarından biri olan yeme-içme isteğini sınırlamayı ve kontrol altında tutmayı sağlar. Adeta bir beslenme disiplini talim eder. Evet, hayatı devam ettirebilmek için mutlaka yemeye, içmeye ihtiyaç vardır. Ne var ki, sağlık prensipleri hesaba katılmadan yenilip içilen her şey beden için zararlı olduğu gibi; midenin, kalbi ezecek kadar güçlenip insanı kalb ve ruhun derece-i hayatından hayvaniyet ve cismaniyet çukurlarına düşürmesi de bir felakettir. Evet, vakitli vakitsiz sürekli bazı şeyler yiyip içmek ve mideyi hep dolu bulundurmak, hem bedene zarardır hem de Cenâb-ı Hakk'ın hoşlanmadığı bir davranıştır.

Bu mübarek ay boyunca tutulan oruç, yemek vakitlerini belirleme, israftan ve mideyi tıka-basa doldurmaktan kaçınma, hem beden hem de ruh sağlığına zarar veren şeylerden uzak durma ve aynı zamanda mutlaka helâl dairesinde kalarak harama asla el uzatmama hususlarında temrinat yaptırır; Ramazanlaşan insanlara bu konularda disiplin ruhu kazandırır.

Ramazan, ondan nasiplenmesini bilen her insanı, seviyesine göre bir sadâkat eri haline getirir. Oruç tutan ve ondaki sırrı kavramaya çalışan bir mü'min, hem Hakk'a teveccühünde hem de halkla münasebetlerinde hep vefa ve sadâkat peşinde olur. O, sadece belli vakitlerde ibadet eden bir insan olmakla yetinmeyip, ubudiyet ufkuna yürür ve bütün gününü kulluk şuuruyla değerlendirir, her an ibadet ediyor olma duygusuyla yaşar. Dünyevî eğilimlerden ve cismanî temayüllerden birazcık sıyrılınca, kendini Cenâb-ı Hakk'a adama ve bir hakikat eri olma hedefi belirir önünde. Bu hedefe ulaşmak maksadıyla, Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle, hep Allah için düşünme, Allah için konuşma, Allah için muhabbet duyma, "lillah, livechillah, lieclillâh" dairesi içinde kalma ve her zaman Hakk'a müteveccih bulunma denemeleri yapar; bu denemeler neticesinde başarıyı yakalamaya her gün biraz daha yaklaşır. Derken, tam bir vefa ve sadâkat insanı olur.

Zaten oruç, vefa duygusunun en güzel bir alâmetidir. Zira o, Allah ile kul arasında yapılmış bir anlaşmadır: Kul, belirli süreler dahilinde, belirli şeylerden vazgeçer ve bu suretle ahdinde vefalı olduğunu gösterir; Cenâb-ı Hak da onun mükafatını bizzat Kendisinin vereceğini va'deder. Allah'a karşı vefalı davranan bir insan, zamanla ailevî ve içtimaî hayatında da tam bir "vefa abidesi" durumuna yükselir. Bu duyguyla, sıla-yı rahimi gözetir, herkese yardım eli uzatır; zekatını ödemekten asla kaçmaz, hatta sadaka vermeye ve infak etmeye hiç doymaz.

Hak'la münasebetin önemli bir şiarı da Kur'an okumak, dua dua Cenâb-ı Allah'a yalvarmak ve sürekli O'na teveccühte bulunmaktır. Ne var ki, Kur'an-ı Kerim'in işlemeli sandıklar ve ipekten kılıflar arasındaki hapsine son verip, onu dil ve gönüllere şeker-şerbet yapmak da pek çokları için bir manada ancak Ramazan-ı Şerifte mümkün olmaktadır. Bu kutlu ay, damaklara bir Kur'an tadı çalmakta ve insanlara bir evrad ü ezkar disiplini de aşılamaktadır.
İşte, bir ay boyunca, yeme-içmeden yatıp kalkmaya, ibadet ü taatten evrad ü ezkâra kadar hayatın hemen her alanıyla alâkalı bazı kaide ve kurallar çerçevesinde davranan, bir ölçüde disiplin ruhuna kavuşan ve düzenli yaşamaya alışan insanlar, Ramazan'dan sonra da aynı nizam ve intizamı korumalı, devam ettirmelidirler. Mesela, bir ayın her gecesinde uykuyu bölüp sahurun bereketinden istifade etmeye koşan, bu arada seccadeyle de bir vuslat yaşayan mü'minler, bu otuz geceyi bir temrinat süresi olarak değerlendirmeli ve artık senenin her gecesini bir vuslat koyu bilmeli, gecelerini hiç olmazsa bir kaç rekat teheccüd namazıyla aydınlatmalıdırlar.

Evet, bir disiplin insanı, nasıl yaşayacağını ve nerede nasıl davranacağını önceden belirler; belli prensipler çerçevesinde kendine bir rota çizer ve attığı her adımı bilerek atar. Bizim, tavır ve davranışlarımızın renk, desen ve çizgilerini de dinimiz çok önceden belirlemiştir. Mesela, Allah'a ve Rasûlü'ne iman bizim için en önemli esastır. Bu esas, sonraki adımlarımızın yönünü de tayin eden bir yol işaretidir. Biz, inandığımız Rabbimizi, rehber bildiğimiz Rasûl-ü Ekrem Efendimiz'i herkese anlatmakla mükellefiz. Dinimizi neşretmek bizim görevimizdir. Dolayısıyla, gönüllere girmeye çalışırız; çok güzel olan İslam'ın güzelliklerini sergilemek için onu güzelce temsil etmeye gayret gösteririz. Bu niyete matuf olarak, dinî kaynaklarımızın şekillendirdiği tavır ve davranışlarımızla insanların arasında bulunur; onlara kendi değerlerimizi tanıtırız. Gönül verdiğimiz hakikatleri herkese anlatmak için, şer'an katî haram olan meselelere girmeme kaydıyla, o mevzuda kullanılmasına cevaz verilen bütün vesileleri kullanır ve ne yapıp edip insanlarla iman hakikatleri arasındaki engelleri ortadan kaldırmak için çabalarız. Aynı zamanda, disiplin insanı olmakla kuralcı olmak arasındaki farka da dikkat eder; içinde yaşadığımız zamanın şartlarını göz önünde bulundurma, kendi kültür ortamımızın gerçeklerini gözetme ve devrin insanlarına onların anlayacağı bir dil ve üslupla hitap etme gibi hususlara da azami özen gösteririz.

Şayet, kendimizi Cenâb-ı Hakk'ın rızasına adamış ve o rızayı da Zât-ı Ulûhiyeti duyurmaya bağlamışsak, artık nerede olursak olalım, hangi şartlar altında bulunursak bulunalım, bizim için durmak, acizliğe düşmek ve mesuliyetten kaçmak söz konusu değildir. Zira, "Bahar gelsin, hava ısınsın, çiçekler açsın, bülbüller ötmeye başlasın... işte o zaman ben de şakırım!" şeklindeki bir düşünce bir disiplin insanının mülahazası olamaz. O kışta da şakımalıdır yazda da; baharda da güle türküler söylemelidir güzde de. O, her mevsime ve her döneme göre bir dil ve üslup tutturmalı, dilbeste olduğu hakikatleri terennüm etmekten asla geri durmamalıdır.

Tabii ki, böyle bir gönül yüceliği ve bu denli bir disiplin ruhu –hususî bir inayet olmazsa– bir anda kazanılmaz. O ufka ulaşmak, uzun bir zaman ve ciddi temrinat ister. Şu kadar var ki, Ramazan bir başlangıçtır ve o güzel hasletlere ulaşmak için çok bereketli bir ekim mevsimidir.

Aslında, inananlar için, insan ömrü bir Ramazan, büluğ çağı imsak vakti ve ölüm de iftar anıdır. Bir aylık Ramazan, bir ömür süren kulluk orucunun alıştırması gibidir. Otuz günde kazandığı güzel hasletleri hayat boyu devam ettirmesini bilenlerdir ki, onlar, burada biraz aç ve susuz kalmaya bedel, ötede "Kullarım, çok defa sizi renginiz kaçmış, benziniz sararmış-solmuş, gözleriniz içine çökmüş ve avurtlarınız çukurlaşmış olarak görüyordum. Buna Benim için katlanıyordunuz. O geçmiş günlerde takdim ettiklerinize bedel haydi bugün afiyetle yiyin, için." hitabını duyacak ve işte o gün asıl iftarı yapacaklardır.

Ramazan'da Mukabele ve Teravih

Ramazan'da Mukabele ve Teravih

Soru: Kur'an ayında, Kur'an sayesinde yeniden hayat bulabilmemiz için neler tavsiye edersiniz?

Cevap: Bütün bir sene Kur'an'dan uzak kalmış olanlar bile Ramazan'ın nûrefşân ikliminde ciddi bir susamışlık içinde Kelam-ı İlahi'den kevser yudumlamaya koşarlar. Çünkü, bu gufran ayında, yaygın olarak her yerde yapılan bir âdet de mukâbeledir.

Dünden Bugüne Mukabele

Kur'an'ın Allah tarafından indirildiği şekilde korunması, âyet ve sûrelerin tertibinin doğru olarak tesbit edilmesi ve bunun kontrolü için Hazreti Cibril (aleyhisselam) her sene Ramazan ayında, bir rivayete göre Ramazan ayının her gecesinde, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz'e gelirdi. Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehaya) Kur'an âyetlerini Cibril Aleyhisselam'a okurdu ve sonra da onun okuyuşunu dinlerdi.

İşte, Kainatın İftihar Tablosu ile Cibril-i Emin'in Kur'an-ı Kerim'i bu şekilde karşılıklı olarak okumalarına "mukabele" denilmiştir. Hem o mukaddes hatıraya saygının bir tezahürü olarak hem de Kur'an'ın Ramazan'da nazil olması ve özellikle bu ayda Kur'an okumanın kat kat mükâfatlandırılacağının müjdelenmesi sebebiyle, mü'minler Ramazan boyunca camilerde ve evlerde "mukabele" okumayı ve hatimler yapmayı güzel bir adet haline getirmişlerdir.

Selef-i salihin efendilerimiz Kur'an'ı her ay bir defa hatmetmeyi ona karşı vefanın alt sınırı kabul etmiş; ayda bir kez onu okumayanın ona karşı vefalı davranmamış ve onu terketmiş sayılacağını belirtmişlerdir. Bu açıdan, Ramazan'ın mübarek günlerini değerlendirerek ayda en azından bir defa Kur'an'ı hatmetmeye kendimizi alıştırmalıyız ki, bu bizim için bir başlangıç sayılsın ve hiç değilse bundan sonra Kelam-ı ilahîye karşı vefalı olabilelim.

Aslında, bilmeyenler her zaman onu öğrenme ve anlama peşinde olmalı, bilenler de bütün idrak ve ihsas güçlerini onu doğru öğretip doğru ifade etmede kullanmalı ve onun okunup anlaşılmasını daha bir yaygınlaştırmalıdırlar. Zira o, anlaşılmak ve anlatılmak için Allah rahmetinin insan akl ü idrakine en büyük armağanıdır. Onu okumayı öğrenip, manasını anlamak hem bir vazife hem de bir kadirşinaslık; anlatmaksa onun nuruna muhtaç gönüllere saygı ve vefanın ifadesidir.

Bu itibarla, Kur'an okumayı bilmiyorsak, Ramazan-ı Şerif'i vesile yaparak, hemen öğrenme yolları aramalı; Kelâm-ı ilahîyi okuyabiliyor ama anlayamıyorsak, bazı ayetlerin şerhlerini de ihtiva eden bir meale başvurmalı ya da daha da güzeli, ciddi bir tefsir kitabı mütalaa etmeli ve bu bir ayı gerçekten bir Kur'an ayı olarak değerlendirmeliyiz. Selef-i salihin efendilerimize ittibâen, can ü gönülden Kur'an'a yönelmeli, Kelâm-ı ilahîye karşı kalb kapılarını sonuna kadar açmalı ve "Cenâb-ı Hakk'ın marziyâtını kelâmından anlama" hususunda Ramazan'ın kudsiyetine yaraşır bir cehd ortaya koymalıyız.

Sünnet Uygun Teravih

Soru: Ramazan ayının önemli bir şiarı da teravih namazıdır. Teravih namazında nelere dikkat etmeliyiz?

Cevap: Teravih, Arapça'daki "tervîha" kelimesinin cem'î (çoğulu) olup "teneffüs etmek, ruhu rahatlatmak, bedeni dinlendirmek" gibi manalara gelmektedir. Ramazan ayına mahsus olmak üzere yatsı namazından sonra kılınan sünnet namazın her dört rekâtının sonundaki oturuş, "tervîha" olarak adlandırılmış; sonradan bu kelimenin çoğulu olan "teravih" sözü, Ramazan gecelerinde kılınan bu nafile namazın ismi olmuştur. Teravih namazı, sünnet-i müekkededir; orucun değil Ramazan ayının ve vaktin sünnetidir. Onun için, hasta ve yolcu gibi oruç tutmak zorunda olmayanlar için de teravih namazını kılmak sünnettir.

Peygamber Efendimiz Ramazan'da birkaç gece teravih namazı kıldırmış; daha sonra, teravihte cemaat farz kılınır da müslümanlar onu edaya güç yetiremezler endişesiyle yalnız kılmayı tercih etmiş; fakat, "Kim Ramazan namazını (teravih) inanarak ve sevabını Allah'tan umarak kılarsa onun geçmiş günahları bağışlanır." diyerek ashabını bu namaza teşvik etmiştir.

Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalatu vesselâm) bir başka hadis-i şeriflerinde teravih namazı kılmanın önemini ve sünnet olduğunu şöyle ifade buyurmuştur; "Allah Ramazan ayında oruç tutmanızı farz kıldı. Ben de Ramazan gecelerinde kıyam etmenizi (teravih namazı kılmanızı) sünnetim olarak teşvik ettim. Kim inanarak ve sevabını Allah'tan bekleyerek ihlas ile oruç tutar ve kıyam ederse (teravih namazı kılarsa) günahlarından arınır, annesinden doğduğu günkü gibi tertemiz olur."

Teravih namazının cemaatle kılınması kifaî sünnettir; yani, bir yerleşim yerinde en az bir mecliste cemaatle teravih namazının kılınması gerekir. İki rekâtta bir selâm vererek kılınması en faziletli olanıdır. Aralarda salat u selâm, esma-ı ilahî ve "hizbu'l-hasin", "hizbu'l-masun" gibi dualar okunabilir.

Günümüzde bazıları Hazreti Aişe validemizden rivayet edilen bir hadisi esas alarak teravih namazının sekiz rekat olduğu üzerinde ısrarla durmaktadırlar. Ne var ki, İbn Abbas (radıyallahu anh) Peygamber Efendimiz'in Ramazan'da yirmi rekât ve vitir kıldırdığını rivayet etmiştir. Dahası, bu hususta sahabe efendilerimizin fiili icması vardır. Nitekim, teravih namazı Hanefî, Şafiî, Hanbelî mezheplerine göre yirmi rekâttır. Malikî mezhebinde ise yirmi ve otuz altı rekât olduğu şeklinde iki görüş vardır; yirmi rekât olduğu fikri daha yaygındır. Binaenaleyh, çok yaşlı ve hasta kimseler, sadece sekiz rekata güç yetirebiliyorlarsa, hiç olmazsa o kadarını eda etmeli; ama gücü ve kuvveti yerinde olan mü'minler teravih namazını mutlaka yirmi rekat olarak ikame etmelidirler.

Ulema, teravih namazını Kur'an-ı Kerîm'i en az bir kere hatmederek kılmanın sünnet, birden fazla hatimle ikame etmenin ise bir fazilet olduğunu belirtmişlerdir. Selef-i salihin, Ramazan boyunca teravihte Kur'an'ın hepsini okumuş veya okuyan birinin arkasında namaz kılmışlardır. Ne var ki, daha sonraki dönemlerde cemaatin durumu nazar-ı itibara alınarak, teravih namazını insanları camiden uzaklaştırmayacak bir şekilde kıldırmanın daha uygun olduğu görüşü ağırlık kazanmıştır.

Teravih namazı kılınırken, ister kısa sureler okunsun isterse de hatim takip edilsin, ayetlerin tertil üzere okunması ve namazın da tadil-i erkana riayet edilerek kılınması/kıldırılması gerekir. Yoksa yarış yapar gibi çok süratli bir şekilde ayetleri okumak, rüku ve secdeleri verip veriştirmek kat'iyen doğru değildir. Maalesef, son senelerde halk arasında "jet imam" tabir edilen kimseler türemiştir; teravih namazının ciddiyetine ve sıhhatine dokunacak manzaralar sergilenmektedir. Mü'minler, bu hususta temkinli davranmalı; teravih namazında ayetlerin tertil üzere okunmasına ve tadil-i erkanın gözetilmesine dikkat etmelidirler.

Ramazan'ın Bereketi

İçinde bulunduğumuz bu mübarek ayı en güzel şekilde değerlendirmek için Ramazan ve oruçla alakalı yazılan makaleler tekrar okunabilir. Özellikle "Ramazan Risalesi", üzerinde dikkatle durularak ve müzakere edilerek okunmalıdır. Fakat, siz sorduğunuz için ben de aklıma ilk gelen birkaç hususu tekrar edeyim:

Kendine Yazık Eden Üç Kişi

Bir hadis-i şerifte anlatılır ki: Peygamber Efendimiz bir keresinde minbere çıkıyordu. Merdivenden yukarı çıkarken birinci basamakta "amin!" dedi. İkinci basamakta yine "amin!" dedi. Üçüncü basamakta bir kere daha "amin!" dedi. Hutbeden sonra, sahabe efendilerimiz "Bu sefer senden daha önce duymadığımız bir şeyi duyduk yâ Rasûlallah! Eskiden böyle yapmıyordunuz, şimdi minbere çıkarken üç defa "amin" dediniz. Bunun hikmeti nedir?" diye sordular. Peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular: "Cebrâil aleyhisselam geldi ve ‘Anne-babasının ihtiyarlığında onların yanında olmuş ama anne-baba hakkını gözetmemiş, onlara iyi bakarak mağfireti yakalama gibi bir fırsatı değerlendirememiş kimseye yazıklar olsun, burnu yere sürtülsün onun!' dedi, ben de 'amin!' dedim. Cebrâil, 'Yâ Rasûlallah, bir yerde adın anıldığı halde, Sana salât ü selâm getirmeyen de rahmetten uzak olsun, burnu yere sürtülsün!' dedi, ben de ‘amin' dedim. Ve son basamakta Cebrâil, ‘Ramazana yetişmiş, Ramazanı idrak etmiş olduğu halde Allah'ın mağfiretini kazanamamış, afv ü mağfiret bulamamış kimseye de yazıklar olsun, rahmetten uzak olsun o!' dedi, ben de ‘amin' dedim."

Hadiste geçen "ragime enfuhû" ifadesi bir idyumdur, dilin kendi yapısına has bir deyimdir ve Türkçe'de onu net ve tam olarak karşılayacak bir kelime yoktur. Belki, "burnu yere sürtülsün, canı çıkası, kahrolası" gibi manalara gelmektedir. Evet, Efendimiz buyuruyor ki: Biri, anne ve babasını idrak etti, yetişti onlara ama, onlara karşı vazife ve sorumluluğunu yerine getirmek suretiyle Cennet'e girme gibi bir fırsatı değerlendiremedi; ikincisi, ben anıldım, cimrilik yaptı, bana salât ü selâm getirmedi; üçüncüsü, Ramazan-ı Şerif'i idrak etti, Cenâb-ı Hakk'ın gufrân ayında gufrâna mazhar olamadı. İşte, bu üç kişi ya da onlarla aynı vasıfları paylaşan kimseler Cebrail aleyhisselam'ın dilinden "burunları yere sürtülsün, uzak olsunlar, canları çıksın" itabına uğruyorlar.

Bu üç meselenin faslı müştereki şudur: Cenab-ı Hakk bir kısım külfet ve zorluk da ifade eden bu üç sorumluluğu yüklüyor. Fakat, onlardaki esas, ilâhî hikmet ve gaye kulun gufrâna mazhar olması, affedilmesidir. Ne var ki kul, oradaki o vazifeyi, o sorumluluğu yerine getirmediği için öyle bir nimetten tam istifade edemiyor. Yani, nasıl Üstad hazretleri diyor: "İhsân-ı ilâhî olarak bu hizmet üzerimize yüklenmiş." Öyle de, ihsân-ı ilâhî olarak insan anne va babasını idrak etmiş; ihsân-ı ilâhî olarak nâm-ı Celîl-i Muhammedî onun yanında yâd edilmiş ve ihsân-ı ilâhî olarak Ramazan-ı Şerif'e erişmiş. Fakat bu nimetlerin, bu ihsanların kadrini bilememiş. Oysa ki bunlar, ibadet ü tâate paçanın tam sıvanacağı, Allah'tan sonra anne-babaya itâate paçanın tam sıvanacağı, tam Peygambere karşı kadirşinaslık vazifesi adına paçanın sıvanacağı.. fırsatlar gelmişken kapısının önüne kadar, o fırsatları değerlendirmemiş, dolayısıyla da "burnu yere sürtülsün, yazıklar olsun" itabını hak ediyor.

Ramazan-ı Şerif orucu çok önemli bir ibadettir. Belki namazla beraber umumiyet itibariyle Kur'an-ı Kerim'de otuz küsur yerde zekat zikrediliyor ama -bildiğiniz gibi- oruç için de Kur'an-ı Kerim'de sayfalar ayrılmış. Ve değişik cezalarda kefaret olarak aynı zamanda oruç takdir edilmiş. Bazı suçlara karşılık 60 gün, 10 gün, bazen de 3 gün oruç kefareti emredilmiş. Demek ki o, günahları, hataları eriten çok önemli bir faktör, insanı temizleyen ve yükselten bir unsur.

Hâlis Oruç

Aslında, Ramazan-ı Şerif doğrudan doruya o türlü şeylere de ta'lik edilmeyerek Cenab-ı Hakk'a karşı bir vazife olarak, taabbudîlik mülahazasıyla eda edilmesi gereken bir ibadettir. Onda da mutlaka bir kısım hikmetler ve maslahatlar bulunabilir. Fakat aslında taabbudî olan ibadetlerle, Allah, kendi nazar-ı uluhiyetinde bir kulun kıvamı adına neyi görmek istiyorsa, onun Cennet'e girmesi ve ebedî saadeti ihraz etmesi adına ne ölçüde bir kıvama ihtiyaç varsa onları hasıl ediyor. Bunlara, avamca ifadesiyle, insanın Allah'a yakın olmaya liyakat kazanması, Cennet'e ve ebedî saadete ehil hale gelmesi için va'z edilmiş ibadetler de diyebilirsiniz. Dolayısıyla bunlarda, dünyadaki faydalar, bir kısım maslahatlar, hikmetler de sezilse, görülse bile esas bizim göremediğimiz, bilemediğimiz daha derin tesirler, neticeler vardır. Yani bunlar, fânî olan insanı, ebediyete ehil hale getiriyor. Allah'la arasında 70 bin perde olan, O'nu görmesi mümkün olmayan insanı, Allah'ı görecek keyfiyete yükseltiyor. Dünyada neyi verirse versin, Allah'ın rızasını peyleyecek kadar servete sahip olmayan bir insana, Allah'ın rızasını kazandırıyor. İşte Ramazan orucuna da bakarken başta bu mülahazayla bakmak lazım. Yani insanın liyakatı adına bir fırsat, Cennet'e ehil hale gelmesi adına bir imkan, Cemâlullah'ı müşahede etmek için gerekli olan kıvamı ihraz etme yolunda çok önemli bir nimet.

Ayrıca, Allah teâlâ orucu nasıl va'z etmişse, neye "oruç" diyorsa orucu öyle tutmak icab eder. İşte Ramazan-ı Şerif'ten beklenen neticeyi kazanması ve kendisine "yazıklar olsun" denmemesi için, insanın yeme-içmeden kendisini alıkoyduğu gibi aynı zamanda, ağzını da münasebetsiz, manasız, yakışıksız, hele buhtan gibi, gıybet gibi şeylerden mutlaka uzak tutması lazım. Hatta gereksiz şeylerden, yani kesret-i kelamdan uzak tutması, ağzını hayırla açıp-kapaması lazım. Her zaman tekrar edegeldiğimiz ifadeyle; dilini sohbet-i Cânân'la süslemesi lazım. Gözlerini keza öyle kontrol altına alması lazım. Yasağa bakmaması, baktığı şeyleri iyi görmesi, iyi yorumlaması, her şeyden iyi manalar süzmesi, iyi manalar sağması lazım. Evet, bir mü'min, mâlâyâniyât, lağviyât ve lehviyâttan da kulaklarını uzak tutmalı, onları da Kur'an'a, sohbetlere ve güzel sözlere açmalı. Böylece ağzına ve batnına oruç tutturduğu gibi, –tabiri diğerle– yeme-içmeden kendisini kestiği gibi, başka zaman da mahzurlu olan şeylere karşı kapanmalı, hatta mahzuru olmasa bile faydasız olan şeylere de yanaşmamalı.. onları da lağviyât ve lehviyât saymalı, içine düşmemeli. Böylece eskilerin tabiriyle bütün âzâ u cevârihine oruç tutturmalı. Havâss-ı zahire ve bâtınasına oruç lezzetini tattırmalı.

Diğer taraftan, oruçta hulûs çok önemlidir. Kul, oruç tutarken hulûs içinde olmalı, yani onu Cenâb-ı Hakk'ın kendisine armağan etmiş olduğu bir hediye gibi telakki etmeli ve katiyen onun içine Rabbin rızasından başka bir şey karıştırmamalıdır. Dahası, sürekli "Orucumu tam tutamadım, onu hakkıyla eda edemedim, Ramazan'ın hakkını veremedim" mülahazası içinde bulunmalıdır. Yoksa, bir şey yapıyor gibi çalıma girme, hatta başkalarına "şöyle tutuyorum, böyle tutuyorum" gibi caka yapma.. "Geceleri kalkıp şunu yapıyorum, bunu yapıyorum" diyerek süm'a ve riyalara girme, ibadetlerinin güya derinliğini ihsasta bulunma.. bunlar ihlasa manidir ve o orucu da, onu tutanı da malum hadis-i şerifin tehdit sınırlarına girdirir: "Nice oruç tutanlar vardır ki, yemeden içmeden kesilmeleri onların yanına açlık ve susuzluktan başka kâr bırakmaz." Öyleyse, orucun aynı zamanda bütünüyle Cenâb-ı Hakk'a, O'nun rızasına bağlanması lazımdır. Ve zaten sizin, orucu, O'ndan alıp kendinize mal etmeniz, onunla Allah'ın rızasının dışında bir kâr elde etmeye çalışmanız onun va'z ediliş hikmetine de aykırıdır. Çünkü Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki: "es-Savmu lî ve Ene eczî bih- Oruç sırf Benim rızam için tutulur, onun mükafatını da bizzat Ben takdir eder, veririm."

Evet, her ibadetin dünyada bir kısım faydaları, maslahatları, hikmetleri görülebilir. Meselâ, zekat bir köprü, fakir sınıfla zengin sınıf arasında bir irtibat vesilesi olabilir. Mesela, insan hacca gider, hac aynı zamanda çok geniş bir kongredir; o toplantılarda dünyevi bazı şeyler hâsıl olabilir... Fakat orucun dışa vuran böyle bir yanı yoktur, o tamamen Allah'a aittir. Mükafatı da mağfirettir. Peygamber Efendimiz buyururlar ki, "Men sâme Ramadâne îmânen, vehtisâben gufira lehu mâ tekaddeme min zenbihi – Kim sevabına inanarak ve ecrini Allah'tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa onun geçmiş günahları affedilir." Evet, şayet her sene tutulan oruçla insanın geçmiş günahları affediliyorsa, insan son tututuğu oruçla son işlemiş olduğu günahlardan da affedilmiş ve temizlenmiş olarak Allah'ın huzuruna gider. Ve böyle bir insan kazanmıştır, Ramazan'ı değerlendirmişir. Dolayısıyla onun burnu yere sürtülmez ne burada, ne kabirde, ne de mahşerde... İsterseniz, bu mekanlarda, bu konaklarda herhangi bir derbederliğe maruz kalmaz da diyebilirsiniz.

Ramazan ve Ribât

Bir diğer mevzu, oruçla -Hazreti Üstad'ın Ramazan risalesinde ifade ettiği gibi- nefsin terbiyesi de hedeflenmelidir. Oruç tutan bir mü'minin "Ben biraz daha gemini çekeyim bu nefsimin, bunu biraz daha Cenâb-ı Hakk'a yönlendireyim, tevcih edeyim. Onu kıllet-i kelâma, kıllet-i taâma, kıllet-i menâma alıştırayım. Bir seyr-i süluk ü ruhanîde, çile yoluyla elde edilen meziyet, fazilet ve derecât ne ise onları elde etmeye çalışayım." demesi ve Ramazanı aynı zamanda bir riyâzat mevsimi olarak görmesi lazımdır. Zaten riyâzatın bir oruç yanı da vardır. Riyazatta esas olan, aç-susuz durma, yememe, içmeme, hatta her gün bir yudum veya iki yudum su içme.. bazen yemeği öyle azaltma ki, haftada bir, birkaç lokma, ölmeyecek kadar yeme ve kırk gününü böyle geçirme. Olmadıysa ikinci erbaînini, hatta üçüncü erbaînini öyle geçirme. Bunlar bir nevî ruha kendi gücünü kazandırma adına yapılan şeyler. Bunlarda marz-ı ilâhî esas alınmazsa, Allah rızası hedef olmazsa o zahmetlere, sıkıntılara katlanmak da çok faydasız olur. İnsan, gerçekten bir kısım hârikulade şeylere mazhar olabilir; metafiziğin, fiziğe hükmettiğini görebilir, bir nazarla şuradaki mangalı havalandırabilir. Fakat bunların hiçbiri Allah nezdinde hiçbir şey ifade etmez. Evet, nefsin gemlenmesi, frenlenmesi bakımından oruç ciddi bir dinamiktir. Onun içindir ki, ehlullah sürekli riyâzat yaparak rûhî formlarını korumaya çalışmışlardır. Yogilerin aç-susuz durmakla rûhî güç ve kuvvetlerini kazandıkları, bazı mistiklerin nefislerine bir kısım eza ve cefa çektirmek suretiyle belli nisbette rûh yüceliğine ulaştıkları da öteden beri bilinen bir vakıadır. Ama ne yoginin ne de mistiklerin o yaptıklarıyla ahiret adına elde edecekleri hiçbir şey yoktur. Zira aç ve susuz kalma ve riyâzat yapma ancak ibadet niyetiyle yapılırsa bir değer ifade eder. Allah'ın rızası, ibadetleri Allah'ın rızasını tahsile bağlamakla elde edilir. İşte, Ramazan orucunda ehlullahın riyâzatla elde ettikleri şeyleri elde etme potansiyeli de vardır. Ramazan, aynı zamanda bir riyâzattır.

Ramazan orucu vesilesiyle, adetleri, tiryakilikleri terketmek ve bir manada bağımsız yaşamak da mümkündür. Biz nefsimizi açlığa, susuzluğa alıştırınca cebrî öyle bir şeye maruz kaldığımız zaman da su-i îtiyâdımızdan dolayı hemen çarçabuk pes etmeyiz. Eskiler şöyle derlerdi: "Terku'l-âdât mine'l-mühlikât – Adetleri, tiryakilikleri terketmek helak eden, öldüren faktörlerdendir." Yeme-içmeye alışırsın, farklı şeyleri yemeye, değişik meşrubat içmeye alışırsın. Oysa ki bir müslüman, -farklı zamanlarda da ifade edildiği gibi- bir komando misal en ağır şartlarda bile yaşamaya kendisini alıştırmalı. İşte Ramazan bize bunu da tâlîm ediyor.

Hele neslin ıslahı için bir oraya bir buraya koşup duran kudsîlere Ramazan kim bilir ne hediyeler ne hediyeler takdim ediyordur. Dine ve millete hizmet yolunda sahur, iftar demeden seyr u seferler yapan kutlular kim bilir Ramazanda nasıl binlerce senelik semere elde ediyorlardır. Ben kendi nefsimden demiyorum bunları, bakın Übey İbnu Ka'b radıyallahu anh ne diyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Allah rızası düşüncesiyle Ramazan ayı dışında müslümanlara gelmesi muhtemel tehlikeleri savmak için, sevap umuduyla bir günlük ribât, sevap yönüyle yüz yıllık oruçlu, namazlı ibadetten hayırlıdır. Müslümanların selameti, huzur ve sükunu adına, Ramazan ayında Allah rızası için bir günlük ribât Allah indinde, orucuyla namazıyla bin yıllık ibadetten daha hayırlı, sevapca daha büyüktür. Eğer Allah onu sağ-salim ailesine kavuşturursa, bin yıl ona bir tek günah yazılmaz, sadece haseneleri yazılır ve kendisine Kıyamete kadar ribât sevabı akıtılır." Evet, ribat, din ve milletin başına gelmesi muhtemel bela ve musibetler karşısında tetikte olma, inandığı davanın gereğini eda etme, kısacası "adanmışlık" vasfını ortaya koyma demektir. Adanmış bir insanın hedef ve gayesi uğrunda atacağı her adım ona ribat sevabı kazandıracaktır. Ya bu sevap bir de Ramazan ayının bereketine göre olursa!.. Herkes elde edebilir mi böyle bir mükafatı? Evet, kalbindeki hulûsa, niyetindeki derinliğe ve Allah'la olan irtibatının seviyesine göre herkes bu mükafattan istifade edebilir. Hadis-i şerifte bir ufuk gösterilmektedir. Sevabı tam kazananın hâli odur, ama herkes onun kadar olmasa da kendi seviyesine göre aynı semereden nasiptar olur.

Ramazan ayının kardeşliğe, dostluğa bakan bir yanı da vardır. İnsan oruç vesilesiyle düşünür: "Hiç yiyecek bulamayanların, yiyemeyenlerin, içemeyenlerin hâli nicedir acaba?" Onların durumunu açken çok daha iyi duyarsınız, anlarsınız. O da sizin semâhât, cömertlik hislerinizi şahlandırır. Onun için, millet bu hususu işleye işleye zamanla âdet haline de getirmiş; öyleki sanki yapmaları gerekli olan o değişik hayır, hasenat, himmet, zekat ve sadakanın mutlaka Ramazan-ı Şerif'te yapılması lazımmış gibi, cömertlik hislerinin tetiklenmesini bile beklemeden yapıyorlar. İşte görüyorsunuz, sadaka veriyorlar, sadaka taşları kuruyorlar. Şimdilerde sadaka taşları yerine çadırlar kuruyorlar. Diyorlar ki, "Allah'ın ikram sofraları açılmış yağmadır gelen alsın!" Belki gerçekten de Allah tarafından tetikleniyor insanların bu semâhât hisleri, hayır duyguları. Fakat belki de millet işleye işleye artık onu tabiatları haline getirmiş.

Bütün bunlar, Ramazan'ın bereketi. Ramazan'la gelen ve potansiyel olarak Ramazan'da bulunan bu fırsatları değerlendiren bir insan, Ramazan geçince hayıflanmaz. Çünkü o burnunun yere sürtülmesine mâruz kalmayacak, kendisine "veyh" çekilmeyecek bir insan kıvamını kazanır. O, Ramazan ayını iyi değerlendirmiş ve Cenabı Hakk'ın mağfiretine mazhar olmuştur.. iki sevinçten birini her akşam iftar sofrasında yaşamıştır.. diğerini de, Rabbine kavuştuğu an tadacaktır.

Realiteler, Sebepleri Yerine Getirme ve Izdırap

Soru:Karşılaşılan problemlerin çözümünde realiteleri görmenin ve sebepleri yerine getirmenin yanında ızdırabın etkisi nedir? Bunlar arasında nasıl bir ilişki vardır?

Cevap: Gerek şahsî hayatımızda gerekse toplum çapında karşı karşıya kaldığımız problemlerin çözümü adına yapılması gereken öncelikli iş, mevcut durumun doğru okunarak hastalığın iyi teşhis edilmesidir. Eğer kuyunun dibinde bir hayat yaşamasına rağmen bir insan kendisini ferah-feza iklimlerde görüyorsa oradan kurtulması çok zordur. Çünkü böyle bir kişi, içine düştüğü perişaniyetten ötürü ızdırap duymayacak, yanık bir gönülle Allah’a yönelmeyecek ve oradan kurtulma adına atması gerekli olan adımları da atmayacaktır.

Buna karşılık nasıl bir çukurun içinde bulunduğunu bilen ve bundan rahatsız olan bir insan bir taraftan ıztırar ve çaresizlik hâliyle Allah’a yönelecek, diğer yandan da bundan kurtulma adına ne yapması gerekiyorsa onu yapacaktır. Yerine göre kuyunun dışındakilerden yardım isteyecek ve kendisine salınan ip veya kovaya tutunacak, yerine göre de pençeleriyle ayaklarını basacağı yerler kazacak ve oradan çıkmaya çalışacaktır. Netice itibarıyla Allah, kendisine gönülden teveccüh eden ve bütün sebepleri yerine getirmeye çalışan böyle bir kulunu yardımsız bırakmayacak, nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyetin tecelli etmesiyle onu sahil-i selamete çıkaracaktır.

Kuyu İçindekiler ve Dışındakiler

Bu açıdan öncelikle yapılması gerekli olan iş, durumu iyi tahlil etmek; kuyunun dışı neresidir, içi neresi, bunu çok iyi belirlemek; ideal olanla buna aykırı olanı ayırt edebilmektir. Hemen ifade etmek gerekir ki bizim için ideal olan dönem, hakiki mânâda İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem), ideale en yakın olanı da Raşit Halifeler’in yaşadığı dönemdir. Daha sonraki dönemlerde de yer yer zılliyet plânında böyle dönemler yaşanmıştır. Meselâ Emevilerdeki Ömer İbn Abdülaziz dönemi ile Abbasilerdeki Hâdî, Mehdî ve Harun Reşit dönemleri bunlardandır. Zılliyet plânında ideale en yakın hayatın en uzun sürdüğü zaman dilimi ise Osmanlılar döneminde yaşanmıştır. Onlar, hiçbir İslâmî devlete nasip olmayan, belki yüz elli veya iki yüz sene zılliyet planında ideal veya ideale çok yakın bir hayat yaşamışlardır.

İşte bunlar dışarının güzelliklerini iliklerine kadar duyup hissettikleri için bir çukura düşmenin veya kuyu dibinde yaşamanın nasıl tahammül edilmez bir felâket olduğunu anlayabilirler. Onlar yitirdikleri Cennet’le aralarına bir metre mesafe girdiğinde, sahip oldukları değerlerin bir metre ötesine düştüklerinde bunu rahatlıkla hissedebilirler.

Başkaları ise o Cennet gibi hayatı duyup hissetmediklerinden, Cennetlerinden uzaklaştırılmanın ve kendi değerlerini yitirmiş olmanın farkına varamaz ve bunun ızdırabını duyamazlar. Onlar, bir dönemde hislerimizin, aşk u heyecanlarımızın, gözyaşlarımızın nasıl çalındığından ve bizim manevî açıdan nasıl züğürt bırakıldığımızdan da habersizdirler. Çünkü onların şahit oldukları camiler aşk ve heyecanla dolup taşan mekânlar değildir. Aynı zamanda onlar mektebin insanı nasıl Allah’a yükselten bir miraç hâline geldiğini hiç görememiş, sokağın nezahetine şahit olamamış, dolayısıyla da böyle bir hayattan mahrum kalmışlardır. Bu mahrumiyet ise onların içinde bulundukları çukuru görmelerine engel olmuştur.

Bu mahrumiyeti aşmanın ve realiteleri görmenin yolu ise idealimizdeki hayatın yaşandığı çağa gitmek ve o çağı bütün renk, desen ve şivesiyle görüp anlamaya çalışmaktır. Eğer siz Efendimiz’i çok iyi tanır, Efendimiz’den O’nun has arkadaşlarına yürür ve onların yaşadıkları zamanı bütün boyutlarıyla kavrarsanız, kendi durum ve konumunuzu doğru değerlendirebileceğiniz bir ölçüye sahip olmuş olursunuz. Esasen nasıl bir eğrilik içinde bulunduğumuzu anlamanın yolu da buradan geçer. Eğer düşünce ve hareket dünyanızın sıhhatini kontrol edebileceğiniz bir endazeniz veya bir mihenk taşınız varsa, kayma ve sapmalarınızı rahatlıkta tespit edebilir ve nasıl bir durumda bulunduğunuzun farkına varabilirsiniz.

Evet, yaşadığımız perişaniyetten kurtulmak istiyorsak öncelikli olarak devr-i risaletpenahiyi çok iyi hazmetmeliyiz. Öyle ki açlığımızı ve susuzluğumuzu onunla gidermeli, aşk u iştiyakımızı onunla kamçılamalı, Allah’a karşı alâkamızı onunla coşturmalıyız. Bunu başarabilir ve yaşadığımız çağa bu pencereden bakabilirsek yuvanın nasıl derbeder ve perişan hâle geldiğini, sokağın nasıl berbat edildiğini, eğitim müesseselerinin yüzüne bakılacak hâllerinin kalmadığını ve hatta insanların şahlanıp kanatlanacakları mekânlar olan mabetlerin bile lâl kesildiğini görebiliriz. Zira ne orada konuşanlar ciddi bir şey söylüyor ne de orada ibadet edenler ne yaptıklarının farkındalar. İşte bu hakikati gören insanlar kuyunun dışını iyi resmetmeli ve aynı zamanda içinde bulunduğumuz hâli de güzel dramatize etmeliler ki, günümüz insanlarının gözünü hakikate açabilsinler. Açsınlar ki onlar da kendi hâllerine bakıp, “Ne perişan hâldeymişiz!” diyebilsinler.

Muztarrın (Çaresiz Kalmış İnsanın) Duası

Bu başarılabilir ve insanlara nasıl bir kuyunun içinde yaşadıkları gösterilebilirse onlar da ıztırar (çaresizlik) ruh hâliyle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh edecekler ve O’ndan yardım talebinde bulunacaklardır. Kur’ân-ı Kerim’de yer alan, أَمَّنْ يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ “Çaresiz kalıp inleyenin duasını kabul edip sıkıntılarını gideren Allah’tan başka kim olabilir?” (Neml sûresi, 27/62) âyet-i kerimesi, muztarrın duasının kuvvetle kabule karin olduğuna işaret etmektedir.

Peygamber hayatlarına bakıldığında bunun pek çok örneğini görmek mümkündür. Mesela Yunus İbn Metta (aleyhisselâm), balığın karnına düştüğünde, لَا إِلَهَ إِلَّا أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ “Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendime yazık ettim.” (Enbiyâ sûresi, 21/87) sözleriyle durumunu Allah’a arz etmiştir. O, “Balığın karnından, denizin karanlıklarından ve havanın zulmetinden beni kurtar.” demek yerine meseleyi Allah’a havale etmiştir. Kendine düşeni yapıp ıztırar hâliyle Allah’a tam teveccüh edince nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyet zuhur etmiştir. Yani Cenâb-ı Hakk’ın celâlî tecellilerinin söz konusu olduğu bir yerde, Hz. Yunus’un şahsî durumuna göre O’nun cemalî tecellisi zuhur etmiştir. Arkasından kavminin arasına döndüğünde ise Kur’ân’ın ifadesiyle yüz binden ziyade insan kendisine iman etmiştir. (Sâffât sûresi, 37/147-148) Demek ki o, kavminin arasından Cenab-ı Hak’tan bir işaret gelmeden ayrıldığı için balığın karnına düşmüş olsa da bunun kefaretini tam olarak yerine getirmiş ve Allah’a gönülden yakarışta bulunmuştur.

Aynı şekilde İnsanlığın İftihar Tablosu, Mekke-i Mükerreme’den ayrılıp Medine’ye doğru yola çıktığında müşrikler de O’nu takibe koyulmuşlardı. O ise Sevr sultanlığına sığınmıştı. (O’na karşı saygısızlık olacağını düşündüğüm için sığınma ifadesini kullanmaktan da fevkalâde rahatsız oluyorum. Çünkü O, ne Sevr sultanlığına ne Hira sultanlığına ne de Medine sultanlığına sığınmaz. O, sadece Allah’a sığınır. Esasında O’nun yaptığı, iradesinin hakkını verme ve sebeplere riayet etme adına bir iz kaybettirmeden ibarettir.) O’nun burada nasıl dua ettiğini bilmiyoruz. Fakat demek ki önemli bir şey dedi ve Allah’a tam bir teveccühte bulundu ki Allah O’nu çok küçük sebeplerle müşriklerden korudu.

Hz. Yusuf’un kuyuya salınan bir iple oradan kurtulmasına veya Hz. Musa’nın asâsını vurmasıyla denizin ikiye yarılmasına da bu açıdan bakabilirsiniz. Kur’ân-ı Kerim onların duaları hakkında bir bilgi vermiyor. Fakat bu yüce nebilerin, sebeplerin bütün bütün tükendiği bir noktada, bütün benlikleriyle Allah’a yöneldiklerinde ve içten O’na yakarışta bulunduklarında şüphe yoktur. Neticede bütün bu durumlarda nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyet zuhur etmiş ve bu kutlu nebiler Allah tarafından gönderilen bir kurtuluşa mazhar olmuşlardır.

Nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyetin zuhur etmesi, bir şahsın konum ve durumuna veya maruz kaldığı andaki ihtiyacına göre Allah tarafından cemalî ve rahmanî tecellilerin gelmesi ve böylece muztar durumda kalan kişinin sahil-i selamete çıkması demektir. Fakat bunun gerçekleşmesi için, kişinin maruz kaldığı felâketi görmesi ve bunun karşısında çaresizliğini hissetmesi, ardından da bütün benliğiyle Allah’a yönelmesi gerekir. Dolayısıyla bu bir yönüyle iyiyle kötüyü, karanlıkla aydınlığı birbirinden ayırmaya ve ışık iştiyakıyla karanlıkta dert yanmaya bağlıdır.

Sebeplere Riayet

Maruz kalınan olumsuzlukların farkına vardıktan sonra ıztırar hâliyle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmenin yanında iradenin hakkının verilmesi ve sebeplere riayet edilmesi gerekir. Çünkü bu, Cenâb-ı Hakk’ın her şeyi kuşatan iradesine, meşietine ve muhit kudretine önemli bir çağrıdır. Dolayısıyla sebepler bizi içinde bulunduğumuz felâketten kurtarmaya yeterli görünmese bile, biz irademizin hakkını verip bulunduğumuz konum itibarıyla yapmamız gerekeni yaptığımız takdirde Allah da bizim bu çırpınışlarımızı karşılıksız bırakmayacaktır.

İşte Hz. Musa’nın asasıyla denize vurması bir yönüyle neticenin meydana gelmesi adına böyle bir sebeptir. Her ne kadar bu sebeple netice arasında bir uygunluk bulunmasa da sebeplere riayet bir yönüyle Allah’ın rahmet kapısının tokmağına dokunmak gibidir. Siz bunu yaparak iradenizi ortaya koyarsanız Allah da sizi maksadınıza ulaştıracaktır.

Biz Yunus İbn Metta’ın sebepleri yerine getirme adına balığın karnında ne yaptığını bilemiyoruz. Fakat balığın midesine birkaç yumruk indirmiş ve balık da rahatsız olup onu sahile atmış olabilir. Aynı şekilde ne Kur’ân’da ne de Sünnet’te Hz. Yusuf’un sebeplere tevessül adına ne yaptığına dair de bir malumat yoktur. Fakat o da kuyuya salınan kovayı görünce hemen dışarıdakilere seslenmiş veya kovaya tutunmuş olabilir.

Sebeplere tevessül adına bir başka misal de Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatından verelim. Bilindiği üzere O, Medine-yi Münevvere’ye hicret ettiğinde orada Müslüman nüfusundan daha fazla başkaları vardı. Bazıları, Efendimiz’in misyonuna ve Allah’la münasebetine inanmadıklarından dolayı durmadan O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı türlü türlü komplolar hazırlıyorlardı. Bu durumun farkında olan İnsanlığın İftihar Tablosu muhtemel bir suikast girişimine karşı tedbir alma adına bir seferinde, “Keşke birisi kapıda nöbet tutsa da ben de rahat uyusam.” diyecektir. O tam böyle düşünürken halazadesi Zübeyr İbn Avvam kılıcını kuşanmış hâlde kapıda belirmiş ve O’na perdedarlık yapmak istediğini söylemiştir. Ardından da “uyûn-u sâhire”den (uyanık gözler) biri olarak sabaha kadar göz kırpmadan O’nun kapısında nöbet tutmuştur. Efendimiz’in bu tavrı, bir taraftan O’nun ıztırar hâlini ortaya koyarken diğer yandan da sebeplere nasıl riayet ettiğini göstermektedir.

Hâsılı, maruz kaldığımız problemlerin çözümü adına, bir kere en başta hem teker teker hem de toplum olarak ışık ve karanlığı, iyi ve kötüyü birbirinden tefrik edebilmemiz, arkasından da ızdırapla kıvranmamız gerekir. Zira beli bükülmüş İslâm dünyasının yeniden belini nasıl doğrultacağını düşünürken beynini zonklatan ve ızdırapla inim inim inleyen bir insanın bu hâli, ellerini açıp sabahlara kadar yalvarma kadar önemli bir duadır. Ondan sonra ise maruz kalınan durumdan sıyrılma yolları araştırılmalı ve bu istikamette bütün vesilelere başvurulmalıdır. Zira sebepleri yaratan Allah’tır ve bu, O’na karşı saygılı olmanın bir gereğidir.

Rehin Bırakılan Zırh

Onca zengin sahabînin varlığı da düşünülünce, Cenâb-ı Hakk'a yürüdüğü esnada Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in mübarek zırhının bir yahûdide rehin oluşunun ifade ettiği manalar ve bize verdiği mesajlar nelerdir?

Rıza Talebiyle Hacet Namazı Kılınır mı?

Evet, kılınır, kılınmalıdır da. Bir insan için rızâdan daha büyük bir pâye yoktur; eğer olsaydı Allah, Cennet ötesi âlemlerde sevdiklerini onunla pâyelendirirdi.. oysaki, ötelerde sonu olmayan en son nimet "Ve rıdvanun minAllahi Ekber = Hepsinden âlâsı ise Hakk'ın kendilerinden razı olmasıdır." (Tevbe, 9/72) fehvâsınca Hakk'ın hoşnutluğudur.. Öyleyse, biz kullar için ondan daha büyük bir hacet yoktur, ondan daha büyük bir şey de talep edilemez. Dolayısıyla, rıza talebiyle hacet namazı kılınır.

Daha küçük şeyler için kılıyoruz biz hacet namazını: başımız ağrıyor, dişimiz iltihaplanıyor hacet namazı kılıyoruz; dünya adına bir ihtiyacımız hasıl olduğunda hacet namazına koşuyor, dua ediyoruz. Bir insan için mertebe-i kusva Cenab-ı Hakkın rızasıysa, Allah'ın rızası gibi çok önemli bir maksûd, bir matlûba matuf olarak hacet namazı neden kılınmasın ki?

Sadece Allahın rızasını istemek.. rıza-yı îlâhîyi hırs ölçüsünde istemek lazım. Allah rızası mevzuunda ne kadar hırslı olabilirseniz olun; yatmayın sabahlara kadar, O'nun rızası için ağlayın, yalvarıp yakarın. Her gün, her gece salât u selamlarla bezeyerek rıza dilekçeleri gönderin dergâh-ı ilâhîye. Allah'ın rızasını ısrarla istediğiniz zaman dilimlerinde dua ve yakarışlarınızın bir ucuna şu duayı da eklemeyi unutmayın: "Allahummec'alnâ min ıbâdike'l-muhlisîne'l-muhlasîne'z-zâhidîne'l-veriîne'r-râdîne'l-merdıyyîne's-sâfîne'l-muhibbîne'l-mahbûbîne'l-mukarrabîne ve'l-mütehallıkîne biahlâkı'l-Kur'an = Allahım! Bizleri hâlis; ihlâsın zirvesine erdirilmiş; zühdü esas edinen; kılı kırk yararcasına takva hayatı yaşayan; Sen'den razı olmuş, Senin de kendilerinden razı olduğun; nefsin râdiye ve merdıyye mertebelerini aşmış, "sâfiye"ye ulaşmış; Seni deli gibi seven, Senin de kendilerini sevdiğin; kurbiyetine mazhar olmuş ve Kur'ân ahlâkıyla ahlâklanmış kullarından eyle!" deyin.

Çünkü, bu dualardan biri kabul olursa, her birimiz nasiptar olur, kendi payımızı alırız.. Biz aynı gayenin talipleriyiz, vahid-i sahih bir gönüllüler topluluğuyuz. Bir kere vahid-i sahih olunca, birimizin duası hepimiz hakkında geçerlidir. Öyleyse, dua ederken himmet âlî tutulmalı. Hatta, duada dost, kardeş, arkadaşla beraber mütehayyirler, sempati duyanlar ve iyi zamanın dostları da zikredilmeli. Ola ki, birimizin duası makbul olur da herkes o rahmetten istifade eder.

Bu bahsi de İhlas Risalesi'nden bir bölümle şimdilik bitirelim: "Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızasını esas maksat yapmak gerektir."

Rıza ufkunu talep

Soru: رَضِينَا بِاللهِ رَبًّا وَبِالْإِسْلَامِ دِينًا وَبِمُحَمَّدٍ رَسُولًا
“Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, resûl olarak da Hazreti Muhammed’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) razı olduk.” (Buhârî, ilim 29; Müslim, sıyâm 197) beyanı mü’min için ne ifade etmektedir? Bu mübarek sözü söyleme keyfiyeti nasıl olmalıdır?

Cevap: Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (sallallâhu aleyhi ve sellem), sabah ve akşama ulaştığında,

رَضِينَا بِاللهِ رَبًّا وَبِالْإِسْلَامِ دِينًا وَبِمُحَمَّدٍ رَسُولًا

diyen bir Müslüman’ın ötede, Cenâb-ı Hak tarafından razı ve hoşnut kılınacağını müjdelemiştir. (Bkz.: Ebû Dâvûd, edeb 100) Demek ki bu kutlu beyan, sabah ve akşam mü’minlerin vird-i zebanı olması gereken mübarek bir sözdür. Zira burada kişi evvelâ Allah’tan ve dolayısıyla O’nun bütün tasarruflarından razı olduğunu, ilâhî bir sistem olarak İslâm’ı kabul ettiğini ve ondan hoşnut bulunduğunu ve peygamber olarak da Nebiler Serveri’nden razı olarak O’nun rehberliğine teslim olduğunu ifade etmektedir ki, hakikî mü’min olmanın yolu da esasen böyle bir duygu ve düşünceden, böyle bir iman ve iz’andan geçer.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu lâl u güher beyanıyla bize önemli bir hakikati talim buyurmakta ve işarî olarak da Müslümanları, dilleriyle ikrar ettikleri bu rıza ufkuna ulaştıracak ve bu hissi içlerinde geliştirecek, kök saldıracak ve derinleştirecek amellerde bulunmaya teşvik etmektedir.

Rıza mertebesinin kutup yıldızı

Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm) daha başta, رَضِينَا بِاللهِ رَبًّاbuyurmak suretiyle ve bu hakikate bağlı yaşadığı hayat-ı seniyyeleriyle rıza mertebesinin kutup yıldızı olduğunu ortaya koymuştur. Evet, O, rıza mertebesinin merkez noktasını tutar. Dolayısıyla bizim her رَضِينَا بِاللهِ رَبًّا deyişimizde O’nu önümüzde bilmemiz, O’nu önümüzde görmemiz gerekir. Öyle ki, bir insan Allah’a doğru uçup kanatlansa ve doğrudan doğruya O’ndan “Ben senden hoşnudum.” kelâmını işitse, hatta muhalfarz Cenâb-ı Hak, o kişiyi Efendiler Efendisi’yle yan yana aynı rahleye oturtsa ve Efendimiz’e vahyetmesine mukabil ona da ilham, varidat ve mevhibe lutfederek her ikisine de aynı dersi verse yine de o kişiye düşen önünde hep Resûl-i Ekrem Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) rehber olarak görmektir. Çünkü o kişi, sahip olduğu bu duygu ve düşünceye, bu mantık ve felsefeye, bu anlayış ve tefekküre O’nun sayesinde, O’nun rehberliğinde ermiştir. O olmasaydı, dünyası da, ahireti de kapkaranlık bir zindan olacaktı. Bu sebepledir ki, insanın daha baştan iradî ve kastî olarak her zaman Efendiler Efendisi’ni (aleyhi ekmelüttahâyâ) bir rehber ve muallim olarak tanıyıp önünde görmesi rıza ufku adına çok önemlidir.

Bazılarının seyr u sülûk-i ruhanîde belli bir noktaya gelmeleri O’na karşı alâkayı arttırma vesilesi olurken, her şeyi mizan-ı şeriatla tartmayan bazıları için de –Allah korusun– şatahat ve laubaliliğe girme sebebi olabilmekte ve bu duruma düşenler kimi zaman “Benim nurum da O’nun nuru kadardır.” diyebilmektedirler. Hâlbuki O (sallallâhu aleyhi ve sellem), hem nur-u evvel, hem nur-u evsat, hem de nur-u âhirdir. Hiç kimsenin o nura ulaşabilmesi ve O’nun ihraz ettiği seviyeyi ihraz edebilmesi mümkün değildir.

Bu mübarek beyanda, Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm) daha sonra وَبِالْإِسْلَامِ دِينًاifadeleriyle ilâhî bir sistem olarak İslâm’dan razı olduğunu ifade etmiştir. Evet, İslâm’ı O’nun kadar kavrayan, bu ilâhî sistemden O’nun kadar hoşnut olan, bu sisteme hayatını vakfeden ve onu ikame etmeden başka hiçbir şey düşünmeyen ikinci bir insan yoktur. Hazreti Ebû Bekir’in sıddıkiyetini, Hazreti Ömer’in hakkı bâtıldan ayırma noktasındaki gayretini, Hazreti Osman’ın Kur’ân’a karşı duyduğu alâkayı, Hazreti Ali’nin ruh ve kalb kahramanı olmasını bir yerde toplayıp hallaç etseniz, yine de Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) İslâm’a karşı olan rıza mertebesinin yanında bunların, onda birini bile teşkil etmediğini görürsünüz. Bu ifadelerimle bu büyük zatları hafife aldığım anlaşılmasın. Ben burada bunları büyüğün büyüklüğünü vurgulama ve O’nun İslâm mevzuunda nasıl bir rıza kahramanı olduğunu ifade etme adına söylüyorum.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) son olarak وَبِمُحَمَّدٍ رَسُولًاdiyerek, kendi peygamberliğine de razı olduğunu ifade etmiştir. Aslında Habib-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) kendisini tevazu ve mahviyete kilitlemiş öyle bir insandı ki, sürekli Allah’ın bir kulu olduğu mülâhazasıyla hareket ediyor, hizmetçisiyle beraber sofraya oturuyor, o yemeden yemiyor ve kendini en küçük bir insandan farklı görmüyordu. Fakat bütün bunların yanında O, kendisine çok ağır gelen peygamberlik vazifesiyle serfiraz idi. Şöyle ki bir insan “Lâ ilâhe illallah” demesinin yanında, “Muhammedün Resûlullah” demediği sürece Müslüman olamıyor. Zira O’nun peygamberliğini kabul etmek, İslâm’ın ve imanın aslî bir rüknüdür. Efendiler Efendisi’nin o eşsiz mahviyetiyle peygamberlik misyonunu ilân arasında zâhiren bir çelişki vardır. İşte bu sebepledir ki O’nun, fevkalâde tevazuuyla beraber وَبِمُحَمَّدٍ رَسُولًاdemek suretiyle, Hazreti Muhammed’in resûl olmasından da hoşnut bulunduğunu ifade buyurmasının ayrı bir kıymeti vardır. Çünkü bu, Allah’ın bir takdir ve tayinidir.

Mârifet ölçüsünde rıza şuuru

Bu kutlu sözü söyleme keyfiyetine gelince; gaflet ve ülfetten azade olarak kalbin derinliklerinden kopup gelen bir aşk u heyecanla onun dile getirilmesi çok önemlidir. Esasen Allah’tan, Efendimiz’den ve İslâm’dan razı ve hoşnut olma öncelikle onları çok iyi tanımaya vabestedir. Çünkü bilen bildiği ölçüde sever, bilmeyen de bilmediği şeye karşı alâkasız kalır. Bu itibarla Cenâb-ı Hakk’ı azamet ve ululuğuyla, esrar-ı rubûbiyet ve esrar-ı ulûhiyetiyle bilmeyince rıza ufkuna eremezsiniz. İnsanlığın İftihar Tablosu’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendi hususiyetleriyle tanımadıkça peygamberliğine lâyıkıyla rıza gösteremezsiniz. Aynı şekilde İslâm dinini kendi enginlik ve derinliğiyle, usûl ve fürûuyla bilmeyince de ondan razı olamazsınız.

Günümüzde çoklarının İnsanlığın İftihar Tablosu’na karşı alâkasızlığının sebebi, onu bilememeleri ve ona yabancı kalmalarıdır. Şayet bu insanların içlerinde Efendimiz’e karşı bir çerağ tutuşturulabilse, bir meşale ucu gösterilebilseydi, onlar da merak gösterecek ve tanıma fırsatı bulacaklardı. Fakat sokak bu fırsatı vermediği gibi okullar ve hatta camiler bile onu lâyıkıyla tanıma imkânı sunmadı. Evde de böyle bir atmosfer oluşmadı. Dolayısıyla bu insanlar, Kâinatın İftihar Tablosu’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) tanımadan mahrum yetiştiler. Eğer bunca ihmal edilmişlik ve bunca zayi olmuşluğa rağmen hâlâ insanımızın gönlünde O’na ait mânâlar parıldıyorsa, hâlâ onlar “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” diyorlarsa, bunu Cenâb-ı Hakk’ın ekstra bir lütfu olarak görmek gerekir.

En büyük nimet için sürekli dua

Rıza, Cennet ve Cennet’teki nimetlerden daha büyük bir nimet ise o zaman bizim de ellerimizi açıp sürekli “Allah’ım beni rıza ufkuna ulaştır.” diye dua dua yalvarmamız gerekir. Evet,

اَللّٰهُمَّ إِلَى مَا تُحِبُّ وَتَرْضَى
“Allah’ım! Sevdiğin ve hoşnut olduğun şeye beni ulaştır!”

diyerek nefes alıp vermeli;

اَللّٰهُمَّ عَفْوَكَ وَعَافِيَتَكَ وَرِضَاكَ
“Allah’ım! Senden af, afiyet ve rıza istiyorum!”

diyerek oturup kalkmalıyız. Çünkü Cenâb-ı Hak, insanın samimi olarak kalbden istediği şeyleri kendisine lütfedeceğini vaat ediyor. Fakat bu konuda ısrarcı olmak gerekir. Zira bazen istenilen şeylerin verilmesi, beş, on, belki de yirmi sene sonrasına bırakılmış olabilir. Bu açıdan Cenâb-ı Hakk’ın bizden hoşnut olmasını istiyor, O’nun her bir icraatı karşısında nabızlarımızın hep rızayla atmasını, kalbimizin hep rıza sesi vermesini arzu ediyorsak, on sene yirmi sene bu netice için yalvarıp yakarmalıyız.

Bence bunun için uzun bir dua maratonuna girilebilir. Zira Cenâb-ı Hak,

وَرِضْوَانٌ مِنَ اللهِ أَكْبَرُ
“Allah’ın rızası ise her şeyin üstündedir.” (Tevbe Sûresi, 9/72)

buyurmak suretiyle rıza-i ilâhînin; Cennet’e girmenin, Firdevs’e ermenin, Hazreti Muhammed Mustafa’yı (sallallâhu aleyhi ve sellem) görmenin ötesinde olduğunu beyan etmiştir. Fakat zannediyorum hiçbirimiz bu kadar uzun zaman rıza için dua etmedik. Yirmi beş sene boyunca “Allah’ım rızan, rızan, rızan…” deyip içimizi dökmedik. Hâlbuki değil yirmi beş sene, ömrümüz olsaydı, bunun için iki yüz elli sene yalvarıp yakarmamız gerekirdi.

Hâsılı Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu ifadeleriyle Müslümanlara çok ulvî bir hedef göstermiştir. O hâlde Müslümanlara düşen vazife de ne yapıp edip bu hedefi yakalamaya çalışmak olmalıdır. Bunun için inanan her fert o hedefi benimsemeli ve onunla dertlenmelidir. Zaten kendisine hedef belirleyen insan, oturup kalkıp sürekli bu hedefi gerçekleştirmenin hülyasıyla yaşar. Öyle ki abdest alırken, namaza giderken hatta namaz kılarken bile zihni çok defa bununla meşgul olur. Neticede onun sürekli zihninde evirip çevirdiği ve her daim meşgul olduğu bu düşünceler nezd-i ulûhiyette birer dua şeklinde kabule karin olur ve Allah onları boşa çıkarmaz. Bu itibarladır ki biz Allah Resûlü’nün bir hedef olarak önümüze koyduğu rıza ufkunu yakalama adına sürekli gayret göstermeli, hep onu hecelemeli, hep onunla gecelemeli, gelirken giderken hep onu düşünmeli ve hep onunla oturup kalkmalıyız.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Rızaya Ram Olmak

Dualarda Cenab-ı Hak’tan hizmet aşkı ve şevki istenebilir. Bununla birlikte, ben dualarımda, "Senin sevdiğin ve razı olduğun..." diyorum. Siz de, encamını bilmediğiniz, arkasında hayır mı var, şer mi var kestiremediğiniz isteklerde bulunmamalısınız. İnsanın kendi arzu ve isteklerinden uzaklaşıp Rabbinin emir ve istekleri içinde eriyip gitmesi çok önemlidir ve işte bence manevî terakki budur.

Rızık Allah'ın elindedir

Bir menkıbede anlatılır ki; Hazreti Süleyman, bir karıncanın bir sene boyunca ne yiyeceğini sormuş. "Bir buğday" demişler. O da denemek için bir karıncayı bir kutuya koymuş ve içine de bir tane buğday atmış. Bir sene sonra kutuyu açıp baktığında karıncanın, buğdayın sadece yarısını yediğini görmüş. O'na "Sen, senede bir buğday yemez miydin?" diye sorunca karınca, "Ya Süleyman! O, rızkımı Rezzâk u Kerîm verirken öyle idi. Ama rızık senin vasıtanla gelince, senin ileride ne yapacağını bilemedim. Ya beni unutursan; ki sen unutabilirsin. Ama Rabb'im, mahlûkatından hiç kimseyi asla unutmaz. İşte onun için ihtiyatlı davrandım." demiş.

Rızık peşinde koşma ve dine hizmet dengesi

Mümin denge insanıdır. İnanan bir gönül, her mevzûda olduğu gibi bu mevzûda da ifrat ve tefrite düşmekten kendini korumasını bilmelidir. Dünyaya dünyada kalacağı müddet kadar, âhirete de yine orada kalacağı müddet kadar ehemmiyet verme dengeyi bulmanın nirengi noktasıdır. Bu sebeple, bizim dünya ile alâkamız, her yerde izzet-i İslâmiye'yi göstermek, temsil etmeye çalıştığımız elmas misali hakikatleri başkalarına da anlatmak, o aydınlık yolu onlara tanıtmak düşüncesine matuftur. Asıl gayemiz bu olunca, gözümüzün bir kenarıyla bazen dünyaya bir "nigâh-ı âşina" kılmamız da yine bu mefkûreye hizmet edecektir.

Evet biz, "Allah'ın sana verdikleri ile ahiret yurdunun peşinde ol, dünyadan da nasibini unutma! Allah'ın sana ihsanda bulunduğu gibi sen de ihsanda bulun; yeryüzünde fesad peşinde olma. Şüphesiz ki Allah bozguncuları sevmez." (Kasas, 28/77) beyanıyla tam mutabakat içerisinde olmak zorundayız. Zira o âyeti kerimede Kur'an, "Ahiret yurdunu ara." derken "ibtiğâ" fiilini kullanıyor ki, bu "Bütün benliğinle ahirete yönel ve ahirete ahiret kadar değer ver." demektir. Bundan da anlaşıldığı üzere, ahiret için bütün imkânlar seferber edilmeli, dünya için de "nasibi unutmama" esasına bağlı kalınmalıdır.

Bu dünyada, Cenabı Hakk'ı tanıma ve başkalarına tanıtma, i'la-yı kelimetullah vazifesini yerine getirme dışındaki her şey ikinci-üçüncü dereceden, tâlî işlerdir. Meslek, maaş, eğitim, evlilik, yurt-yuva... birinci hedef değil, asıl gayeye yardımcı unsurlardır. Mümin hayatını bu esasa göre programlamalıdır. Ve demelidir ki, "Benim hayatımın gayesi dinimi neşretmektir. Ama yaşayabilmem için, -varsa- çoluk çocuğumun geçinebilmesi için, şu fânî dünyanın da bir tarafından tutarım. Cenâb-ı Hakk'ın bana ihsan ettiği şeylerle iktifa ederim. Az verirse aza kanaat ederim; çok verirse hem şükür hisleriyle dopdolu olarak dinime hizmette koşturur, hem o yolda infak ederim; hem de kendi ihtiyaçlarımı karşılar, çoluk çocuğuma bakarım. Dünya adına hırslı davranmam. Hırsımı, sonuna kadar Allah rızasını kazanmaya ve Allah'ın rızasını da i’la-yı kelimetullah vesilesiyle tahsil etmeye sarfederim. Harîsim ölesiye.. Beni öldürecek kadar bir hırsım var. Ama ben Allah'ın rızasını kazanma hususunda hırslıyım." Evet, mümin böyle demeli ve hayatını bu istikamette programlamalı; ahiretle alakalı işleri ilk sıraya koymalı, dinlenmek için az kenara çekildiğinde bulduğu boşlukları da dünyevî işlerle doldurmalıdır.

Zaten kabiliyet itibarıyla i’la-yı kelimetullah yapmaya müsait yaratılmış bir insan, Cenâb-ı Hakk'ın kendisini donattığı o güzel istidatları dünyaya ait bir kısım hasis şeyleri kazanmak için sarfederse; Allah (cc) onu maksadının aksiyle tokatlar. Böyle birisi, bütün ömür boyu koşar da bir çuvaldız boyu yol alamaz. Zira, Yüce Yaratıcı bu fevkalade kabiliyetleri dünyaya ait bu hasis şeyleri tahsil etmesi için vermemiştir ona. Bugün, din tahsili yapmış bazı insanların yüzüstü sürüm sürüm olan durumu buna çok önemli bir örnek teşkil eder. Maalesef onlar, dini anlatma dışında başka şeyler düşünmüşler, dünyanın değersiz işleri ardına düşmüşlerdir. Oysa bu dünya düşünmeye değmemektedir.

Şu kısacık ömür öyle de geçer böyle de. İnsan daha rahat bir iş bulamazsa, gider bir yerde taş kırar. O olmazsa eline bir kürek alır, işsizlerin beklediği yerde bekler, fırsatını bulup birinin bahçesinde çalışır, öbürünün toprağını atar ve böylece iâşesini temin eder. Helal kazanma niyet ve gayretinde olduktan sonra icrâ edilen mesleğin türü ya da yapılan iş çok önemli değildir. Bir Müslüman için mutlaka üst seviyeden, aristokrat bir hayat yaşama şartı da yoktur. Ama Cenâb-ı Hak fevkalâdeden geniş imkanlar lütuf ve ihsanda bulunursa, şükür duygusu ve tevazu korunarak o imkanlardan istifade edilebilir.

Bazen dünya kapılarının açılması, bol bol nimetler verilmesi insanın aleyhine de olabilir. Kimi zaman bolluk ve refah küstahlaştırır insanı.. geçim kolaylığı şımartır.. lüks felç eder.. şatafatlı ve süslü bir yaşam tarzı öldürür. Oysa ki, Hakk'a hizmet yolunda canlı insana ihtiyaç vardır. Canlı insan, birkaç kuru ekmek parçasıyla doymasını, bir kayanın üzerine başını koyup yatmasını bilen ve "Çok şükür Allah'a doyduk, yatacak bir yer de bulduk." diyen insandır.

Böyle bir insan, kendi aleyhine cereyan eden hadiselere ve maruz kaldığı sıkıntılara takılmadan yoluna devam eder; ümitsizlik ve atalete düşmeden, yolda kalmayı ve geri dönmeyi aklının ucuna getirmeden. Geçmesi gerekli kapıları zorlar, "açılmaz"ı hiç kabul etmeden. Bir vesileyle arz etmiştim; karınca çeliğin içinde bal olduğunu bilse, gelir onun etrafında altı ay dolaşır. Bir taraftan delik arar, bir yerden tükürük atar, çeliği bile paslandırıp delmeye uğraşır. En olmadık yerlerin kapağını açar bakarsanız, orada da karınca bulabilirsiniz. O, hedefe kilitlenmiştir; ne yapar eder hedefine açılan bir kapı bulur.. İmanlı bir gönlün sahibi de kulluk vazifesine kilitlenir ve yapması gerekenleri her hâlükarda yerine getirir..

Bu mevzuda üç husus çok önemlidir. Bir: İm'ân-ı nazar; yani, bakışı bir noktaya çevirme ve orada fikren yoğunlaşma. İki: im'ân-ı nazarın ötesinde iltisâk-ı kalb; yani, o meseleyle perçinlenmiş gibi bir kalbî bağlılık.. onu düşünmeden edememe, kalbe yapılan her müracaatta o meseleyi görme. Üçüncüsü de: En ağır şartlar altında dahi engellerden sıyrılıp mutlaka yola devam etme azim ve gayreti.. kurtulma gayreti değil, yola devam etme azmi.

Bu üç hususa riayet edilince, insan belki birkaç kez tökezler, yüz üstü kapaklanır; ama tekrar doğrulup yeniden nihaî menzile yürür. Önündeki bir kapı kapansa, o başka on kapının sürgüsünü zorlar, kilidini açmaya uğraşır. Bir de Hazreti Müfettihu'l-ebvab'a teveccüh etti mi, kapanan bir taneye mukabil on kapının kendisine açıldığını görür. Evet, salih bir kula düşen "Ya Müfettiha'l-ebvab! İftah lenâ hayra'l-bâb, inneke Kerîmun, Cevvâdun Vehhâb -Ey bütün kilitli kapıların anahtarına sahip, kapıları açan Allah'ım, bize de en hayırlı kapıyı aç! Şüphesiz Sen lütfu ve ihsanı bol, cömertlerden cömert, nimet ve bağışları engin Rabb'imizsin!" deyip O'na iltica etmek ve sonra da kendi üzerine düşen vazifeyi yapmaktır.

İşte bu ölçüler içerisinde, yeryüzü mirasçıları dünyayı ahiretleri adına değerlendirmeli; gerektiğinde dünyalık her şeyden vazgeçip kopabilmelidir.. dünyayı ve nimetlerini bir ayakkabı gibi çıkarıp atmaya, "Bana Seni gerek Seni." deyip yürümeye rûhen hazır bulunmalıdır.

Cenâb-ı Hak, Hazreti Musa'ya "Fahla' na'leyk, inneke bi'l vâdi'l mukaddesi Tuvâ -Hemen pabuçlarını çıkar! Çünkü sen kutsal vadi Tuvâ'dasın!" (Tâhâ, 20/12) buyurmuştur. Bu ayeti -tefsircilerin genel olarak anladığı mânâ mahfuz- "O'nun rızası dışındaki her şeyi Hazreti Musa'nın pabuçları gibi gönülden çıkarıp atmak." gerektiği şeklinde anlayarak kendi adımıza da pay çıkarabiliriz.

Evet, mümin her yerde O'nun huzurunu duymalı; her zaman "Bana dünya ve içindekiler lazım değil." diyebilmeli ve her şeyini O'nun için feda etmeye âmade bulunduğunu günde bir kaç defa ikrâr etmelidir. Sabah kalkınca "Kapı kulunum, boynu tasmalı, ayağı prangalı kölenim. Kasem ediyorum Sen'den ayrılmayacağım. Kovsan bile ayrılmayacağım Senden." demeli.. verdiği o vaadde sarsıntı yaşamış olabileceği düşüncesiyle, öğle vakti yeniden ahd ü peymanını yenilemeli.. ikindide bir kere daha.. akşam bir kere daha Allah Teâlâ'ya verdiği sözü tekrar etmeli.. yatağına girerken "Ne olur ne olmaz." deyip bir kere daha duaya durmalı; "Allahümme innî eslemtü nefsî ileyk, ve veccehtü vechî ileyk, ve fevvadtü emrî ileyk, ve elce'tü zahrî ileyk, rağbeten ve rahbeten ileyk. Lâ melcee ve lâ mencâ minke illâ ileyk. Allâhümme, âmentü bi kitâbike'llezî enzelt, ve nebiyyike'llezi erselt. Allahümme, kınî azâbeke yevme teb'asü ibadek -Allah'ım, (rahmetini) umarak, (azabından) korkarak kendimi Sana teslim ettim, yüzümü Sana çevirdim, işimi Sana ısmarladım, sırtımı Sana dayadım. Senden başka sığınak, Senden başka dayanak yoktur. Allah'ım, indirdiğin kitabına, gönderdiğin Peygamberine iman ettim. Allah'ım, kullarını dirilteceğin gün beni azabından koru." yakarışıyla, hem Allah'a kul olduğunu ikrar edip O'na sığınmalı, hem de Hâtemu'l-Enbiyâ'ya karşı vefa ve sadakatını ortaya koymalı.

Bir kul, bu şekilde hayatını programlar, dünyaya burada yaşayacağı ömür kadar, uhrevî işlere de ahirette kalacağı müddet kadar kıymet verir ve günde bir kaç defa kulluk ahd ü peymânını yenilerse dünya-ukba dengesini kurmuş olacaktır. Ayrıca böyle bir kul, her hadisenin çehresinde İbrahim Hakkı Hazretleri'ne ait şu sözlerin doğruluğunu müşâhede edecektir:

Nâçâr kalacak yerde,
Nâgah açar ol perde,
Derman olur her derde,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.

Rol Model Olarak Sahabe

Soru: Eğitimde ihtiyaç duyulan en önemli hususlardan birinin, muhataplara gösterilecek “rol modeller” olması göz önünde bulundurulacak olursa, sahabe efendilerimiz bu ihtiyaç ekseninde insanlara nasıl arz edilmelidir?

Cevap: Sahabe-i kiram, Allah Resûlü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) dinledikleri, O’nun huzurunun boyasıyla boyandıkları ve O’nun fırçasıyla şekillendikleri için ayrı bir hususiyet kazanmışlardır. Onlar, mükemmel bir dinin kusursuz bir temsilcisi olan İnsan-ı Kâmil’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) gördükleri ve dinledikleri için İslâm’ı doğrudan doğruya bu saf ve duru kaynaktan öğrenmişlerdir. Dolayısıyla da Kur’ân ve Sünnet’i çok iyi kavramış, makâsıd-ı İlâhiyeye vâkıf olmuş ve ömürlerini hep marzî-i ilâhîye müteveccih yaşamışlardır. Bu sebepledir ki Allah Resûlü, birçok hadis-i şeriflerinde sahabe-i kiramın mümtaz ve müstesna konumuna dikkat çekmiş ve kendi sünnetinin yanı sıra onların yoluna tâbi olunması gerektiğini de ifade etmiştir. Çünkü onlar hakikaten örnek alınacak insanlardır.

Bu açıdan sahabe-i kiramın günümüz insanları tarafından iyi tanınıp bilinmesi çok önemlidir. Zira onlar tanındıkça daha çok sevilecek, sevildikçe örnek alınacak ve hayat tarzları benimsenecektir. Onlara ittiba etmek ve adım adım yollarını takip etmek sahil-i selamete ulaşmaya vesile olacak; onlardan ayrı düşmek de çok ciddi kopuklukların yaşanmasına sebebiyet verecektir. Zira onların yolunu takip etmek Allah Resûlü’ne ittiba adına çok önemli bir vesile olduğu gibi, Allah Resûlü’ne uyma da Allah’ın emirlerine ittiba etme demektir.

Eğer insanlar sahabeyi tanır, sever ve onların yolunda yürümeye başlarlarsa bir süre sonra onların ahlâkıyla ahlâklanırlar. Zamanla sahabe sevgisi onların içinde neşv ü nema bulacağı, filizleneceği ve boy atıp gelişeceği için, onlar da hâl, tavır ve davranışlarıyla sahabeye benzemeye çalışacaklardır. Hiç şüphesiz bu ölçüde sahabe sevgisiyle dolu olan bir insanın, Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) sevmemesi, Allah aşkıyla yanıp tutuşmaması düşünülemez.

Esasında bir insanın gerçek insanlığı duyması da bunlara bağlıdır. Kalbinde Allah’ın, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun ve O’nun sadık temsilcilerinin sevgisi olmayan bir insanın insan-ı kâmil ufkuna kanatlanması çok zordur. Gerçek insanlığa yükselmenin yolu, o Zat’ın ahlâkıyla ahlâklanmaktan geçer. Çünkü O’nun ahlâkı, Kur’ân ahlâkıdır.

Sahabenin Fazilet ve Hususiyeti

Öte yandan sahabe-i kiram iyi bilinmez, onların dini yaşama ve yorumlama tarzlarına vâkıf olunmazsa, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatı da tam olarak kavranamaz. Zira sahabe-i kiram Resûlullah’a ulaşma adına bir köprü gibidir. Hatta onların marziyat-ı ilâhiyeye, rü’yete ve rıdvana ulaşma adına birer köprü oldukları da söylenebilir. Onlar tanınmadan siyerin, Kur’ân ve Sünnet’in, dinin maksatlarının doğru anlaşılması çok zordur.

Eğer biz günümüzde özellikle genç nesillerin önüne takip edilmesi ve örnek alınması gereken rol modeller çıkarmak istiyorsak, peygamberlerden sonra bunu en başta hak edenler sahabe-i kiram efendilerimizdir. Dolayısıyla biz, ele aldığımız konuları misallendirirken sürekli onların hayatlarına atıf yapmalı ve onları nazara vermeliyiz.

Kur’ân-ı Kerim, Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) irşat etme, O’na yürüdüğü yolun realitelerini gösterme, çektiği sıkıntılar karşısında O’nu teselli etme gibi hikmetlere mebni olarak pek çok sûrede peygamber kıssalarına yer vermiştir. Her ne kadar tarihi tekerrürler devr-i daimi içerisinde insanlık çok farkı dönemler yaşamış olsa da bütün zamanları bütün hususiyetleriyle bilen Allah Teâlâ, geçmiş peygamberlere ait bir kısım hâdiseleri Makam-ı Cem’in Sahibi’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) anlatmıştır. Zira bu kıssalardan alınacak öz ve usare bütün zamanların insanları için yol gösterici olacaktır.

Aynen bunun gibi biz de bir kısım dinî ve ahlâkî meseleleri anlatırken, sürekli sahabenin hayatından kesitler arz etmeliyiz. Zira onlar, İslâmî hakikatleri tabiatlarının bir derinliği hâline getirdikleri ve Efendimiz’den öğrendikleri her bir dinî meseleyi realize etmeye çalıştıkları için geride örnek alınması gereken bir hayat bırakmışlardır. Mesela Hz. Ebu Bekir’in hayatına baktığımızda şunu görürüz: O, iki küsur yıllık halifeliği döneminde her birisi günümüzdeki terör örgütleri nispetinde on bir tane irtidat hadisesinin üstesinden gelmiştir. Bu kısa halifelik döneminde çok büyük işler başarmıştır. Fakat buna rağmen o, vefat ettiğinde arkada hiçbir mal varlığı bırakmamıştır. Öyle ki kendisine takdir edilen maaşın bile tamamını harcamamıştır. Kendisine orta dereceli bir insanın hayatını ölçü alan Hz. Ebu Bekir, ihtiyacı olan miktarı aldıktan sonra maaşının geri kalanını bir testiye koyup bunun kendisinden sonraki halifeye teslim edilmesini vasiyet etmiştir. Zira ona göre maaşının ihtiyaç fazlası, tekrar devlet hazinesine iade edilmelidir.

Hz. Ebu Bekir’den sonra halife olan Hz. Ömer, bu testiyi görünce gözyaşlarını tutamamış ve “Senden sonra senin gibi yaşama adına bize imkân bırakmadın.” demiştir. Ne var ki onun yaşayışı da Hz. Ebu Bekir’den farklı olmamıştır. O da oldukça sade, mütevazı ve müstağni bir hayat sürmüştür. Mesela kıtlık olduğu bir dönemde halk ne yiyorsa o da onu yiyip içmiş, zeytinyağına bandığı ekmekle karnını doyurmuştur. Bir seferinde önüne et yemeği getirildiğinde, halkın bunu yiyip yiyemediğini sormuş, yiyemediğini öğrendiğinde de yemeği geri göndermiştir.

Aynı şekilde bir Mus’ab İbn Umeyr’in hayatına baktığımızda, ders alınması gereken örnek bir yaşayış görürüz. Müslüman olmadan önce lüks içerisinde yaşayan ve oldukça rahat bir hayatı olan Hz. Mus’ab, Müslüman olduktan sonra sahip olduğu bütün imkânları ve nimetleri elinin tersiyle itmesini bilmiş ve Uhud’da şahadet şerbeti içeceği âna kadar dini adına büyük kahramanlıklar ve fedakârlıklar ortaya koymuştur. Öyle ki o, Uhud’da Allah Resûlü’nü koruyabilme adına kendisine yönelen oklar ve kılıç darbeleri önünde son nefesine kadar siper olmuştur. Üzerini örtebilecekleri bir kefen bile bırakmadan da bu dünyadan göç etmiştir.

Esasında Allah Resûlü’nün etrafındaki hangi sahabeyi ele alsak, onun ayrı hususiyet ve faziletinin olduğunu görürüz. Zira onlar canları pahasına İslâm davasına sahip çıkmışlar, i’la-i kelimetullah’ı hayatlarının en yüce gayesi hâline getirmişler ve bu yolda olağanüstü fedakârlıklar sergilemişlerdir. Bu fedakârlıklar karşılığında da hiçbir beklentiye girmemişlerdir. Sadece Allah rızasını hedeflemiş ve ömürlerini çok ciddi bir istiğna ve adanmışlık duygusuyla geçirmişlerdir. Bu açıdan onların her biri, ümmet için birer örnektir.

Dolayısıyla onların mutlaka günümüz insanlarına kendi enginlik ve derinlikleri içerisinde tanıtılmaları gerekir. Zira insan, bildiğini sever; bilmediğine karşı da alâkasız kalır. Eğer günümüz insanları Allah’ı delice sevmiyor, O’nu andıklarında burunlarının kemikleri sızlamıyorsa, O’nu yeterince tanımadıklarındandır. Aynı şekilde Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı çok ciddi bir aşk u alâka duymuyor, O’nu andıklarında dizlerinin bağı çözülüp yere yığılmıyorlarsa, O’nu iyi bilmediklerindendir. Aynen bunun gibi eğer insanlarda bir Ebu Bekir olma, Ömer’e benzeme duygusu oluşmuyorsa, bunun sebebi onların bu şanlı sahabileri yeterince tanımamalarıdır.

O halde yapılması gereken, insanlarda “Ben de onlar gibi olayım!” duygusunu uyaracak şekilde bu büyük sahabîlerin kendi büyüklükleri içerisinde anlatılması ve sevdirilmesidir. Müslümanlar, sahabileri yeterince tanımadıklarından kimin arkasından gideceklerini de bilemiyorlar.

Bu yolda, ashâb-ı kiram efendilerimizden bahsederken kullanılacak üslup da çok önemlidir. Onlar sadece tarihin belli bir diliminde yaşayıp gitmiş insanlar olarak anlatılmamalıdır. Yoksa muhataplar sadece onların kahramanlıklarıyla teselli bulacak fakat onlara benzeme ve onlar gibi olma azm u cehdine sahip olmayacaklardır. Bu açıdan sahabe, her zaman içlerde yaşatılması ve hayatları örnek alınması gereken birer rol model olarak takdim edilmelidir.

Öte yandan, tarihî hâdiselerin tekerrürü ayniyet değil misliyet ölçüsünde gerçekleşmektedir. Bu açıdan sahabe-i kiramın hayatları nazara verilirken mutlaka günümüz şartlarının da göz önünde bulundurulması gerekir. Farklı bir tabirle insanlara, “Böyle bir hayat yaşanmaz.” dedirtmeme ve aynı zamanda onları tenakuza düşürmeme adına sahabenin hayatları anlatılırken konjonktürün dikkate alınması çok önemlidir. İnsanların, sahabe hayatlarının yaşanabilir olduğuna inandırılması gerekir. Bunun için de Siyer’in temel felsefesiyle ve arka plânıyla bilinmesine ihtiyaç vardır. Maalesef bugüne kadar siyer felsefesi üzerinde yeterince durulmamıştır. Hz. Pir’in Kur’ân tefsiri mevzuunda ortak akla işaret etmesi gibi, Peygamber Efendimiz’in hayat-ı seniyyelerinin de temel mantık örgüsü ve kendi derinlikleriyle ele alınıp günümüz insanlarının nazarına, istifade edilebilir ve yaşanabilir bir bilgi muhassalası olarak takdim edilmesi için böyle bir ortak aklın çalışmasına ihtiyaç vardır.

Yaşamayı Yaşatmaya Bağlamış Sahabe Temsilcileri

Babam, iki şeye âşıktı; Osmanlı ve sahabe. Yanında sahabeden bahsedilince gözleri dolar, âdeta başı dönerdi. Bu sebeple çocukluğumdan itibaren babamın kütüphanesindeki Osmanlıca yazılmış eserlerden sahabe hayatlarını okuyarak büyüdüm. Henüz yedi sekiz yaşında olmama rağmen onların hayatları beni derinden etkiliyordu. Âdeta onlarla oturup onlarla kalkıyordum. Yaşım ilerledikçe bir taraftan sahabeye duyduğum hayranlık artıyor, diğer yandan da gözlerim yaşadığım çağda onların hayatlarını temsil eden insanlar arıyordu. Sürekli kendi kendime, “Yok mu bunların bu çağda bir örneği!” diyordum.

Nihayet medrese talebesi olduğum yıllarda Erzurum’a Bediüzzaman’ın talebelerinden birisi gelince aradığımı buldum. Hz. Pir, talebesi olan Muzaffer Arslan’ı irşat için buraya göndermişti. Bu zat, oturuşu kalkışı, giyim kuşamı, tavır ve davranışlarıyla beni çok etkiledi. Kendi kendime, “Demek ki sahabe sadece kitap sayfaları arasında kalmamış. Bu asırda da onların temsilcileri varmış.” dedim. Zira o, sinesi dolu, gözü yaşlı tam bir aşk ve heyecan insanıydı. Daha sonra da Erzurum’da bulunduğu süre içerisinde onun sohbetlerini hiç kaçırmadım.

Evet, günümüz nesillerine sahabeyi anlatmanın yanında mutlaka onların karşısına sahabe gibi yaşayan insanları da çıkarmak gerekir. Ta ki kendilerine anlatılanların tarihin bir döneminde kalmadığını, aynı fedakârlık ve diğerkâmlık duygularıyla dine hizmet eden insanların kendi yaşadıkları devirde de bulunduğunu görsünler. Eğer sahabe ruhunu temsil eden bu tür insanlar genç nesillerin karşısına çıkar ve gönüllerinin ilhamlarını onlara boşaltabilirlerse Allah’ın izni ve inayetiyle yeni bir sahabe nesli oluşacaktır.

İşte böyle bir neslin yetişebilmesi adına, yaşatmak için yaşayan fedakâr insanlara ihtiyaç vardır. Öyle ki onlar, “Yaşatmıyorsam, yaşamamın da bir anlamı kalmamıştır.” diyecek ölçüde kendilerini insanlığa hizmete adamalıdırlar. Onlar, başkalarının boy atıp gelişmesi adına su olup onların dibine akmalı, toprak olup kuvve-i imbatiyeleriyle onları omuzlarında taşımalı, güneş olup şualarını onların başından aşağı boşaltmalıdırlar. Kısaca hayatlarını bütünüyle insanlığa hizmete vakfetmelidirler. Bu ölçüde samimi olunabildiği ve böyle bir fedakârlık ortaya konulabildiği takdirde peygamber âşığı, sahabe sevdalısı bir neslin yetişmesi de mümkün olacaktır.

Ruhu Felç Eden Ölümcül Bir Âfet: Şöhret Düşkünlüğü

Soru: Dört bir yana açılan mefkûre muhacirlerinden bahsedildiği hemen her yerde genellikle ihbarî bir tarzda onların şöhretten, nâm u nişandan uzak durdukları/duracakları ifade ediliyor. Hâli hazırda böyle bir tehlike var gibi gözükmüyor. Bunu ileriye mâtuf bir tedbir ve ikaz olarak mı anlamak gerekir?

Ruhumuzu Dinleme Zamanı: Üç Aylar

Soru: Kutlu zaman dilimi üç ayların heyecanını içimizde duyabilme ve onların ruhanî ve mânevî atmosferlerinden âzamî derecede istifade edebilme adına neler tavsiye edersiniz?

Cevap: Öncelikle ifade etmek gerekir ki üç aylar, insanın, Allah’a en yakın olabileceği, O’nun engin rahmetine liyakat kesbedebileceği; günahlarından sıyrılıp kalb ve ruh ufkunda seyahat edebileceği en önemli kutlu zaman dilimleridir. Zaten nefsin tezkiyesi, ruhun terbiyesi ve kalbin tasfiyesi açısından insanın her sene mutlaka böyle semavî bir rehabilite sürecine ihtiyacı vardır. Bu mübarek zaman dilimleri ise böyle bir rehabiliteyi gerçekleştirme adına çok önemli bir vesiledir.

Şüphesiz insanın bu mübarek zaman dilimlerinde bedenî ve nefsanî ağırlıklardan sıyrılıp belli bir ufka yükselebilmesi, belli bir seviyeyi yakalayabilmesi en başta ciddî bir tefekkür ve tezekkür ameliyesini gerektirir. Ancak bunu yaparken o, kalb ve ruhunu da sürekli mâneviyata açık tutmalıdır. Yani o, bir taraftan, bu aylarda, iman ve Kur’ân’a dair meseleleri, akıl ve zihin melekeleriyle, müzakere yoluyla anlamaya çalışırken, diğer yandan da, üzerine sağanak sağanak yağan mâneviyat ve ışık yağmurunu yudum yudum içine çekmeye çalışmalıdır.

Teveccühe teveccühle mukabele edilir

Şimdiye kadar pek çok insan, kendi zaviye ve kendi ufku itibarıyla bu zaman dilimleriyle alâkalı nice güzel söz söylemiş, nice güzel beyanda bulunmuş, gündüz ve gecesiyle bu ayların mü’min hayatına kazandıracağı nice güzelliklere dikkat çekmiştir. Hazine kıymetindeki bu eserlerin karşılıklı okuma yoluyla kelime kelime üzerinde durulup tahlil edilmesi, müzakere metoduyla sindirilip içselleştirilmesi, bu ayların insana kazandıracağı varidât ve füyuzâtı anlama ve duyma adına çok önemlidir. Evet, üç aylarla alâkalı yazılanlardan tam istifade edebilmek için sığ ve sathî bir okuyuş tarzından uzaklaşıp, meselenin derinliklerine açılmasını bilmek gerekir. Aksi hâlde, bu duygu ve düşünce geliştirilmediği sürece insanın üç aylarla alâkalı okuyup dinlediklerinden hakkıyla istifade edebilmesi mümkün olmayacaktır.

Ayrıca, bu kutlu zaman dilimlerinin kendine mahsus güzelliklerini ve insan gönlüne akseden zevk ve lezzetlerini kâmil mânâda duyup tadabilmek için daha baştan bu zaman dilimlerinin “ganimet ayları” olduğunun bilinip takdir edilmesi, arkasından da saniyesi zayi edilmeksizin gece ve gündüzüyle bu ayların ciddî şekilde değerlendirilmesi gerekir. Mesela, azim ve kararlılıkla geceleri kalkıp Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmeyen ve gece varidâtını yudumlamayan bir insanın bu aylarla ilgili dile getirilen güzellikleri derinliğiyle hissetmesi, tatması ve zevk etmesi mümkün değildir. Evet, insan ciddî bir metafizik gerilim içinde bu aylara girmez, ciddî bir kulluk şuuruyla kendisini ibadete vermez ve kendisini işin içine salmazsa, bu ayların ifade ettiği mânâlar bardaktan boşalırcasına yağıp dursa da o, bunları duyup hissedemez. Hatta o, başkalarının bu zaman dilimleriyle ilgili ifadelerini kendi idrak ve istidadının mihengine vurur ve onları bir lüks ve fantezi olarak değerlendirebilir.

Evet, bu mübarek günlerin tepemizden aşağıya sağanak sağanak boşalttığı varidâtı duyabilmek, öncelikle ona inanıp teveccüh etmeye bağlıdır. Zira teveccühe teveccühle mukabele edilir. Siz bu ayların ruh ve mânâsına teveccüh etmezseniz, onlar da size kapılarını açmaz. Hatta bu aylarla ilgili söylenen çok canlı ve parlak sözler bile sizin nazarınızda cansız bir ceset gibi sönük kalır. Öyle ki bu mevzuda ne İbn Recep el-Hanbelî’nin bam teline dokunan ifadeleri ne de İmam Gazzâlî Hazretleri’nin yüreklere aşk u heyecan salan sözleri sizin gönlünüzde bir aks-i seda bulur. “Acaba bu adamlar ne söylüyor ki!” der, geçer gidersiniz. Çünkü bir sözün tesiri adına, söylenilen sözün kıymeti kadar, muhatapların bakış açısı, niyeti, idrak ve sinelerinin bu meseleye açık oluşu da önem arz eder.

Bu itibarla insan meseleyi öyle sahiplenmeli ki, âdeta recepleşmeli, şabanlaşmalı ve ramazanlaşmalıdır. Evet, insan, onlarla öyle bütünleşmeli ki, bu kutlu ayların insan ruhuna neler söylediğini duyup hissedebilsin. Yoksa siz, siz olarak kaldığınız, sathîlikten kurtulamadığınız ve bu ayların hakikatini araştırmadığınız sürece bu aylarla ilgili söylenilen çok güzel sözler bile bir kulağınızdan girer, öbür kulağınızdan çıkar. Bu açıdan, laubaliliğe açık duran, böyle bir ganimet mevsiminde kendini yenileme gibi bir gayret içinde olmayan, hâl ve hareketlerinde ciddiyeti yakalayamayan insanların bu aylardan istifadeleri çok zordur.

Kutlu zaman dilimine uygun programlar

Öte taraftan meselenin içtimaî ruha, toplumdaki genel kabule bakan yönü de vardır. Vakıa bu mübarek ayların ifade ettiği gerçek derinlik ve enginliğin duyulup hissedilmesi kalb ve ruh ufku itibarıyla derin insanlara mahsus bir mazhariyettir. Fakat şu anda umumî mânâda toplumumuzun da belli ölçüde bu ayların kıymet ve bereketini takdir ettiği, camilere yöneldiği ve Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ettiği de bir gerçektir. İşte bu durum önemli bir vesile olarak değerlendirilip bu kutlu zamanda farklı program ve aktivitelerle insanların ruhuna belli mesajlar duyurulabilir. Aynı şekilde üç ayların içinde yer alan Regaib, Miraç, Beraat ve Kadir gecelerinde de dinin ruhuna sadık kalınarak çağımızın insanına hitap edecek daha hususî programlar tertip edilebilir. Böylece bu kutlu geceleri, insanları Allah’a yaklaştırma ve dinin hakikatini gönüllere duyurma adına değerlendirmiş oluruz. Camiye gelen insanların gönüllerine bu istikamette bazı hakikatler duyurulabileceği gibi, farklı meclislerde bir araya gelişler de müzakere ve sohbetlerle değerlendirilebilir. Böylece bu ayların kendileri için bir şey ifade ettiğine inanan insanların bu teveccüh ve beklentileri de doğru değerlendirilmiş olur.

Yalnız müsaadenizle burada bu tür programlarla alakalı önemli gördüğüm bir hususa dikkatlerinizi çekmek istiyorum: Bizim, farklı vesileleri değerlendirerek yapacağımız bütün faaliyetlerdeki gayemiz, insanları düşünce ve his dünyaları itibarıyla bir adım daha Allah’a yaklaştırmak olmalıdır. Şayet meşgul olduğumuz program ve aktiviteler bizi bizliğimize götürmüyor ve kendimizi bulma istikametinde bize rehberlik etmiyorsa boş şeylerle uğraşıyoruz demektir. Evet, düzenlediğimiz programlarda Rabbimize ait bir kısım hakikatleri seslendiremiyor, insanları bir adım daha Efendiler Efendisi’ne yaklaştıramıyorsak; hatta sırf insanların heva ve heveslerine hitap eden programlar düzenliyor ve neticede onlara sadece “Hoş dakikalar geçirdik.” dedirtiyorsak, zaman israfına, belki de günaha giriyoruz demektir. Zira Allah’a (celle celâluhu) götürmeyen ve Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ulaştırmayan her yol bir aldanmışlıktır. Hem zaten insanları eğlendirme, şölen ve karnavallar düzenleme hak ve hakikate tercüman olmayı isteyen inanan gönüllerin işi ve vazifesi değildir.

Ayrıca bilinmesi gerekir ki, günümüzde insanların genel durumları itibarıyla eğlenceye açık bir hayat tarzları vardır. Dolayısıyla onların bu mevzuda gösterecekleri alaka sizi aldatabilir. Öyle ki onların memnuniyetine bakarak iyi bir iş yaptığınızı zannedebilirsiniz. Oysaki önemli olan onların alakasından ziyade, yapılan işin Kur’ân ve Sünnet’in kıstaslarına göre doğru olup olmadığıdır. Bu itibarla ortaya konulan faaliyete alaka gösterilmese ve katılım az olsa bile, siz her zaman doğrunun peşinde koşmalısınız. Diğer bir ifadeyle mühim olan, insanların takdir ve alkışı değil, yapmış olduğunuz programın kalbî ve ruhî hayatımız adına bir mânâ ifade etmesidir.

Bu itibarladır ki, göklerin nura gark olduğu, zeminin semavî sofralarla bezendiği böyle bereketli bir zaman diliminde, biz, insanları kalbî ve ruhî hayatları itibarıyla hep derinleşmeye yönlendirmeli ve yapacağımız her işi mutlaka yüksek hedeflere, engin mülâhazalara bağlamalıyız. Öyle ki muhatap olduğumuz insanların gönüllerine her seferinde yeni bir mânâ, yeni bir ruh aşılamalı ve onları, mâneviyat adına doymazlığa doğru yelken açtırmalıyız. Bunu gerçekleştirmek için ister eskiden beri bilinen ilâhîler, naatlar, münacatlar okunsun; isterse de yeni beste ve güftelerle bu mânâlar ifade edilsin ama her ne olursa olsun biz mutlaka her faaliyetimizle insanlarda ebed arzusunu tetiklemeli, gönüllerde sonsuz saadeti kazanma iştiyakını ve kaybetme endişesini harekete geçirmeli ve netice itibarıyla muhatap olduğumuz insanları dinin ruhuna uyarmaya çalışmalıyız.

Hâsılı, camiler, cemaatler, cumalar, Recepler, Şabanlar, Ramazanlar, Regaibler, Miraçlar, Beraatlar ve Kadirler mutlaka insanları Cenâb-ı Hakk’a yönlendirmeye vesile yapılmalı ve her anı sonsuzluğu peylemeye açık bu kutlu zaman dilimlerinde tertip edilen bütün aktiviteler, yüce ve yüksek gayeleri gerçekleştirmeye matuf olmalıdır.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Ruhun Zaferi

Mü'min nezdinde hakikî "zafer" nedir ve nasıl gerçekleşir?

Rummân Arzusu

Mev'izelerde bir menkıbe anlatılır: Bir çilehânede dervişler günlerini ibadetle geçiriyorlar. Bir erbaîn, iki erbaîn, üç erbaîn.. ancak ölmeyecek kadar yeyip-içmek, sadece ibadet ü tâatte bulunup elden geldiğince dışarıya çıkmamak orada bir prensiptir. El-ayak, göz-kulak, dil-dudak, tamamen ibadetle meşgul edilir. Uyku da azaltılır; bir günde sadece bir saat kadar başlar bir yere konarak geçiştirilir; ihtiyaç defedilecek kadar uyunur. Zaten çok yeyip içmeyince de az uyumaya alışılır.

İşte böyle bir çilehâne ehlinden birisinin içine rummân (nar) arzusu düşüyor. Bir türlü kafasından atamıyor. Aslında nar -Allah öbür nârdan (cehennem’den) muhafaza buyursun- sevilecek bir meyvedir; fakat öyle, gönül bağlanan haneyi terk ettirecek kadar olmasa gerek. Nar isteği yerine başka şeyler de düşünülebilir elbette. Tam kapıyı açıp dışarı çıkıyor, bir de bakıyor ki kapının önünde yarabere içinde yatan birisi var. Yara-bere içinde; ama hâlinden çok memnun, çok müteşekkir, yüzünden behcet akıyor. "Elhamdülillah Yâ Rabbi" diyor yatan adam. Bizimki "Yâhu bu hâlinle böyle içten hamd ü senâ da ne?" deyince "Allah'a hamdolsun." diyor. "Hiçbir zaman rummân arzusuyla Rahmân'ı terkedip O'nun huzurundan ayrılmadım." Derviş bunu duyunca kendine geliyor ve tekrar çilehâneye dönüyor.

Kaç defa rummân arzusu bizi arkasından koşturmuştur. Kâmil olmak kolay değil. Allah (cc) potansiyel insan yaratmıştır ve hakikî insan olmayı kulun iradesine, cehdine, gayretine ve azmine bağlamıştır. Azimsiz insanlar, sabırsız kullar o hedefe ulaşamazlar.

Sabır çeşitleri arasındaki münasebet

Fethullah Gülen: Sabır çeşitleri arasındaki münasebet

Soru: Eserlerde ibâdete, günahlara ve musibete karşı üç tür sabırdan bahsediliyor. Bu sabır çeşitleri arasında nasıl bir münasebet vardır?

Cevap: İnsanları, kalb ve ruh ufkuna yönlendiren geçmiş asırlardaki büyük zatlar gibi Hazreti Pir de, eserlerinde bu üç sabır çeşidi üzerinde durmuştur. Bu sabır türlerinin arasında ciddi bir münasebetin olduğunu söyleyebiliriz. Şimdi isterseniz ana hatlarıyla aralarındaki bu münasebeti görmeye çalışalım:

İbadette istikamet, insanı günaha düşmekten korur

İnsanın ibadetlerini arızasız ve kusursuz bir şekilde yerine getirmesi ve özellikle bu konuda devamlılık peşinde olması ciddi bir sabrı gerektirir. Çünkü insanın bir işi hiç aksatmadan başlangıcından sonucuna kadar götürmesi çok zordur. Ancak insan, bu sabrı sayesinde Allah’ın sevgisine mazhar olabilecektir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:

أَحَبُّ الْأَعْمَالِ إِلَى اللهِ تَعَالَى أَدْوَمُهَا وَإِنْ قَلَّ
“Amellerin Allah’a en sevimlisi, az da olsa devamlı olanıdır.” (Buhârî, rikâk 18; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 216-218)

Nafileler bir yana, insanın, Allah’ın takdir buyurduğu farz ibadetleri kesintisiz olarak yerine getirmesi bile, tam bir kulluk ortaya koyması açısından çok kıymetlidir. Bu itibarla Üstad Hazretleri’nin “makam-ı mahbubiyete kadar çıkarıyor” ifadesiyle nazara verdiği ibadete karşı sabır ile insan nezd-i Ulûhiyet’te apayrı bir kıymet kazanır.

Eğer siz, farz olduğu andan itibaren, hatta alıştırma faslını da düşünecek olursak yedi-sekiz yaşından itibaren vefat edeceğiniz ana kadar hayatınızın her faslında namazınızı, orucunuzu, zekâtınızı ve diğer ibadetlerinizi hiç aksatmadan yerine getirebilmişseniz, rıza-i ilahiye nail olma adına çok ciddi bir kulluk ortaya koymuşsunuz demektir. İşte bir insan, bu ölçüde ibadet ü taate kilitlenmişse, onun kıldığı namazlar, tuttuğu oruçlar, verdiği zekâtlar vs. bir yönüyle masiyete karşı bir kalkan vazifesi görecek ve onu büyük günahların ağına düşmekten koruyacaktır.

Mesela, günümüzde bazı geceler bahane edilerek zararlı meşrubatın çokça kullanıldığını, hatta bu yüzden bazılarının komaya girdiğini ve neticede bu insanların dünya ve ahiret hayatlarını karartacak şekilde kötü duygu ve tutkuların esiri olduğunu görüyoruz. Şimdi hiçbir zaman ibadetini aksatmayan bir insanın böyle bir gecede, yine camiye gideceğini ve ibadet ü taatini yerine getireceğini düşünecek olursak, onun camiden çıktıktan sonra -çevresindeki insanların teşvik ve baskısı olsa da- dinin açıkça yasakladığı böyle büyük bir günahı irtikâp etmesi pek düşünülemez. Çünkü kıldığı namaz, okuduğu evrad u ezkar Allah’ın lütuf ve inayetiyle onun için bir sütre ve bariyer vazifesi görecek ve hayat güzergâhında onun herhangi bir trafik problemi yaşamadan sağ salim yoluna devam etmesini temin edecektir. Ayrı bir husus olarak şunu da söyleyebiliriz: Sürekli akan suyun mermerleri aşındırması ve eritmesi gibi, böyle bir insanın da ibadet ü taatte sebatı nefsinin günaha meyillerini eritecektir.

İbadet, düşüncede istikameti sağlar

Bir insanın, ibadetlerini hassasiyetle yerine getirmesi, aynı zamanda, belâ ve musibetler karşısında takınması gereken tavır konusunda da ona yardımcı olacaktır. Zira ibadet ü taat, insana her zaman Cenab-ı Hakk’ın rızasını, kaza ve kaderini hatırlatır. Dolayısıyla böyle bir mü’min mübtelâ olduğu sıkıntılar karşısında müstakim düşünür ve Allah’ın izniyle isyana düşmez, kaderi tenkit etmez. Bilakis Allah’la irtibatı kavi olduğundan dolayı, “Bütün bunlar, benim kemerbeste-i ubudiyet içinde karşısında el pençe divan durduğum Zât tarafından geliyor.” şeklinde düşünerek kadere rıza gösterir. Başkalarının sarsıldığı hatta devrildiği zamanlarda bile o sürekli, “Hoştur bana Senden gelen / Ya hil’atu yahut kefen / Ya taze gül yahut diken / Lütfun da hoş, kahrın da hoş.” diyerek sürekli rıza ufkunda yaşar.

Evet, ibadet, ubudiyet ve ubudetle Mabud-u Bi’l-Hak ve Maksud-u Bi’l-İstihkâk’a yönelip O’na karşı tam bir kulluk ortaya koymanın hem bir sera gibi insanı koruyucu yönü vardır hem de insanı bela ve musibetler karşısında düşüncede istikamete çeker. İşte bütün bunları nazar-ı itibara alacak olursak, sabır çeşitleri arasında ciddi bir münasebetin olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz.

Öte yandan bu sabır çeşitleri arasında zorluk ve kolaylık açısından da bir sıralamanın bulunduğu söylenebilir. Zira bir insanın ömür boyu arızasız ve kusursuz bir kulluk tavrı ortaya koyabilmesi çok zordur. İşte bu zorluğu aşabilen bir insanın diğer sabır çeşitlerini aşması daha kolay olur. Çünkü kandan irinden deryaları geçmiş bir insanın önüne bir ırmak çıktığında, o, Allah’ın izni ve inayetiyle orayı daha kolay bir şekilde aşıp karşı tarafa geçebilir. Dolayısıyla burada öne alınan sabır çeşitleri bir yönüyle sonrakileri kolaylaştırmakta ve desteklemektedir.

Soru: Bu üç sabır türüne ilave edilebilecek daha başka sabır çeşitleri var mıdır?

Cevap: Hazreti Bediüzzaman’ın ifade ettiği bu sabır çeşitlerine yenilerini eklemek mümkündür. Mesela belirli bir vakte bağlı bulunan hususlar karşısında zamanın çıldırtıcılığına karşı dişini sıkıp sabretmek çok önemlidir. Meselâ siz herkesin inanmasını, sevgi dalgalarının bütün insanların içinde yayılmasını, her yerde sulh ve huzurun hüküm sürmesini, herkesin birbiriyle sarmaş dolaş olmasını, bütün ırkî mülahazaların ayakaltına alınmasını vs. düşünebilir ve bu istikamette soluk soluğa gayret gösterebilirsiniz. Fakat bilinmelidir ki, bütün bu güzelliklerin yaşanması adına yeni bir neslin yetiştirilmesi ve meselenin dipten ele alınması gerekir. Hiç şüphesiz bunun gerçekleşmesi de en az çeyrek, hatta bazen belki yarım asır ister. Bu da aceleci ruhların sabr u sebat gösterebileceği bir iş değildir. Zira şairin dediği gibi bu konuda acele edenin pâyine dâmen (ayağına etek) dolaşır, temkinli bir şekilde aheste yürüyen ise menzile ulaşır.

Ayrıca idareye talip olup dinamik gücü ele geçirenler çoğu zaman birden bire hemen toplumun rengini, şeklini, desenini ve şivesini değiştirebileceğini düşünür ve bu anlayışa göre toplumu dizayn etmeye kalkışır. Hâlbuki meseleyi dipten ele almaz, insanların hür iradelerine saygı duymaz ve güzel bir ortamın oluşması adına gerekli olan sabrı göstermeyip acele ederseniz, hiç farkına varmadan zaman ve hadiseleri kendi aleyhinize çevirmiş olursunuz. Başardığınızı zannettiğiniz bir kısım işlerde bile kurduğunuz temelsiz bina bir anda başınıza yıkılıverir. Çünkü acelecilik ve tepeden inmecilik insanî ve içtimaî tekâmül sürecine terstir. Bu itibarla kendi toplumuna ve hatta bütün insanlığa barış ve sevgi iklimi getirmeye çalışan karasevdalılar şuna hazır olmalı; belki siz bu konuda göbek çatlatıp ölesiye gayret ettiğiniz halde görmek istediğiniz bir kısım güzellikleri hiçbir zaman göremeyeceksiniz. Onları görmek arkadan gelen nesillere nasip olacak. Esasen “vazifemizi yapıp şe’n-i rububiyetin gereğine karışmama” prensibi hayat boyu bağlı kalmamız gereken temel bir disiplin olmalıdır.

Bir diğer sabır çeşidi de, mubah çerçevede görünse de dünyanın cazibedar güzelliklerine karşı sabırdır. Evet, dünya göz kamaştırıcı şualarıyla gözümüzün içine yöneldiği zaman, ona karşı kararlı ve dimdik durabilme de çetin sabırlardan bir tanesidir. Hazreti Pîr’in de bahsettiği üzere birisi, “sanki yedim” diyerek bir camiyi yememiştir. Yani canının çektiği bir kısım yiyecek ve içecekler karşısında dişini sıkıp sabretmiş, “sanki yedim” diyerek onlara vereceği parayı bir yerde biriktirmiş ve neticede biriken bu paralarla çok güzel bir cami yaptırmıştır.

Bu sabırlardan daha öte bir sabır da mukarrabînin, Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ kemâline ve Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’a kavuşma adına iştiyakla yanıp kavrulmalarına karşı, ruhlarının ufkuna yürüyecekleri ana kadar dünyada kalmaya sabretmeleridir. Bu ufkun önemli temsilcilerinden Mevlâna, “Sine hâhem şerha şerha ez firak; tâbe-gûyem şerh-i derd-i iştiyak!” (Parça parça olmuş bir sine isterim ki, bu iftirak derdini ona anlatayım.) der. Yani bir insanın dertli olması lazımdır ki, dertten anlasın. Dertten anlamayanlara derdinizi anlatamazsınız. Esasen Hazreti Mevlâna, bir insan olarak yitirilmiş bir cennetin çocuğu olduğu ve Allah’tan gelmiş ve buraya atılmış bir zavallı konumunda bulunduğunu söylüyor ve sürekli iştiyak ateşiyle yanıp tutuşuyor. O, vefat edeceği ana kadar şeb-i arus diyor. Fakat o, “vuslat ne zaman” diyerek yanıp kavrulsa, burnunun kemikleri sızlasa da, hiçbir zaman, “Allah’ım bir an evvel canımı al ki, Sana kavuşayım” şeklinde bir hissiyatı seslendirmiyor, iradesinin hakkını verip vuslat iştiyakına karşı sabrediyor.

Çünkü bizi buraya gönderen O’dur. Emir edebin hatta aşkın da üstündedir. Aşk, insanı çıldırtsa da, O, “gel” demeden, gelme talebinde bulunma, O’na karşı saygısızlıktır. Bizi burada asker yapan O olduğuna göre, terhis tezkeremizi dolduracak da O’dur. O halde bize düşen, O’nun bu tezkereyi dolduracağı ana kadar dişimizi sıkıp burada kalmaya katlanmaktır. İşte bu da aşk u iştiyak karşısında sabırdır. Ne var ki, böyle bir sabır gerçekten inanmış, inanmanın ötesinde marifette derinleşmiş; derinleşip marifetten muhabbete, muhabbetten aşk u iştiyaka kanat açmış çok büyük zatların işi olduğundan bizim boyumuzu aşkındır.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Sabır; hele istenilen şey çok büyükse!

Çekilen sıkıntılar ve başa gelen musibetler, varılmak istenen hedefe bakıldığında çok küçük kalır. Bizler perişan Keloğlan’ın, padişahın kızına talip olması gibi cennete talibiz. Bu, Kerem’in Aslı’ya talip olmasına benzemez. Perişan halimize bakınca, benim gülesim geliyor. Zira, biz çok küçüğüz, talip olduğumuz şey ise pek değerli. Üstad’ımızın ifadeleriyle, bin sene mesûdâne dünya hayatı onun bir saatine mukabil gelmeyen bir cennete talibiz. Onun da ötesinde, Cenâb-ı Hakk’ın Cemâl’ini müşahede arzusundayız. İşte bu hedefe ulaşmak adına her şeye tahammül etmek, her sıkıntıya göğüs germek, her musibete katlanmak gerekir.

Sadaka ve İslâmiyet’in getirdiği incelik

Bizim toplumumuzda, dinimizin güzelliklerinden kaynaklanan bir sadaka kültürü de vardır. Eşi görülemez bir incelikle örgülenmiş harika bir kültür.. Müslümanlar zekat ve sadakayı verirken öyle makul verir ve sadakayı alacak insana öyle güzel şeyler anlatırlarmış ki, alan verenden daha faziletli bir konumda görünürmüş; yedi süflâ, yedi ulyânın üstüne çıkarmış; yani, sadakayı alan alttaki el onu veren üstteki elin üstüne çıkarmış. Sadaka veren meselaşöyle dermiş: "Allah senden razı olsun, ben de üzerimdeki bu borcu ne yapayım ne edeyim, diye düşünüyordum. Vazifemi yapmama, büyük bir vebalden kurtulmama vesile oldun. Allah da seni ahiret sıkıntılarından korusun."

Safvet ve diriliş

İnanan her insan, inancının gereklerini yerine getirse, inancı kadar insan olsa, inancı ölçüsünde bir duruşta bulunsa sadece İslam dünyasında değil dünyanın her yerinde ciddi degişiklikler olur. Evet, İslam dünyası olarak bizler bir kere daha inhitat (gerileme) dönemi yaşıyoruz. Daha önceleri de yaşadık biz böylesi dönemleri ama inananların samimi gayretleri ile idbarımız ikbale döndü. O devrelerde ümitlerimize fer verecek, insanları iyiye, güzele, doğruya yönlendirecek kâmet-i bâlâlar vardı insanların önünde. Onlar kendi kapasiteleri ölçüsünde hizmette bulundular, toplumu yeniden aşıladılar, kurumaya yüz tutmuş yerleri budadılar, yeni fidanlar diktiler. Ancak hemen ilâve edelim, bunların hiçbiri ilk asırda olduğu gibi bir çağlayana dönüşmedi. Belki Osmanlı’yı müstesna sayabiliriz; fakat o da kâmil anlamda ancak bir buçuk asır devam etti, ondan sonra o da duraklama ve inhitata girdi.

Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.