• Anasayfa
  • Kırık Testi - Fethullah Gülen Web Sitesi

Üslûp ve Hikmet

Soru: Usulsüzlük cenderesinde, teâruz ve tesâkutlar ağında insanımızın âdeta kıvrandığı bir dönemde hakikatlerin heder olup gitmemesi için güzel bir üslûba ve hususiyle de üslûpta hikmete ihtiyaç olduğu görülüyor. Bu açıdan Kur'ânî bir hakikat olan hikmeti nasıl anlamalı ve hayatımıza nasıl tatbik etmeliyiz?

Üstünlük Tutkusu ve Cemaat Enaniyeti

Soru: Himmet ve gayrete mani büyük bir tehlike olduğu vurgulanan "meylü't-tefevvuk" ne demektir? Bu tehlikeye karşı korunabilmek için nelere dikkat etmek gerekmektedir?

Bildiğiniz gibi "meyil"; yönelme, istek ve arzu manalarına gelmektedir. "Tefevvuk" da, üstünlük elde etmek, daha büyük olmak ve önde görünmek demektir. "Meylü't-tefevvuk" ise, bir insanın, emsaline nazaran daha üstün meziyetlere sahip olma isteği ve önde bulunma arzusu sebebiyle farklılık ve üstünlük mülahazalarına kapılmasıdır. Bu duygu, enaniyetle beslenmektedir; dolayısıyla da, "tezkiye-i nefis" ve "tasfiye-i kalb"e muvaffak olamamış her insanda az çok tesirini göstermektedir. Bazıları hafızalarının kuvvetiyle, bazıları beyanlarının gücüyle, kimileri seslerinin güzelliğiyle, kimileri de daha başka istidat ve kabiliyetleriyle ya da soy-sop, servet ü sâman, şöhret ü şân gibi sâiklerle böyle bir farklılık düşüncesine kapılmakta ve kendilerini başka insanlardan daha üstün, daha seçkin ve daha çok saygıya değer görebilmektedirler.

Aslında, her nimet insanı Allah'a götürebilecek bir helezondur. Ne var ki insan, ancak vehmî bütün güç, kuvvet ve ihsan kay­naklarını nefyederek her türlü nimetin Allah'tan geldiğini kabul ve itiraf etmek suretiyle Cenab-ı Hakk'a karşı şükür vazifesini yerine getirmiş ve kurbet ufkuna doğru yol almış olur. Evet, bütün iyilik ve güzelliklerin sebepleri­ni hazırlayan, onları takdir ve taksim eden, vakti gelince yaratıp se­mâvî sofralar halinde önümüze seren Allah'tır; öyleyse, neticede minnet ve şükran da O'nun hakkıdır. Nimeti vereni görmezlikten gelerek sadece nimetlere ya da onların sebeplerine takılmak nankörlüktür. Şükür, nimetin ziyadeleşmesi için bir vesile olduğu gibi, nankörlük de nimetin kesilmesinin hatta bir nikmete dönüşmesinin sebebidir. Cenab-ı Allah, "Eğer şükrederseniz Ben de nime­timi artırırım; şayet nankörlük yaparsanız, biliniz ki azabım çok şiddetlidir." (İbrahim, 14/7) mealindeki fermanıyla, şükredenleri mükâfatlandıracağı vaadin­de, küfrân-ı nimete düşenleri de cezalandıracağı tehdidin­de bulunmuştur.

İşte, zeka, hafıza, beyan gücü, ses güzelliği... gibi değişik istidatlar ve farklı kabiliyetler A llah'a teşekkürü gerektiren nimetlerdir. Fakat, insanlar bazen bu nimetlerin Allah tarafından verildiğini ve onların emanet bir elbise gibi insana giydirildiğini unuturlar.. unutur ve onları sabit, değişmez ve ebedî birer üstünlük vesilesi gibi görmeye başlarlar. Kalb ve kafalarındaki bu duygu ve düşünce inhirafını çirkin hırıltılar olarak dışa aksettir ve zamanla "Benim zekam, benim hafızam, benim fikrim, benim yazım..." sözlerini birer fâikiyet iddiası şeklinde telaffuz eder dururlar. Rahmet ilinden dalga dalga esip gelen lütuflar karşısında şükür hisleriyle dolacaklarına, nankörlüklere girer ve o güzelim nimetlerin çehresini bencillik, gurur, riya ve süm'a isiyle karartırlar. Bütün ihsanları, acz, fakr ve ihtiyaçlarına binaen kendilerine bahşedilmiş birer lütuf olarak değerlendireceklerine ve onların asıl kaynağı üzerinde duracaklarına, onlara sahip çıkar ve hak iddiasında bulunurlar. Her nimetin aynı zamanda bir imtihan vesilesi olabileceği ihtimaline karşı Allah'a sığınacaklarına, sığınıp kulluk çıtasını biraz daha yükselteceklerine, iyiden iyiye şımarır, kendilerini biraz daha beğenir; her hal, tavır ve davranışlarına mukabil takdir bekleyen, alkış isteyen kimseler oluverirler.

Enâniyet ve Fâikiyet Mülahazası

Bu fâikiyet mülahazası, yani, daha üstün ve daha kıymetli olma arzusu, bazen insanın şahsî enaniyetinden kaynaklanır. Allah'ın ekstra lütuflarına mazhar olan bir insan, sağlam bir kulluk düşüncesiyle onları hazmedip bala döndürmesi ve bal–kaymak gibi yudumlaması mümkünken, bazen benliğine takılır, nimetleri kendi istihkakına bağlar ve böylece onları zehire çevirmiş olur. Her nimeti, Mün'im-i Hakiki'yi gösteren bir ayna gibi algılayıp, Yunus Emre'nin ifadesiyle "Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun" diyerek ihsanda bulunan Zat'a yönelmesi gerekirken, enaniyetine, gurur ve kibrine yenik düşer, sadece nimeti düşünür, onu kazanmış olduğu bir hak gibi görür; dolayısıyla da, sebeplerin ötesinde bir Müsebbibü'l-esbâb bulunduğunu hiç hatırlayamaz ve nimetlerin asıl Sahibini kat'iyen düşünemez. Aslında, o güzel şeyleri his, şuur, kadirşinaslık ve Allah'a teveccüh çerçevesi içinde değerlendirse, onlar kendisi için birer nimet olacak ve onu yükseltecektir. Fakat bencil insan, âdetâ onları enaniyetini besleyen faktörler haline getirir, her nimeti benliğine mâleder ve sürekli "ben" der durur; neticede o nimetler de birer felaket sebebine dönüşür ve mahvedici bir mahiyete bürünürler.

Günümüzde "ben, ben" diyerek oturup kalkma ve enaniyet mülahazalarıyla dolup taşma belki her zamankinden daha fazladır. Öyle ki, bugün inanan insanlar bile "özgüven", "kişisel gelişim", "kendine güven" gibi unvanlar altında serdedilen bir kısım düşünceleri şeytânı hoşnut edebilecek mülahazalara çevirebilmektedirler. Oysa, hakiki mü'min kendine değil, Allah'a güvenir. Bir yandan, Cenâb-ı Hakk'ın verdiği iradeyi en iyi şekilde kullanır; diğer taraftan da, "Allahım beni göz açıp kapayıncaya kadar bile nefsimle başbaşa bırakma" der. Nefsine değil, Cenâb-ı Hakk'a itimad eder. Nefsini ve nefsânî duygularını an azılı düşman sayar; en güzel vekil, yegâne dost ve yardımcı olarak ise yalnızca Allah'ı bilir. Sürekli "Hasbunallah ve ni'me'l-vekil - Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!" (Âl-i İmran, 3/173) sözünü terennüm eder; "Ey Yüce Rabbimiz! Yalnız Sana güvenip dayandık, Sana yöneldik ve sonunda da Senin huzuruna varacağız." (Mümtehine, 60/4) hakikatini seslendirir. Fakat, şimdilerde bencillik o kadar yaygındır ki, çoğu insanlar Cenâb-ı Hakk'ın lütuflarını bile enaniyetleri hesabına kullanmakta ve onları benliği besleyen birer unsur gibi algılamaktadırlar. Dolayısıyla da, aslında herbiri birer yükselme helezonu olan nimetler, benlik adına kullanılınca helâke götüren birer tuzak halini almaktadırlar.

Var mı Bu Cemaat Gibisi!..

Diğer taraftan, üstün olma duygusu her zaman ferdî benlikten kaynaklanmaz. Bazen insan, enaniyetini besleyen yanlış his ve düşünceleri kendi içinde eritebilir. Kalbine ve zihnine uğrayıp geçen bazı nefsî ve şeytanî duygulardan kurtulup şahsen Allah için başlayan, Allah için işleyen ve rıza-yı ilahi dairesinde hareket eden bir kul olabilir. Ne var ki, şahsı hesabına "kullardan bir kul" olma şuuruna ulaşmış kimseler için de "âidiyet mülahazası" meyl-i tefevvuka sebep olabilir; ondan dolayı kendini farklı ve üstün sayanlar bulunabilir. Yani, bir milletin, bir cemiyetin ya da bir cemaatin mensubu olmak da insanı bambaşka bir enaniyete ve seçkinlik hissine itebilir. Bu his sebebiyle kimileri "Harika insanlar meydana getiren bir milletin fertleriyiz" der övünürler; kimileri de, Allah muhafaza, "Biz, dünyanın hemen her ülkesinde ortaya koyduğu eğitim faaliyetleriyle milletimizin adını bayraklaştıran ve insanlık tarihi boyunca eşine az rastlanır şekilde büyük bir hızla faaliyet alanını genişleterek istikbalin sulh adacıklarını kuran bir hareketin gönüllüleriyiz" diyerek bir nevi "cemaat enaniyeti"ne kapılırlar. Aslında, insanın şahsî hayatı hesabına "ene"den sıyrılması çok büyük bir başarı ve şeytana karşı önemli bir tabyedir. Fakat, "ben" duygusunun yerine "biz"i ikame etme, başlangıç itibarıyla takdire şayan bir adım olsa bile, şayet "ene"nin yerini "nahnü" alır ve insan o noktaya takılıp kalırsa bu da çok ciddi bir tehlikedir. Zira, "nahnü"ye geçiş bir mertebe ise de, orada da durmamak ve "Hüve"ye yürümek; her şeyi "O"na vermek esastır.

Evet, benlik hissi aşılmalı, "biz" duygusu öne çıkarılmalıdır; fakat, o noktada da âidiyet düşüncesi kalb ve zihinleri esir etmemeli; şayet Cenâb-ı Hakk'ın lütufları esbab dairesi içinde mutlaka bir vesileye bağlanacaksa, o vesilenin vifak ve ittifak olduğu düşünülmelidir. Yani, bir toplumu teşkil eden her fert, "Biz yaptık, biz kurduk, biz düzenledik, biz kazandık" diyeceğine, "Cenâb-ı Hakk'ın tevfîki, vifak ve ittifaka bağlı geliyor. O'na binlerce hamd ve senâ olsun ki, kalbimizi birbiriyle irtibatlandırdı, bizi birbirimize sevdirdi, biraraya getirdi ve önemli bir hareketin hadimleri eyledi." diyerek, tahdis-i nimette bulunmalı ve Allah'a şükretmelidir. Fakat, "Allah'a binlerce hamd ü sena olsun ki, bize muvafakat içinde hizmet etme zemini lutfetti ve gayretlerimizi başarılarla neticelendirdi" diyerek "Hüve"yi işaret etmesi gereken kimseler, "Var mı benim gibisi!" türünden ifadelerle "benlik" hırıltıları çıkarırlarsa ya da "Bu cemaat gibisi gelmedi âleme" şeklinde "biz" duygusuna bağlı bir fâikiyet düşüncesini seslendirirlerse, işte o zaman, ilahi ihsanları ferdî enaniyete veya âidiyet mülahazasına bağlamak suretiyle nankörlük yapmış ve Allah korusun bir çeşit şirke düşmüş olurlar. Dolayısıyla, bir insanın sürekli kendi istidat ve kabiliyetlerini nazara vermesi ve kendisinden bahsetmesi ne kadar çirkin ise, bir toplumun fertlerinin her fırsatta mensup oldukları cemaatin hususiyetlerini, o hareketin faziletlerini, kendi felsefelerinin üstünlüklerini ve sahip oldukları düşüncelerin isabetliliğini vurgulamaları da o denli çirkindir; dahası böyle bir tavır da fâikiyet mülahazasını tetikleyen ve şişiren büyük bir tehlikedir. Hak ve hakikat gürül gürül ilan edilmeli, din ve diyanet mutlaka anlatılmalıdır ama bu ilana ve bu anlatmaya nefisler asla karıştırılmamalıdır. Allah sevmez öyle düşünenleri ve öyle iddialı sözler söyleyenleri. Cenab-ı Hak, "Elhamdülillah, O bizi biraraya getirdi" diyenleri sever; kullarının sürekli "Allah'ım birliğimizi ve dirliğimizi muhafaza buyur" deyip hıfz-ı ilahiye sığınmalarını ister.

Evet, "Biz gücümüz, kuvvetimiz, ilmimiz ve tecrübemizle bu işleri başarıyoruz.." düşüncesi Kârunca bir düşüncedir. "Ben kendi ilmimle ve kendi iktidarımla kazandım" iddiası ancak Kârun'un ve onun torunlarının telaffuz ettikleri müşrikçe bir kuruntudur. Din ve millet yolunda hizmete gönül vermiş insanlar, Kârun gibi düşünüp Kârunca konuşacaklarına, gurur ve enaniyeti bırakmalı; aczinin, fakrının ve ihtiyaçlarının farkında olan kullar gibi tazarru ve duâ lisanıyla Cenab-ı Hakk'a yönelmelidirler.

İhlâsa Çağrı

Bediüzzaman hazretleri, dava erlerinin himmet ve gayret duygularını baskı altına alıp, onları ümitsiz, bezgin ve çaresiz bırakan tehlikelerden biri olarak işte bu "meylü't-tefevvuk"u saymaktadır. Asıl itibarıyla, Kur'an ve iman hizmetinde rekabete, önde olma mücadelesine, itişe-kakışa bir yere varmaya ve birbirine zahmet vermeye hiç yer ve lüzum bulunmadığını ifade eden Hazreti Üstad, farklı ve üstün olma duygusunun bir müstebid gibi gelip hizmet erlerinin himmet hislerine hücum ettiğini ve onları Allah için çalışıp çabalamaktan, din uğrunda gayretten uzaklaştırdığını belirtmektedir. Böyle bir düşmana karşı koymak için de, "kûnû lillah" hakikatine sığınmak gerektiğini, yani, bir başka yerde "Allah için işleyiniz, Allah için başlayınız, Allah için çalışınız ve O'nun rızası dairesinde hareket ediniz" diyerek tarif ettiği ihlâs kalesine iltica etmenin lüzumunu nazara vermektedir.

Haddizatında, kendini farklı ve üstün gören bir insan bir taraftan kendisinin değil de başkalarının çalışıp didinmeleri gerektiğini düşünür; diğer taraftan da, beklentilere girer, hiçbir pay sahibi olmadığı başarıların dahi kendisine nisbet edilmesini ister. Şayet, beklediği takdiri bulamaz, istediği alkışları duyamaz ve -kendince- kıymeti anlaşılamazsa, her şeyden el-etek çeker; içinde azıcık çalışma isteği kalmışsa onu da kaybeder. Böyle bir insan, ara sıra yapıp ettiği işlerde yine farklı, üstün ve seçkin biri olduğunu başkalarına da kabul ettirme peşindedir; dolayısıyla da, onun her söz, tavır ve davranışı enaniyet eksenlidir, riya ve süm'a ile kirlenmiştir. Onun hedefi hep en önde olmak, üstün görünmek ve insanların teveccühünü kazanmaktır; fakat, böyleleri umumiyetle maksatlarının aksiyle tokat yerler; işlerinde muvaffak olamadıkları gibi halk nazarında da istiskal edilir ve cehd ü gayret hislerini de her gün biraz daha kaybederler.

İşte, böyle kötü bir akıbete dûçar olmamak için, "kûnû lillah" hakikatine sığınmak ve bütün amellerde Allah rızasını gözetmek gerekmektedir. İhlas Risalesinde de ifade edildiği gibi; "Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder." Onun için, bu hizmette, doğrudan doğruya ve yalnızca Cenâb-ı Hakk'ın rızasını esas maksat yapmak icap eder. Madem ki, ihlâsla yapılan bir dirhem amel, ihlâssız batmanlarla amelden üstündür, öyleyse, büyük-küçük her iş O'nun hoşnutluğu gözetilerek ortaya konmalıdır. Bu hususa da dikkat çeken Bediüzzaman hazretleri, yalnız, kimsesiz, garip bir vaziyette iken ve insafsız bazı memurların takipleri ve baskıları altında olmasına rağmen birkaç talebesiyle beraber yaptığı hizmetin kendi memleketinde ve İstanbul'da yüzlerce, belki binlerce yardımcıyla muvaffak olduğu hizmetten çok daha büyük olduğunu beyan etmekte ve bunu sayıları az da olsa o talebelerinin ihlâsına bağlamaktadır. Sonra da "İnşaallah tam ihlâsa muvaffak olursunuz, beni de tam ihlâsa sokarsınız." diyerek, mütevazi bir kulun ruh portresini sergilemektedir.

Tetikte Olmalı...

Evet, insan, tabiatı itibarıyla farklılık ve üstünlük düşüncesine açıktır. O, bu türlü mülahazalardan tecrîd edilmemiş ve daha baştan fıtratı bunlara kapalı olarak yaratılmamıştır. Mesuliyet duygusunun ve imtihanın bir gereği olarak o, bütün nefsanî ve şeytanî düşünceleri iradesiyle aşmak zorundadır. Dolayısıyla insan, Allah'a sığınarak ve iradesinin gereğini yerine getirerek nefsanî hislerin ve şeytanî fikirlerin üstesinden gelmeye çalışmalıdır. Allah'a dayanarak, sa'ye sarılarak ve iradesinin hakkını vererek kulluk şuuruna aykırı bütün mülahazalardan sıyrılmaya gayret etmelidir. Bu arada, bilmelidir ki, bugün aştığı tepelerin benzerleri yarın yeniden karşısına çıkacaktır. Bir işte başarılı olunca, benliğine âit bir kısım duygular, bir kere daha birer akrep gibi kuyruklarını dikip gezmeye başlayacaklardır. O, bu zehirli ve öldürücü hasımlara karşı da savaş ilan etmek ve bu defa da onları aşmak durumunda kalacaktır. Onların da üstesinden gelse bile, unutmamalıdır ki, yarın aynı tehlikelerle bir kere daha karşılaşacak ve yeni bir imtihanı daha geçmek mecburiyetinde olacaktır. Nasıl ki, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) "Ceddidû imaneküm bi lâ ilahe illallah- İmanınızı Lâ ilâhe illâllah ile yenileyiniz." (Müsned , 2:359) buyurmakta ve ümmetini sürekli tecdid-i imana davet etmektedir; aynen öyle de, insan kulluk anlayışına ters duygu ve düşüncelerle de sürekli mücadele içinde olmalıdır. Zira, Mektubat'ta da vurgulandığı üzere, nefis, hevâ, vehim ve şeytan az-çok her insana hükmetmekte; onun gafletinden istifade ederek, pek çok hile, şüphe ve vesveseyle iman nurunu kaplamaktadır. Onun için, her gün, her saat, hatta her vakit, imanı cilalamaya ihtiyaç vardır.

İşte, böyle bir tecdid, tazeleme ve cilalama, duygu ve düşünce kaymalarından korunmanız için de zaruridir. Bu açıdan, fâikiyet mülahazası ve üstünlük düşüncesi içinize estiği zaman, hemen Cenâb-ı Hakk'a yönelmeli ve hamd ü sena hisleriyle dolmalısınız. Mazhar olduğunuz ve etrafınızda gördüğünüz bütün nimetleri hamde vesile saymalısınız. İlahî lütufları çok iyi okumaya çalışmalı; onların arka planına bakmalı; sizin güç ve kuvvetinizle olacak gibi görünmeyen bu ihsanları enaniyetinizi beslemek için değil, şükretmek için bir vesile olarak değerlendirmelisiniz. Her zaman size karşı taarruz vaziyetinde bulunan ne kadar düşman düşünce ve duygu virüsü varsa, onları bertaraf edebilecek silahlarınızı da her an hazır bulundurmalısınız.

Tehlike Hattında Bulunanlar

Bu hususta, en tehlikeli durumdaki insanlar, mesleği ve konumu itibarıyla topluma en çok faydalı olan kimselerdir. Meselâ, hekimlerin o türlü mülahazaları aşmaları hayli zordur. Çünkü onlar, tedavi ettikleri, ilaç verdikleri ya da sebepler açısından ölümden döndürdükleri her hastadan dolayı bir kere daha aynı duyguların hücumuna maruz kalırlar. Bir hastanın şifa bulmasında Cenab-ı Allah, sebepler zaviyesinden, onları vesile kılar. Mesela, kalb krizi geçiren bir insana müdahalede bulunur, anjiyo yapar ve gerekirse stent takarlar. Şayet, bunu yaparken, Şafi-i Hakiki'yi hatıra getirmez ve kendilerinin sadece bir vesile olduğunu düşünmezlerse, o hastayı ihya etmiş gibi bir tavra girebilirler. O işi başarıyla bitirirlerse, bulundukları yerden öksürerek ayrılıp kendilerini hissettirmeye çalışabilir, üstün ve seçkin kimseler oldukları zehabına kapılabilirler.

İlahiyatçılar da bu konuda çok tehlikeli bir noktada durmaktadırlar; çünkü, onlar da halka va'z u nasihat ediyor ve irşad vazifesinde bulunuyorlar. Bir insan, onların irşadıyla hak ve hakikati bulmuşsa, onlar da o insanı din adına ihyâ etmiş olduklarını düşünebilirler. Böyle bir düşünce ise, çok tehlikelidir ve bir nevi şirktir. Bu türlü mülahazaların zihne gelmesi karşısında sürekli "Aman ya Rabbi, o işlerin sahibi ben değilim; dirilten de Sensin, öldüren de; yol gösteren de Sensin, hidayete erdiren de. Evet, gerçi bunlar benim iklimimde cereyan etti ama ben sadece bir vesileydim." demeli ve bir manada duygularını, düşüncelerini tazelemeli ve cilalamalıdırlar. İhsanlar karşısında fahirden ve küfrandan kurtulmak için meseleleri, Üstad'ın o enfes yaklaşımıyla değerlendirmeli; "Evet ben güzelleştim, fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir, benim değildir." diyerek hidayeti Müessir-i Hakiki'nin yarattığı tesire vermelidirler.

Aslında, Cenab-ı Allah'ın, Peygamber Efendimiz'e (aleyhi ekmelü't-tehaya) hitaben " Sen dilediğin kimseyi doğru yola eriştiremezsin! Lâkin ancak Allah dilediğini doğruya hidâyet eder. O, hidâyete gelecek olanları pek iyi bilir. " (Kasas, 28/56) buyurması da bu gerçeği nazara vermektedir. Evet, insanoğlu Cenab-ı Hakk'ın isim ve sıfatlarının tecelli ettiği aynaların en câmii ve mücellâsıdır; Hazreti Rûh-u Seyyidi'l-Enâm (aleyhi ekmelü't-tehaya) ise, bu aynaların en kâmili ve muhtevâlısıdır. Bu hakikati ifade sadedinde bir hak dostu,

"Âyinedir bu âlemde her şey Hak ile kâim,
Mir'ât-ı Muhammed'den Allah görünür dâim."

demiştir. Ne var ki, Allah'a yakınlığı, özel konumu, samimiyet ve ihlası, sözlerinin derinliği... gibi, bir irşad erinde bulunması lazım gelen her şey Peygamberimiz'de mevcut olmasına rağmen, Cenab-ı Hak, Ona bile, "Habibim, s en dilediğin kimseyi doğru yola eriştiremezsin!" buyurmuştur. Kaldı ki, Allah Teâlâ bir başka ayet-i kerimede "Sen gerçekten insanlara doğru yolu gösterirsin." (Şura, 42/52) diyerek Rasûl-ü Ekrem Efendimiz'in gaye ölçüsünde bir vesile olduğunu da belirtmektedir. Fakat, gaye ölçüsünde dahi olsa vesile vesiledir; dolayısıyla, hidayet etmek sadece Allah'ın işidir ve şe'n-i rububiyetin gereğidir. Öyleyse, bir insanın hidayet gibi yalnızca Allah'a ait olan bir meseleyi sahiplenmesi ve sözünde veya sohbetinde, kaleminde ya da yazısında hakiki bir tesir vehmetmesi bir nevî şirktir.

Keşke!..

Şayet, siz de irşat ve tebliği hayatınızın gayesi kabul etmişseniz, herkesten daha ziyade, hal, tavır ve davranışlarınızı "kûnû lillah" emri çerçevesinde ortaya koymaya çalışmalısınız. Çünkü, Allah için olunca fevkalâdeden bir genişliğe ulaşırsınız; şayet, her şeyi Allah'tan bilirseniz, Cenab-ı Hak sizin irade gücünüze, görüş ufkunuza, duyuş alanınıza ve beyanınızın tesirine Zât'ına ait nâmütenâhîlikten nihayetsiz ihsanlarda bulunur. Bunların hepsi hem bu dünyada meyvelerini verir, hem de nâmütenahîlik adına birer yatırım haline gelerek öbür âlem için azık olarak biriktirilir. Fakat, meseleleri kendi darlığınızla ele alırsanız, hem sürekli o darlığın mahkumu olursunuz, hem de her işinizde kendi iradenizle, kendi görüşünüzle, kendi duyuşunuzla ve kendi beyan kabiliyetinizle sınırlı kalırsınız. Ayrıca, Hazreti Üstad'ın da ifade ettiği gibi, hak ve hakikate hizmet yolunun esası ihlastır. Samimi ihlası kıran adam, ihlas kulesinin başından sukût eder ve ihtimal, gayet derin bir çukura düşer. Zira, bir insan ne kadar ilâhî lütuflara mazhar olmuşsa, ihlasa muhalif davrandığı zaman içine düşeceği çukur da o ölçüde derin olur. Pek çok teveccüh ve iltifat görmüş, bir kere harem dairesine alınmışsanız, artık sizden konumunuzun hakkını vermeniz beklenir. Şayet, o daireye yakışır bir hal sergilemez ve ona göre bir marifet ufkuna ulaşma peşine düşmezseniz, bu defa o dairenin kapısı sizin için bir kere daha aralanır ama bu defa size dışarısı gösterilir. Artık, sizi koridorda da tutmazlar; orada sizden geri insanların bulunmasına izin verseler bile, size dış kapıyı işaret ederler. Bu açıdan da, sizin bütün amellerinizde sadece Allah rızasını gözetmeniz; meylü't-tefevvuk gibi mülahazalardan olabildiğine uzak durmanız; şan, şöhret, makam, mansıp ve halkın teveccühü gibi beklentilerden fersah fersah kaçmanız icap eder.

Hâsılı; keşke, güç, kuvvet, servet, zeka, hafıza, beyan kabiliyeti ve daha değişik imkânlar gibi, zahirî fâikiyet unsurlarını, Hakk'a karşı birer medyûniyet, tevazu ve mahviyet vesilesi saysak.. keşke, Allah'ın ihsan ettiği bütün bu mazhariyetleri, O'na bağlı görme şuuruyla ölçüp, biçip, değerlendirerek, onları gönüllerimizde iki büklüm olma duygusuna çevirsek.. keşke, bütün tavır ve davranışlarımızı Hak karşısında rükû ve secde hâliyle, insanlar karşısında da saygı ve muhabbetle bezesek.. keşke, takdir edilip alkışlanmadan dolayı şımarıklığa, çevremizin hüsn-ü zannı sebebiyle küstahlığa ve ferdî enaniyetleri besleyen âidiyet mülâhazası ile de fâikiyet tavrına asla girmesek.. girmesek ve hep sade yaşasak, sade düşünsek ve sade konuşsak.. keşke!...

Usûlüddin ekseni

Fethullah Gülen: Usûlüddin ekseni

Soru: Sohbetlerinizde sık sık Usûlüddin’e bağlı kalmanın öneminden bahsediyorsunuz. Konunun açılımını lütfeder misiniz?

Cevap: Usûlüddin, dinde temel olan asıllar, prensipler, ölçüler demektir. İnancın çerçevesini belirleyen esaslar, Cenâb-ı Hakk’ı tanıma adına ortaya konulan disiplinler, haşr u neşr mevzuunda dile getirilen genel mülâhazalar, varlık-insan ve Allah münasebetine dair serdedilen hakikatler vs. Usûlüddin’i oluşturur.

İman ve İslâm’ın surları

İlk dönemlerde, Sahib-i Şeriat tarafından ortaya konulmuş olan bu tür esaslar isimsiz müsemma olarak vardı. Fakat adı konulup bir disiplin olarak dile getirilmemişti. Daha sonra gelen İmam Maturîdî ve Ebu’l-Hasan el-Eş’arî gibi âlimler, en önemlisinden daha az önemli olana doğru bir çizgi takip ederek kendilerine ulaşan bu hakikatleri hem sistematik bir yapıya kavuşturdu; hem de yanlış anlama ve sapmaların önüne geçme adına tafsilâtlı açıklamalar yaptılar.

İslâm’ın, Kur’ân ve Sünnet çerçevesinde nasıl hayata hayat kılınacağı, bu iki kaynaktan hüküm istinbat ederken hangi metotların takip edileceği, karşılaşılan problemlerin nasıl çözüleceği gibi Fıkıh Usûlü’ne dair konular da belirli bir dönemde isimsiz müsemma olarak bilinmiştir. Daha sonraki dönemlerde Fıkıh sahasının önde gelen âlimleri tarafından bu konular disipline edilmiş ve madde madde bunların çerçevesi belirlenmiştir. Eğer bir insan, bu temel disiplinler yörüngesinde hayatını götürürse, -Allah’ın izni ve inayetiyle- hem yanılmaz, hem de çelişkiye düşmez.

İslâm’ın kıyamete kadar gelecek bütün insanlığa hitap eden evrensel din olmasından dolayı, temel prensiplere bağlı kalmak şartıyla çağa göre farklı yorum ve içtihatlar ortaya konulabilir. Fakat bir kısım tarihselcilerin yaptıkları gibi, Kur’ân ve Sünnet’te vaz’ edilen hükümlere kendilerince bir kısım menatlar (hükmün kendisine bağlandığı vasıflar), illetler bulma, daha sonra bu menatların değiştiğini iddia ederek söz konusu hükümleri geçersiz sayma ve onların yerine yeni bir kısım hükümler vaz’ etmeye kalkışma doğru değildir. Çünkü bu takdirde Usûlüddin adına konulmuş rükünlerden uzaklaşılmış olur. İnsan bir kere bu temel disiplinlerden uzaklaşmaya başladığında, meselenin nereye varacağı belli olmaz. Ayrıca böyle bir hareket tarzı, insanın kendi düşünce dünyası adına bir başkalaşma yaşadığının da bir göstergesidir. Bir kere başkalaşan ise, ardı arkası kesilmeyecek şekilde kendisini başkalaşma çağlayanına salmış demektir.

İnsanı bağlı bulunduğu değerler mecmuasından en uç noktalara savurabilecek böyle bir başkalaşmaya maruz kalmamak için, başta Kur’ân ve Sünnet olmak üzere kültür mirasımızın temel kaynaklarına sımsıkı bağlı kalmak gerekir. Zira Kur’ân, Allah kelâmıdır. Hazreti Pîr, “Kâinat mescid-i kebirinde Kur’ân kâinatı okuyor! O’nu dinleyelim. O nur ile nurlanalım, hidayetiyle amel edelim ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup, Hak’tan gelip Hak diyen ve hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.” (Bediüzzaman, Sözler s.33 (Yedinci Söz)) diyerek hangi şartlarda olursak olalım bizi doğru yola sevk edecek hidayet güneşinin Kur’ân-ı Hakîm olduğuna dikkatlerimizi çekmiştir.

Bu kudsî kaynaklardan çıkarılan temel disiplinlere aykırı dinde yeni bir kısım şeyler ortaya koymak bid’atkârlıktır. Her bir bid’atta ise dalâlete giden bir yol vardır. (Bkz.: Müslim, cuma 43; Nesâî, îdeyn 22; İbn Mâce, mukaddime 7) O hâlde insan, ne düşüncesinde, ne tavır ve davranışlarında, ne ibadet ü taatinde ve ne de Kur’ân ve Sünnet’i anlama ve yorumlamada bid’atkârlığa girmemelidir. Evet, peygamberlere -hâşâ ve kellâ- postacı nazarıyla bakmak bid’attir; Kur’ân ve Sünnet’in bize sunduğu çerçeve dışında sahabe-i kirâmı ve selef-i salihîni farklı bir kısım telâkkilerle ele almak bid’âttir; Mu’tezile ve Cebriye mezheplerinin Zât-ı Ulûhiyet’e isnat ettikleri yakışıksız bir kısım şeyleri kabul etmek bid’attir.

Meselâ Allah’ın (celle celâluhu), bazı şeyleri yapmaya mecbur olduğunu ileri sürmek veya O’nun her işinde maslahata uymak mecburiyetinde olduğunu iddia etmek, dalâlettir. Çünkü “Elbette Allah, dilediği şekilde hükmeder.” (Mâide sûresi, 5/1); “Allah, yaptığından sorumlu tutulamaz; onlar ise sorguya çekileceklerdir.” (Enbiya sûresi, 21/23) âyetlerinin de işaret ettiği üzere Allah, her ne dilerse onu yapar ve herkese yaptığını sorar; fakat kimsenin, Allah’a yaptığı şeyler konusunda hesap sormaya hakkı yoktur.

İşte Fıkhı doğru anlamak için Fıkıh Usûlü’nün ortaya koyduğu disiplinlerin anlaşılması çok önemli olduğu gibi, inanç mevzuunda bu tür inhiraflara düşmemek için de iyi bir Usûlüddin kültürüne sahip olmak çok önemlidir. Aralarında teferruata dair bir kısım farklılıklar olsa da, başta mezhep imamları, daha sonra da onların arkadan gelen tâbileri Fıkıh Usûlü’ne dair zengin bir birikim bırakmışlardır. Aynı şekilde İmam Maturîdî ve Ebu’l-Hasan el-Eş’arî Hazretleri başta olmak üzere, daha sonra gelen devasa âlimler Usûlüddin mevzuunda eserler kaleme alarak, bizi yanılgılardan korumaya çalışmışlardır. Gerek Usûl-ü Fıkıh, gerekse Usûlüddin’e dair ortaya konulmuş olan bu disiplinlere bağlı kalındığı takdirde, zamanın getireceği yorumları sahiplenmede ve mevcut şartları dikkate alarak İslâm’ın içtihat ve istinbata açık alanlarını doldurmada muvaffak olunacaktır. Fakat bu temel disiplinlerin dışına çıkıldığı takdirde, zaman çok doğru okunsa ve çok güzel yorumlar yapılsa da, bunlar birer bid’at olmadan öteye geçemeyecektir.

Ne usûl ne de üslûp feda edilmeli

Öte yandan ruh ve mânâ köklerimizden süzülüp gelen değerleri dünyanın değişik yerlerine ulaştırma ve aynı zamanda onlardan alacağımız şeyleri alma mevzuunda da temel disiplinlere muhalefet edilmemelidir. Bu önemli hususa da hassasiyet gösterilmediği takdirde bir kısım hatalara düşülebilir. Meselâ muhatap olduğumuz insanlara belli hakikatleri anlatabilmek için gereksiz mümaşat ve müdarata girebiliriz. Yaptığımız işi, onları hoşnut etmeye bağlayabiliriz. Evvelen ve bizzat onlara karşı sempati duyabilir, onlara şirin görünmeye çalışabilir ve gönül dünyamızda insanların oturacağı sandalye sırasını belirlemede tercih hatasına düşebiliriz. Bütün bunlar, Usûlüddin prensiplerine aykırı hareket etme demektir. Zira Kur’ân-ı Kerim, bir mü’minin evvelen ve bizzat mü’minleri sevmesini, onları bırakıp da başkalarını dost edinmemesini emretmektedir. (Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/28; Nisâ sûresi, 4/144; Mâide sûresi, 5/51)

Fakat diğer taraftan bir mü’minin, mü’minler dışındaki kişilerle arasındaki münasebetleri bütünüyle kesmesi, onlara tamamen sırtını dönmesi de aynı şekilde temel disiplinlere aykırı bir hareket tarzıdır. Zira Kur’ân-ı Kerim, ehl-i kitabın hepsinin bir olmadığı; onların içinde dosdoğru bir topluluğun olduğu ve gece Allah’ın âyetlerini okuyarak secde eden (Bkz.: Âl-i İmr’an sûresi, 3/113); hak ve hakikate çağıran (Bkz.: A’raf sûresi, 7/159); Kur’ân mesajını duyduklarında onda âşina oldukları gerçeği bulmaları sebebiyle gözlerinden yaş boşalan insanlar bulunduğunu (Bkz.: Mâide sûresi, 5/83) haber vermiştir. Dolayısıyla ehl-i kitabın hepsini aynı çizgide değerlendirmemek gerekir. Yine Cenâb-ı Hak, “Dininizden ötürü sizinle savaşmayan, sizi yerinizden, yurdunuzdan etmeyen kâfirlere gelince, Allah sizi, onlara iyilik etmeden, adalet ve insaf gözetmeden menetmez.” (Mümtehine sûresi, 60/8) yüce beyanıyla, onlara iyilik yapmak suretiyle gönüllerine girmede bir mahzur bulunmadığını ifade buyurmuştur. Dolayısıyla konumları ve durdukları yer itibarıyla herkese karşı bir münasebet yolu bulup, onlarla münasebete geçme ve onların da size ulaşmasını sağlamaya çalışma takdir edilecek bir davranıştır.

Güzellikleri takdimde kuyumcu hassasiyeti

Anadolu’dan dünyanın dört bir yanına dağılan sevgi ve hoşgörü kahramanları, değişik kültür ortamlarında yetişmiş insanlarla karşılaşmakta ve iletişime geçmektedirler. Onların, iletişime geçtikleri muhataplarını önceden iyi okumaları gerekmektedir. İlk önce muhatabın dünya görüşü, inancı, karakteri gibi hususlar hakkında bilgi sahibi olunmalı, söylenilecek sözlere karşı nasıl tepki verebileceği iyi hesap edilmeli, daha sonra söze başlanmalıdır.

Fakat bu noktada da hassas olunması gereken diğer bir husus da, muhatabın ruhuna girebilme ve ona şirin görünebilme adına Usûlüddin’e aykırı hareket edilmemesidir. Meselâ bir dinin veya din şeklindeki bir organizasyonun müntesibiyle muhatap olduğumuzda, eğer Kur’ân ve Sünnet, onun kutsal gördüğü din büyüğü hakkında herhangi bir beyanda bulunmamışsa, bizim ifade ve beyanlarımız da o çerçevede olmalıdır. Fakat Kur’ân’ın, Hazreti Musa, Hazreti Dâvud, Hazreti Süleyman, Hazreti İbrahim, Hazreti Yahya, Hazreti İsa (aleyhimüsselâm) gibi bir kısım peygamberlerle ilgili yaklaşımlarını veya Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberlerle ilgili bir kısım mütalâa ve mülâhazalarını nakletmek suretiyle ruhumuzun ilhamlarını aktarabileceğimiz bir zemine kapı aralayabiliriz. Meselâ bir sahabî efendimizle bir Yahudi arasındaki “Hazreti Musa mı üstündü, Efendimiz mi üstün?” münakaşasında, sahabî, Yahudi’ye bir tokat vuruyor. Bunun üzerine Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), “Beni, Musa İbn İmran’a tercih etmeyin! Haşr u neşir olduğunda onu arşın kaidelerine tutunmuş olarak göreceğim. Bilmiyorum, daha önce yaşadığı (Tur’daki tecellî neticesinde meydana gelen) baygınlıktan dolayı mı yeni bir baygınlık yaşamadı, yoksa önce mi haşroldu?” (Buhârî, husûmât 1, enbiyâ 31, rikak 43, tevhîd 31; Müslim, fezâil 157) buyurmuştur. Bununla Rehber-i Ekmel (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Efendimiz’in, ülü’l-azm bir peygamber karşısındaki tevazu ve kemal-i faziletini ifade edebiliriz. Burada başka bir husus da başkalarının damarlarına basmamak suretiyle onları tepki ve reaksiyona sevk etmemeli; Müslümanlığı küçük ve basit gösterecek her türlü tavır ve davranıştan da şiddetle kaçınmalıyız. Bu konuda Usûlüddin esaslarına bağlı kalmak için, siyer felsefesinin ve sahabe efendilerimizin takip ettiği yol ve yöntemin çok iyi bilinmesi gerekmektedir.

Evet, günümüzün hizmet erlerinin Kur’ân’ı ve onun şerh ve haşiyesi diyebileceğimiz Sünnet’i çok iyi bilmeleri gerekir. Bu iki kudsî kaynağın ve onların ortaya koyduğu temel disiplinlerin bilinmesi adına seminerler düzenlenmeli ve insanların bu konuda iyi yetişmeleri sağlanmalıdır. Yoksa insanlara din anlatacağız diye kimi zaman bir kısım hoyratlıklara girilebilir, kimi zaman da Usûlüddin’e muhalif bir kısım yanlışlıklara düşülebilir.

Eskiden hak ve hakikate tercüman olmaya çalışanlar, içlerindeki muhasebe duygusunu canlı tutmak için, karşılaştıklarında birbirlerine, “Kaç insanın katilisin?” diye sorarlarmış. Yani, kaç insan senin atmosferine girdi de senin densizliğin yüzünden dinden uzaklaştı? Başkalarının katili olmamak için, öz beynimizi burnumuzdan kusmalı, bir yolunu yöntemini bulmalı, asla usûl ve üslûpta hata yapmamalı ve muhataplarımıza sunacağımız hakikatleri en imrendirici bir şekilde takdim etmeye çalışmalıyız.

Yarım hekim can, yarım âlim din götürür

Usûl ve üslûp bilmeyen, Kur’ân’ın temel disiplinlerinden, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mesajından habersiz olan, selef-i salihîni doğru okuyamayan bir insan ister postnişin, ister irşad makamında görünen bir mürşid, isterse etrafında insanların halkalandığı bir şeyh olsun, onun, her zaman değişik oyun ve aldatmalarıyla şeytanın güdümüne girmesi mümkündür. Şeytan, böyle bir kişiye bazen harikulâdeden bazı şeyler göstermek, bazen de kulağına bir kısım sesler fısıldamak suretiyle bir tane doğrunun yanında ona on tane yanlışı kabul ettirebilir ve farklı inhiraflara sürükleyebilir.

Hâlbuki Usûlüddin’i bilen bir insan, vahiyle müeyyed olmadığının farkındadır. O, kulağına fısıldanan, gözüne aksettirilen, kalbine duyurulan veya ihsaslarına seslenen bir şeyi, Kitap ve Sünnet ile test etmesi gerektiğini bilir. Eğer bu şey, Allah’ın kelâmına, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sünnet-i sahihasına veya selef-i salihînin bu iki kaynaktan hareketle ortaya koydukları esaslara uygun düşüyorsa “baş göz üstüne” der, minnet ve şükür duygularıyla onu kabul eder. Aksi takdirde bunların hiçbirisine itibar etmez. Bu açıdan Usûlüddin’i bilmeyen insanların mürşid postuna oturmaları tehlikelidir. Nitekim Muhammed Bahauddin Nakşibend Hazretleri’ne göre İslâmî ilimlerden icazet almayan bir insana irşad vazifesi verilmez. Yani bu kişinin, sarf, nahiv ve maânî gibi âlet ilimlerini ve aynı zamanda Fıkıh, Usûl-ü Fıkıh, Tefsir, Usûl-ü Tefsir, Hadis, Usûl-ü Hadis, Kelâm ve Usûlüddin gibi İslâmî ilimleri bilmesi gerekir.

Önceki dönemlerde hak ve hakikate tercüman olması için kendisine hilâfet verilecek kişilerde bu şartlar aranmış, âlim olmayan kimselere irşad vazifesi verilmemiştir. Günümüze gelindiğinde ise gelenekten tevarüs edilen tekke ve zaviye müesseselerini devam ettirme ve bu müesseseler etrafında toplanmış olan insanları kaçırmama gibi mülâhazalar, dinî ilimlerde mütebahhir olmayan ve yetkinliği de bulunmayan nâehil kimselere hilâfet verilmesine sebebiyet vermiştir. Bunun ise baytarın eline bıçak verip kalb hastası bir insanı baypas yaptırmaktan farkı yoktur. Halk arasında yaygın olan ifadesiyle söyleyecek olursak, “Yarım hekim can, yarım âlim din götürür”.

Bu itibarladır ki günümüzde irşad vazifesi yapmak isteyenlerin İslâmî ilimlerde donanımlı hâle gelmeleri, Usûlüddin’i ve Usûl-ü Fıkh’ı iyi bilmeleri son derece önemlidir. Yoksa onlar, insanları irşad edeceğiz ve doğru yola çağıracağız diye yola çıksalar da, hiç farkına varmadan bir sürü hata ve yanlışlık içine girebilirler.

Niyazî-i Mısrî’nin bir sözünü hatırlatarak konuyu noktalamış olalım:

Her mürşide el verme ki yolunu sarpa uğratır,
Mürşidi kâmil olanın gayet yolu âsân imiş…

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org’da yayınlandı.

Varlığı yorumlamada anahtar kavramlar

Fethullah Gülen: Varlığı yorumlamada anahtar kavramlar

Hazreti Üstad, kırk senelik ömründe, otuz senelik tahsil hayatında dört kelimeyle dört kelam öğrendiğini, “nazar”ın da bu kelimelerden birisi olduğunu ifade etmiştir. Burada “nazar”dan anlaşılması gereken mânâyı ve mümince bir “nazar”ın nasıl olması gerektiğini lütfeder misiniz?

Vefat sonrası sevk ve idare

Soru: Yanlış anlaşılmaması ümidiyle, defalarca farklı kesimler tarafından bizlere sorulan bir hususu dile getirmek istiyorum: Zât-ı âlinizin vefatı sonrası bugün yürütülen bu eğitim faaliyetlerinin devamında sevk ve idare yapısı adına neler düşünüyorsunuz?

Vehimleri İzale

Ne kadar şeffaf hareket edilirse edilsin, koyu bir önyargı ve şartlanmışlık içinde bulunan kimselerin, gönüllüler hareketi hakkında "gizli ajandaları var" türünden vehimleri izale olmuyor. Bu mevzudaki mütalaalarınızı ve bu konuda adanmış ruhlara düşen sorumlulukları anlatır mısınız?

Vera' Ehli ve Sorumluluk Şuuru

Soru: Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde, adalet, cömertlik, vera', sabır, tevbe ve hayânın güzel hasletler olduğunu ancak sırasıyla, yöneticide adalet, zenginde cömertlik, âlimde vera', fakirde sabır, gençte tevbe ve kadında hayânın bulunmasının çok daha güzel olduğunu ifade buyuruyor. Zaten zatında güzel olan vera'nın âlimlerde çok daha güzel olmasını nasıl anlamalıyız?

Vesâyetten Kurtulma ve Gerçek Hürriyet

Soru: “Kulluktan daha yüksek bir paye ve mansıp yoktur. Eğer varsa o da yine kulluğun bir buudu olan hürriyettir.” sözünü nasıl anlamalıyız? Herkesin hürriyetten bahsettiği günümüzde mü’minlerin hürriyet anlayışı nasıl olmalıdır?

Cevap: Allah’a hakikî kul olan bir kimse, kendisini rezil edecek, sefil hâle düşürecek, bazen bir dilenci gibi kapı kapı dolaştıracak ve hatta pes bayağı şeylere baş vurduracak bütün kulluklardan kurtulur. Kulluk şuurunun farkında olan bir insan mahlûkata kulluktan sıyrılacağı gibi heva ve heveslerinin de esiri olmaz.

Hürriyetin Mânileri

Allah’a hakiki kul olamayan insanlar ise türlü türlü kulluklara müptela olurlar. Onlar bazen arzu ve şehvetlerinin kölesi olur ve bohemce bir hayat yaşarlar. Bazen hırslarına yenik düşer ve helâl haram olduğuna bakmadan servet yığma adına değişik spekülasyonlara girerler. Bazen de makam ve mansıba esir düşer ve bulundukları konumu istismar ederek milletin malına mülküne göz dikerler.

Hayatını derin bir kulluk şuuruyla yaşamayan insanlar bazen de hasedin kölesi hâline gelir ve hayır yolunda koşturan, insanların gönlünü fethetmeye çalışan insanları bile çekemezler. Çekemedikleri için de onların işlerine ket vurmak ve onları yürüdükleri yoldan alıkoymak için yanar tutuşurlar. Fakat onlar bu hâlleriyle en büyük zararı da kendilerine verirler. Dünyada haset ettikleri insanların başarıları karşısında kendi kendilerini yiyip bitirdikleri gibi uhrevî amellerini de mahvederler. Zira Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi hasedin de sevapları yiyip bitireceğini ifade buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, edeb 44; İbn Mâce, zühd 22)

Allah’a sağlam kul olamayanların maruz kalacakları diğer bir kulluk da şöhretperestliktir. Şöhretperestler parmakla gösterilme, alkışlanma ve takdir edilme adına her yolu denerler. Bu zavallılar küçücük bir başarı ortaya koysalar, ufak bir fedakârlıkta bulunsalar hemen birilerinin, “Ülke seninle gurur duyuyor!” demesini beklerler. Alkış olmadan konuşmaz, takdir edilmeden bir şey vermezler. Alkışlar karşısında da zevkten zevke girer ve kendilerinden geçerler. İşte bencil ruhlu bu tür insanlar da şöhretin kulu kölesi olmuşlardır.

Bunların dışında rahat ve rehavetin, korkunun, para ve servetin, çıkar ve menfaatlerin kulu-kölesi olan insanlar da vardır. Allah’a yapılan kulluğun tadına eremeyen ve kıymetini bilemeyen bu tür bahtsızlar ömür boyu kendi isteklerinin, hırslarının, arzularının, tutkularının ve tiryakiliklerinin arkasında koşar dururlar. Bu yolda ne dövmedik bir kapı ne de aşındırmadık bir eşik bırakırlar. Ne var ki bir türlü tatmin olamaz ve hakikî mutluluğu yakalayamazlar.

Aslında putperestliğin temelinde de Allah’a kulluk duygusunun zayıflaması vardır. Müşrikler Allah’a hakkıyla kul olamadıklarından ve kulluğun hazzına eremediklerinden ötürü, bu açlıklarını gidermek için farklı yollara tevessül etmişlerdir. Şeytanî bir kısım mülâhazaların da etkisiyle mesela yağmur yağması için yere bir şey dikmiş, başka bir isteklerinin gerçekleşmesi için mezardakilere müracaat etmiş, türbelere bağladıkları bezlerle veya oralarda yaktıkları mumlarla maksatlarına ulaşmak istemiş ve yavaş yavaş şirk gayyalarına yuvarlanıp gitmişlerdir.

Bazıları ise insan onuruna aykırı olduğu gerekçesiyle -haşa- Allah’a kullukta bulunmaya da karşı çıkmışlardır. Allah’a kul olan birisinin kulluğa alışacağını ve mahlûkata da kullukta bulunabileceğini iddia etmişlerdir. Yani onlar Allah’a kullukta bulunmayı da hürriyete zıt zannetmişlerdir. Hâlbuki insanın gerçek hürriyeti elde etmesinin yolu buradan geçer. İnsan Allah’a kul olduğu zaman başka kulluklardan âzâde olabilir. En başta şunu kabul etmek gerekir ki bir insan Din-i Mübin-i İslâm’ı hür iradesiyle seçer. İman esaslarına hür iradesiyle inanır. İbadet u taatini hür iradesiyle yapar. Kısaca Allah’a kulluğunu hür iradesiyle ortaya koyar.

Bu açıdan hürriyet ile ibadet/ubudiyet arasında çok sıkı bir münasebet vardır. Boynundaki şöhret tasmasını, tenperverlik tasmasını ve daha başka tasmaları çıkarıp atamayan bir insan hür olamayacağı gibi gerçek anlamda Allah’a kul da olamaz. Yani kâmil bir ubudiyet adına hürriyet elzem olduğu gibi, hakikî bir hürriyetin elde edilebilmesi de Allah’a hakkıyla kul olabilmeye bağlıdır. Eğer insan masivaullahla bağlarını koparmak, heva ve heveslerinin esiri olmamak, kula kulluk yapmamak, Allah korkusundan başka bütün korkuları kalbinden silip atmak istiyorsa, Allah’a iyi bir kul olmaya bakmalıdır.

Eğer Cenâb-ı Hak insana irade gibi çok önemli bir dinamik bahşetmişse, insanın onu nerede kullanacağını çok iyi bilmesi gerekir. O, istek ve dilekleriyle çok büyük şeylere talip olmalıdır. Basit bir kısım dünyevî haz ve zevklere talip olmak suretiyle onur ve şerefini zedelememelidir. Ömür sermayesini çok küçük şeyler arkasında koşturmakla zayi etmemelidir. Cismaniyet ve nefsaniyete ait duyguların esiri olmamalıdır. Allah’tan başka hiç kimseden korkmamalıdır. Asla falanın filanın karşısında temenna durmamalı, bel kırmamalı, boyun bükmemeli ve dilenci vaziyetini almamalıdır. O, sadece eğilmesi gerekli olan yerde yani Allah huzurunda eğilmelidir.

İşte iradenin hakkını verme bu olduğu gibi gerçek özgürlüğün yolu da buradan geçer. Allah’a kulluk sayesinde hırs ve haset gibi kötü duygulardan, dünyevî beklentilerden ve korkulardan sıyrılan insanlardır ki iç dünyaları itibarıyla itminana kavuşur ve rahata ererler. Onlar dünyadan, geldikleri gibi çıkıp gitmeye hazır olduklarından hiçbir dünyevî güç karşısında ezilmezler.

Mutlak Bir Hürriyet Mümkün mü?

Bazıları özgürlüğü, hiçbir kayıt tanımayan, hiçbir şarta bağlı bulunmayan, hiçbir disiplinle sınırlandırılmayan mutlak bir serbestlik şeklinde anlıyorlar. Ne var ki böyle bir özgürlük bugüne kadar dünyanın hiçbir yerinde mümkün olmamıştır. Ne kapitalist sistemlerde ne liberal sistemlerde ne de komünist sistemlerde insanlar arzu ettikleri gibi sınırsızca yaşayabilmişlerdir. Bütün sistemler bir şekilde hürriyeti kısıtlayıcı bir kısım kurallar koymuşlardır. Mesela komünist sistemler pek çok konuda mubah sınırlarını genişletip insanların heva u heveslerine hitap edebilecek bir anlayış ortaya koymalarına rağmen, sisteme bağlılık noktasında olabildiğine katı davranmış ve çok ciddi bir tiranlık sergilemişlerdir. Mülkiyet haklarını insanların elinden almış, teşebbüs hürriyetini öldürmüş ve toplumları, insan tabiatına ve akla aykırı birçok yasakla tanıştırmışlardır.

Aynı şekilde günümüzün bazı devletleri, pek çok konuda vatandaşlarına ciddi bir serbestiyet tanısalar da, devletin resmi ideolojisine aykırı fikirlere hiçbir zaman müsaade etmemektedirler. Düşünce ve vicdan özgürlüğü dedikleri yerde bile mutlaka bir kısım sınırlamalara gitmekte, kendi anlayışlarına aykırı bir kısım fikirler dile getirildiği zaman ağır bazı müeyyideleri devreye sokmaktadırlar. Ne kadar hürriyetten bahsetseler de kendi sistemleri adına çok küçük çapta bir muhalefete bile tahammül edememektedirler. Bütün bunları ifade etmemin maksadı, mutlak bir hürriyetin ancak hülyalarda ve rüyalarda olabileceğini anlatmaktır. Zira bugüne kadar dünyanın hiçbir yerinde insanlara sınırsız bir özgürlük verilmemiştir.

Esasında toplum hayatının selameti ve ahenk içerisinde yürümesi de hürriyeti kısıtlayıcı bir kısım disiplinlerin konulmasını gerektirir. Eğer hürriyet, bütün arzu ve heveslerin sınırsızca tatmin edilmesi olarak algılanır ve yaşanırsa bu, neseplerin bozulmasına, ailelerin dağılmasına ve toplumun da dejenere olmasına sebep olacaktır. Aynı şekilde kutsala saygısızlık yapma, dine sövüp sayma, milletin değerleriyle dalga geçme gibi fiil ve eylemleri hürriyet adı altında tecviz etmek mümkün değildir. Zira bu takdirde bütün ahlâkî değerler tarumar olup gidecektir. Keza ülke veya millet aleyhinde hareket etmenin de özgürlük denerek meşru kabul edilmesi mümkün değildir. Çünkü bu durumda millet ve ülke kavramları önemsizleşecek ve insanların bir arada yaşaması zorlaşacaktır.

İşte bütün bu sebeplerden ötürüdür ki hemen hemen bütün hukuk sistemleri din, can, nesil, mal ve aklın korunmasını teminat altına almak için kanunlar çıkarmışlar ve bunları tehdit eden suçlara da ağır müeyyideler uygulamışlardır. Yani bütün devletler çıkardıkları bir kısım kanun ve kurallarla hürriyetin sınırlarını belirleme ihtiyacı duymuşlardır. Esasında hürriyet tarif edilirken de, “Başkasının hürriyet sınırlarının başladığı yerde sizinki biter.” denilmiştir. Farklı bir tabirle her ne kadar bütün vatandaşlar bir kısım hak ve özgürlüklere sahip olsalar da bunlar başkalarının hak ve özgürlüklerinin başladığı sınıra kadardır. Hatta bir Müslüman açısından meseleye bakacak olursak, Allah’ın, Peygamber’in ve dinin de onun üzerinde bir kısım haklarının bulunduğunu ve bunların da kendisi adına bir sınır oluşturduğunu ifade edebiliriz.

Bu itibarla günümüzde bazılarının savunduğu sınırsız bir hürriyet telakkisinin ne İslâmî anlayış açısından ne de insanî mantık açısından savunulabilir bir yanı yoktur. Bazıları her istediğini yapma anlamına gelen böyle bir hürriyet anlayışının ancak hayvanlar âleminde geçerli olduğunu söylemişlerdir. Fakat belgesellerde de görüldüğü üzere hayvanlar bile hayatlarını böyle bir çizgide sürdürmemektedir. Onların bile bir kısım sınırları ve alanları vardır. Birisi diğerinin sınırını aştığı ve hukukuna tecavüz ettiği zaman birbirlerine müdahale ederler. Hatta alan ihlâli karşısında onların birbirleriyle kavgaya tutuştukları ve mağlup olanın, alanı diğerine bıraktığı görülür.

Aynı şekilde onların birçoğu kendi aralarında müthiş bir dayanışma ve yardımlaşma içerisinde hayatlarını sürdürmektedirler. Mesela Güney kutbunda yaşayan penguenlerin hayatlarına baktığımızda kurdukları sistem karşısında başımız dönüyor. Bunca okuyan, düşünen ve muhakeme geliştiren insanlar bile onların yaptığı şeyleri yapamazlar. Eğer insanlar kendi aralarında böyle bir sistem kurabilselerdi hepsi huzur içinde yaşarlardı. Dolayısıyla hayvanlar da iradeleriyle olmasa da sevk-i ilâhî ile hayatlarını kendi sınırları çerçevesinde ve belli kurallar dâhilinde sürdürüyorlar. Yani onların da mutlak bir hürriyetleri yoktur.

Allah, nizam içerisinde yaşayabilmeleri adına hayvanların beyinlerine bir kısım kurallar yerleştirmiştir. Onlar da sevk-i ilâhî ile bu kurallara uygun yaşıyorlar. Ama insan akıl ve irade sahibi bir varlıktır. Hatta bunlar onun lazım-ı gayr-i mufarıkıdır, yani kendisinden ayrılması düşünülemeyen en temel özellikleridir. İnsan, ne üst üste yığılan bir ahşaptır ne de gündöndü sapı. Bu açıdan onun insanlarla bir arada nizam ve ahenk içerisinde yaşayabilmesi adına akıl ve iradesiyle bazı sınırlara riayet etmesi ve bir kısım sıkıntılara katlanması gerekir. Bu da iradenin hakkını verme adına çok önemlidir.

İnsan, iradesinin hakkını verdiği takdirde, değil sadece toplumsal hayata uyum sağlayabilmesi, melekleri bile geride bırakabilecek bir varlıktır. Nitekim iradesini yerinde kullanan İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) Miraç yolculuğunda Hz. Cibril’i (aleyhisselâm) geride bırakmıştır. Dolayısıyla Cennetlerin peylenmesi ve rü’yetullah’a mazhar olunması hep iradenin yerinde kullanılmasına bağlıdır. Farklı bir ifadeyle eğer insan, iradesi sayesinde Allah’ın çizdiği çerçevede kalır, onun belirlediği güzergâhta yol alır ve onun vaz’ ettiği disiplinlere riayet ederse Allah’ın rıza ve rıdvanına nail olabilir. Bunun için de hürriyetin bazı yanlarının feda edilmesi, iradeyle onun belli bir disiplin altına alınması gerekir.

Öte yandan hürriyet, Allah’ın insana bahşettiği büyük bir nimettir. Dolayısıyla bu nimetin kıymetinin bilinmesi ve onun muhafaza edilmesi insan için önemli bir sorumluluktur. Zira mü’mine düşen vazife, Allah’ın kendisine ihsan ettiği bütün nimetleri O’nun muradı ve isteği istikametinde kullanmaktır. Eğer O (celle celaluhû) bize, mü’mince kalabilmemiz, kendi hayat felsefemize ve düşünce dünyamıza göre yaşayabilmemiz adına bir kısım haklar vermiş ve ihsanlarda bulunmuşsa biz, onların hiçbirini feda edemeyiz. Zira biz, bu hakların bütününü koruyamaz, fert, aile ve millet olarak varlığımızı koruma altına alamazsak, Müslümanlığı tamamiyet içerisinde yaşayamayız. Zira Müslümanlığın mütekamil bir şekilde yaşanabilmesi, ancak İslamî esaslara göre dizayn edilmiş bir toplum içinde mümkündür.

Eğer bugün İslâm dünyası Allah’ın kendilerine ihsan ettiği böyle bir nimeti ihmal ve tembelliklerinden ötürü ellerinden kaçırmışlar, farklı şekillerde vesayet altına girmişler, yani hürriyetlerini muhafaza edememişlerse Allah katında mes’ul olacaklardır. Dahası onlar böyle bir vesayetin farkında değil, bundan kurtulma adına gayret göstermiyor ve ellerinden kaçırdıkları bir kısım imkânları yeniden istirdat etmeye çalışmıyorlarsa, hürriyetlerinin yanında kendi din ve diyanetlerine de ihanet ediyorlar demektir.

Bu açıdan Cenâb-ı Hakk’ın bize bahşettiği hürriyetin kıymetini bilme, ona sahip çıkma ve onu yerinde kullanma çok önemlidir. Zira başkalaşmamamız ve kendimiz olarak kalabilmemiz buna bağlıdır. Bu açıdan her bir Müslümanın, yaşadığı çağı bilmesi, ileriye matuf öngörülerinin, plan ve projelerinin olması ve kendi idraki ve imkânları ölçüsünde istikbal vaat edecek adımlar atabilmesi gerekir. Bunun ihmal edilmesi bir yönüyle inandığı değerlere ihanet anlamı taşır. Bu konuda gaflete düşmek de aynı şekilde günahtır.

Eğer bizden evvelki nesiller haklarını, hürriyetlerini, izzetlerini ve onurlarını koruma noktasında kendilerine düşen vazifeleri arızasız ve kusursuz olarak yapabilselerdi bugünün Müslümanları yaşamış oldukları vesayet ve derbederliği yaşamazlardı. Ben elimden geldiği nispette her zaman atalarıma karşı fevkalâde saygılı olmaya ve onları hayırla yâd etmeye çalışırım. Ne var ki Müslümanların günümüzde maruz kalmış olduğu üst üste vesayetlere bakınca bazen onlara karşı şu serzenişleri dile getirmekten de kendimi alamıyorum: “Neden içinde yaşadıkları dünyayı doğru okuyamadılar? Neden düşmanlarını fark edemediler? Neden dünyada muvazene unsuru olma konumunu kaybettiler? Neden hürriyetlerini başkalarına kaptırdılar? Neden boyunduruk altına girdiler? Neden başkalarının esiri ve zebunu hâline geldiler?…”

Aynı şekilde bugünün Müslümanları da içine düştükleri bu sıkıntıdan kurtulma adına yapmaları gerekli olan işleri yapmaz ve bu yolda bir kısım sıkıntılara katlanma faziletini göstermezlerse, gelecek nesiller de aynı sözleri onlara karşı söyleyeceklerdir. Mesela diyeceklerdir ki, “Yapmaları gerekli olan vazifeleri bilemedikleri, toplumu yeniden inşa edemedikleri, onlara yeniden dirilişe giden yolları gösteremedikleri ve sadece kendi şahıslarını ve rahatlarını düşündükleri için yuh olsun onlara!” Kim bilir belki de onlar bu konuda bizim kadar da ihtiyatlı konuşmayacak ve bu eleştirilerini lânet okumaya kadar götüreceklerdir.

Bu itibarlardır ki mü’minler, Allah’ın kendilerine ihsan ettiği bütün nimetleri ve imkânları yine O’nun rızası istikametinde gelecek adına çok rantabl olarak değerlendirmelidirler. Bu yolda ellerinden ne geliyorsa yapmalı, olağanüstü bir fedakârlık örneği sergilemeli ve hatta gerekirse bu yolda canlarını bile vermeye âmâde bulunmalıdırlar. Onlar beş asra varan tembelliğimize ve son iki asırdır da büsbütün durgunlaşmamıza bir son vermeli, bu dönemde fevt ettiğimiz sorumlulukları telafi etmeye çalışmalıdırlar.

İlimde Hür Düşünce

Müslümanlar ilmî çalışmalarda da hicri beşinci asırdan sonra bir duraklama dönemine girmişlerdir. Bu yüzden günümüzde yapılması gereken çalışmalardan birisi de ilimlerin İslamî düşünce menşurundan geçirilerek yeniden ifade edilmesi, kendi düşünce blokajımız üzerinde yeniden şekillendirilerek bir kere daha tasnif ve tertibe tâbi tutulmasıdır. Evet, hicri beşinci asra kadar, yetişen devasa kametler sayesinde, doğrudan doğruya kendi araştırmalarımızla ilmî prensipler ortaya konulmuş olsa da sonraki asırlarda bu iş Batılıların eline geçmiştir. Onlar da ilimleri pozitivizm, materyalizm ve natüralizme dayanan farklı kalıplara dökmüşlerdir.

Bugün biz farklı ilim dallarına ait çalışmalarımızda onların terminolojisinin dışına çıkamıyor ve araştırmalarımızı onların kalıpları içinde sürdürüyoruz. Dolayısıyla da farklı düşünemiyoruz. Araştırmalarımız bizi arkasında olduğumuz hakikate götürmüyor. Bu sebeple Müslüman ilim adamlarının yeniden hür düşünceyi kendilerine ilke edinerek, ilim adına ortaya konulan bütün müktesebatı mebde’den başlayarak bir kere daha gözden geçirmeleri gerekmektedir. Onlar bunu yaparken statükoya bağlılıktan kurtulmalı ve her şeyi sorgulamalıdırlar. Çünkü sorgulamadan yeni bir şey tesis edilemez. Bunun için önümüzde hazır bulduğumuz bilgilerin az dahi olsa yanlış olabileceğine ihtimal vermeliyiz. Mesela tıp alanında ihtisaslaşan bir doktor, o güne kadar öğrendiği bütün bilgileri bir kere daha gözden geçirebilmeli ve bunların doğru olup olmadığını yeniden test etmelidir.

Elbette bu, kolay bir çalışma değildir. Çok ciddi bir ilim aşkı, araştırma aşkı ve hakikat aşkı gerektirir. Dahası bir ömrü bu yola vakfedebilmeyi, ciddi sıkıntıları göze alabilmeyi ve ciddi fedakârlıklarda bulunabilmeyi gerektirir. Eğer Batı’da bir sanayi inkılabı gerçekleşmiş, ilim ve teknikte ciddi mesafeler katedilmişse bu, ömrünü bu işe adamış insanlar sayesinde olmuştur. Kimisi ömrünü hayvanların hayatını incelemekle, kimisi tarihi kalıntıların sırrını keşfetmekle, kimisi de tabiat olaylarının dilini çözmekle geçirmiştir. Fakat onların bu çalışmaları nihayetinde gidip materyalizm ve natüralizme dayanmıştır. Mevcut bu durumun aşılması ve ilimlere dair ele alınan her bir hakikatin mutlaka varlık ve eşyanın arkasında bulunan Zat’a dayandırılması gerekir. Bir kazağın sökülüp yeni bir desenle yeniden örülmesi gibi her şey sökülüp yeniden inşa edilmelidir. Bunu yaparken bazen isabet eder bazen de yanılabiliriz. Bazı meseleleri mevcut hâlinden daha ileriye götürür bazı meselelerde de başkalarıyla birlikte yürürüz. Hatta onların yardımına başvururuz.

Fakat bunlar, sıradan insanların yapacağı işler değildir. Çok ciddi bir azim ve kararlılık gerektirir. Fakat böyle bir ceht ve gayret ortaya konulmadığı sürece Müslümanların düalizmden sıyrılmaları, din-bilim çatışmasını izale etmeleri mümkün değildir. Oysaki Kur’ân-ı Kerim Allah’ın Kelam sıfatından gelen bir kitabı olduğu gibi, kâinat da O’nun kudret ve iradesinden gelen diğer bir kitabıdır. Bu iki kitap da aynı kaynaktan geldiğine göre bunlar arasında bir tearuzun bulunması mümkün değildir.

Evet, idarede vesayet ağırıma gittiği gibi ilimde vesayet de çok ağırıma gidiyor. Meseleleri sürekli falan şunu demiş, filan şunu demiş şeklinde ele almak ve bir türlü ortaya yeni ve orijinal fikirler koyamamak, ancak vesayete teslim olmuş sefil ruhların hırıltıları olsa gerek. Akif’in dediği gibi diyorum: “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım. Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım.” Esasında her mü’minin bu onuru taşıması lazım. O, şanlı mazisine bakmalı, ruh ve mana köklerine yönelmeli sonra da içinde bulunduğu perişaniyeti düşünüp kendi kendine “Ayıp değil mi bu!” demelidir. Arkasından da mutlaka bu ayıplardan sıyrılarak kendi dünyasını inşa etmeye yönelmelidir.

Vesayet altındaki düşünceler böyle bir dirilişi gerçekleştiremeyeceği için mutlaka hür düşüncelere ihtiyaç vardır. Esasında hürriyet de düşüncede başlar. Düşüncede başkalarının zebunu olan insanların hür olmasından bahsedilemez. Bu açıdan birkaç asırdır vesayet altında kalan, bu yüzden de aşk u heyecanını kaybetmiş, başkalarının güdümüne girmiş, her şeyi başkalarından dilenir hâle gelmiş zavallı ve meflûç durumdaki bu neslin ne yapıp edip dilencilikten kurtulması ve gerçek hürriyetini elde etmesi gereklidir

Vesileperestlik Afeti ve Hakk'ın Hoşnutluğu

Soru: Mü'minlerin kalb ve zihin dünyalarını tehdit eden beş büyük afet sayılırken; "menkıbelerle yetinerek geçmişle avunma, selefi tenkit etme, ülfet ve ünsiyete yenik düşme, istişaresiz hareket etme" gibi hususlar ifade edildikten sonra beşinci büyük felaket olarak vesileleri gaye edinme mevzuu üzerinde duruluyor. Vesileleri gaye edinme, bilhassa günümüz şartları içinde hizmet etmeye çalışan fertler için nasıl bir tehlikedir? İzah eder misiniz?

Vicdan Genişliği

"Vicdan genişliği" ne demektir; bir insanın vicdanının geniş ya da dar olmasının tezahürleri nelerdir?

Vicdan genişliğini yakalayan ve koruyanlara Allah’ın lütufları

Nesimî ne hoş ifade ediyor:

Bana Hak’tan nida geldi
Gel ey âşık ki, mahremsin
Bura mahrem makamıdır
Seni ehl-i vefa gördük.
Mekânım lâ mekân oldu
Bu cismim cümle cân oldu
Nazar-ı Hak ayân oldu
Özüm mest-i likâ gördüm...

Sonunda da der ki;

Beni mest eyleyen daim
O meyden Mustafâ gördüm.

Yani öyle bir mey sunmuşlar ki, içinde Muhammed Mustafa var. Bunlar vicdan genişliğine Allah’ın bir lütfudur. Allah hak edenlere bütün bunları hem de zırhı ile beraber lütfeder. O zırh ise “ubûdiyet-i kâmile-i tâmme-i dâimedir” (kâmil mânâda, eksiksiz, sürekli ubûdiyet).

Sonuç olarak şunu ifade edelim: İnsanın, vicdan mekanizmasını işletip onu genişlettiğinde, fezalara açılma, göklerde tayeran etme, esmâ âleminde, sıfat âleminde dolaşma ve Nesimî’nin dediği gibi, “Hakk’tan merhaba alma, melekten merhaba görme” potansiyeli varken, şeytanın kabir gibi dar çukuruna girip müteselli olması akıl kârı mıdır? Allah insanı halifelik makamına lâyık görmüşken, onun o makama hiç yakışmayan tavır ve davranışlar ortaya koyması uygun mudur?

Öyleyse, gelin o genişliği koruyalım. Şeytanın tezgâhlarını işletmesine fırsat vermeyelim. Usul-ü fıkıh tabiriyle “sedd-i zerâi”ye (henüz oluşmadan kötülüklerin önüne sed çekme) göre ya da azimete göre davranalım. Bizi fitnenin, imtihan ve ibtilanın içine çekebilecek şeylerden fersah fersah uzak duralım. Gözümüze ilişen haram karşısında hemen tavır alalım, başımızı çevirelim. Böylece onun suretinin ruh dünyamızı kirletmesine izin vermeyelim. Hatta bırakın gözümüze ilişmesini, bu ihtimalin olduğu yerlerde dahi bulunmayalım. Kısacası duracağımız yeri iyi belirleyelim ki o yer halifelik makamıdır. O halde Allah’ın bizi lütfuyla oturttuğu bu makama yakışır şekilde hareket edelim.

Yâd-ı cemil bir hicret nesli

Fethullah Gülen: Kırık Testi: Yâd-ı cemil bir hicret nesli

Soru: Hizmet mülâhazasıyla dünyanın değişik yerlerine giden muhacirler hatırınıza geldiğinde, gözlerinizde tüllendiğinde neler hissediyorsunuz?

Yakın Körlüğü

Soru: Bazı insanlar, yakın çevrelerinde ortaya çıkan güzellikler karşısında uzaklardan uzak bir insan tavrı sergileyebiliyorlar. Böyle bir halet-i ruhiyenin saikleri nelerdir, izalesi adına neler yapılabilir?

Cevap: Uzaklık, hakikatin mahiyet-i nefsü'l-emriyesine, ne ise o olarak görülüp bilinmesine engel teşkil ettiği/edebileceği gibi, bazen yakınlık da görmeye mâni bir perde olabilir. İnsanlığın İftihar Tablosu'yla aynı dönemi paylaşıp âlemleri nura gark eden o ışık tufanının hemen yanı başında bulunuyor olmalarına rağmen O'nu ve gökteki yıldızlar konumunda bulunan etrafındaki sahabe efendilerimizi göremeyen insanlar vardı. Fakat diğer tarafta böyle bir mazhariyete yakınlığın farkında olan, bakmasını bilen ve bakmanın yanında meseleyi görme ile değerlendirip görme ile derinleştirenler ise, başlarının üzerinde tulu' eden O hakikat güneşini gördü, O'nunla aydınlandı, O'ndan yudum yudum insibağ yudumladı ve O'nunla dünyevî-uhrevî saadete erdiler.

Yakın körlüğü, yakın sağırlığı hemen her asırda yaşandığı gibi günümüzde de söz konusu olabilir. Meselâ çağımızda fedakârlığın sahabicesiyle hak ve hakikat peşinde, insanlık yolunda koşturup duran adanmış ruhlara yakın olmanın çok önemli avantajları olduğu gibi dezavantaj yanları da söz konusudur. Erzurumlular, bu durumu anlatma adına "Ev danası öküz olmaz!" ifadesini kullanırlar. İşte bu bakış açısına göre, önce bir filiz hâlinde ortaya çıkan, sonra sürgün hâline gelip ardından da salınıp sallanan kocaman bir çınara dönüşen güzellikler hep o ilk nazarın mahkumiyetine maruz kalır; maruz kalır da "O da bizden biri." denilip ona hep bir filiz nazarıyla bakılır.

Rekabet Duygusu ve Göze İnen Perde

Zannediyorum günümüzde yakından tanıma imkân ve fırsatını yakalamış olmalarına rağmen kendilerine yakışmayan bir uzaklık tavrıyla meseleye bakanlar ve değerlendirmelerini hep buna göre yapanlar işte bu şekilde yakınını göremeyen birer yakın körleridir. Keşke mümkün olsaydı da, bu insanlar, kendilerine bir yakın gözlüğü alsa ve böylece bakmanın yanı başında görmeye de muvaffak olsalardı. Fakat ne yazık ki, böyle bir gözlük yok. Dolayısıyla göze inen bu perdeyi kaldırmak, görmeye mâni olan yanlış mülâhazaları silmek ve dünyanın dört bir yanında farklı bir çizgide inkişaf eden bu güzellikleri görebilmek insanın kendi iradesini kullanıp bakış açısını değiştirmesine bağlıdır.

Yakın körlüğünün yanında, dostların maruz kalabileceği, çekememezlik körlüğü, haset körlüğü, rekabet körlüğü gibi daha başka körlükler de vardır. Hatta rekabet gibi telakki edildiği takdirde dinin mubah dairesi içinde yer alan tenafüs dahi bir körlük vesilesi olabilir. Eğer tenafüse, "ferdin, beraber yol yürüdüğü yol arkadaşlarından Cenâb-ı Hakk'ın lütfedeceği nimetler hususunda geri kalmama mülâhazasıyla bir yarış havası içinde olması" şeklinde bakılacak olursa, haddizatında masum gibi görünen böyle bir mülâhaza, sınırlarına riayet edilemediği takdirde mahzurlu hâle dönüşebilir. Bu sebeple Kur'ân'ın has talebeleri, mülâhazalarını daha engince bir düşünceye bağlayıp şöyle demelidirler: "Kardeşlerim girdikleri bu güzel yolda Cennet, rıdvan ve rü'yete doğru koşuyorlar. Öbür tarafta bu güzeller güzeli insanlardan cüda düşmemek için, ben de onların faaliyetleri içinde yer almalıyım." Yoksa "Yarışı ben kazanayım!", "İpi ben göğüsleyeyim!" gibi mülâhazalar, Hak yolunda yapılan hayırlı bir hizmette, şeytanın dürtülerine göre planlanmış düşüncelerdir ve bu yönüyle de melundurlar. Aynı şekilde eğer dikkat edilmezse hasetle hemhudut olan gıpta da melun bir iş hâline gelebilir. Evet, meselenin hudut ve sınırları korunamazsa, insan hiç farkına varmaksızın bir anda gıpta tarafından haset tarafına geçebilir.

Dizinizin Dibinde Neşet Etmiş Olsa Dahi

Bu gibi faktörlerin hepsi insanda belli körlükler yapar ve bu körlükler nice hakikatlerin arada kaynayıp gitmesine sebebiyet verir. Bu açıdan insanın çevresine hep kalbin kadirşinas ölçüleriyle bakması; bakıp nerede bir damla hakikat varsa onu saygı ile karşılaması gerekir. Öyle ki, hakikatlerin, çocukluğunu bildiğiniz, hatta dizinizin dibinde neşet etmiş bir insanın eliyle size ulaşması sizi kör etmemelidir. Bu durumda da, doğru bakmasını bilmeli ve baktığınız şeyleri mahiyet-i nefsü'l-emriyesine uygun görmeye çalışmalısınız.

Eğer bu yapılamazsa, insanlık semasının ayları-güneşleri konumunda bulunan peygamberleri görmemeden alın da sahabe-i kiram efendilerimize; ondan Abdulkadir Geylanî, İmamı Rabbanî gibi hak dostlarından Hz. Sahib Kıran'a ve O'ndan da saf ve samimi Anadolu insanının dünyanın dört bir yanında ektiği tohumları, diktiği filizleri, yeşerttiği sürgünleri, meydana getirdiği ağaçları görmemeye kadar çok değişik mertebede farklı körlükler söz konusu olur. Cenâb-ı Hak bir âyet-i kerimede:

وَمَنْ كَانَ فِي هٰذِهِۤ أَعْمٰى فَهُوَ فِي الْاٰخِرَةِ أَعْمٰى

"Kim bu dünyada gerçekleri görmede kör ise, ahirette de kördür." (İsra sûresi, 17/72) buyurmak suretiyle, dünyada apaçık hakikatleri görmeyen kimselerin ötede de körler gibi muameleye tâbi tutulacağını beyan buyurmuştur. Burada kastedilen maddî gözün kapalı olması değildir. Âyet-i kerimede bir mecaz söz konusudur. Yani âyet-i celîlede mevzuubahs edilen kişiler baktığı hâlde görmeyen insanlardır. Kur'ân-ı Kerim'de mecaz bulunduğunu kabul etmeyen kişiler bile bu âyetteki mecazı kabul etmek durumunda kalmışlardır.

Başka bir âyet-i kerimede ise mânevî körlüğe şu ifadelerle dikkat çekilir:

لَهُمْ قُلُوبٌ لَا يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لَا يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ اٰذَانٌ لَا يَسْمَعُونَ بِهَۤا

"Onların kalbleri vardır ama bu kalblerle idrak etmezler, gözleri vardır onlarla görmezler, kulakları vardır onlarla işitmezler." (A'râfsûresi, 7/179) Görüldüğü üzere âyet-i kerimede kalbleri olduğu halde bu kişilerin fıkıhtan mahrum kaldıkları ifade edilmektedir. Yani bunlar ellerindeki tığlarla sebep-sonuç arasında mekik dokuyarak bir dantelâ meydana getirme kabiliyetinden mahrumdurlar. Evet, bu tâli'sizler düşünce hayatlarının kol ve kanatları kırık bir hâlde ömürlerini geçirir, fikrî bir örgü, analiz ve sentez ortaya koyamamanın fikdanını yaşarlar.

Başka bir âyet-i kerimede ise körlük kalbe izafe edilip:

فَإِنَّهَا لَا تَعْمَى الْأَبْصَارُ وَلٰكِنْ تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّتِي فِي الصُّدُورِ

"Ne var ki kör olan onların gözleri değil, sinelerindeki basiretleridir." buyrulur. (Hac sûresi, 22/46) Demek ki, asıl önemli olan, basiret gözünün açılmasıdır. Evet, asıl mesele, basar değil, basiret gözünün açık olmasıdır. Çünkü basiret kapalı olduktan sonra basarın açık olması çok bir şey ifade etmeyecektir. Zira böyle bir insan doğru göremeyecek, doğru mütalaalarda bulunamayacak ve doğru bir sentez ortaya koyamayacaktır. Peki, niye basiret kör olur? İşte bu, yukarıdan beri üzerinde durduğumuz hususlarla ilgili bir meseledir. Haset, çekememezlik, haddini bilememe, bakış zaviyesini ayarlayamama vb. hususlar insanı basiret körlüğüne sevk eden faktörlerdir.

Kor Hâline Getirilen Takdir Hisleri

Bu noktada durup bir hissiyatımı sizinle paylaşmak istiyorum. Her ne kadar arkadaşların ihlâs, samimiyet, vefa ve sadakatlerini tam bir şekilde ve olması gereken seviyede takdir edemesem de, ortaya koydukları sa'y ve gayretleri görmeye çalıştığımı söyleyebilirim. Bir taraftan onların faikiyetleri ölçüsünde yanlarında ve arkalarında olamamanın hicabını duyuyorum. Diğer taraftan da, vesile oldukları güzel hizmetler karşısında takdir hisleriyle doluyor ve o hisleri bir meşale veya bir kor hâline getirerek hararet kaynağı gibi canlı tutmaya çalışıyorum. Zira ortaya konan bu güzelliklerin en küçüğünün dahi takdir edilmesi gerektiği kanaatindeyim. Evet, nimetin kadri kıymeti bilinir, takdir edilir ve onun karşısında şükür ve hamdle iki büklüm olunursa, Cenâb-ı Hak o nimeti artırır. Bakın Allah (celle celâluhu) bir mesele hakkında "bu böyledir" diye ferman buyurduğunda artık orada kasem/yemin aranmaz. Fakat bununla birlikte Allah (celle celâluhu);

لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَأَزِيدَنَّكُمْ

"Size gelip ulaşan nimetlere; kavlî, hâlî, fiilî, tedebbürî ve tezekkürî seviyede şükürle mukabelede bulunursanız, kasem olsun ben de nimetimi arttırırım." (İbrahim sûresi, 14/7) ifadeleriyle kasemde bulunarak bu hakikati dile getirmektedir. Âyet-i kerimenin devamında ise insanı tir tir titretecek, yürekleri hoplatacak bir ikaz bulunmaktadır:

وَلَئِنْ كَفَرْتُمْ إِنَّ عَذَابِي لَشَدِيدٌ

"Ama nankörlük yapar, nimetleri görmezlikten gelir ve kendinizi körlüğe salarsanız biliniz ki, körlere karşı azabım şiddetlidir." (İbrahim sûresi, 14/7)

O hâlde inanan gönüller olarak bizim, bu tür körlükler yaşamamamız adına her zaman dikkat, temkin ve teyakkuz içinde olmamız gerekir. Eğer gözlerimiz birileri sayesinde bazı hakikatlere açılmışsa, bizim de hak ve hakikate karşı gözlerimizi hep açık tutmamız; açık tutup hakikat kimin eliyle ortaya konmuş olursa olsun, ona karşı hep kadirşinas davranmamız iktiza eder. Meselâ birisi beş adama, başka birisi beş yüz adama, bir başkası da beş bin adama nafiz olmuşsa, bunların hepsini başımıza taç yapmalı ve alkışlamalıyız.

Son bir husus olarak şunu ifade edeyim ki, eğer bazıları, Cenâb-ı Hakk'ın size ihsan buyurduğu başarı ve muvaffakiyetleri içine sindiremeyip kıskançlık, çekememezlik, haset ve hatta kimi zaman tahriple bu hazımsızlıklarını ortaya koyuyorlarsa, siz yine de, dişinizi sıkıp sabretmeli ve benzer mukabelede bulunma gibi bir yanlışlığın içine düşmemelisiniz.

Vâkıa böyle bir durum karşısında zayıf karakterli bazı insanlar için:

وَإِنْ عَاقَبْتُمْ فَعَاقِبُوا بِمِثْلِ مَا عُوقِبْتُمْ بِه

"Ceza verecek olursanız, size yapılan muamelenin misliyle cezalandırın." (Nahl sûresi, 16/126) âyet-i kerimesi bir esas olabilir. Ama âyetin devamı daha üst seviyede bir muameleyi telkin edip:

وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَ

"Şayet sabredecek olursanız bu, sabredenler için işin en hayırlısıdır." (Nahl sûresi, 16/126) ufkunu göstermektedir. Buna göre, misliyle mukabele yolunu tutmak yerine "gelse celâlinden cefa, yahut cemalinden vefa, ikisi de cana sefa" diyerek, dişimizi sıkıp katlanmamız bizim için daha hayırlıdır. Tabii söylenen bu hususların, karşılaşılan her bir hadise ve imtihanda hayata tatbik edilebilmesi için de onların temrinat ve egzersizlerle mutlaka ruha mal edilmesi, tabiatın bir derinliği haline getirilmesi gerekir.

Yakında uzaklığı yaşayanlar ve kesintisiz aksiyon

Fethullah Gülen: Yakında uzaklığı yaşayanlar ve kesintisiz aksiyon

Soru: Büyük zatların asrında ve hatta onların yakın çevresinde neş’et ettiği hâlde onlardan istifade edemeyen insanların sayısının tarih boyu küçümsenmeyecek derecede olduğu görülüyor. Bunun sebepleri nelerdir? Böyle bir duruma dûçâr olmamak için nasıl bir tavır sergilemelidir?

Cevap: İnsan, bazen bakış açısını ayarlayamadığından, bazen bir kısım şartlanmışlık ve önyargılarından, bazen de içine düştüğü kıskançlık ruh hâlinden dolayı yanı başındaki paha biçilmez değerleri görüp takdir edemeyebilir. Hatta takdir etmek bir yana o değerlere karşı acımasız ve insafsız bir hasım kesilebilir. Siz isterseniz bunu “yakın körlüğü” olarak isimlendirebilirsiniz.

Hazımsızlık girdabında bir prototip: Ebû Leheb

Bu tür körlüğe dûçâr olan kişiler, en yüce kametlerin sürekli yanında bulunsalar, hep onlarla iç içe otursalar, birlikte yiyip içseler, beraber gezip dolaşsalar bile bakış zaviyesindeki kusurdan dolayı görmeleri gereken şeyi bir türlü göremez, onlardan istifade edemezler. Tıpkı Ebû Leheb örneğinde olduğu gibi. Ebû Leheb, malûm olduğu üzere Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) öz amcası idi. İnsanlığın İftihar Tablosu’yla aynı ev ortamını paylaşmıştı. O Yüce Kamet’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) küçük yaşlarında iken nice kez kucağına alıp sevmişti. O’na sütannelik yapması için cariyesi Süveybe Hatun’a izin vermişti. (Bkz.: Buhârî, nikâh 20; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 7/162) Yıllarca onun evi ile Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) evleri yan yana olmuştu. Yolları çoğu zaman aynı sokakta kesişmişti. Ebû Leheb, oğulları Utbe ve Uteybe’yi, Fahr-i Kâinat Efendimiz’in (aleyhi ekmelüttehâyâ) kerimeleri Hazreti Rukiyye ve Hazreti Ümmü Gülsüm’le nikâhlamak suretiyle de ayrı bir akrabalık bağı kurmuştu. Kısacası o, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun güzel ahlâkına her döneminde şahit olmuştu. Ama yakın körlüğüne saplanmış bu tali’siz, Efendiler Efendisi’nin peygamberliğini kabul etmemişti; kabul etmediği gibi O’nun en büyük hasımlarından biri de olmuştu. Evet, yıldızların kaldırım taşı gibi ayaklarının altına serildiği Kâinatın İftihar Tablosu’nun büyüklüğünü en yakın akrabalarından birisi görmemişti/görmek istememişti.

Bu açıdan bilinmesi gerekir ki, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerini çok büyük hizmetlerde istihdam buyurduğu kişiler de, onca takdir edilecek faaliyetlerine rağmen kimi zaman yakın çevrelerindeki bazı kimseler tarafından tahkir ve tezyif görebilirler. Hatta onların ihanet ve düşmanlığına da maruz kalabilirler. Bunun en önemli sebebi de husumet duyan o kimselerin kaderin hükmüne rıza göstermemeleri, Hakk’ın takdirini kabullenememeleri, hazımsızlık ve çekememezlik girdabına kapılıp gitmeleridir. Hâlbuki insanın mazhar olduğu bütün imkân ve kabiliyetler, Hakk’ın takdiridir. Bu mevzuda hüküm tamamen O’na aittir.

Küçüklere büyük vazifeler

Hem bazen Allah (celle celâluhu), büyük insanlara büyük işler yaptırdığı gibi bazen de çok küçük insanlara çok önemli misyonlar eda ettirip aşkın vazifeler gördürebilir. Bu mevzuda belki bir davetiye ve çağrı olarak kişinin ortaya koyması gereken husus, kalb safvetiyle O’na teveccühte bulunmak ve asla kimseyi hor-hakir görmemektir. Zira nice derbeder gibi görünen kimseler vardır ki, onların içleri define doludur. Bu hakikati İbrahim Hakkı Hazretleri bir şiirinde şöyle ifade eder:

Hakkı, gel sırrını eyleme zâhir
Olayım der isen bu yolda mâhir
Harabât ehline hor bakma Zâkir,
Defineye mâlik viraneler var.

Rivâyetlere göre İbrahim Hakkı Hazretleri’nin Şakir ve Zâkir adında iki oğlu varmış. Zâkir sürekli Hakk’ı zikirle meşgul olan sâlih bir evlâtmış. Şakir ise o yıllar meyhaneden çıkmayan, ayık dolaşmayan biriymiş. Bir gün İbrahim Hakkı Hazretleri Zâkir’i yanına alır ve birlikte yürürler. Derken yürüdükleri yol üzerinde bir meyhanenin önünden geçerler. İbrahim Hakkı Hazretleri, oğluna dışarıda beklemesini söyleyip içeri girer. Oğlu Şakir’i masa başında sızmış olarak bulur. Mekân sahibine oğlunun ne kadar borcunun olduğunu sorar ve bütün borcunu öder. Sonra da dışarı çıkar, oğlu Zâkir’le yürümeye devam eder. Şakir ayılınca borcunu ödeyip çıkmak ister. Ama mekân sahibi, “Borcun yok, baban hepsini ödedi.” dediğinde âdeta yıkılır, içini müthiş bir hayâ duygusu kaplar. Hemen babasının peşine düşer nihayet onu kardeşiyle birlikte bir uçurumun kenarında bulur. Onların konuşmalarına şahit olur. Babası İbrahim Hakkı Hazretleri, kardeşi Zâkir’e, “Oğlum, Kırklar’dan biri vefat etti. Şu uçurumdan atla ki, onun yerine sen de onlara karışasın.” demektedir. Ama kardeşi tereddüt eder, bir türlü atlayamaz. Bu konuşmaya kulak misafiri olan Şakir, “Baba, ben atlasam olmaz mı?” der, sonra da helâllik dileyip atlar, kırkların arasına karışır. Bunun üzerine İbrahim Hakkı Hazretleri, Zâkir’in şaşkın bakışları arasında yukarıdaki meşhur şiirini seslendirir.

Menkıbelerde olayların aslına değil, faslına bakılmalıdır. Bu olay doğru veya yanlış olabilir ama ifade edilmek istenen hakikat çok önemlidir. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de bu mânâyı ifade sadedinde, “Nice saçı-başı dağınık, kapı kapı kovulan ve asla önemsenmeyen kimseler vardır ki (herhangi bir hususla alâkalı) onlar Allah’a (celle celâluhu) yemin etseler, Allah (celle celâluhu) onları yeminlerinde yalancı çıkarmaz. Berâ İbn Mâlik bunlardandır.” (Tirmizî, menâkıb 54; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 7/66; el-Hâkim, el-Müstedrek 3/331) buyurmuşlardır.

Evet, sizin küçük görüp önemsemediğiniz insanlara Allah (celle celâluhu), bazen öyle büyük işler yaptırır ki, yapılan o işin büyüklüğü karşısında dudaklarınızı ısırır kalırsınız. Nasıl ki, Cenâb-ı Hak, karıncaların bir türü olan termitlere kendi boylarını çok aşkın binalar inşa ettirir, öyle de sizin karınca misali küçük ve basit gördüğünüz insanlara da devasa kuleler inşa ettirebilir. Nitekim çöl ortamından çıkıp gelen ve sade birer insan olan Hazreti Ebû Ubeyde İbn Cerrah, Hazreti Ka’ka, Hazreti Sa’d İbn Ebî Vakkas (radıyallâhu anhüm) gibi komutanlar, yıkılmaz zannedilen Bizans ve Pers imparatorluklarını çok kısa bir zaman içerisinde dize getirmiş, onlara gerçek insanlığa giden yolları göstermişlerdir.

Kendinden bilme ve şirk alaşımlı sözler

Allah (celle celâluhu),

ذٰلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَۤاءُ
“İşte bu, Allah’ın lütfudur. Onu dilediğine verir.” (Mâide sûresi, 5/54)

buyurmuştur. Üstad’ın yaklaşımıyla nefis cümleden edna, vazife cümleden âlâdır. (Bediüzzaman, Şuâlar s.424 (On Dördüncü Şuâ)) Biz, küçük insanlar olsak da Allah (celle celâluhu), sonsuz kudret ve inayetiyle bizi çok büyük hizmetlerde istihdam edebilir; bu da tamamen O’na ait bir lütuf ve ihsandır. Bu mevzuda, “Biz yaptık, biz ettik, başkaları onların rüyasını bile göremezken biz planladık.” türünden söylenecek her söz şirk işmam eder. Onun için bu tür iddialardan olabildiğine uzak durmak gerekir. Yine Hazreti Pîr’in ifadesiyle, “nefy-i nefy isbattır”. (Bediüzzaman, Sözler s.228 (On Yedinci Söz, İkinci Makam)) Dolayısıyla siz kendinizi nefyetmediğiniz müddetçe bir kıymete ulaşamazsınız. Çokça tekrar edilen bir ifade ile meseleyi tavzih etmek gerekirse Sonsuz olan birdir, başka izafî sonsuzlar yoktur. Mutlak Sonsuz’un karşısında diğer varlıklara bir değer biçilecekse, onlara düşen hisse sıfırdır. Dolayısıyla Allah (celle celâluhu) ile insan arasındaki münasebet, sonsuz ile sıfırın münasebeti gibidir. Sonsuz olan Allah’tır, sıfır olan ise insan. Fakat sıfır, zatî bir değeri olmamakla birlikte nasıl ki rakamların sonuna geldiğinde bir kıymet kazanır; aynen öyle de insan acz ve fakrıyla Allah’a dayandığında âdeta lafza-ı celâledeki elif’in yanına konulmuş sıfırlar gibi bir iken on, yüz, hatta bin olur.

Zulüm ilelebet devam etmez

Sorudaki ikinci hususa geçecek olursak, kendilerini Allah rızası için hizmete adamış samimî ruhlar; tenâfüsü (Allah yolunda yarışı) yanlış anlayan, rekabet hissiyle hareket eden ve sonra da “Bu âlemde yalnız biz varız!” deyip kendilerinden başka hiç kimseye hayat hakkı tanımayan insafsız zâlimler tarafından iç içe daireler hâlinde bir kuşatmaya alınabilirler. Fakat bu durumun ilelebet sürüp gitmesine ihtimal vermek mümkün değildir. Zira zulüm hiçbir zaman uzun ömürlü olmamıştır. Allah, zâlimi imhal eder (mehil verir) de fakat ihmal etmez. Hadisin ifadesiyle, Allah, zâlime mehil üstüne mehil verir, bir kere de derdest etti mi, iflâhını keser onun. (Bkz.: Buhârî, tefsîru sûre (11) 5; Müslim, birr 61) Evet, “Küfür devam eder ama zulüm devam etmez!”(Bkz.: el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 2/107) Küfür, mahkeme-i kübraya kalır; Allah kendi huzur-u kibriyasında onu cezalandırır; fakat zulüm umumun hukukuna tecavüz, masum insanların hukukuna tecavüz olduğundan dolayı er-geç dünyada cezasını bulur. Zulmedenler cezalarını bulurlar.

Hem bu yol, Allah yoludur ve bu yolda samimî olarak yürüyen hiç kimseyi Allah (celle celâluhu) yarı yolda bırakmamıştır. Ancak Cenâb-ı Hak

وَتِلْكَ الْأَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِ
“Ve bu (sevinçli ve kederli) günleri, Biz, insanlar arasında döndürüp dolaştırırız.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/140)

âyet-i kerimesinde buyurduğu gibi değişik hikmetlere binaen bazen muvakkat hezimetler yaşatır, bela ve musibetlerle imtihan eder, murad-ı ilâhî istikametinde dest-i kudretiyle eşya ve hâdiseleri şekillendirir. Dolayısıyla bugün birilerine bayramsa, yarın başkalarına bayram; bugün birilerine matemse, yarın başkalarına matemdir. O hâlde, ruhlarının ilhamlarını dünya insanlığına duyurmak isteyen kahramanlar, cahillerin söyleyip ettikleriyle meşgul olmamalı, bilâkis akıl ve kalblerini, “Kur’ân’ın elmas düsturlarını, İslâmiyet’in güzelliklerini insanlara en güzel şekilde nasıl temsil edebiliriz?” mülâhazalarıyla doldurmalıdırlar. Muhatap gönüller, kendi hür iradeleriyle kabul eder ya da etmezler, netice bizi ilgilendirmez, ama bizim kendimize ait bu değerleri, en güzel ambalajlarla paket yapmamız, o değerlere lâyık en alımlı, en albenili etiket ve yazılarla süslememiz, sonra da dünya panayırlarında en cazip şekilde onları teşhir etmemiz gerekir.

Evet, zulme maruz kalınan dönemler bir gece karanlığı şeklinde düşünülmeli; asla ye’se ve karamsarlığa düşülmemelidir. Zira her kışın bir baharı olduğu gibi, her gecenin de bir sabahı vardır. Dolayısıyla geceden sonra bir gündüzün geleceği unutulmamalı, gecenin karanlıklarında aydınlık bir geleceğin planı yapılmalıdır. Aynı şekilde bir gündüz yaşarken de arkasından başka bir gecenin geleceği hesaba katılmalıdır. Başka bir ifadeyle mü’min, gündüzün aydın, ferih fahur ikliminde atını mahmuzlayıp sağa sola sürerken, günün arkasında başka bir gecenin olduğunu ve o gece için de ayrı bir plan ve strateji hazırlaması gerektiğini unutmamalıdır. Zira dünya üzerinde bugüne kadar temerrütler hiç eksik olmadığı gibi bugünden sonra da kimi zaman ilhad ve küfür eksenli, kimi zaman da haset ve kıskançlık yörüngeli mütemerritler çıkacak, bin bir türlü entrika ve tuzaklarla yolları tutup bekleyeceklerdir. Bu yüzden ne gecenin karanlığına takılıp paniklemeli, ne de gündüzün aydınlığına sevinip ferih fahur yaşamalı; gecede gündüzle ilgili plan ve projeler, gündüzde de geceye dair stratejiler geliştirmelidir.

Sürekli ve kesintisiz aksiyon

Böylece inanan gönüller, ömrünün her anını daimî bir amel-i sâlih yörüngesinde değerlendirmeli; gecelere gündüz aydınlığı, kışlara bahar sıcaklığı taşımalıdır. Haddizatında iman, insana her durumda ve her şartta imkân ölçüsünde amel-i sâlih mükellefiyeti yüklemektedir.

Bu mânâdaki sürekli ve kesintisiz aksiyonu anlama adına metaftaki yürüyüşü de hatırlayabilirsiniz. Malûm olduğu üzere tavaf yapan kişi, ortam müsait olduğu zaman tavafı kısa adımlarla koşar gibi yürüyerek gerçekleştirir (remel), fakat izdiham olduğunda da kimseye eziyet etmemek için yerinde zıplar durur, her hâlükârda hareket eder, metafizik gerilimini korur. Allah’ın izni ve inayetiyle de uygun zaman ve zeminde yürüyüşüne devam eder.

Evet, durağanlık bir atalettir. Eşya tabiatı itibarıyla âtıldır, ona hareket veren ise Allah’tır (celle celâluhu). İnsan da fizik âleminin kurallarına tâbidir; yerinde durduğu ân, düşüp dağılma sürecine girer. Tıpkı meteorlar gibi bir boşluk yaşadığında, başka bir câzibe kuvvetine kapılır, sürtünmeyle aşınır, nihayet bir müddet sonra erir ve tükenir. Ama insan, Güneş, yıldızlar ve Ay gibi, bulunduğu yerde de olsa sürekli dönüp hareket ederse o zaman hem hayatiyetini devam ettirir, hem de aldığı hakikat ziyasından etrafına ışıklar neşreder.

Cenâb-ı Hakk’ın, yapılması gerekli olan ibadetleri, günün belli zaman dilimlerine taksim ederek tahmil buyurması da kesintisiz ve sürekli hareket esprisini anlama adına çarpıcı bir misaldir.

Şöyle ki,

وَمِنَ الَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِهِ نَافِلَةً لَكَ
“Sana mahsus bir namaz olmak üzere gecenin bir kısmında kalkıp Kur’ân oku, teheccüd namazı kıl.” (İsrâ sûresi, 17/79)

âyeti ışığında siz gecenin belli bir kısmında kalkar, Kur’ân okur ve teheccüd namazı kılarsınız. Yine seher vaktinde,

كَانُوا قَلِيلًا مِنَ الَّيْلِ مَا يَهْجَعُونَ وَبِاْلأَسْحَارِ هُمْ يَسْتَغْفِرُونَ
“Onlar, geceleri az uyurlardı. Seher vakitlerinde de bağışlanma dilerlerdi.” (Zâriyât sûresi, 51/17-18)

âyetlerinin işaretiyle âdeta istiğfarla gürlersiniz. Sonra sabah namazı vakti girer; önce sünnetini, sonra da farzını eda edersiniz. Güneş doğup kerahet vakti çıktığında işrak namazını ve öğle vaktine yakın zamana kadar da duha namazını eda edersiniz. Öğle namazını, günlük işlerin âdeta sırtınızda olduğu bir vakitte ikame edersiniz. İkindi namazıyla Allah’ın (celle celâluhu) huzuruna koşmak suretiyle, günün daha da artmış olan o ezici yorgunluğunu âdeta ruh ufuklarında bir seyahate çevirir ve dinlenmiş olursunuz. Yine akşam ve yatsı namazlarını da aynı duygu ve düşüncelerle îfa edersiniz de ruhen herhangi bir boşluğa düşmemiş olursunuz.

Günlük ibadet hayatımız, nasıl Cenâb-ı Hak tarafından böyle bir takvime bağlanmış, bir boşluk bırakılmamışsa; insanlık yolunda yapılacak hizmetlerde de haftalar, aylar, mevsimler ve hatta seneler böyle bir aksiyon anlayışıyla taksim edilmelidir. Bu mevzuda, her mü’min âdeta bir strateji uzmanı gibi çalışmalı; kendisi, ailesi ve yaşadığı toplumu adına yapabileceği işleri belirlemelidir. Böylece o, kendi hayatiyet ve üretkenliğini de korumuş olacaktır. Zira atalarımız “İşleyen demir ışıldar.” demişlerdir. O hâlde paslanıp küflenmeden daima parlak kalabilmenin yolu, sürekli faaliyettir.

Kur’ân-ı Kerim, iman edenlerden bahsettiği hemen her âyette

وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ
“Sâlih amel işlerler.” (Bakara Sûresi, 2/25)

ifadesini de kullanır, onların aksiyon yönüne dikkat çeker. “Sâlih amel”, arızasız ve kusursuz yapılan iş demektir. Namaz örneğinde olduğu gibi; onun kâmil mânâda eda edilebilmesi için, nasıl iç ve dış rükünlerinin yanında huşûuna yani Cenâb-ı Hak’la münasebeti aksettiren iç derinliğine de dikkat edilmesi gerekiyorsa, aynı şekilde mü’minin yaptığı bütün işleri, dâhilî ve haricî şartlara riayet ederek yapması gerekir. Böylece mü’min, Allah’a iman edip emin bir insan olma vasfını tescil ettirdikten sonra inancını nazarîde bırakmayacak, onu aksiyonuyla da teyit edecektir.

Râşid Halifeler dönemi başta olmak üzere Selçuklu ve Osmanlıların da ilk dönemlerinde olduğu gibi, işlerini gece-gündüz sürekli hareket esprisi çerçevesinde yürüten fert ve toplumlar, Allah’ın izni ve inayetiyle devrilmeden, yürüdükleri yolda sabitkadem olmuşlardır. Fakat -şanlı ecdadımıza ta’n ve teşnide bulunma anlamında söylemiyorum, zira onların en küçüğü bile benim başımın tacıdır- bir etemmiyet ve ekmeliyet mülâhazasına bağlı olarak denebilir ki, ne zaman fikir ve aksiyon planında boşluklar yaşanmışsa işte o zaman idareciler ordunun başında sefere çıkmamışlar, ihtişamlı ve debdebeli saraylarda hayat sürmeye başlamışlardır. Tabiî buna muhazî olarak halk da kendini rahat ve rehavete salmış, yüce bir mefkûre uğrunda koşturup durmayı unutmuş, sıcak döşek arzusuna düşmüştür. Böylelikle kendilerini dünyevîliğin pençesine salanlar, kendi arzularının gadrine uğramış, dünyevî istek ve bedenî arzularının ağında eriyip gitmişlerdir. Toplum anlayışının bütünüyle eksen kayması yaşadığı böyle bir dönemde, her şeye rağmen kendilerinden beklenen duruşun farkında olan Genç Osman ve Dördüncü Murat gibi kimi idarecilerin ise ihtimal devrin iç ve dış mihrakları tarafından çeşitli usûllerle iflahları kesilmiştir.

Hâsılı, kendilerini, dünyevî hayatın ve cismaniyetin rahat ve rehavetine salanlar, hiç farkına varmadan o rahat ve rehavetin gadrine uğramış, onların kurbanı olup gitmişlerdir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Yaratan bilir, dilediğine dilediğini verir!..

Yaratan bilir, dilediğine dilediğini verir!..

Soru: Bir sohbette, "Elâ ya'lemu men halaka ve huve'l-latîfu'l-habîr" ayet-i kerimesinin gölgesinde yapılan duaların makbul olacağı ifade edilmişti. Bu ilahî beyanın zikrinde hangi mülahazalar söz konusudur?

Yaşama zevkiyle başı dönüp geride kalanlar

Fethullah Gülen: Yaşama zevkiyle başı dönüp geride kalanlar

“Cihad için sefere çıkmayıp geride kalanlar, Resûlullah’a uymayarak yerlerinde oturup kalmalarından dolayı sevince gark oldular. Mal ve canlarıyla Allah yolunda cihad etmeyi kerih görerek ‘Bu sıcakta sefere çıkmayın.’ dediler. De ki: ‘Cehennem ateşi, bundan çok daha fazla sıcaktır.’ Ne olurdu, cehennem ateşinin daha sıcak olduğunu anlayabilselerdi!” (Tevbe Sûresi, 9/81) âyet-i kerimesi, günümüzün hizmet yolcularına ne gibi mesajlar vermektedir?

Rivayet tefsirlerinde, bu âyet-i kerimenin münafıklar hakkında nazil olduğu ve âyette daha ziyade ehl-i nifakın cihad karşısındaki tavır ve davranışlarının zemmedildiği ifade edilir. Bununla beraber, i’la-i kelimetullah yolunda tekâsül gösteren ve kendisini rahata salan her mümin için bu âyet-i kerime çok önemli ikaz ve dersler ihtiva etmektedir. Zaten Hazreti Âişe, Hazreti Ebu Zer ve Ömer b. Abdülaziz gibi büyükler başta olmak üzere sahabe, tabiîn ve tebe-i tabiîn dönemlerinde yaşamış birçok kâmet-i bâlâ, münafıklarla ilgili nazil olan âyet-i kerimeleri bile bir şekilde kendileriyle alakalı görmüş ve onlarda anlatılan hususlardan kendilerine nice dersler çıkarmışlardır. Elbette ki, bir müminin, itikadî mânâda kendini münafık görmesi doğru değildir. Çünkü hakikî mânâda münafıklık, kâfirlik demektir. Bir müslümanın ise kâfir olmaya -hâşâ- rıza göstermesi mümkün değildir. Onun için Hz. Pir’in İkinci Lem’a’da ifade ettiği gibi, mümin her zaman, اَلْحَمْدُ للهِ عَلٰى كُلِّ حَالٍ سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ “Küfür ve dalâlet dışında her türlü halimiz için Allah'a hamdolsun.” demelidir. Evet, küfre rıza göstermek insanı küfre düşürür. Bu sebepledir ki, bir müslümanın yılandan çıyandan kaçar gibi nifak ve küfür mülahazasından kaçması gerekir.

Her şeye açık Âdemoğlu

Ne var ki beşer olması hasebiyle insanın belli zaaf ve boşlukları vardır. Nitekim şeytan da, Hazreti Âdem’in (alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm) heykelinde -mahiyetinde değil- insana ait heva-i nefse uyma, şöhretperestlik, alkışlanma tutkusu, rahat düşkünlüğü, yuvaperestlik, Allah’tan başka varlıklardan korkma ve başkalarının malını hortumlama gibi pek çok zaaf ve boşluğu görmüş ve “Sen beni lanetlediğin için ben de Senin kullarının yolunu keserek sürekli onları gözlemeye koyulacağım; onlara pusular kuracak, sonra da kâh önlerinden, kâh arkalarından, kâh sağlarından, kâh sollarından gelerek onları ifsat edeceğim.” demişti. (Â’raf Sûresi, 7/16-17) Çünkü insanda mevcut olan bütün bu boşluklar, şeytanın cirit atabileceği, at oynatabileceği yerlerdi. Bu itibarla diyebiliriz ki, potansiyel olarak insan, dalâlet, nifak ve küfre açık bir varlıktır.

Bu hususu farklı bir şekilde şöyle de ifade edebiliriz: Bir insan müslüman olsa bile onda dalâlet, nifak ve küfre ait sıfatlar bulunabilir. Fakat bu sıfatlara dayanarak böyle bir insanın dalâlette olduğunu söylemek doğru olmadığı gibi onun hakkında “münafık” veya “kâfir” hükmünü vermek de kesinlikle doğru değildir. Ancak ferde düşen, iç dünyasını sürekli kontrol ederek, kendisinde bu tür mezmum sıfatlar olup olmadığının muhasebesini yapmak ve varsa onlardan bir an önce kurtulmaya çalışmaktır.

Hüsranlarına sevinen talihsizler

Sadede dönecek olursak, sorunuzdaki âyet-i kerimenin başında Cenâb-ı Hak, فَرِحَ الْمُخَلَّفُونَ بِمَقْعَدِهِمْ buyurmak suretiyle, Tebük Seferi’ne iştirak etmeyen münafıkların nasıl mutlu olduklarını ifade etmiştir. Kim bilir onlar kendilerince akıllıca hareket ettiklerini düşünüyor ve belki de şöyle diyorlardı: “Şunlara bakın! Koskocaman Roma İmparatorluğu’yla savaşmaya gidiyorlar. Çöl sıcağında kavrulmakla kalmayacak, aynı zamanda büyük bir güce toslayacak ve gerisin geriye dönecekler.” Onlar bu ve benzeri ifadelerle sefere katılan müslümanlar hakkında ileri geri konuşuyor, böyle bir meseleyi birbirlerine hikâye etmek suretiyle onları alaya alıyor ve kendilerince mutlu oluyorlardı.

Bilindiği üzere Tebük Seferi, havaların çok sıcak olduğu, çöl sıcaklığının 50-60 dereceyi bulduğu temmuz ve ağustos aylarında gerçekleşmişti. Öte yandan bu mevsimde ağaçlar meyve verdiğinden onların gölgeleri nefs-i emmare için terk edilmeyecek kadar latif bir hal alıyordu. Dolayısıyla tatlı su kaynaklarını, ağaç gölgelerini, olgunlaşmış meyveleri terk edip sıcaklığın oldukça fazla olduğu şartlarda sefere çıkmak bir hayli zordu. Üstelik böyle bir sefer, Ürdün’e kadar gelen Romalılara karşı yapılacaktı. Nebiler Sultanı (aleyhissalâtü vesselâm), şartların aleyhte olduğu böyle bir dönemde Romalılara karşı sefere çıkmakla, Medine’de bağımsız bir güç olduğu gerçeğini herkese duyurmak ve çölde emniyet ve asayişi temin etmek istiyordu. Netice itibarıyla İnsanlığın İftihar Tablosu, bütün olumsuz şartlara rağmen, arkasına aldığı ordusuyla Romalıları karşılamak için sefere çıkmış ve Allah’ın izni ve inayetiyle onları geriye püskürtmüştü. İşte şartların hayli ağır olduğu böyle bir ortamda birkaç yüz münafık, sefere çıkmak istememiş, çeşitli bahaneler ileri sürerek evlerinde oturmayı tercih etmişlerdi.

Münafıklar haricinde, emre itaatteki inceliği kavrayamayan müminlerden üç kişi de sefere çıkamayıp geride kalmışlardı. Kim bilir belki de onlar, herkesin böyle bir sefere çıkmaya mecbur tutulmadığı şeklinde yanlış bir ictihadda bulunmuşlardı. Fakat Allah Teâlâ, وَعَلَى الثَّلاَثَةِ الَّذِينَ خُلِّفُواْ (Tevbe Sûresi, 9/118) buyurarak, onların yapmış olduğu fiili “tahallüf” olarak nitelendirmişti. Tahallüf, bir nifak sıfatı olduğundan dolayı da onlar, muvakkat bir süre semavî bir cezalandırmayla tecziye edilmişlerdi. Fakat o yiğitler, imtihanlarını en güzel şekilde vermiş ve netice itibarıyla semavî affa mazhar olmuşlardı.

Sorudaki âyette Cenâb-ı Hak, خِلَافَ رَسُولِ اللَّهِ beyanıyla, münafıkların bu davranışlarının, Resûlullah’a (aleyhissalâtü vesselâm) muhalefet çerçevesinde gerçekleştiğini ifade buyurmuştur. Demek ki, Allah Resûlü’nün yolundan ayrılmak, insanı helake sürükleyebilecek çok ciddî bir hatadır. Bu itibarla insan, ne olursa olsun asla O’nun izinden ayrılmamalıdır.

Virüsün çevredekilere bulaştırılması

Âyet-i kerimede sıfatları nazara verilen bu münafıklar, kendileri Allah yolunda mal infak etmekten, zahmet ve meşakkate katlanmaktan geri durdukları gibi; لَا تَنْفِرُوا فِي الْحَرِّ “Bu sıcakta sefere çıkmayın!” diyerek diğer insanları da etkilemeye ve çevrelerine fitne ve fesat tohumları ekmeye başlamışlardı. Bazı insanlar vardır ki, onların dağarcıklarında her zaman fitne ve fesat sermayesi bulunur. Evet, onların yayları da okları da fitnedir. Gererler yaylarını ve sürekli fitne okları salarlar etraflarına. Habbeyi kubbe yapar, küçücük hadiseleri büyütür ve sürekli hayırlı faaliyetlerin önüne geçmeye çalışırlar. İşte fitne ve fesada kilitli bu kişiler, Ensar ve Muhacirler arasında dolaşıp duruyor ve “Bu sıcakta harbe mi çıkılır; siz başınıza belâ mı açmak istiyorsunuz?” diyerek onları Bizans’a karşı yapılacak seferden vazgeçirmeye çalışıyorlardı.

Onların bu sözlerine karşı Cenâb-ı Hak, قُلْ نَارُ جَهَنَّمَ أَشَدُّ حَرًّا لَوْ كَانُوا يَفْقَهُونَ “De ki: ‘Cehennem ateşi, bundan çok daha fazla sıcaktır.’ Keşke bunu anlasalardı!” sözleriyle mukabelede bulunmuştur. Burada, zahirî nazarla bakıldığında veya sathî olarak düşünüldüğünde anlaşılabilecek mevzuları idrak adına kullanılan يَعْلَمُونَveya يَعْقِلُونَ kelimeleri yerine, daha derince düşünme, sebep sonuç münasebeti çerçevesinde meseleyi ele alma ve bir işi hem ön, hem de arka planıyla birlikte değerlendirme mânâlarına gelen يَفْقَهُونَ kelimesinin tercih edilmesi manidardır. Bu tercihte: “Keşke onların azıcık fıkıh ufukları olsaydı; olsaydı da, sebep ve sonuç arasındaki bu münasebeti kavrayabilselerdi! Heyhat ki, bütün ikazlara rağmen onlar bir türlü bu hakikati anlayamadı!” mânâsı sezilmektedir.

“Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü mderdi?”

Aslında o günün hadiseleriyle günümüz hadiselerini yan yana getirdiğimizde değişen fazla bir şey olmadığını görürüz. O günün münafıkları bunu kavrayamadıkları gibi, bugün de Allah yolunda bulunuyor olmanın ehemmiyet ve gerekliliğini kavrayamayanlar vardır. O gün olduğu gibi bugün de, hicreti hafife alan, Allah yolunda mücahedeyi küçük gören, ruh-ı revan-ı Muhammedî’nin dört bir yanda şehbal açmasını önemsemeyen kimseler vardır. Hâlbuki o hakikatin şehbal açmadığı yerin zindandan farkı yoktur. İşte zindanda yaşamaya mahkûm edilmiş insanların farkına varmak ve bir yönüyle onları ferahfeza iklimlere ulaştırmak için her türlü zorluğu göğüsleyebilmek fıkha bağlıdır. Çünkü bu sathî bir nazarla anlaşılacak mesele değildir.

Hülâsa, günümüzde bir kere daha nam-ı celîl-i ilahiyi dünyanın dört bir yanına duyurma ve kalblerle Allah arasındaki engellerin bertaraf edilerek kalblerin bir kere daha Allah’la buluşturulması adına her türlü zorluk ve meşakkate katlanılması gerekmektedir. Ruhumuzun ilhamlarını gönüllere boşaltma, bin küsür senelik semavî müktesebatımızdan başkalarını da haberdar etme adına hız kesmeden sürekli koşturup durmalı ve bu konuda zinhar ahesterevlik edilmemelidir. Ayrıca asla unutulmamalı ki, öbür tarafta cehennem ateşinden korunmanın yolu, burada sıcağa katlanmaktan geçer. Evet, burada çekilen sıkıntılar orada rahata ermenin yolu, burada katlanılan meşakkatler orada yüsre açılmanın vesilesidir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Yaşlılık ve Dine Hizmet

Soru: Günümüz insanı, kırk-elli yaşlarına geldiğinde yaşlılık, emeklilik ve işe yaramazlık duygusuna kapılabiliyor. Kulluk ve dine hizmet açısından yaş faktörünü değerlendirir misiniz?

Yeminleşelim mi?

Soru: Bazı kötü niyetli insanlar, sizi Martin Luther ve Humeynî gibi dînî liderlere ve bu gönüllüler hareketini de onların devrim niteliğindeki hareketlerine benzetiyorlar. Bu tür söylenti ve iddiaları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Cevap: Bu tür mülahazaların çok yaygın olacağına ihtimal vermiyorum. Fakat, herkes bazı şeyleri istediği gibi değerlendirebilir. Her değerlendirmenin mutlaka mantıkî bir mahmilinin bulunması da gerekmez; zira, çoğu zaman değerlendiren insanların durumları ve ruh haletleri akıl ve mantık dinlemeden değerlendirmelere yön verir. Mesela, bugün dünyanın büyük bir bölümünde –Türkiye’yi de bu mevzuda müstesna göremeyiz– ciddi bir paranoya yaşanıyor. Paranoya yaşayan insanlar, sokaktan geçen herkesin kendileri için üç adım ötede bir komplo hazırladığı endişesini taşırlar. Bu tür fertlerden meydana gelen bir toplumda hükümler vak’alara ve gerçeklere göre verilmez; pek çok şey ihtimallere bina edilir ve hükümler muhtemellere göre verilir. Oysa ki, hukuk vukuât üzerine müessestir, ihtimaller üzerine değil; vak’alar esas olmalıdır, muhtemeller değil. Dolayısıyla, paranoyak insanlar, bazılarının mehdîlik iddiasında olduğunu ve Mehdî gibi bir görüntü sergilediğini; bazılarının Heraklit gibi bir tavır takındığını söylerler; kimisine Humeynî, kimisine de Martin Luther taslağı olmayı layık görürler. Bazen bu söylentileri doğrulayan insanlar da zuhur edebilir. Mesela, birisine, "Sana bir Humeynî nazarıyla bakabilir miyiz?" dendiğinde o çok rahatlıkla demişti ki, "Humeynî’ye ‘ben’ nazarıyla bakabilirsiniz."

Şahsen ben bir Mehdî, bir halaskâr, bir Heraklit ve bir Mesih olma mülahazalarını -değişik zamanlarda arz ettiğim ve geçenlerde daha derli-toplu anlatmaya çalıştığım gibi- rüyama bile misafir etmeyecek kadar bu iddialardan uzağım ve haddini bilip boynu tasmalı kulluğa rıza gösterenlerdenim. "Kullardan bir kul" olarak Allah’ın rızasını kazanmaktan başka her türlü düşüncenin ve hele fâikiyet (üstünlük) mülahazasının karşısındayım. Bu meseleye bakışım, hem benim inancımı, hem hassasiyetimi, hem de aynı zamanda Allah karşısında duruşumu aksettirir. Bu yüzden, o çok hassas bir konudur. Onlar istediklerine Humeynî diyebilirler; istediklerini de başka birine benzetebilirler. Belki bazıları hiç utanmadan, iftirayı daha da ileriye götürerek, daha başka kimselerden, günümüzdeki anarşistlerden, teröristlerden birinin adıyla bizim adımızı beraber de telaffuz edebilirler. Meselenin şakasına bile gönlüm razı olmadığından isim zikretmiyorum. Onların kullanabilecekleri türden bir sürü isim vardır ve onlar bazı dönemlerde hususiyle bazı isimleri hedeflerine uygun olarak dillerine pelesenk ederler.

Bu iddialarda bulunanlar, şâyet evhamlı kimselerse ve bir paranoya yaşıyorlarsa ya da kendileri o türlü düşüncelere sahiplerse ve bazı tarihi şahıslara benzeme, toplumların kaderine değişik yollarla ve entrikalarla hâkim olma, hatta hâkim olmanın da ötesinde hâkimiyetlerini bütün bütün tahkîm etme gibi planları varsa; kendilerini birer put yerine koyup herkesin onlara saygı duymasını arzu ediyorlarsa.. o tür insanların, kendilerine zıt gibi gördükleri alternatiflerin en küçüğüne bile tahammülleri yoktur ve alternatif gördükleri kimseleri bir an önce en azından halkın nazarında yok etmek birinci işleridir. Onlara göre, bugün olmasa da yüz sene sonra bile kendi ad ve sanları, milletin zihninden ve tarihin hafızasından silinecekse, bunu silmeye namzet gibi görünen muhtemel kimselerin kökünü kazımak lazımdır. Çünkü onlar, öldükten sonra dirilmeye inanmasalar bile, –o nasıl ve ne türlü bir şöhret tutkusu ise– cenaze merasimlerine çok insanın iştirak etmesini arzu ederler; mezarlarının başında ağıtların yakılmasını isterler; hayat boyu yaptıkları dalaverelere, o korkunç yalanlara destan tutulmasını arzularlar; bunlarınkine dense dense şöhretin şeytancasının ötesi aptalcası denebilir. İşte onlar hayatlarını bu türlü şeylere adamışlarsa şâyet; bu türlü duygu ve düşüncelerin vehim üretmesi ve onlara paranoya yaşatması normaldir. Meseleyi hep kendilerine bağlamışlarsa, hep "biz" diyorlarsa; kim bilir, belki belli bir dönemde elde ettikleri şeyleri de kendi vehimleri çizgisinde ve başkalarından endişe ettikleri yollarla elde etmişlerse herkesi de kendileri gibi görüp düşünüyorlardır.

Eğer bunlar bir de genellikle kimlik problemi olan kimselerse ve bir dönemde bazı milletlerin dem’ ve damarlarına entrikalı ve komplolu yollarla işlemişlerse, herkesi kendileri gibi entrikacı ve komplocu olarak görüyorlardır ve bu kadar evhama gömülmüş kimselere bir şey anlatmak da çok zordur. Nasıl anlatabilirsiniz ki? Belki, şöyle–böyle kendinizi ifade edebilecek durumu ihraz ettikten sonra tavrınızı ortaya koyarsanız onlarınkine benzer bir talebiniz olmadığını anlayacaklardır. Fakat, ben kendimi tam ifade edip onları inandırabileceğim durumu hiçbir zaman ihraz etmedim; böyle bir beklentim de hiç olmadı. Mesela, bir parlamenter veya bir bakan olsaydım, belki istiğnamı ortaya koyabilir ve o zaman onları inandırabilirdim. Fakat, hiç öyle bir fırsatım ve o fırsata karşı bir arzum da olmadı. Hem, tefahur olur diye de çok utanıyor ve zikretmek istemiyorum ama, daha 25 yaşımdayken ayağıma kadar gelmişti o fırsat, ben elimin tersiyle ittim. Değil parlamenterlik, çok küçük bir idarecilik bile istemedim; Kur’an kurslarında veya yurtlarda idarecilik gibi şeyleri bile kabul etmedim. Eğer siz, kanınızın delice aktığı o gençlik döneminizde dahi bu ölçüde bir istiğna sergiliyorsanız, aslında bu sizin karakterinizi ortaya koyma açısından yeterlidir.. neye tâlibsiniz?.. ne istiyorsunuz?.. neyin arkasındasınız?.. gibi soruların cevabı için o tavır ve tutumunuz kâfî gelir. -Meseleyi sadece bir şahsa bağlamak istemediğimden dolayı duygularımı ifade etmekte zorlanıyorum. Çünkü, "ben" demek çok çirkin bir şeydir; kendinizden bir şeyi nefyederken de, kendinizi ifade adına da "ben" demek çirkindir. Hususiyle de, hayatını mahviyet ve tevazu arayışı içinde geçiren ve sürekli mütevazi olmayı arzu eden kimseler için "ben" ile başlayan cümlelerle konuşmak yakışıksızdır. Neylersiniz ki, sorunun muhatabı "ben" olunca başka türlü ifade etmem de mümkün olmuyor.- Evet, 15 yaşımdan beri cami kürsülerinde vaaz ediyorum; ömrüm kulübelerde, cami pencerelerinde geçti. Dünümle, bugünümle tam 50 senedir insanlar fakiri tanıyorlar. Aslında, şu ana kadarki hayat çizgim o tür iddialara karşı en güzel bir cevaptır.

Bu Konuda Kim Yalancı İse...

Bu mülahazaları arkadaşlarım adına da çok rahatlıkla serdedebilirim. Kimdir benim arkadaşlarım? İsimlerini bilmesem, sima olarak kendilerini tanımasam da, dine ve millete hizmet saydığım meselelerde, yaşatmak için yaşama duygu ve düşüncesinde, benimle aynı şeyleri paylaşan insanlara, "dost, arkadaş, taraftar, muhib, sempatizan" diyorum. Bunlar, "milletimize şu çerçevede hizmet faydalı olur" mülahazasına inanmış insanlardır; siz bir şey söylüyorsunuz, onlar da beğeniyor, o fikri sahipleniyor ve taklid ediyorlar. İşte, aynı mülahazaları bu çerçevedeki arkadaşlarım hakkında da rahatlıkla söyleyebilirim: Bizim, Allah’ın rızasından başka hiçbir talebimiz olmadı. Allah’ın rızasını kazanma mevzuunda da, Cenâbı Hakk’ın nâm-ı celîlini insanlara duyurmayı ve bin senelik kültürümüzü insanlığa tanıtmayı en büyük vesile olarak kabul ettik. O hoşgörü anlayışımızın ve diyalog gayretlerimizin altındaki mülahaza da budur; bütün insanları kucaklama isteğimiz de bu düşünceye dayanmaktadır. Çünkü, siz insanlara bağrınızı açmazsanız, hiç kimse de sizin değerlerinize bağrını açmaz. Siz birilerini dinlemezseniz, kendinizi başkalarına dinletme fırsatını elde edemezsiniz.

Acaba Cenâb-ı Hakk’ı kendi anladığımız manada başkalarına da anlatabilir miyiz? Bizim şu kadîm, eski ama çok önemli tecrübeler üzerinde gelişmiş kültürümüzü başkalarına tanıtabilir miyiz? Bazı fasl-ı müştereklere ulaşabilir miyiz? Bu düşüncelere bağlı kalarak bazı şeyler yaparken Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanabilir miyiz?... İşte mülahazalarım hep bunlar oldu. Büyük ölçüde, bu işi beğenen, bu uğurdaki gayretleri bir hizmet olarak gören ve hakikaten bu çizgide hizmet vermek isteyen arkadaşların düşüncelerinin de böyle olduğuna yemin edebilirim. Hatta müsaadenizle şöyle diyeyim: Âl-i İmran Suresi’nin 61. ayetine "mübahele" âyeti denir. Ayette, "Artık sana bu ilim geldikten sonra, kim seninle Îsâ hakkında tartışmaya girerse de ki: "Haydi gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, hanımlarımızı ve hanımlarınızı ve bizzat kendimizi ve kendinizi çağırıp, sonra da gönülden Allah’a yalvaralım da bu konuda kim yalancı ise Allah’ın lânetinin onların üzerine inmesini dileyelim." denmektedir. Mübahele, "hangi taraf yalancı ise Allah’ın ona lânet etmesini gönülden istemek" demektir. Hicri 9. yılda Necran Hristiyanlarını temsil eden 70 kişilik heyet, başlarında liderleri olarak Medine’ye gelip Peygamber Efendimiz’le kıyasıya tartışmış, hakikati kabule bir türlü yanaşmamışlardı. Bunun üzerine bu ayet nazil olunca, Hazreti Peygamber (sav) ilahi emir gereği mübaheleyi teklif etmişti. Necranlılar düşünmek için mühlet istemişlerdi. Bunu kendileri için tehlikeli bulup kabul etmediklerini bildirmek üzere Efendimizin yanına geldiklerinde bakmışlardı ki; O, Hazreti Hüseyin’i kucağına almış, Hazreti Hasan’ın elinden tutmuş, Fatıma annemiz ile Hazreti Ali’yi arkasına katarak "Ben dua edince siz de "âmin" dersiniz" diyor. Heyecana kapılan hey’et başkanı hemen mübaheleyi kabul etmediklerini bildirmiş, vatandaşlık vergisi vererek İslâm hâkimiyeti altında yaşamayı benimsediklerini söylemişti. Peygamber Efendimiz de onlara, kendilerine tanınan hakları ve yükümlülükleri bildiren bir emanname vermişti.

İşte, Efendimiz aleyhissalatu vesselam ile Necranlı Hristiyanlar arasında cereyan eden hâdise münasebetiyle orada teklif edildiği gibi ben de asılsız iddia ve isnatlarla sürekli bize saldıranları o türden bir ibtihale çağırabilirim. Nasıl?.. Lisanımı bedduaya alıştırmadığım için ifade etmekte zorlanacağım ama mesela ben "Eğer teşvikçisi olduğum şu hizmetlerde dünyevî bir hedefim varsa; mesela, Türkiye’yi bütün zenginliğiyle ve imkanlarıyla getirip bana teslim etseler, onu, küçük tahta kulübemdeki hayatıma tercih edecek ve makama-mansıba, mala-mülke temayülde bulunacaksam Allah beni yerin dibine geçirsin" diyeyim ve 70 milyon Türk insanı da buna "âmin" desin. Yok onlar iddialarında yanılıyorlar ve o isnatları kasıtlı olarak dile getiriyorlarsa -şimdi kimseye beddua etmek istemiyorum ama eğer çocukluk hâlim olsaydı belki şöyle diyebilirdim- "Allah onların yuvalarını başlarına yıksın, evlerine ateş salsın, düzenlerini başlarına geçirsin, yer parça parça olsun da yerin dibine batsınlar" diyeyim. Ben demesem de, bu bedduaları üslubuma ve kulluk anlayışıma ters bulsam da, Anadolu’da bunu diyen bir sürü masum ve muztar insan vardır şu anda. Evet ben demesem de, O Allâmu’l-guyûb olan Allah’ın yapılan zulümleri karşılıksız bırakmayacağına da inancım tamdır. O Haziran fırtınasından sonra da diş gösteren, çelme takan, iftira eden ve dine saldıran nice müfsid vardı.. ben beddua etmedim onlara, "Allah’tan bulsunlar" bile demedim. Ama biliyordum ki, benim şahsımda dine saldıran ve o ölçüde müslümanlara düşmanlık yapan kimseler Allah’tan bulacaklardır. O Rabb-i Kerîm’ime, "Hasbunallahu ve ni’mel vekîl" diyerek öyle itimad ediyorum ki, biz O’nun yolunda isek ve ben şu ahd-ü peymânımda samimi isem, bundan sonra da o diş gösterenleri ve pençesiyle tehdit edenleri Allah Teala iflah etmeyecektir.

Evet, ben yemin ediyorum; O’nun nâm-ı celîlini î’lâ ederek ve O’nun adını bütün dünyaya anlatarak Allah’ın rızasını kazanma dışında bir gaye ve hedefim yoktur. Hoşgörü derken de, bazı şeyleri hoşgörmezken de hep bu gaye ve hedefe bağlı kaldım. Küfrü hoşgörmedim ben; dalâleti hoş görmedim. Ama hiçbir zaman, bir kâfire ya da fırak-ı dâlleye mensup herhangi bir ferde karşı da tavır almadım. Ben kötü sıfata karşı tavır aldım. İnsanlara kızmadım; kötülüklere, kötü sıfatlara kızdım. Acaba yakın durma, yumuşaklık ve mülayemet o insanlara bir şey ifade etme adına fayda getirir mi, dedim ve bu mülahazaya uygun davrandım. Bir kere daha diyeyim: Eğer, Allah rızasının dışında, Allah’ın nâm-ı celîlini duyurma haricinde bir sevdam varsa, Rabbim şuracıkta canımı alsın.. siz de buna "âmin" deyin. Yok onların iddia ettikleri gibi değilse, ben onları Allâmu’l-guyûb olan Hazreti Allah’a havale ediyorum.

Kimseyi Lânetlemedik!..

Bir diğer husus da şudur: Onların, adlarını söyledikleri ve sizin de sorunuzda zikrettiğiniz insanların hiçbirine karşı içimde zerre kadar sempati duymadım. Ve hiçbirinin yoluna da sempatiyle yaklaşmadım. Bırakın sempatiyi, onların yapıp ettiklerini alakayla takip bile etmedim. Bana o türlü meselelerin aktörlerini sorsanız, iki tanesinden fazlasının ismini de söyleyemem, unutmuşumdur. Çünkü o kadar alakasız kaldım ben onlara. Benim yürekten alaka duyduğum bir şey vardır; o da, Rabbimdir, Peygamberimdir, Kur’anımdır. Alaka duyduğum Rabbimden, Peygamberimden ve Kur’anımdan dolayı benden nefret edenler ve onları yâd etmemden ötürü sözlerimden rahatsızlık duyanlar varsa, onları da kin ve nefretleriyle başbaşa bırakıyor ve Allah’a havale ediyorum. Kendi şahsî yatırımı adına dünya kadar taşlar diken insanların dünyada dikili bir taşı olmayan ve kendini Hakk’a adamaktan başka bir mülahazası bulunmayan birisine asılsız isnatlarla saldırmaları affedilir gibi değildir. Ben bana ait hakları affedebilirim ama bilmem ki, Cenâb-ı Hakk kendisine âit, bu gönüllüler hareketinin arkasında olan, bilinen-bilinmeyen bir sürü mü’mine, Anadolu insanına ait hakları affeder mi, affetmez mi?!.

Ben, çoklarının diş gösterdiği, bazılarının "tamam, işini bitirdik" deyip sevindiği en şiddetli dönemde bile Mevlana gibi, Yunus Emre gibi, Ahmet Yesevî gibi yazdım ve konuştum. O günkü hissiyatım bugün mecmualarda mevcuttur, alıp baksınlar. Ve hissiyatımı, kendi su-i zanlarıyla değil, benim ifadelerimle değerlendirsinler. Öfkelenmedim, kızmadım, beddua etmedim, kahriye okumadım, "anneleri–babaları ağlasın" demedim. Belki başkaları diyordur; Anadolu’da binlerce insan, bu makul hizmetlere karşı böyle düşmanca bir tavır alındığından dolayı belki "dine kasdî düşmanlık edenlerin evlerine ateş düşsün, evlatları yetim kalsın, anaları ağlasın..." falan diyorlardır. Fakat benim üslubumu bilenler, zannediyorum, onlara da hidayet temennisinde bulunacak, Allah’ın affetmesini dileyecek ve hatta şimdiden, ahirette müminlerin karşısına çıkıp baygın baygın baktıkları o acıklı durumu tasavvur edecek ve o bahtsızların haline acıyacaklardır.. acıyacak ve "Allah’ım sen onları da affeyle, onlara da hidayet et" diyeceklerdir..

Allah’a Havale Ediyoruz!..

Evet, biz en zor günlerde, en amansız şekilde düşmanlık yapanlar hakkında bile tel’ine, bedduaya "âmin" demedik, kimseye lânet ve kahriye okumadık. Belki onlar hakkında en acı tercihimiz, onları Allah’a havale etme şeklinde oldu. O havaleyi de yine Efendimizi taklîden yaptık. Hiçbirimiz O’ndan daha merhametli ve daha şefkatli olamayız. Allah Rasulü, "Allahümme aleyke bi-Ebî Cehl, Allahümme aleyke bi-Utbe, Allahümme aleyke bi-Şeybe, Allahümme aleyke bi-Velid ibni Utbe" demiş, o günün din düşmanlarını, Ebu Cehil, Utbe, Şeybe ve Velid gibilerini Allah’a havale etmiştir. Havale etme de, "Allah’ım Sen bilirsin, Sen ne dilersen onu yap" demektir. Kaldı ki, ben havale etmeyi bile Allah’tan hidayet temenni etme alternatifine bağlayarak dile getirdim hayatım boyunca. Hâlâ da aynı alternatifle beraber söylüyorum: "Allah’ım hidayetlerini murad buyurduklarını hidayet eyle, onların gözlerini de hakikate aç, kalblerini sevgiyle donat. Yok öyle murad buyurmuyorsan Sana havale ediyorum, ne istersen onu yap" diyorum. Dünyada hiçbir din mensubu, hatta hiçbir dinsizin de bu mülahazayı sert bulacağına ve buna itiraz edeceğine ihtimal vermiyorum.

Şu kadar var ki; Peygamber Efendimiz, Ebû Cehil’in ayağına defalarca gitmiş, elli defa reddedilmesine rağmen, ellibirinci defa yine gayet yumuşak bir şekilde, kavl-i leyyin üzere O’na içini dökmüştü. İşte, herhalde bizim de, bize hasım gibi davrananların ayağına aynı ısrarla gitmemiz gerekirdi. Aslında gidip görüşme talebinde bulunduklarımız olmuştu; bazıları inatla kapıları yüzümüze de kapatmıştı ama reddetmelerine ve kapıdan kovmalarına rağmen defalarca gidip kendimizi mutlaka anlatmamız lazımdı. "Bizim dünya mülahazamız yok, sizin zannettiğiniz gibi bir iddia peşinde değiliz." dememiz ve sürekli "Ehl-i dünya dünyada, ehl-i ukbâ ukbâda, her biri bir sevdâda, bana Allah’ım gerek" diyerek en samimi hislerimizi onlarla da paylaşmamız icap ederdi. O hoşgörü ve diyalog sürecinde görüştüğümüz insanlarda belli bir ölçüde bir yumuşama meydana gelmişti. Biraraya geldiğimiz insanların çoğu, okumuş, kendini yetiştirmiş, firaset sahibi ve insanı tartmasını bilen kimselerdi ve en azından yüz yüze gelince kendilerine göre bir kısım değerlendirmelerde bulunmuşlardı.. bizi daha yakından tanımış ve daha sonra aleyhimizde koparılan fırtınaya rağmen de ağızlarını, gözlerini bozmamış, olumlu üslublarını değiştirmemişlerdi.. durdukları yerde kemâl-i dikkat ve hassasiyetle nasıl durmaları gerekliyse öyle durmuş; o hoşgörü ve diyalog çağrısına, adeta atılan tek adıma koşarak gelmek suretiyle, cevap vermişlerdi. Demek ki, biz herkese ve gerektiği ölçüde kendimizi anlatamadık, düşüncelerimizi tam ifade edemedik. Maksadımızın Allah’ın rızası olduğunu; insanları aydınlatmayı ise bu mevzuda önemli bir vesile kabul ettiğimizi güzel bir üslubla dile getiremedik. İhtimal, bir üslub problemi yaşadık ve bundan dolayı da Cenâb-ı Hakk onları bize musallat etti.

Bu arada şunu da belirtmeliyim: İlle de herkes tarafından sevilme ve takdir edilme gibi bir derdimiz yoktur ve olmamalıdır. Kur’an buyuruyor ki, "İman edip, makbul ve güzel işler yapanları Rahman (hem kendi indinde, hem de mahluklar nezdinde) sevimli kılacaktır." (Meryem, 19/96) Peygamber Efendimiz (sav) bu ayet münasebetiyle buyurmuştur ki: "Yüce Allah bir kulunu sevince Cebrail’e, "Ben falanı/falanları sevdim, sen de sev" der. Bunun üzerine Cebrail (as) da onu sever ve gökte olan meleklere, "Allah falanı sevmiştir, siz de seviniz!" diye nida eder. Artık göklerdekiler de onu sever. Sonra yeryüzünde de onun için bir sevgi yerleşmiş olur." Evet, iman edip salih amellere yapışanlar hakkında yerde ve gökte sevgi vaz’edilir. Fakat, imana, mü’mine, İslam’a, müslime cibillî olarak düşmanlık besleyenler onları da tabii ki sevmeyeceklerdir. Bugün de dine-diyanete karşı düşmanlık yapanlar varsa, kendinizi onlara kat’iyen sevdiremezsiniz.

Kendi Üslubumuzdan Fedakarlıkta Bulunamayız!...

Ama yine de biz, muhataplarımız kim olursa olsun, insanları ayırt etmeden herkese teveccühte bulunmalı, el sıkmalı, bağrımızı açmalıyız. "Kötülüğü iyilikle sav" hadis-i şerifi gereği, kim olursa olsun, insanlara iyilikle mukabele etmeliyiz. Nihayet insandır, insanca tavır hakiki insanı yumuşatır; vahşice tavır ise insanı bile vahşileştirir. Bizim üslubumuz her zaman bu olmalı ve başkaları ne yaparsa yapsın, biz kendi üslubumuzdan fedakarlıkta bulunmamalıyız. Bu üslubdan dolayı bize takdir edilen yer zindan ve loş hücreler olabilir. Bizi tanımayacaklarmış, ezip geçeceklermiş, presleyeceklermiş; bize işkence edecek, sürgün yaşatacak ve bulunduğumuz yerde bile rahat bırakmayacaklarmış... o zulümlere maruz kalmakla üslubumuzu korumak arasında tercih yapmak zorunda kaldığımız zaman bile biz üslubumuzu tercih etmeliyiz. Yine sevmeli, yine şefkatle bağrımızı açmalı, yine mülayim davranmalı ve yine affedici olmalıyız. Değil sadece dünyada affedici olma, o türlü mütecaviz, saldırgan ve zalim insanların ahirette göreceği cezayı düşündüğümüz zaman da "Allah’ım lûtfunla muamele et, onları da hidayete erdir, ufuklarını aç, dalalette boğma bunları, Cennete giden yolları göster" mülahazaları içimizde belirmeli; belirmeli, çünkü biz insanız ve bu bizim temel üslubumuz.

Evet, biz muhabbet fedaileriyiz; husumete vaktimiz yoktur bizim. Başkaları bin türlü husumet gösterseler ve husumetin bin türlüsünü bir anda çektirseler de düşmanca tavrın tekiyle bile olsa mukabelede bulunmayı düşünmeyiz. Geçeceğimiz yollara diken atan, önümüze çukurlar kazan insanlardan birini bir yerde kuyuya düşmüş görsek, yine ellerinden tutar, kaldırırız. Şahsen benim hep bir temennim olmuştur: İsimlerini tasrih etmeyeceğim, bana karşı çok kötülük yapanlar oldu. Ülkemize ihanet edenler hakkında, dıştaki hainler, zalimler, kefere ve fecere hakkında düşünmedikleri şeyleri benim hakkında düşünen insanlar gördüm. Bu kadar müsamahasız kimseler için ben ne diledim biliyor musunuz? Rabbim bana bir fırsat verse, bir zor durumda bunların ellerinden tutma imkanına sahip olsam; mesela bir yerde trafik problemi olmuş, yolda kalmış; arabama alsam, onu hâl ve tavırlarımla mahçup etmesem; ezkaza beni tanırsa "Niye böyle davranıyorsun, ben sana kötülüğün katmerlisini yapmıştım." dese, ben de ona desem ki, "Herkes kendi karakterinin gereğini sergiler." Dahasını söyleyeyim; ahirette kendim kurtulabilir miyim, kurtulamaz mıyım bilemiyorum. Çünkü, hiç kimse kendi ameliyle kurtulumaz; insan ancak Allah’ın rahmetiyle kurtuluşu bulur. Cennete girenler Allah’ın lûtfuyla ve rahmetiyle girerler, kendi amelleriyle ve iyilikleriyle değil. Rabbim beni de rahmet ve fazlıyla sarar sarmalarsa, belki ben de kurtulanlardan olurum. İşte, Allah lûtfeder beni de kurtarırsa ve o zaman burada kötülük yapan o insanlar karşıma çıkarlarsa, şu andaki hissiyatım itibarıyla; orada da ellerinden tutma fırsatını bana lûtfetmesini dilerim Rabbimden.

Hasılı, hakkımızda olmayacak şüphe ve isnatlar ortaya atanlar, bütün bu düşünceleri sıksalar, gönlümüzden damlayan bu niyetlerle asıl maksat ve hedefimizi çok iyi anlayabilirler. Dünya ve dünyevî beklentiler damlamaz bizim gönlümüzden.. dünya idaresi ve liderlik sevgisi damlamaz.. bütün sermayeleri müslümanlara saldırma ve diş gösterme olan marjinal bir kesimin iddia ettiği "müslüman bir diktatör" olma meyili hiç ama hiç damlamaz. Sâhi, hakiki müslüman nasıl diktatör olabilir onu da bilemiyorum. Altmışaltı yaşına giren ve çeşitli hastalıkların ağında belini doğrultamayan bir insanın diktatörlük istikametinde bir adım atma mülahazası olsaydı, o da bir çeşit liderlik düşünseydi, genç yaşlarında, arzu ve hevesâtının galeyanda olduğu bir dönemde ayağının dibine kadar gelen çok parlak tekliflerden hiç olmazsa birini kabul etmez miydi? Bu hususu da ehl-i vicdanın iz’an ve anlayışına havale ediyorum.

Fakat, her şeye rağmen, beni dinleyenlere, adını bildiğim-bilmediğim, simasını kestirdiğim-kestiremediğim, tanıdığım-tanımadığım bütün dost ve arkadaşlarıma, hatta herkese diyorum ki: Hoşgörüden geri durmayın, ama bu hususta çok büyük beklentilere de girmeyin. Herkese dostluk eli uzatın ama el uzattığınız herkesin elinizi sıkmasını da beklemeyin. Çünkü, uzattığınız ellerin boşlukta kalabileceğini de hesaba katmamışsanız inkisara ve sukut-u hayale uğrayabilirsiniz. Uzattığınız ele iğne-çuvaldız batıracak insanlar çıkabileceğini de hesaba katın. Elinize iğne batsa da kırılmayın, rahatsızlık izhar etmeyin. Muhatabınız on tane iğne batırmak suretiyle içindeki kini ve nefreti atacaksa, onun iç huzuru ve ebedi saadeti için o kadar iğnenin, çuvaldızın acısına katlanın. Onların kendi karakterlerinin gereğini sergilediklerini düşünerek siz de üslubunuzdan taviz vermeyin, kendi karakterinize göre davranın.. ve mutlaka hoşgörü deyip yürüyün, diyalog deyip yolunuza devam edin. Unutmayın ki, geleceğin huzurlu dünyasına ancak bu sayede ulaşılabilir.

Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.